DAVA DİLEKÇESİNDE BULUNMASI GEREKEN ZORUNLU UNSURLAR
11 Ağustos 2016Cevap Dilekçesi Vermeyen Artık Delil Gösteremez ; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararı.
3 Ekim 2016TEBLİGAT KANUNUNUN UYGULANMASINA DAİR YÖNETMELİK
ELEKTRONİK TEBLİGAT YÖNETMELİĞİ
VERGİ DAİRELERİNCE YAPILAN TEBLİĞLER
Tebligat kural olarak tebliğ yapılacak şahsa bilinen en son adresinde yapılır (TebK md. 10, f.1). Burada belirtilen şahıs (tebligatın muhatabı) kanunun öngördüğü şekilde adına tebliğ çıkarılması gereken kişidir. Muhatap gerçek kişi olabileceği gibi bir tüzel kişi de (TebK md. 12) olabilir. Kanunda yer alan düzenlemede tebligatın muhatabın kendisine yapılması kural iken bu duruma bazı istisnalar da getirilmiştir (TebK md. 13, 14, 16, 17 ve 18). Örneğin tüzel kişilere tebligat tüzel kişinin adresinde ve yetkili temsilcilerine yapılabilir (TebK md. 12) ancak ilgili tüzel kişi adına tebligatı almaya yetkili bir kimsenin herhangi bir sebeple mutat iş saatlerinde iş yerinde bulunmaması veya evrakı bizzat alamayacak olduğu takdirde tebliğ orada hazır bulunan bir memur veya çalışanlardan birine yapılabilir (TebK md. 13). Aynı şekilde kendisine tebliğ yapılacak şahıs adresinde bulunmazsa tebliğ kendisi ile aynı konutta oturan kişilere veya hizmetçilerden birine yapılabilir (TebK md. 16). Burada anılan istisnalarda muhatap yerine kendisine tebliğ yapılacak kimsenin görünüş itibariyle on sekiz yaşından aşağı olmaması ve açık bir şekilde ehliyetsiz bulunmaması lazımdır (TebK md. 22). “Hasma tebliğ yasağı” olarak bilinen kural uyarınca kendilerine tebliğ yapılması mümkün olan kimselerin tebligata konu ilgili davada hasım olarak ilgileri varsa muhatap adına kendilerine tebliğ yapılamaz (TebK md. 39; TebK Yön. md. 62). Yani, hasma tebliğ yasağından bahsedebilmek için tebliğ yapılması caiz olan kişinin muhatabın taraf olduğu davada, davacı veya davalı sıfatına sahip olarak karşı tarafta olması zorunlu olmayıp bu kişinin sadece hasım olarak ilgisinin bulunması yeterlidir . Adli tebligatın yapılacağı sırada kanunen tebellüğe yetkili olan bir şahıs (TebK md. 13, 14, 16, 17 ve 18) ile muhatap arasında bir husumet bulunuyorsa bu kişiye yapılan tebliğ TebK md. 32’ye göre usulsüz bir tebliğ olacaktır. Örneğin, bir babalık davasında tebligatın anne yerine kendisi ile beraber aynı evde yaşayan ve davada hasım olan çocuğuna tebligat yapılması veya bir ortaklığın giderilmesi davasında taşınmazın paydaşı ve davada taraf olan bir kimse adına davada yer alan diğer paydaşlardan birinin annesine tebliğ yapılması tebligatın usulsüz olması sonucunu doğuracaktır. Burada yapılan tebligatın usulsüz olması nedeniyle tebliğ tarihi artık muhatabın tebliğin yapıldığını öğrendiği tarih olacaktır . Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır. Örneğin avukat tarafından takip edilen bir davada yapılacak olan bütün tebliğlerin doğrudan vekile yapılması gerekmektedir, aksi halde yapılmış olan tebligat hüküm ve sonuç doğurmaz . Hatta ve hatta bir duruşma sırasında müvekkil hazır bulunsa dahi tebligatın avukata yapılması zorunludur . Eğer muhatabın birden çok vekili var ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir ve bu şekilde tebliğ birden fazla vekile yapılmış ise ilk vekile usulüne uygun olarak yapılmış tebliğ tarihi asıl tebliğ tarihi sayılır (TebK md. 11, f.1). Aynı şekilde kanuni temsilcisi bulunan kimselere yapılacak olan tebligatlar da, kanunda bizzat muhataba tebliğ yapılacağına ilişkin bir özel bir hüküm bulunmuyorsa, temsilciye yapılır. Tebligat resmi ve adli tatil günlerinde ve gece vakti de yapılabilir (TebK md. 33; TebK Yön. md. 54, 55). Eğer bir iş avukat tarafından takip edilmekte ise avukatın bürosuna yapılacak tebligatlar resmi çalışma gün ve saatleri içinde yapılır (TebK md. 11, f.2).
Kural: Bilinen Adreste Tebligat Tebligat, kural olarak muhatabın bilinen en son adresinde ve kendisine yapılır. Bilinen en son adresin tespitinde, tebliğ çıkarılmasını isteyenin beyanı, muhatabın veya diğer ilgililerin bildirimleri ya da mevcut belgeler esas alınır (TebK Yön. md. 16, f.1). Ancak muhatabın müracaatı veya kabulü şartı ile her yerde tebligat yapılması mümkündür (TebK md. 10, f.3; TebK Yön. md. 17, f.1, 2). Eğer bilinen en son adresin tebligata elverişli olmadığı anlaşılırsa (misal adreste görünen bina inşaat halindeyse) veya tebligat bu adrese yapılamazsa, muhatabın adres kayıt sisteminde bulunan yerleşim yeri adresi, bilinen en son adresi olarak kabul edilir ve tebligat buraya yapılır (TebK md. 10, f.2). Bunun dışında ayrıca bir adres araştırması yapılmaz (TebK Yön. md. 16, f.2). Bir dava yahut icra takibinde muhatabın bilinen en son adresi mahkeme veya icra müdürlüğü tarafından adres araştırılması yapılarak değil dava veya icra takip dosyasının içeriğine bakılarak belirlenir . TebK md. 10’da belirtilen adres kavramı TebK md. 9, b.1 uyarınca muhatabın ikametgâh, mesken veya işyeri adreslerini de içine alacak şekilde geniş bir kapsamı ifade etmektedir. Buna göre yapılacak olan tebligat bu adreslerden herhangi birine yapılabilir. Diğer bir deyişle, bilinen en son adres muhatabın sürekli yerleşme niyetine veya işyeri olup olmadığına bakılmaksızın usulüne uygun olarak tespit edilmiş ise burada anılanlardan herhangi bir adrese yapılacak olan tebligat geçerli olacaktır . Adına tebligat çıkartılan kişi ölmüşse veya gösterilen adresten sürekli olarak ayrılmış ve yeni adresi de tebliğ memurunca tespit edilememiş ise tebligat evrakı tebligatı çıkaran mercie geri gönderilir (TebK Yön. md. 30, f.2 ve 3). Tebligatın yapılacak olduğu adreste muhatap ya da muhatap adına tebliğ yapılabilecek kimselerden (TebK md. 13, 14, 16, 17 ve 19) hiçbiri gösterilen adreste bulunmaz veya tebellüğden kaçınırlarsa tebliğ memuru tebliğ olunacak evrakı o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti veya meclis üyesinden birine ya da kolluk amir veya memuruna imza karşılığında teslim eder. Ayrıca teslim alan kişinin adresini içeren bir ihbarnameyi tebligatın yapılamadığı adresteki binanın kapısına yapıştırır ve durumun muhataba haber verilmesi için en yakın komşulardan birine yahut yönetici veya kapıcıya hususu bildirir. İhbarnamenin kapıya yapıştırıldığı tarih tebliğ tarihi sayılır. Aynı şekilde, eğer gösterilen adres muhatabın adres kayıt sistemindeki adresi olup muhatap o adreste hiç oturmamış veya o adresten sürekli ayrılmış olsa bile, tebliğ memuru tebligatı o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti üyelerinden birine veyahut kolluk amir veya memuruna imza karşılığında teslim eder ve teslim alan kişinin adresini içeren ihbarnameyi gösterilen adresteki binanın kapısına yapıştırır. Bu durumda da ihbarnamenin kapıya yapıştırıldığı tarih tebliğ tarihi sayılacaktır (TebK md. 21; TebK Yön. md. 31).
Adres Değişikliği Halinde Tebligat
Kazai bir merci tarafından daha önce kendisine ve adresine usulüne uygun olarak tebliğde bulunulmuş olan kişi adresini değiştirirse, yenisini derhal tebliği yaptırmış olan kaza merciine bildirmeye mecburdur. Adres değişikliğinin bildirilmesi sonucunda daha sonra yapılacak olan tebliğler yeni adrese yapılır (TebK md. 35, f.1). Ancak, kişinin adres değişikliğini bildirmemesi ve adres kayıt sisteminde yerleşim yeri adresi de tespit edilemediği takdirde tebliğ olunacak evrakın bir nüshası eski adrese ait binanın kapısına asılır, asılma tarihi tebliğ tarihi sayılır ve bundan sonra eski adrese çıkarılan tebliğler muhataba yapılmış sayılır (TebK md. 35, f.2 ve 3). Yani bir adres kayıt sistemi oluşturulması sonucuna bağlı olarak tebligat memuru ayrıca bir araştırma yapmayacak ve kayıt sistemindeki bilgilere dayanılarak tebligat yapılacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken husus TebK md. 34 gereği TebK md. 35’e göre yapılacak tebligatların sadece adli, idari ve askeri kaza mercileri tarafından yapılabilecek olmasıdır. Yani, TebK md. 1’de sayılmış olan baro, noter, belediye gibi kurumlar tarafından bu şekilde bir tebligat gerçekleştirilemez. Kazai mercilerin de bu madde hükmüne uygun olarak tebligat yapabilmeleri için muhataba daha önce bir tebligat yapmış olmaları gerekmektedir . Tüzel kişiler açısından ise durum daha farklıdır. Daha önce bir tebligat yapılmamış olsa bile, tüzel kişilerin resmi kayıtlardaki adresleri esas alınır ve burada yer alan adrese kanun hükümleri uyarınca tebligat yapılır (TebK md. 35, f.4). Diğer bir deyişle, muhatabın tüzel kişi olması halinde daha önce tebligat yapılmış olma koşulu aranmaksızın tüzel kişinin ticaret sicilinde yer alan adresine tebligat çıkarılır ve bu adresin yeni yahut eski adres olmasına bakılmaksızın tebliğ işlemi ilgili hükümler (TebK md. 35, f.2 ve 3) uyarınca gerçekleştirilmiş olur. Daha önce yurt dışındaki adresine tebligat yapılmış Türk vatandaşının yurt dışı adresini değiştirmesi ve bunu tebliğ çıkaran kazai merciye bildirmemesi ve adres kayıt sisteminden de yerleşim yeri adresinin tespit edilememesi halinde ise, bu kişinin yurt dışında daha önce tebligat yapılan adresine Türk Büyükelçiliği veya Konsolosluğunca TebK md. 25/a uyarınca gönderilen bildirimin adrese ulaştığının belgelendiği tarihten itibaren otuz gün sonra tebligat yapılmış sayılır (TebK md. 35, f.5). İİK md. 21, f.1 ve İİK md. 57, f.1 uyarınca icra daireleri tarafından yapılacak tebliğler kural olarak TebK hükümlerine tabidir. İİK 57, f.1’e göre icra tebliğleri TebK hükümleri uyarınca yapılacak olup borçlunun kanunen kendisine temsilci atanması gereken şahıslardan birisi olması halinde icra memuru ilgili makamdan borçluya bir temsilci atanmasını ister ve tebligat o kişiye yapılır. Bunun yanında TebK md. 35, f.2 ve 3’ün kazai ve icra mercileri tarafından uygulanma esasları farklılık arz etmektedir. Şöyle ki, bir ilamda ve İİK md. 38’e göre ilam hükmünde sayılan belgelerle ipotek senedinde yazılı olan adresini değiştiren alacaklı veya borçlu; durumu birbirlerine noter vasıtasıyla bildirmiş olmadıkça tebligat aynı adrese yapılacaktır ve taraflardan biri bu adreste bulunmadığı takdirde TebK md. 35 hükmü uygulanacaktır (İİK md. 21, f.2). Ancak alacaklı veya borçlu tarafından adres değişikliği diğer tarafa tebliğ edilmesine rağmen eski adrese tebligat yaptırarak TebK md. 35’den faydalanmış olan taraf bu suretle diğer tarafa verdiği bütün zararları yüzde 15 fazlasıyla ödemeye mecburdur ve hakkında ayrıca İİK md. 343’de belirtilen ceza uygulanır (İİK md. 21, f.3). Diğer bir ifadeyle, TebK md. 35, f.1’de kazai merciler için öngörülen daha önce tebliğ yapılması şartı İİK md. 21, f.2’de sayılan belgelerdeki adresini değiştiren alacaklı veya borçluya yapılacak icra tebliğlerinde aranmamaktadır . Son olarak, İİK md. 68/b, 148/a ve 150/ı hükümlerinde de adres değişikliğine ilişkin hususlar yer almaktadır. İİK md. 68/b uyarınca borçlu cari hesap veya kısa, orta, uzun vadeli kredi şeklinde işleyen krediyi kullandıran tarafın, krediyi kullanan tarafın kredi sözleşmesinde belirtmiş olduğu adresine, borçlu cari hesap sözleşmesinde belirtilen dönemleri veya kısa, orta, uzun vadeli kredi sözleşmelerinde yazılı faiz tahakkuk dönemlerini takip eden on beş gün içinde bir hesap özetini noter aracılığı ile gönderme yükümü bulunmaktadır. Bu sözleşmede belirtilen adresin değiştirilmesi, yurt içinde bir adresin noter aracılığıyla kredi kullandıran tarafa bildirilmesi halinde sonuç doğurur ve bu şekilde bir bildirimin olmaması halinde hesap özetinin eski adrese ulaştığı tarih tebliğ tarihi sayılır . Bu madde ile bağlantılı olarak İİK md. 150/ı altında borçlu cari hesap veya kısa, orta, uzun vadeli kredi şeklinde işleyen nakdi veya gayrinakdi bir krediyi kullandıran taraf krediyi kullanan tarafa ait ilgili hesap özetinin veya tazmin talebinin veya borcun ödenmesine ilişkin ihtarın noter aracılığıyla krediyi kullanan tarafa kredi sözleşmesinde yazılı ya da ipotek akit tablosunda belirtilen adrese gönderilmek suretiyle tebliğ edildiğini veya İİK md. 68/b gereğince tebliğ edilmiş sayıldığını gösteren noterden tasdikli bir sureti icra müdürlüğüne ibraz ederek İİK md. 149 uyarınca işlem yapılmasını sağlayabilir. İİK md. 148/a, f.1 hükmü uyarınca ise ipotek sözleşmesinin taraflarının, ipotekli taşınmazı daha sonra satın alanların ya da bunların haleflerinin tapu sicil müdürlüğüne yurt içinde bir tebligat adresi bildirme yükümlülüğü bulunmaktadır. Belirtilen adresin değiştirilmesi ancak durumun tapu sicil müdürlüğüne bildirilmesi halinde sonuç doğurur. Yeni adresin bildirilmemesi halinde tebligatların eski adrese ulaştığı tarih tebellüğ tarihi sayılır (İİK md. 148/a, f.2).
İlan Yoluyla Tebligat
Tebligat mevzuatı hükümlerine göre kendisine tebligat yapılamayan ve tebliğ memuru tarafından ikametgâhı, meskeni veya işyeri tespit edilemeyen ve adres kayıt sisteminde de yerleşim yeri adresi bulunmayan bir kimsenin adresinin tespiti için tebligatı çıkaran merci tarafından adres araştırması yapılır (TebK Yön. md. 48, f.1). Tebligatı çıkaran merci, muhatabın adresini öncelikle resmi veya özel kurum ve dairelerden, bunlardan sonuç alınamadığı takdirde kolluk vasıtasıyla araştırabilir ve tespit ettirebilir. Burada belirtilen araştırmalara rağmen muhatabın adresi tespit edilemezse adres meçhul sayılır ve bu kişilere tebligat ilanen yapılır (TebK Yön. md. 48, f.2 ve 3). Bu durum altında tebliğ memuru tarafından mahalle veya köy muhtarına şerh verdirilmek suretiyle husus tespit edilir (TebK md. 28, f.2). İlan yoluyla tebliğ yukarıda belirtilen usuller izlendikten sonra başvurulacak en son çare olup muhatabın durumu en güvenilir bir şekilde öğrenmesini sağlayabilecek ve varsa tebliği çıkaran merciin bulunduğu yerde yayınlanan bir gazetede ve ayrıca elektronik ortamda yapılır (TebK md. 29). İlanen tebliğde son ilan tarihinden yedi gün sonra tebliğ yapılmış sayılır. Ancak ilanı yapan merci halin icabına göre on beş günü geçmeyecek şekilde daha uzun bir süre tayin edebilir (TebK Yön. md. 52). Aynı şekilde ilgili merci iki ilan arasında en az bir hafta olması kaydıyla ilanın ikinci defa yapılmasına karar verebilir (TebK md. 29, f.3).
Elektronik Tebligat
11.01.2001 tarih ve 6099 sayılı Tebligat Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile TebK’ya 7/a maddesi eklenmiş ve bu madde ile kanunda belirtilen usullerin yanında elektronik tebligatın da yapılabileceği belirtilmiştir. Elektronik tebligatın yapılabilmesi için temel koşul muhatabın tebligata elverişli bir elektronik adres vererek bu adrese tebligat yapılmasını talep etmesidir (TebK md. 7/a, f.1). Burada elektronik tebligat bir zorunluluk olarak görülmemiş, bu imkân ve kolaylıktan faydalanmak isteyenlere bir alternatif olarak sunulmuştur. Ancak anonim, limited ve sermayesi paylara bölünmüş komandit şirketlere elektronik yolla tebligat yapılması 6099 sayılı Kanun md. 18’e göre 19.01.2013’den itibaren geçerli olmak üzere zorunlu hale getirilmiştir (TebK md. 7/a, f.2). TebK md. 1’de belirtildiği üzere elektronik tebligatlar da dâhil olmak üzere maddede sayılan mercilerin çıkaracağı tebligatlar PTT veya memur aracılığıyla yapılacaktır. Diğer bir deyişle, elektronik tebligatları gönderme işlemi PTT veya memur aracılığı ile yapılmak durumundadır. Aynı şekilde İİK md. 27, f.1 ve md. 57, f.1 gereği elektronik icra tebliğleri de TebK’ya uygun olarak PTT veya memur vasıtası ile yapılacaktır. Elektronik tebligatın zorunlu olup olmasına bakılmaksızın zorunlu bir sebeple yapılamaması halinde tebligat TebK’da belirtilen diğer usullere göre yapılacaktır (TebK md. 7/a, f.3). Elektronik tebligatta tebliğ, tebliğin muhatabın elektronik adresine ulaştığı tarihi izleyen beşinci günün sonunda yapılmış sayılır. Örneğin, elektronik tebligat posta kutusuna 01.01.2013 günü ulaşmışsa ulaştığı gün hesaba katılmaksızın o günü takip eden beşinci günün sonunda 06.01.2013 günü tebliğ yapılmış sayılacaktır.
Usulsüz Tebliğ
Tebliğin yasada veya hukukta belirtilen usule uygun olarak yapılmamasına usulsüz tebliğ denilmektedir . Konumuz itibariyle ise usulsüz tebliğ, yapılmış olan tebligatın TebK hükümlerine tam ve doğru bir şekilde uyulmaksızın yapılması anlamına gelmektedir. Örneğin tebligatın TebK hükümleri uyarınca tebligatı almaya yetkili bir şahıs (TebK md. 11, 13, 14, 15, 16, 17, 18, 19) dışında birine yapılması halinde veya TebK md. 21’e göre tebligat yapılmak istenen kişinin adreste bulunamaması halinde ihbarnamenin kapıya asılmaması gibi hallerde usulsüz bir tebliğden bahsedilebilir. Burada belirtilmesi gereken önemli bir husus ise usulsüz tebliğ ile tebligatın yokluğu kavramlarının farkıdır. Şöyle ki, tebligatın yok olmasından kasıt ortada tebligat olarak nitelendirilebilecek bir hukuki işlemin varlığının bulunmaması iken usulsüz tebliğden kasıt ortada bir tebliğ işlemi bulunmasına rağmen bunun TebK’nın öngörmüş olduğu usule uygun olarak yapılmamasıdır . Yani tebligat yokluğunda tebligatın unsurlarından olan yazılı bildirim ve belgelendirme işlemlerinden herhangi birinin veya ikisinin yapılan işlem içerisinde varlığından bahsedilememektedir. Örneğin, bir dava sırasında davalı yerine başka bir kimse adına tebligat çıkarılması halinde veya davalının adres değişikliğini bildirmek için başvuruda bulunmasına rağmen tebligatın eski adresine çıkarılmasına devam edilmesi halinde ortada bir tebligat yokluğu bulunmaktadır. Böyle bir durum altında davalı yerine kendisine tebligat çıkarılmış olan kişi tebligatı usulüne uygun olarak almış olsa da dava işlemleri yürümeyecektir. Çünkü ortada herhangi bir şekilde yapılmış bir tebligattan bahsedilemez. Usulsüz tebliğde ise ilgili tebligat tebliği almaya yetkili olmayan bir kişiye yapılmış olsa dahi ortada bir tebligatın varlığından bahsedilebilecek ancak usulsüz olmasına bağlı olarak diğer işlemler devam edecektir. Tebliğ usulüne aykırı yapılmış olsa bile muhatap tebliği öğrendiği takdirde tebligat geçerli sayılacaktır. Aksi takdirde yapılmamış sayılır. Burada muhatabın tebliği öğrenmesinden kasıt bir şekilde tebliğ evrakını veya davetiyeyi alması ya da bunların içeriğini öğrenmesidir (TebK md. 53, f.1). Görüleceği üzere, usulsüz tebliğde tebligat yokluğundan farklı olarak muhatabın tebliği öğrenmesi sonucunda tebligat kendine atfedilen hüküm ve sonuçları doğurmaktadır. Tebliğe bağlı olarak işlemlerin ve sürelerin devamına ilişkin olarak muhatabın tebliği öğrendiğini beyan ettiği tarih tebliğ tarihi olarak kabul edilir (TebK md. 53, f.2). Usulsüz bir tebliğ halinde muhatabın tebliği öğrendiğinin ve bunun tarihinin iddia ve ispatı mümkün değildir (TebK md. 53, f.3). Tebligatın usulüne uygun olarak yapılmış olması Yargıtay kararlarında da sıkça irdelenmiştir. Bir dava sırasında tebligatın usulüne uygun olarak yapılmış olması taraf teşkili, adil yargılanma ve hukuki dinlenilme hakkı bakımından önem arz etmektedir21 . Burada belirtilen hakların ihlali sonucunu doğuracak olan usulsüz bir tebliğin varlığı bir bozma sebebi olarak kabul edilmektedir . Aynı şekilde dava dilekçesi ve duruşma gününün davalıya tebliğinin usulsüz olması savunma hakkını kısıtlayacağı için bir bozma sebebi olarak görülmektedir.
Milletlerarası Tebligat Milletlerarası tebligata ilişkin usul
TebK md. 25 – 27, TebK Yön. md. 38 – 47, Türkiye’nin taraf olduğu iki taraflı ve çok taraflı anlaşmalar (01.03.1954 tarihli Lahey Hukuk Usulüne Dair Anlaşma ve 15.11.1964 tarihli Hukuki ve Ticari Konularda Adli ve Gayri Adli Belgelerin Yabancı Memleketlerde Tebliğine Dair Lahey Anlaşması) ile düzenlenmiştir. Burada TebK hükümlerine gidilebilmesi için Türkiye ile tebligatın yapılacağı ülke arasında tebligat usulüne ilişkin iki ya da çok taraflı milletlerarası bir anlaşmanın bulunmaması gerekmektedir. Eğer böyle bir anlaşma varsa orada belirtilen tebligat usulü doğrultusunda işlem yapılacaktır. Her takvim yılı başında, tebligat işleriyle ilgili anlaşma hükümleri, mütekabiliyet esasları ve hangi ülkeler için avans olarak ne kadar tebliğ masrafı yatırılması gerektiği Adalet Bakanlığı’nca Dış İşleri Bakanlığı’ndan görüş alınarak Resmi Gazete’de yayımlanır ve bir yıl içerisinde meydana gelen değişiklikler aynı usul ile ilan edilir (TebK Yön. md. 39, f.3 ve 4). Böyle bir anlaşma bulunmuyor ise, yabancı bir ülkedeki muhataba tebligatta, muhatabın bulunduğu ülkedeki kanunların uygun olması veya iki ülke arasında tebligata cevaz veren bir anlaşmanın varlığı halinde, Türk siyasi memuru veya konsolosu ilgili tebligat yapılmasını o yabancı ülkenin yetkili makamlarından ister (TebK md. 25, f.1). Bu işlem yapılırken ilgili evrak tebligatı çıkaracak olan merciinin bağlı bulunduğu bakanlık üzerinden Dış İşleri Bakanlığı’na, oradan da memuriyet bölgesi dikkate alınarak ilgili Türkiye Elçiliği’ne veya Konsolosluğu’na gönderilir (TebK md. 25, f.2). Ayrıca, Dış İşleri Bakanlığı’nın aracılığına lüzum görülmeyen hallerde tebligat evrakı, ilgili Bakanlık tarafından doğrudan doğruya tebliğ yapılacak ülkedeki Türkiye Büyükelçiliği veya Başkonsolosluğu’na gönderilebilir (TebK md. 25, f.3). Yabancı ülkede kendisine tebliğ yapılacak kimsenin Türk vatandaşı olması halinde tebliğ o yerdeki Türk Büyükelçiliği veya Konsolosluğu veya bunların görevlendireceği bir memur aracılığıyla yapılır (TebK md. 25/a, f.1 ve 2). Bu maddeye göre kazai merciler tarafından çıkarılacak tebligatta, tebliğ evrakı doğrudan o yerdeki Türk Büyükelçiliği veya Konsolosluğu’na gönderilebilir (TebK md. 25/a, f.4). Böyle bir tebligat yapılması halinde evrakın ilgili ülke mevzuatına uygun olarak muhataba tebliğ edildiğinin belgelenmesi ve otuz gün içinde Türkiye Büyükelçiliği veya Konsolosluğu’na herhangi bir başvuru yapılmadığı takdirde tebligat otuzuncu günün bitiminde tebliğ edilmiş sayılır. Muhatabın Büyükelçiliğe veya Konsolosluğa başvurması halinde tebliğ evrakını almaktan kaçınırsa bu hususta düzenlenecek tutanak tarihinde tebliğ yapılmış sayılır (TebK md. 25/a, f.4).
TEBLİGAT KURAL OLARAK İŞLEMİN MUHATABINA YAPILMALIDIR.
İSTİSNALARI:
1)VEKİL İLE TAKİP EDİLEN İŞLERDE VEKİLE
2) KANUNİ MÜMESSİLLERE (KAYYUM,VASİ. TEMSİLCİ)
3) MUHATAB ADRESTE BULUNAMAZ İSE MUHATAB YERİNE TEBLİGATI ALABİLECEK KİŞİLERE
MUHATAB ADRESTE BULUNAMAZ İSE MUHATAB ADINA TEBLİĞ YAPILABİLECEK KİŞİLER
1)HÜKMİ ŞAHISLARDA MEMUR VE MÜSTAHDEMLER ( MADDE 13)
2) ASKERİ ŞAHISLARDA KITA KUMANDANI VE MÜESSESE AMİRİ GİBİ EN YAKIN ÜST, NÖBETÇİ AMİR VEYA SUBAY (MADDE 14)
3) AYNI KONUTTA OTURAN KİŞİLER VEYA HİZMETÇİLER (MADDE 16)
4)AYNI YERDE ÇALIŞAN DAİMİ MEMUR VE MÜSTAHDEMLER (MADDE 17)
5) İDARE EDEN VEYA MUHATABIN BULUNDUĞU KISIM AMİRİ ( MADDE 18)
HÜKMİ ŞAHISLARA VE TİCARETHANELERE TEBLİGAT (MADDE 12)
HÜKMİ ŞAHISLARA (KURAL OLARAK)
-YETKİLİ MÜMESSİLLERİNE,
-BUNLAR BİRDEN ZİYADE İSE, YALNIZ BİRİNE YAPILIR
BİR TİCARETHANENİN MUAMELELERİNDEN DOĞAN İHTİLAFLARDA, TİCARİ MÜMESSİLİNE YAPILIR
HÜKMİ ŞAHISLARIN MEMUR VE MÜSTAHDEMLERİNE TEBLİGAT (MADDE: 13)
YETKİLİ MÜMESSİLİN HER HANGİ BİR SEBEPLE
–MUTAT İŞ SAATLERİNDE İŞ YERİNDE BULUNMAMASI,
– VEYA O SIRADA EVRAKI BİZZAT ALAMAYACAK BİR HALDE OLMASI HALİNDE TEBLİGAT,
YETKİ DİKKATE ALINARAK MEMUR VEYA MÜSTAHDEMLERDEN BİRİNE YAPILIR
ASKERİ ŞAHISLARA TEBLİGAT (MADDE:14)
ASTSUBAYLAR HARİCİ ERATA TEBLİGAT:
KITA KUMANDANI VE MÜESSESE AMİRİ GİBİ EN YAKIN ÜSTE YAPILIR
DİĞER ASKERİ ŞAHISLARA TEBLİGAT:
TEBLİĞİN YAPILMASINI NÖBETÇİ AMİRİ VEYA SUBAYI TEMİN EDER. -BUNLAR TARAFINDAN MUHATAP DERHAL BULDURULAMAZ VEYA TEBELLÜĞDEN İMTİNA EDERSE YAHUT DA DİĞER BİR SEBEPLE TEBLİĞİN TEMİNİ MÜMKÜN OLMAZSA, TEBLİĞ O NÖBETÇİ AMİRİ VEYA SUBAYINA YAPILIR.
AYNI KONUTTA OTURAN KİŞİLER VEYA HİZMETÇİLERE TEBLİGAT (MADDE:16 -22)
AYNI KONUTTA OTURULMASI,
MUHATAP YERİNE TEBLİGATI ALACAK KİŞİNİN 18 YAŞINDAN AŞAĞI OLMAMASI VE AÇIK BİR ŞEKİLDE EHLİYETSİZ BULUNMAMASI GEREKİR.
EHLİYETSİZLİK:
TEBLİGAT TÜZÜĞÜNÜN 32.MADDESİNDE; “…AKIL HASTALIĞI, AKIL ZAYIFLIĞI VEYA DİĞER BİR HASTALIK, SAĞIRLIK, KÖRLÜK VE DİLSİZLİK GİBİ SEBEPLERDEN BİRİ İLE KENDİSİYLE ANLAŞMA İMKANI OLMAYAN KİMSE EHLİYETSİZ SAYILIR. DENİLMİŞTİR
MESLEK -SANAT ERBABINA TEBLİGAT (MADDE 17.)
BELLİ BİR YERDE DEVAMLI OLARAK MESLEK VEYA SANATINI İCRA EDENLER, O YERDE BULUNMADIKLARI TAKDİRDE TEBLİĞ, AYNI YERDEKİ DAİMİ MEMUR VEYA MÜSTAHDEMLERİNDEN BİRİNE,
MESLEK VEYA SANATINI EVİNDE İCRA EDENLERİN MEMUR VE MÜSTAHDEMLERİNDEN BİRİ BULUNMADIĞI TAKDİRDE AYNI KONUTTA OTURAN KİŞİLERE VEYA HİZMETÇİLERİNDEN BİRİNE YAPILIR
MADDE 18:OTEL, HASTANE, FABRİKA, OKUL, YURT GİBİ İÇİNE SERBESTÇE GİRİLEMEYEN ve ARANANIN KOLAYCA BULUNMASI MÜMKÜN OLMAYAN YERLERDEKİ KİŞİLERE TEBLİGAT
TEBLİĞİN YAPILMASINI O YERİ İDARE EDEN(MÜDÜR) VEYA MUHATABIN BULUNDUĞU KISMIN AMİRİ TEMİN EDER.
-BUNLAR TARAFINDAN MUHATAP DERHAL BULUNDURULAMAZ
-VEYA MUHATAP TEBELLÜĞDEN İMTİNA EDERSE
-YAHUT DA DİĞER BİR SEBEPLE TEBLİĞİN TEMİNİ MÜMKÜN OLMAZSA, TEBLİĞ O YERİ İDARE EDEN VEYA MUHATABIN BULUNDUĞU KISMIN AMİRİNE YAPILIR.
TUTUKUKLU VE HÜKÜMLÜLERE TEBLİGAT (MADDE: 19)
BUNLARIN BULUNDUĞU MÜESSESE MÜDÜRÜ VEYA MEMURU TEMİN EDER
MUHATAB ADRESTE BULUNAMAZ İSE MUHATAB YERİNE TEBLİGATTA DİKKAT EDİLECEK HUSULAR
MUHATABIN BULUNMAMA SEBEBİ YAZILMALI
MUHATAP İLE AYNI ÇALTI ALTINDA OTURDUĞU ŞERHİ DÜŞÜLMELİ
MUHATABIN YERİNE TEBLİGATI ALAN KİŞİNİN AÇIK AD. SOYAD VE MUHATTABA YAKINLIĞI
MUHATAP YERİNE TEBLİGATI ALACAK KİŞİNİN 18 YAŞINDAN AŞAĞI OLMAMASI
AÇIK BİR ŞEKİLDE EHLİYETSİZ BULUNMAMASI GEREKİR. (MADDE:22)
TEBLİĞ İMKANSIZLIĞI VE TEBELLÜĞDEN İMTİNA (MADDE: 21)
A) TEBLİĞ İMKANSIZLIĞI
1) KESİN İMKANSIZLIK (TÜZ. MADDE 28)
– MUHATAP ÖLMÜŞSE (İŞLEMİN NİTELİĞNE GÖRE KARAR VERİLİR
– GÖSTERİLEN ADRESTEN DEVAMLI OLARAK AYRILMIŞ İSE, TESPİT EDİLEN YENİ ADRESE TEBLİGAT YAPILIR
GEÇİCİ İMKANSIZLIK (TÜZÜK :28-30)
KENDİSİNE TEBLİGAT YAPILACAK KİMSE VEYA YUKARIDAKİ MADDELER MUCİBİNCE TEBLİGAT YAPILABİLECEK KİMSELERDEN HİÇBİRİNİN GÖSTERİLEN ADRESTE O AN İÇİN BULUNMAMALARI HALİDİR.
GÖSTERİLEN ADRESTE O AN İÇİN HİÇ KİMSE YOKSA TEBLİGAT
– BULUNMAMA SEBEBİ TESPİT EDİLİR(YAKIN KOMŞU, AKRABA, YÖNETİCİ, KAPIC VS.)
– TESPİT EDİLEN SEBEP EVRAKA YAZILIR VE BEYAN EDENİN İMZASINI ALINIR. İMZADAN İMTİNA HALİNDE İMTİNA ŞERHİ DÜŞÜLÜR,
– EVRAK, O YERİN MUHTAR VEYA İHTİYAR HEYETİ AZASINDAN BİRİNE VEYAHUT ZABITA AMİR VE MEMURLARINA İMZA MUKABİLİNDE TESLİM EDİLİR
–TESLİM EDİLENİN ADRESİNİ İHTİVA EDEN İHBARNAME, GÖSTERİLEN ADRESTEKİ BİNANIN KAPISINA YAPIŞTILIR
– MUHATABA HABER VERİLMES İÇİN MÜMKÜN OLDUKÇA EN YAKIN KOMŞULARINDAN BİRİNE, VARSA YÖNETİCİ VEYA KAPICIYA DA BİLDİRİLİR.
– İHBARNAMENİN KAPIYA YAPIŞTIRILDIĞI TARİH, TEBLİĞ TARİHİ SAYILIR.
TEBELLÜĞDEN İMTİNA
1) MUHATABIN İMTİNASI
– İMTİNA ŞERHİ DÜŞÜLÜR
-EVRAK, İMZA MUKABİLİNDE O YERİN MUHTAR VEYA İHTİYAR HEYETİ AZASINDAN BİRİNE VEYAHUT ZABITA AMİR VE MEMURLARINA TESLİM EDİLİR)
–TESELLÜM EDENİN ADRESİNİ İHTİVA EDEN İHBARNAME, GÖSTERİLEN ADRESTEKİ BİNANIN KAPISINA YAPIŞTILIR
– İHBARNAMENİN KAPIYA YAPIŞTIRILDIĞI TARİH, TEBLİĞ TARİHİ SAYILIR
2)MUHATAP ADINA KABUL EDEBİLECEK KİŞİLERİN TEBELLÜĞDEN İMTİNASI
-TEBLİĞ EDEN BU İMTİNAYI ŞERH VE İMZA EDER.
EVRAK, O YERİN MUHTAR VEYA İHTİYAR HEYETİ AZASINDAN BİRİNE VEYAHUT ZABITA AMİR VE MEMURLARINA İMZA MUKABİLİNDE TESLİM EDİLİR (CEZAİ MECBURİYET)
–TESLİM EDİLENİN ADRESİNİ İHTİVA EDEN İHBARNAME, GÖSTERİLEN ADRESTEKİ BİNANIN KAPISINA YAPIŞTILIR
– İHBARNAMENİN KAPIYA YAPIŞTIRILDIĞI TARİH, TEBLİĞ TARİHİ SAYILIR
MUHATABIN GEÇİCİ OLARAK BAŞKA YERE GİTMESİ (MADDE :20)
1)HÜKMİ ŞAHISLARIN MEMUR VE MÜSTAHDEMLERİ
2) KITA KUMANDANI VE MÜESSESE AMİRİ GİBİ EN YAKIN ÜST, NÖBETÇİ AMİR VEYA SUBAY
3)AYNI KONUTTA OTURAN KİŞİLER VEYA HİZMETÇİLER
4)AYNI YERDE ÇALIŞAN DAİMİ MEMUR VE MÜSTAHDEMLER
5) İDARE EDEN VEYA MUHATABIN BULUNDUĞU KISIM AMİRİ MUHATABIN MUVAKKATEN BAŞKA YERE GİTTİĞİNİ BELİRTİRLERSE;
BEYANINI (MUVAKKATEN AYRILMA) İMZA EDER VE EVRAKI ALIR İSE;
1) KEYFİYET VE BEYANDA BULUNANIN ADI, SOYADI, MUHATABLA OLAN İLGİSİ YAZILIR VE İMZASI ALINIR,
3) TEBLİĞ EVRAKI BU KİŞİYE VERİLİR
4) BU DURUMDA TEBLİĞ, EVRAKIN VERİLDİĞİ TARİHTE YAPILMIŞ SAYILIR
BEYANINI İMZADAN İMTİNA EDERSE
-TEBLİĞ EDEN BU BEYANI ŞERH VE İMZA EDER.
– EVRAK, O YERİN MUHTAR VEYA İHTİYAR HEYETİ AZASINDAN BİRİNE VEYAHUT ZABITA AMİR VE MEMURLARINA İMZA MUKABİLİNDE TESLİM EDİLİR
–TESELLÜM EDENİN ADRESİNİ İHTİVA EDEN İHBARNAME, GÖSTERİLEN ADRESTEKİ BİNANIN KAPISINA YAPIŞTILIR
– TEBLİĞ OLUNACAK ŞAHSA KEYFİYETİN HABER VERİLMESİ İÇİN MÜMKÜN OLDUKÇA EN YAKIN KOMŞULARINDAN BİRİNE, VARSA YÖNETİCİ VEYA KAPICIYA DA BİLDİRİLİR
-TEBLİĞ,İHBARNAME KAPIYA YAPIŞTIRILDIĞI TARİHTEN İTİBAREN ONBEŞ GÜN SONRA YAPILMIŞ SAYILIR
İLANEN TEBLİGAT (MADDE :28)
İLANEN TEBLİGAT SON ÇAREDİR
ADRESİ MEÇHUL OLANLARA TEBLİGAT İLANEN YAPILIR.
MECHUL ADRES: YUKARI Kİ MADDELER MUCİBİNCE TEBLİGAT YAPILAMIYAN VE İKAMETGAHI, MESKENİ VEYA İŞ YERİ DE BULUNAMIYAN KİMSENİN ADRESİ MEÇHUL SAYILIR.
İLANEN TEBLİGATTA USUL:
1)İLAN; MUHATABIN, EN EMİN ŞEKİLDE BİLGİ EDİNEBİLECEĞİ UMULAN VE VARSA AYRICA TEBLİĞİ ÇIKARAN MERCİİN BULUNDUĞU YERDE ÇIKAN GAZETEDE YAPILIR.
2) TEBLİĞ OLUNACAK EVRAK VE İLAN SURETİ, TEBLİĞİ ÇIKARAN MERCİİN HERKESİN KOLAYCA GÖREBİLECEĞİ BİR YERİNE DE ASILIR.(BİR AY SÜRE İLE)
3) MERCİ, İCABINA GÖRE İKİNCİ DEFA İLAN YAPILMASINA KARAR VEREBİLİR. İKİ İLAN ARASINDAKİ MÜDDET BİR HAFTADAN AŞAĞI OLAMAZ
İLANEN TEBLİGATTA TEBLİĞ TARİHİ:(MADDE :31)
İLANEN TEBLİĞ, SON İLAN TARİHİNDEN İTİBAREN YEDİ GÜN SONRA YAPILMIŞ SAYILIR.
İLANEN TEBLİĞE KARAR VEREN MERCİ, İCABINA GÖRE DAHA UZUN BİR MÜDDET TAYİN EDEBİLİR. ANCAK, BU SÜRE 15 GÜNÜ GEÇEMEZ.
DOĞRU ZAMANDA TEBLİGAT
1) RESMİ VE ADLİ TATİL GÜNLERİNDE VE GECE TEBLİGAT YAPILABİLİR (KANUN MADDE 33-TÜZÜK MADDE:52)
2) İDARİ İŞEMİN BELİRLİ BİR SÜREDE KİŞİYE TEBLİĞ ZORUNLULUĞU ( ZAMANAŞIMI- HAK DÜŞÜMÜ)
İZİN VE RAPORDA TEBLİGAT: (657 /62)
İLK DEFA VEYA YENİDEN VEYAHUT YER DEĞİŞTİRME SURETİYLE ATAMALARDA MEMURUN İZİNLİ VE RAPORLU OLMASI TEBLİGATA ENGEL DEĞİLDİR.
ANCAK GÖREVE BAŞLANILMASI İÇİN BELİRLENEN SÜRELER İZİN VE RAPOR MÜDDETİNİN BİTMESİNDE BAŞLAR
DEĞİŞEN ADRESLERİN BİLDİRİLMESİ MECBURİYETİ (MADDE: 35-49-)
KANUNUN GÖSTERDİĞİ USULLERE GÖRE TEBLİĞ YAPILMIŞ OLAN KİMSE, ADRESİNİ DEĞİŞTİRİRSE, YENİSİNİ HEMEN TEBLİĞİ YAPTIRMIŞ OLAN MERCİİNE BİLDİRMEYE MECBURDUR.
ADRES DEĞİŞİKLİĞİ BİLDİRİLMEZ VE YENİ ADRESDE TEBLİĞ MEMURUNCA TESPİT EDİLEMEZ İSE TEBLİĞ OLUNACAK EVRAKIN BİR NÜSHASI ESKİ ADRESE AİT BİNANIN KAPISINA ASILIR VE ASILMA TARİHİ, TEBLİĞ TARİHİ SAYILIR.
MUHATABIN İMZA EDEMEYECEK DURUMDA OLMASI (KANUN MADDE 24- TÜZÜK 35) (YAZI BİLMEMEK, KÖRLÜK, HASTALIK, VS )
1) OKUR YAZAR KOMŞULARINDAN BİR KİŞİ HUZURUNDA; SOL ELİNİN BAŞ PARMAĞI BASTIRILIR
2) SOL ELİNİN BAŞ PARMAĞI YOK İSE AYNI ELİNİN DİĞER BİR PARMAĞI VE SOL ELİ YOKSA SAĞ ELİNİN BAŞ PARMAĞI VE BU DA MEVCUT DEĞİLSE DİĞER PARMAKLARINDAN BİRİ BASTIRILIR.
3) TEBLİĞ YAPILACAK KİMSENİN İKİ ELİ DE YOKSA TEBLİĞ EVRAKI KENDİSİNE VERİLİR.
4)YUKARDAKİ FIKRALARDA YAZILI HALLERDE KEYFİYET, ŞERH EDİLİR EDİLİR VE HAZIR BULUNAN ŞAHSA DA İMZA ETTİRİLİR.
5) OKUR YAZAR BİR KOMŞU BULUNMAZ VEYA BULUNAN KOMŞU İMZADAN İMTİNA EDERSE, TEBLİĞ MEMURU O MAHALLE VEYA KÖYÜN MUHTAR VEYA İHTİYAR HEYETİ AZASINDAN BİRİNİ VEYAHUT BİR ZABITA HUZURUNDA YAPILIR.
YABANCI MEMLEKETTE TEBLİGAT (MADDE 25)
TEBLİGATI ÇIKARAN MERCİİN BAĞLI BULUNDUĞU BAKANLIK VASITASİYLE DIŞİŞLERİ BAKANLIĞINA, ORADAN DA MEMURİYET HAVZASI NAZARI İTİBARA ALINARAK İLGİLİ TÜRKİYE ELÇİLİĞİNE VEYA KONSOLOSLUĞUNA GÖNDERİLİR
USULÜNE AYKIRI TEBLİĞİN HÜKMÜ: (MADDE 32)
TEBLİĞ USULÜNE AYKIRI YAPILMIŞ OLSA BİLE, MUHATABI TEBLİĞİ ÖĞRENMİŞ İSE GEÇERLİ SAYILIR. ANCAK, MUHATABIN BEYAN ETTİĞİ TARİH, TEBLİĞ TARİHİ SAYILIR
CEZAİ HÜKÜMLER (MADDE 52-53-54-55-56)
–YANLIŞ ADRES,İSİM,SOİSİM BİLDİRMEK,
– KANUNUN UYGULAMASINDA GÖREVLİ OLAN MEMURLARLARIN GÖREVLİLERİN YAPMAMASI (MUHTAR, AZA VS.)
-TEBLİGATI ALMAMA (MUHATAB VE MUHATAB ADINA EVRAKI KABUL ETMESİ GEREKEN KİŞİLER)
-TEBLİĞ EVRAKININ MUHATABINA VERİLMEMESİ SEBEBİ İLE GECİKME VEYA ZARAR VUKUA GELMESİ,
-YALAN BEYAN
– TEBLİĞ EVRAKININ VEYA İHBARNAMENİN KAPIYA ASILMASINA KARŞI KOYANLAR İLE ASILAN BU EVRAKI BULUNDUĞU YERDEN KOPARAN, İMHA EDEN VEYA OKUNAMAZ HALE GETİRENLER
ÖRNEK YARGI KARARLARI
1)MUHATABIN YERİNE, TEBLİGATI ALAN KİŞİNİN “MUHATAP İLE AYNI ÇATI ALTINDA OTURDUĞU” TEBLİĞ MAZBATASINDA BELİRTİLMEMİŞ İSE YAPILAN TEBLİGAT GEÇERLİ DEĞİLDİR,(Yargıtay 12.HD.5.6.2000 T. E.2000//8695,K.2000/9268)
2) MUHATAP İLE AYNI ÇATI ALTINA OTURMAYAN YA DA AYNI ÇATI ALTINDA OTURDUĞU MAZBATAYA YAZILMADAN, ÖRNEĞİN “MUHATABIN ABİSİNE” ŞEKLİNDE YAPILAN TEBLİGATIN DA GEÇERSİZ OLDUĞUNA HÜKMETMİŞTİR (YARGITAY)
HERHANGİ BİR İSİM YAZILMADAN “BİRLİKTE OTURAN” ŞEKLİNDE YAPILMIŞ BİR TEBLİGATTA USULSÜZ BİR TEBLİGATTIR
3) APARTMANIN KAPICISI, TEBLİGAT YAPILACAK KİŞİ İLE BİRLİKTE OTURAN KİŞİ DEĞİLDİR. DOLAYISIYLA MUHATABA GÖNDERİLEN TEBLİGATIN APARTMAN KAPICISININ İMZASINA TEBLİĞ EDİLMESİ, USULSÜZ BİR TEBLİGATTIR.
4) MUHATAP BULUNMADIĞINDAN” VEYA BENZERİ BİR İFADE KULLANIMDAN (MAZBATAYA YAZILMADAN) “AİLE EFRADINA” YAPILAN BİRTEBLİGAT GEÇERSİZDİR.
5) MUTLAKA MUHATABIN TEBLİGAT ADRESİNDE O ANDA BULUNMAMA SEBEBİ YAZILMALIDIR (BULUNMAMA SEBEBİ MAKUL, MANTIKLI OLMALI, O ANDA BULUNMAMASINI İZAH EDİCİ BİR GEREKÇE İÇERMELİDİR.)
6)TÜZEL KİŞİLERE TEBLİGAT YETKİLİ TEMSİLCİSİNE YAPILIR. TEBLİGATIN YAPILACAĞI KİŞİ HERHANGİ BİR NEDENLE MUTAT İŞ SAATİNDE İŞYERİNDE BULUNMADIĞI VEYA EVRAKI ALAMAYACAĞI BİR HALDE İSE, TEBLİGAT HAZIR OLAN MEMUR YADA İŞÇİYE YAPILIR. ANCAK YETKİLİ KİŞİLERİN BULUNMADIĞI TEBLİĞ MAZBATASINDA YAZILMADIĞINDAN YAPILAN TEBLİGAT GEÇERLİ DEĞİLDİR. (YARGITAY 12.HD 18.11.2003 T. 2003/23298 E, 2003/22884 K
8) VEKİL İLE TAKİP EDİLEN BİR İŞTE MUTLAKA VEKİLE (AVUKATA) TEBLİGAT YAPILMALIDIR.ASİLE YAPILAN TEBLİGAT GEÇERSİZDİR. AVUKATIN İŞYERİNE TEBLİGAT YAPILMALIDIR.
9) FABRİKADA ÇALIŞAN BİR İŞÇİNİN TEBLİGATININ; FABRİKA MÜDÜRÜNE VEYA İŞÇİNİN ÇALIŞTIĞI KISIM AMİRİNE YAPILMASI YERİNE FABRİKA SEKRETERİNE YAPILMASI USULSÜZDÜR.
10) HABER KAĞIDININ KAPIYA YAPIŞTIRILMASI YERİNE, KOMŞUSUNA VERİLMESİ HALİNDE, TEBLİGATIN GEÇERSİZ OLACAĞINA HÜKMETMİŞTİR. (DANIŞTAY 7.DAİRESİ )
11) MUHATABIN ADRESİNDE BULUNMADIĞI YAZILMIŞ, ANCAK BU BİLGİYİ VEREN KİŞİ VEYA KİŞİLERİN VE BU DURUMUN HABER VERİLDİĞİ KOMŞUNUN İSİMLERİ YAZILMAMIŞ VE İMZALAR ALINMAMIŞ, DOĞRUDAN MUHTAR İMZASINA TEBLİGAT YAPILMIŞTIR. TEBLİGAT GEÇERSİZDİR.” YARGITAY 18.HUKUK DAİRESİ ESAS: 2007/1169, KARAR: 2007/2984 KARAR TARİHİ: 02.04.2007
12) “TEBLİĞ SIRASINDA YETKİLİ KİŞİNİN BULUNMAMASI DURUMUNDA BU HUSUSUN TEBLİĞ BELGESİNE YAZILMASI KOŞULUYLA, TEBLİGAT İŞLEMİ TÜZEL KİŞİNİN PERSONELİNE YAPILABİLİR.” ŞEKLİNDE KARAR VERMİŞTİR YARGITAY 12. HD 29.03.2004 Tarih ve 2004/1748 E, 2004/7348
13) TÜZEL KİŞİYE TEBLİGAT YAPILIRKEN; “…SEKRETERİ FATMA’YA…”, “..MUHASEBECİSİ ALİ’YE…”, “…MÜDÜRÜNE…”, “…İŞÇİSİNE…”, “…MEMURUNA…” ŞEKLİNDEKİ İBARELERLE YAPILAN TEBLİGATLAR GEÇERSİZDİR
14) ŞİRKET YETKİLİSİNİN İŞYERİNDE BULUNMADIĞI, TEBLİGATI ALACAK DURUMDA OLMADIĞI YOLUNDA HER HANGİ BİR KAYIT DÜŞÜLMEDEN İŞÇİSİ OLDUĞU BELİRTİLEN ŞAHSA TEBLİĞ EDİLDİĞİ ANLAŞILDIĞINDAN KARARIN BOZULMASINA KARAR VERİLMELİDİR.”SONUCUNA VARMIŞTIR. DANIŞTAY 4.D. E. 2006/791, K. 2006/1983, 19.10.2006
15) AVUKATLAR AÇISINDA, VEKİL İLE TAKİP EDİLEN BİR İŞTE MUTLAKA VEKİLE(AVUKATA) TEBLİGAT YAPILMALIDIR. ASİLE YAPILAN TEBLİGAT GEÇERSİZDİR. AVUKATIN İŞYERİNE TEBLİGAT YAPILMALIDIR. BARO, AVUKATIN İŞYERİ OLMADIĞINDAN, AVUKATIN İŞ ADRESİ YERİNE BARO’YA YAPILAN TEBLİGAT USULSÜZDÜR.(HGK 06.02.1972 T. 1972/2-776 E,1972/99K)
16) OTELDE KALIP KALMADIĞI ARAŞTIRILMADAN, OTEL İDARE EDEN KİŞİNİN YERİNE OTEL RESEPSİYONUN DA GÖREVLİ KİŞİYE YAPILAN TEBLİGAT USULSÜZDÜR.
17) FABRİKADA ÇALIŞAN BİR İŞÇİNİN TEBLİGATI; FABRİKA MÜDÜRÜNE VEYA İŞÇİNİN ÇALIŞTIĞI KISIM AMİRİNE YAPILMASI YERİNE FABRİKA SEKRETERİNE YAPILAN TEBLİGAT USULSÜZDÜR.
18) HASTANEDE TEDAVİ GÖRE KİŞİNİN TEBLİGATI DA HASTANE MÜDÜRÜ YADA İLGİLİ KISIM AMİRİ VASITASIYLA YAPILAMADAN, DOĞRUDAN NÖBETÇİ HEMŞİREYE YAPILAN TEBLİGAT HUKUKEN GEÇERSİZDİR
ELEKTRONİK TEBLİGAT YAPILMASI HAKKINDA USUL VE ESASLARI İÇEREN TEBLİĞ YAYINLANMIŞTIR.
213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 107/A maddesinde ;
“Bu kanun hükümlerine göre tebliğ yapılacak kimselere, 93’ncü maddede sayılan usullere bağlı kalınmaksızın, tebliğe elverişli elektronik bir adres vasıtasıyla elektronik ortamda tebliğ yapılabilir. Elektronik ortamda tebligat, muhatabın elektronik adresine ulaştığı tarihi izleyen beşinci günün sonunda yapılmış sayılır.” Hükmüne yer verilmiştir.
456 Sıra no’lu Vergi Usul Kanunu Genel Tebliği 27.08.2015 tarih 29458 sayılı resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Söz konusu tebliğde elektronik tebligat yapılması hakkındaki usul ve esaslar açıklanmıştır.
ELEKTRONİK ADRES KULLANMA ZORUNLULUĞU GETİRİLEN KİŞİ VE KURUMLAR
456 Sıra no’lu tebliğ ile aşağıdaki kişi ve kurumlara 01.01.2016 tarihinden itibaren elektronik tebligat kullanma zorunluluğu getirilmiştir.
Kurumlar vergisi mükellefleri
Ticari, zirai ve mesleki kazanç yönünden gelir vergisi mükellefiyeti bulunanlar
İsteğe bağlı olarak kendilerine elektronik tebligat yapılmasını talep edenler
KURUMLAR VERGİSİ MÜKELLEFLERİNİN BİLDİRİMİ VE MÜRACAAT İŞLEMLERİ
Kurumlar vergisi mükellefleri 01.01.2016 tarihine kadar örneği Tebliğ ekinde yer alan “Elektronik Tebligat Talep Bildirimi (EK:1) kurumlar vergisi yönünden bağlı bulundukları vergi dairesine vermeleri gerekmektedir. Bu mükellefler, söz konusu bildirimi kanuni temsilcileri veya elektronik tebligat sistemi ile ilgili işlemleri yapmaya yönelik özel yetki içeren noterde verilmiş vekâletnameyle yetkili kılınan kişiler aracılığıyla bizzat teslim edeceklerdir.
01 Ocak 2016 tarihinden sonra mükellefiyet tesis ettiren kurumlar vergisi mükellefleri ise işe başlama tarihini takip eden 15 gün içerisinde elektronik tebligat telep bildiriminde bulunmak zorundadırlar.
GELİR VERGİSİ MÜKELLEFLERİNİN BİLDİRİMİ VE MÜRACAAT İŞLEMLERİ
Gelir Vergisi mükellefleride 01.01.2016 tarihine kadar örneği Tebliğ ekinde yer alan “Elektronik Tebligat Talep Bildirimi (Gerçek Kişiler İçin)”ni (EK:2) internet vergi dairesinde elektronik ortamda doldurmaları ve elektronik tebligat sistemini kullanmaya başlamaları gerekmektedir.
Bu mükelleflerin, söz konusu bildirimi kendileri veya elektronik tebligat sistemi ile ilgili işlemleri yapmaya yönelik özel yetki içeren noterde verilmiş vekâletnameyle yetkili kılınan kişiler aracılığıyla gelir vergisi yönünden bağlı bulundukları vergi dairesine bizzat vermeleri de mümkündür.
İnternet vergi dairesini kullanarak elektronik ortamda bildirimde bulunan gelir vergisi mükelleflerine internet vergi dairesi kullanıcı kodu, parola ve şifresi verilmeyecek olup bu mükellefler sisteme her girişlerinde sistem tarafından kimlik doğrulaması yapılmak suretiyle elektronik tebligat sistemini kullanabileceklerdir.
Vergi dairesine bizzat veya vekili aracılığıyla başvuran gerçek kişi mükelleflerin başvuruları değerlendirilecek ve gerekli şartları taşıyan mükelleflere internet vergi dairesi kullanıcı kodu, parola ve şifresi verilecektir.
İNTERNET VERGİ DAİRESİ KULLANICI KODU, PAROLA VE ŞİFRE EDİNME
Elektronik tebligat sistemini kullanmak üzere, Tebliğ ekinde yer alan Elektronik Tebligat Talep Bildirimi ile bildirimde bulunan mükelleflere vergi dairesince, müracaat anında sistemden üretilecek internet vergi dairesi kullanıcı kodu, parola ve şifreyi ihtiva eden kapalı bir zarf verilecektir.
Kurumlar vergisi ve Gelir vergisi mükelleflerinden daha önce internet vergi dairesi kullanıcı kodu ve şifresi olanlar; Elektronik tebligat talep bildirim formunda yer alan
“Daha önceden internet vergi dairesi kullanıcı kodu ve şifrem bulunması nedeniyle, şifremi elektronik tebligat alma işlemlerinde de kullanmak istiyorum.” Kutucuğunu işaretlemeleri durumunda, aynı kullanıcı kodu ve şifreyi elektronik tebligat alma işlemlerinde de kullanmaları mümkün olacaktır.
ELEKTRONİK TEBLİGATIN GÖNDERİLMESİ VE MUHATABINA İLETİLMESİ
213 sayılı Kanun hükümlerine göre tebliği gereken evrak, elektronik imza ile imzalanacak ve vergi dairesi adına Başkanlık tarafından tebliğ yapılacak muhatabın elektronik tebligat adresine iletilecektir.
Elektronik tebligat sistemine internet vergi dairesi üzerinden erişilecektir. İnternet vergi dairesi kullanıcı kodu, parola ve şifresine sahip olan gerçek ve tüzel kişiler şifreleriyle elektronik tebligat adreslerine ulaşacaklardır. İnternet vergi dairesi kullanıcı kodu, parola ve şifresi olmayan gerçek kişiler ise sisteme her girişte yapılan kimlik doğrulaması ile elektronik tebligat adreslerine erişeceklerdir.
Kanunun 107/A maddesi gereğince, elektronik imzalı tebliğ evrakı, muhatabın elektronik ortamdaki adresine ulaştığı tarihi izleyen beşinci günün sonunda tebliğ edilmiş sayılacaktır.
Olay kayıtları, İşlem Zaman Bilgisi eklenerek, erişilebilir şekilde arşivlerde otuz yıl süreyle saklanacaktır.
Hesaba erişim bilgilerinin iletimi ile sisteme erişimin güvenli bir şekilde yapılması için gerekli tedbirler Başkanlık tarafından alınacak olup talep halinde elektronik tebligata ilişkin delil kayıtları ilgilisine veya yetkili mercilere sunulacaktır.
ELEKTRONİK TEBLİGAT SİSTEMİNDEN ÇIKIŞ
Zorunlu veya ihtiyari olarak elektronik tebligat sistemine dahil olanların aşağıdaki durumlar dışında sistemden çıkmaları mümkün değildir.
Tüzel kişilerde ticaret sicil kaydının silindiği (nevi değişikliği ve birleşme halleri dahil) tarih itibarıyla, elektronik tebligat adresi kapatılır.
Gerçek kişilerde ise ilgilinin ölümü veya gaipliğine karar verildiğinin idare tarafından tespit edildiği durumlarda ölüm/karar tarihi itibarıyla ilgilinin elektronik tebligat adresi re’sen kapatılır. Mirasçıların bağlı olunan vergi dairesine başvurması halinde de müteveffanın elektronik tebligat adresi kullanıma kapatılır.
MÜKELLEFLERİN SORUMLULUĞU
Mükellefler;
a) Elektronik Tebligat Talep Bildirimini süresinde, tam ve doğru olarak vergi dairesine beyan etmekle,
b) Beyan edilen bilgilerde meydana gelecek değişiklikleri öncesinde veya en geç değişiklik tarihinde vergi dairesine bildirmekle,
c) Elektronik Tebligat Talep Bildiriminde belirtilen tüm şartlara riayet etmekle,
ç) Sistem kullanımına ilişkin olarak kendisine verilmiş olan kullanıcı kodu, parola ve şifre gibi bilgilerini korumakla, üçüncü kişilerle paylaşmamakla ve başkasına kullandırmamakla,
d) Sistem kullanımına ilişkin olarak kendisine verilmiş olan kullanıcı kodu, parola ve şifre gibi bilgilerin istenmeyen şekilde üçüncü kişilerin eline geçtiğini tespit ettiğinde derhal vergi dairesine bilgi vermekle,
yükümlüdür.
Yukarıda yer verilen sorumlulukların yerine getirilmemesinden doğacak hukuki sonuçlar muhatabın sorumluluğunda olup tüm bildirimler vergi dairesine ulaştığı anda sonuç doğurur.
CEZA HÜKÜMLERİ VE DİĞER KONULAR
Elektronik tebligat sistemine dahil olması zorunlu olanlardan bu Tebliğ ile getirilen yükümlülüklere uymayanlar için Kanunun 148, 149 ve mükerrer 257 nci maddeleri uyarınca, Kanunun Mükerrer 355 inci maddesindeki cezai müeyyide uygulanır.
Ceza uygulaması sonrasında re’sen oluşturulan internet vergi dairesi kullanıcı kodu, parola ve şifresi gerçek kişilerde mükellefe, tüzel kişiler ile tüzel kişiliği olmayan teşekküllerde doğrudan kanuni temsilcisine tebliğ edilir ve elektronik tebligat adreslerine tebligat gönderimine başlanılır.
Kanun hükümlerine göre tebliği gereken evrak muhataplara elektronik tebligat sistemi ile tebliğ edilebileceği gibi Kanunda yer verilen diğer tebligat hükümlerine göre de tebliğ edilebilir.
Elektronik Tebligat uygulamasına, 01.01.2016 tarihi itibariyle başlanılacaktır.
Ancak bu tarihten önce bildirimde bulunanlara 01.10.2015 tarihinden itibaren elektronik tebligat yapılabilir.
Detaylı bilgi için bkz. Mahmut BİLGEN Tebligat HUKUKU Kitabı
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2014/12-187
K. 2016/14
T. 20.1.2016
• USULSÜZ TEBLİGATA İLİŞKİN ŞİKAYET ( Borçlu Şirketin Takip Talebindeki Adrese Gönderilen Tebligatın Bila Tebliğ Dönmesi Üzerine Ticaret Sicil Memurluğuna Müzekkere Yazılarak Şirketin Son Sicil Adresinin Bildirilmesinin İstendiği – Ticaret Sicil Memurluğunun Bildirdiği Adresin Bila Tebliğ Dönen Adres Olduğunun Anlaşılması Üzerine Aynı Adrese 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 35. Maddesi Gereğince Tebligat Yapılabileceği/Şikayetin Reddine Karar Verileceği )
• TEBLİGAT KANUNU’NUN 35. MADDESİNE GÖRE TEBLİGAT YAPILMASI ( Borçlu Şirketin Takip Talebindeki Adrese Gönderilen Tebligatın Bila Tebliğ Dönmesi Üzerine Ticaret Sicil Memurluğuna Müzekkere Yazılarak Şirketin Son Sicil Adresinin Bildirilmesinin İstendiği – Ticaret Sicil Memurluğunun Bildirdiği Adresin Bila Tebliğ Dönen Adres Olduğunun Anlaşılması Üzerine Aynı Adrese 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 35. Maddesi Gereğince Tebligat Yapılabileceği/Şikayetin Rededileceği )
• BORÇLU ŞİRKETİN ADRES DEĞİŞİKLİĞİNİ TİCARET SİCİL MEMURLUĞUNA BİLDİRMESİ ( Borçlu Şirketin Takip Talebindeki Adrese Gönderilen Tebligatın Bila Tebliğ Dönmesi Üzerine Ticaret Sicil Memurluğuna Müzekkere Yazılarak Şirketin Son Sicil Adresinin Bildirilmesinin İstendiği – Ticaret Sicil Memurluğunun Bildirdiği Adresin Bila Tebliğ Dönen Adres Olduğunun Anlaşılması Üzerine Aynı Adrese 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 35. Maddesi Gereğince Tebligat Yapılabileceği/Şikayetin Reddine Karar Verileceği )
2004/m. 16
7201/m. 10, 35
ÖZET : İstem, şikayetin kabulüne ilişkindir. Alacaklı tarafından şikayet eden borçlu aleyhine takip başlatıldığı, takip talebindeki adrese gönderilen tebligatın bila tebliğ dönmesi üzerine borçlu taraf şirket olduğundan Ticaret Sicil Memurluğuna müzekkere yazılarak şirketin son sicil adresinin bildirilmesinin istendiği, Ticaret Sicil Memurluğunun bildirdiği adresin bila tebliğ dönen adres olduğunun anlaşılması üzerine aynı adrese 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 35. maddesi gereğince tebligat yapıldığı 7201 sayılı kanunun 10. maddesi uyarınca, şirketin adresini değiştirmesi halinde adres değişikliğini Ticaret Sicil Memurluğuna bildirmesi gerektiği, böyle bir değişiklik bildirimi de olmadığından ticaret sicilinde kayıtlı adrese yapılan tebligatın usul ve yasaya uygun olduğu anlaşılmakla şikayetin reddine karar verilmesi gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki “şikayet” kanun yoluna başvurudan dolayı yapılan yargılama sonunda; İcra Hukuk Mahkemesince istemin reddine dair verilen 16.10.2012 gün ve 2012/749 E. 2012/873 K. sayılı kararın incelenmesi davacı (borçlu) vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 12. Hukuk Dairesinin 21.03.2013 gün ve 2013/1124 E. 2013/10651 K. sayılı ilamı ile;
(… Alacaklı tarafından borçlu şirket hakkında adi kiraya ve hasılat kiralarına ait icra takibi yapıldığı, borçlu şirket vekilinin icra mahkemesine başvurusunda ödeme emri tebligatının usulsüz olduğuna dair şikayette bulunarak, ıttıla tarihinin 27.08.2012 olarak tespitini talep ettiği; mahkemece, tebligatın usulüne uygun olduğu gerekçesiyle şikayetin reddine karar verildiği anlaşılmıştır.
Somut olayda, borçlu şirket adına çıkarılan ödeme emri tebligatının taşındığı belirtilerek 04.07.2012 tarihinde bila tebliğ iade edildiği, alacaklının talebi ile … Ticaret Odası Ticaret Sicil Memurluğundan yapılan adres araştırması sonucu bildirilen adresin daha önce ödeme emri çıkarılan ve tebliğ edilemeden iade edilen adresle aynı olduğu, söz konusu adrese 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 35.maddesi gereğince ödeme emrinin tebliğe çıkarılarak 17.08.2012 tarihinde tebliğ edildiği görülmektedir.
Tebligat Kanunu’nun 10. maddesinin 1. fıkrası “Tebligat tebliğ yapılacak şahsa bilinen en son adreste yapılır” hükmü düzenlenmiştir. Bu hüküm tüzel kişiler için de geçerlidir. Şirketin son adresi bilinmiyor ise, ticaret sicilinde adres değiştirmiş ise, ticaret sicil gazetesinde yeni adresin yayımından itibaren tebligatlar yeni adrese yapılır. Tüzel kişilik olan borçlu şirketin ticaret sicilinde kayıtlı bulunan “….. “adresinin, bilinen en son adresi olduğunun kabul edilebilmesi için, takibin açılmasından ve ödeme emrinin gönderilmesinden önce borçlu şirket tarafından ticaret siciline, tebliğ merciine ya da alacaklıya adres değişikliğine dair bir bildiriminin yapılmamış olması gerekir. Borçlu şirketin Ticaret Sicil adresinden taşındığı ve yeni adresinin “…..” adresi olduğu Türkiye Ticaret Sicili Gazetesinin 12.03.2004 tarihli 6006 Sayılı nüshasında yayımlanmıştır.
O halde mahkemece borçlu şirketin tebliğe yarar adresinin tespiti için gerekli inceleme yapılarak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken bu konuda bir araştırma yapılmaksızın, ödeme emrinin borçluya Tebligat Kanunu’nun 35. maddesine göre tebliğ edildiği gerekçesi ile şikayetin reddi yönünde hüküm tesisi isabetsizdir…),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : İstem, şikayetin kabulüne ilişkindir.
Davacı (şikayet eden-borçlu) … vekili; müvekkili şirket ile davalı şirket arasında akdedilen 15.12 2011 başlangıç tarihli kira sözleşmesinin binanın ısınma sisteminin ve iskanının bulunmaması sebebiyle … Noterliğinin 07.02.2012 tarihli ihtarnamesi ile kendileri tarafından feshedildiğini, buna rağmen davalı şirket tarafından söz konusu sözleşmeye dayalı olarak aleyhlerine İcra Müdürlüğü’nün 2012/8345 Sayılı dosyası ile takip yapıldığını, ödeme emritebligatının Tebligat Kanununun 35. maddesine göre yapıldığını ancak usulsüz olduğunu belirterek; ödeme emrinin usulsüzlüğüne, tebliğ tarihinin öğrenme tarihi olan 27/08/2012 olarak düzeltilmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı (alacaklı) … vekili; tebligatın gönderildiği adresin hem kira sözleşmesinde hem de noter aracılığıyla çekilen ihtarnamedeki adresle aynı olduğunu ayrıca bu adresin davacı şirketin ticaret sicil sorgulamasında çıkan ticaret sicilindeki adres olduğunu, basiretli bir tacirin farklı bir adresi iddia etmesi halinde bunu ispat etmesi gerektiğini, tebligatın usulsüzlüğüne dair şikayetin usulsüz, hukuka aykırı ve zaman kazanmaya yönelik olduğunu, davacının esasa yönelik iddialarının da gerçek dışı olduğunun mahkeme kararıyla ortaya konulduğunu söyleyerek davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Mahkemece, tebligatın usulüne uygun olduğu gerekçesiyle şikayetin reddine dair verilen karar, Özel Dairece yukarda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Yerel Mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararı davacı (borçlu) vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davacı (borçlu) şirkete yapılan ödeme emri tebliğinin usulüne uygun olup olmadığı, varılacak sonuca göre de şikayetin kabul edilip edilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle uyuşmazlıktaki yasal düzenlemenin ortaya konulmasında yarar vardır.
7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 10. maddesi;
“Tebligat, tebliğ yapılacak şahsa bilinen en son adresinde yapılır.
Bilinen en son adresin tebligata elverişli olmadığının anlaşılması veya tebligat yapılamaması hâlinde, muhatabın adres kayıt sisteminde bulunan yerleşim yeri adresi, bilinen en son adresi olarak kabul edilir ve tebligat buraya yapılır.
Şu kadar ki; kendisine tebliğ yapılacak şahsın müracaatı veya kabulü şartıyla her yerde tebligat yapılması caizdir.”
hükmünü içermektedir.
Açıklanan yasal düzenleme tüzel kişiler için de geçerlidir. Şirketin son adresi bilinmiyor ise, ticaret sicilindeki adrese, adres değiştirmiş ise, tebliğatlar ticaret sicil gazetesindeki yeni adresin yayımından itibaren bu yeni adrese yapılır.
Somut olayda; Ankara 30. İcra Müdürlüğünün 2012/8345 Sayılı dosyası ile alacaklı tarafından şikayet eden borçlu aleyhine takip başlatıldığı, takip talebindeki adrese gönderilen tebligatın bila tebliğ dönmesi üzerine borçlu taraf şirket olduğundan Ticaret Sicil Memurluğuna müzekkere yazılarak şirketin son sicil adresinin bildirilmesinin istendiği, Ticaret Sicil Memurluğunun bildirdiği adresin bila tebliğ dönen adres olduğunun anlaşılması üzerine aynı adrese 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 35. maddesi gereğince tebligat yapıldığı 7201 Sayılı kanunun 10. maddesi uyarınca, şirketin adresini değiştirmesi halinde adres değişikliğini Ticaret Sicil Memurluğuna bildirmesi gerektiği, böyle bir değişiklik bildirimi de olmadığından ticaret sicilinde kayıtlı adrese yapılan tebligatın usul ve yasaya uygun olduğu anlaşılmakla şikayetin reddine karar verilmesinde isabetsizlik bulunmamaktadır.
Hal böyle olunca, yukarda açıklanan yasal düzenleme ve ilkeler gözeltilerek şikayetin reddine dair olarak yerel mahkemece verilen direnme kararı usul ve yasaya uygun olup onanması gerekir.
SONUÇ : Davacı (borçlu) vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının ONANMASINA, gerekli temyiz ilam harcı peşin alınmış olduğundan başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 20.01.2016 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2015/4-483
K. 2015/1069
T. 25.3.2015
• USULSÜZ TEBLİĞ ( Gerekçeli Kararın Taraflara Tebliğ Edilmemesi Tebliğin Geçersiz Olması veya Usulsüz Tebliğ Hallerinin Hükmün Bozulması İçin Bir Neden Olarak Kabul Edilmediği )
• GEREKÇELİ KARARIN TARAFLARA TEBLİĞ EDİLMEMESİ ( Tebliğin Geçersiz Olması veya Usulsüz Tebliğ Hallerinin Bir Geri Çevirme Nedeni Olarak Kabul Edilip Anılan Eksikliğin Giderilmesi İçin Dosyanın Yerel Mahkemeye İadesine Karar Verilmesi Gerektiği )
• DOSYANIN İADESİ NEDENİ ( Yargıtay Sapma Göstermeyen Uygulamasına Göre Gerekçeli Kararın Taraflara Tebliğ Edilmemesi Tebliğin Geçersiz Olması veya Usulsüz Tebliğ Hallerinin Bir Geri Çevirme Nedeni Olarak Kabul Edilip Anılan Eksikliğin Giderilmesi İçin Dosyanın Yerel Mahkemeye İadesine Karar Verilmesi Gerektiği )
1086/m.428
ÖZET : Dava, ölümlü trafik kazasına dayalı maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Gerekçeli kararın taraflara tebliğ edilmemesi, tebliğin geçersiz olması veya usulsüz tebliğ hallerinin, hükmün bozulması için bir neden olarak kabul edilmediği anlaşılmaktadır. Nitekim, Yargıtay sapma göstermeyen uygulamasına göre, gerekçeli kararın taraflara tebliğ edilmemesi, tebliğin geçersiz olması veya usulsüz tebliğ hallerinin bir geri çevirme nedeni olarak kabul edilip; anılan eksikliğin giderilmesi için dosyanın yerel mahkemeye iadesine karar verilmektedir.
Yapılan açıklamalar karşısında; yerel mahkemenin, Özel Daire bozma ilamına karşı “…kararın taraflara tebliğ edilmemesinin bozma sebeplerinden olmadığı…” gerekçesiyle önceki kararında direnmesi usul ve yasaya uygundur. Ne var ki bozma nedenine göre işin esasına dair temyiz itirazları incelenmediğinden, bu yönde inceleme yapılmak üzere dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki “maddi ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Beypazarı Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 17.6.2010 gün ve 2008/117 E-2010/148 K. Sayılı kararın incelenmesi davalılardan M. B. mirasçılarıyla D. G. vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 8.2.2012 gün ve 2010/12959 E- 2012/1677 K.sayılı ilamı ile;
( … Dava, ölümlü trafik kazasına dayalı maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiş; hüküm, davalılardan D. G. ve M. B. mirasçıları tarafından temyiz edilmiştir.
Dosya kapsamından davalılardan C. O.’a kararın tebliği için çıkarılan tebligatın adresten ayrıldığından bahisle iade edildiği, bunun üzerine anılan davalının ceza davasındaki vekiline kararın tebliğ edildiği görülmüştür. Oysa, ceza yargılamasındaki vekilinin eldeki dava dosyasında vekaletnamesinin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Bu sebeple vekile yapılan tebliğ usulüne uygun değildir. Tebligat Kanununda yapılan değişiklikler ve adrese dayalı kayıt sistemi uyarınca davalı C. O.’ın adresi araştırılarak kararın tebliği gerekirken bu hususun gözetilmemiş olması kararın bozulmasını gerektirmiştir… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
H.G.K.nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, ölümlü trafik kazasına dayalı maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kısmen kabulüne dair verilen karar davalılardan M. B. mirasçılarıyla D. G. vekili tarafından temyizi üzerine, Özel Dairece yukarda yazılı gerekçeyle bozulmuştur. yerel mahkemece, “… kararın taraflara tebliğ edilmemesinin H.U.M.K.nun 428 vd. maddelerinde belirtilen bozma sebeplerinden olmadığı…” gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir. Direnme kararını, davalılardan M. B. mirasçılarıyla D. G. vekili temyiz etmiştir.
Direnme yoluyla H.G.K. önüne gelen uyuşmazlık; gerekçeli karar tebliğinin yapılmaması hususunun bozma nedeni yapılıp yapılamayacağı noktasında toplanmaktadır.
Bilindiği üzere; 01 Ekim 2011 tarihinde 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu yürürlüğe girmiş; anılan Kanun’un 450. maddesiyle de 1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ek ve değişiklikleriyle birlikte tümüyle yürürlükten kaldırılmıştır. Bununla birlikte yasa koyucu uygulamada birtakım sorunların ortaya çıkmasını engellemek için, 6100 Sayılı Kanunda geçiş hükümlerini ayrıca düzenlemiştir.
6217 Sayılı Kanun’un 30. maddesiyle 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen Geçici Madde 3 ( Ek:31.3.2011-6217/30 md. ):
” ( 1 ) Bölge adliye mahkemelerinin, 26.9.2004 tarihli ve 5235 Sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleriyle Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanunun geçici 2. maddesi uyarınca Resmi Gazetede ilan edilecek göreve başlama tarihine kadar, 1086 Sayılı Kanunun temyize dair yürürlükteki hükümlerinin uygulanmasına devam olunur.
( 2 ) Bölge adliye mahkemelerinin göreve başlama tarihinden önce aleyhine temyiz yoluna başvurulmuş olan kararlar hakkında, kesinleşinceye kadar 1086 Sayılı Kanunun 26.9.2004 tarihli ve 5236 Sayılı Kanunla yapılan değişiklikten önceki 427 ila 454. madde hükümlerinin uygulanmasına devam olunur. ( 3 ) Bu Kanunda bölge adliye mahkemelerine görev verilen hallerde bu mahkemelerin göreve başlama tarihine kadar 1086 Sayılı Kanunun bu Yasaya aykırı olmayan hükümleri uygulanır.” düzenlemesini içermektedir.
Yukarıdaki madde metninden, bölge adliye mahkemelerinin göreve başlama tarihinden önce aleyhine temyiz yoluna başvurulmuş olan kararlar hakkında kesinleşinceye kadar 1086 Sayılı Kanun’un 26.9.2004 tarih ve 5236 Sayılı Kanun’la yapılan değişiklikten önceki 427 ila 454. madde hükümlerinin uygulanmasına devam olunacağı anlaşılmaktadır.
Buna göre, 7.10.2004 tarih ve 25606 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 26.9.2004 kabul tarihli ve 5236 Sayılı Kanun’un 16. maddesiyle yapılan değişiklikten önce yürürlükte olan 1086 Sayılı H.U.M.K.nun 428. maddesi: “Mahkemei Temyiz aşağıda beyan olunan esbaptan dolayı temyiz olunan hükmü nakzeder.
1- )Kanunun ve iki taraf beynindeki mukavelenin yanlış tatbik edilmiş olması.
2- )Mahkemenin davayı rüyete vazifedar bulunmaması,
3- )İki tarafı ve sebebi müttehit bir dava hakkında yekdiğerine mütenakız kararlar verilmesi,
4- )Usulü muhakemeye muhalefet edilmesi,
5- )Meselei maddiyenin takdirinde hata edilmesi,
6- )İki taraftan birinin davasını ispat için serdettiği delillerin sebebi kanuniye müstenit olmıyarak kabul edilmemesi, Usulü muhakemeye muhalefetten dolayı bir hükmün nakzolunabilmesi mahkemeye ait vazaifte usulü muhakemenin ihlal olunmasına ve işbu kusur ve hatanın lahik olan hükmü tağyir edecek derecede bulunmasına veya müddei, yahut müddeaaleyh tarafından usulü muhakemenin tağyir ve ihlal olunduğunu ispat edecek derecede itiraz olunup da mahkemede tetkik edilmemiş olmasına mütevakkıftır.” hükmünü içermektedir.
Maddede, yargıtayın hangi sebeplerden dolayı temyiz olunan kararı bozacağı düzenlenmektedir. Görüldüğü üzere, anılan madde metninde gerekçeli kararın taraflara tebliğ edilmemesi, tebliğin geçersiz olması veya usulsüz tebliğ hallerinin, hükmün bozulması için bir neden olarak kabul edilmediği anlaşılmaktadır.
Nitekim, Yargıtay sapma göstermeyen uygulamasına göre, gerekçeli kararın taraflara tebliğ edilmemesi, tebliğin geçersiz olması veya usulsüz tebliğ hallerinin bir geri çevirme nedeni olarak kabul edilip; anılan eksikliğin giderilmesi için dosyanın yerel mahkemeye iadesine karar verilmektedir ( H.G.K.nun 3.12.2014 gün ve 2014/11-698 E., K:2014/1005 Sayılı ilamı ).
Yapılan açıklamalar karşısında; yerel mahkemenin, Özel Daire bozma ilamına karşı “… kararın taraflara tebliğ edilmemesinin bozma sebeplerinden olmadığı…” gerekçesiyle önceki kararında direnmesi usul ve yasaya uygundur. Ne var ki bozma nedenine göre işin esasına dair temyiz itirazları incelenmediğinden, bu yönde inceleme yapılmak üzere dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan sebeplerle direnme uygun bulunduğundan, davalılardan M. B. mirasçılarıyla D. G. vekilinin işin esasına dair temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 4. hukuk dairesine gönderilmesine, 25.03.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2013/5-1093
K. 2014/847
T. 5.11.2014
• ANONİM ŞİRKETE KAMULAŞTIRMA İŞLEMLERİNİN TEBLİĞİNİN USULÜNE UYGUN OLUP OLMADIĞI ( Tebliğ Evrakının Şirketin “Daimi İşçisine Tebliğ Edildi” Denmek Suretiyle Tebliğ Edildiği – Sırasıyla Tebliğe Yetkili Kişilerin Durumunu ve Onlara Tebliğ Edilememe Nedenini Şerh Edilmesi Gerekirken Hiçbir Açıklamaya Yer Vermeden Doğrudan Davacının İşçisine Yapılan Tebligatın Usulsüz Olduğu )
• TEBLİĞE YETKİLİ KİŞİLERİN DURUMU VE TEBLİĞ YAPILAMAMA NEDENİNİN AÇIKLANMASI ( Anonim Şirkete Tebliğ – Tebliğ Evrakında Sırasıyla Tebliğe Yetkili Kişilerin Durumunu ve Onlara Tebliğ Edilememe Nedeni Belirtileceği/Doğrudan Şirketin Daimi İşçisine Yapılan Tebligatın Usulsüz Olduğu )
• USULSÜZ TEBLİGAT ( Anonim Şirkete Tebliğ – Tebligatın Hiçbir Açıklama ve Şerh Düşülmeksizin Şirketin “Daimi İşçisine Tebliğ Edildi” Denmek Suretiyle Tebliğinin Usulsüz Olduğu/Sırasıyla Tebliğe Yetkili Kişilerin Durumunu ve Onlara Tebliğ Edilememe Nedenini Belirtilmesi Gerektiği )
• ŞİRKETİN DAİMİ İŞÇİSİNE YAPILAN TEBLİGAT ( Sırasıyla Tebliğe Yetkili Kişilerin Durumunu ve Onlara Tebliğ Edilememe Nedenini Belirtildikten Sonra Daimi İşçiye Tebliğ Yapılabileceği – Hiçbir Açıklama Yapılmaksızın Doğrudan İşçiye Yapılan Tebligatın Usulsüz Olduğu/Anonim Şirkete Tebliğ )
7201/m.12
ÖZET : Uyuşmazlık, davacı anonim şirkete kamulaştırma işlemlerinin tebliğinin usulüne uygun olup olmadığına ilişkindir. Somut olayda; davacı şirkete gönderilen kamulaştırma belgelerinin “daimi işçisine tebliğ edildi” denmek suretiyle tebliğ edilmiştir. Ne var ki, bu tebligat parçasında başkaca herhangi bir açıklamaya yer verilmediği gibi, davacı şirketin yetkili temsilcisinin veya ondan sonraki yetkili kişinin adreste olup olmadığının araştırılıp araştırılmadığı ve nedenleri de şerh edilmemiştir. Tebligat evrakında sırasıyla tebliğe yetkili kişilerin durumunu ve onlara tebliğ edilememe nedenini şerh edilmesi gerekirken, hiçbir açıklamaya yer vermeden doğrudan davacının işçisine tebliğ etmiştir. Tebligat bu haliyle, usulsüzdür.
DAVA : Taraflar arasındaki “kamulaştırma bedelinin artırılması” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Büyükçekmece Asliye 3.Hukuk Mahkemesi’nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 31.12.2008 gün ve 2006/179 E. 2008/1580 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 5.Hukuk Dairesi’nin 29.11.2010 gün ve 2010/9730 E. 2010/19984 K. sayılı ilamı ile önce onanmış; daha sonra davalı vekilinin karar düzeltme istemi üzerine bu istem kabul edilerek 17.05.2012 gün ve 2012/4529 E. 2012/10182 K. sayılı ilamı ile;
( … Dosyada bulunan kanıt ve belgelere, Yargıtay ilamında yazılı gerekçelere göre; davalı idare vekilinin aşağıdaki bent kapsamı dışında kalan sair karar düzeltme istekleri H.U.M.K.’nun 440. maddesinde yazılı nedenlerden hiçbirisine uymadığından yerinde değildir.
Ancak;
Kamulaştırma işlemlerinin 08.04.1993 gününde davacının daimi işçisi A. K.’e tebliğ edildiği anlaşılmakla; açılan davanın reddine karar verilmesi gerekirken kabulüne karar verildiği, mahkeme kararının bu nedenle bozulması gerektiği anlaşılmakla,
Davalı idare vekilinin karar düzeltme isteminin kabulüne, Dairemizin 29.11.2010 gün ve 2010/9730-19984 sayılı onama kararının kaldırılmasına karar verildikten sonra yapılan incelemede;
Dava, kamulaştırma bedelinin arttırılması istemine ilişkindir. ,
Mahkemece, bozma kararına uyularak davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm; davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmazda, Ambarlı – İkitelli Enerji nakil hattı nedeniyle yapılan kamulaştırma işlemlerinin 08.04.1993 gününde davacının daimi işçisi A.. K..e tebliğ edildiği anlaşılmakla; açılan davanın Kamulaştırma Kanununun 14. maddesi uyarınca hak düşürücü süre nedeniyle reddi yerine yazılı gerekçelerle kabul kararı verilmesi, Doğru görülmemiştir… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, kamulaştırma bedelinin artırılması istemine ilişkindir.
Davacı vekili, davacının maliki olduğu 128 parsel nolu taşınmazından davalı idare tarafından kamulaştırma yapılmaksızın enerji nakil hattı geçirildiğini ileri sürerek tazminat istemiş ise de, yargılama sırasında alınan bilirkişi raporu üzerine kamulaştırma kararı alındığını öğrendiğini belirterek ıslahen davasını kamulaştırma bedelinin arttırılması istemine dönüştürerek 42.936.000.000 TL kamulaştırma bedelinin ödenmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı idare, istenilen bedelin fahiş olduğunu bildirerek, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece verilen ilk kararda enerji nakil hattı geçirilen taşınmazın 2090 m2 lik kısmın irtifak hakkı kamulaştırma bedeli toplamı 28.730.000.000 TL’ nin faiziyle tahsiline hükmedilmiştir.
Davalı İdare vekilinin temyizi üzerine hüküm Özel Dairece, dava konusu taşınmazın arsa niteliğinde kabulü ile emsal karşılaştırması yapılarak değer biçilmesinde yöntem itibariyle bir isabetsizlik görülmediği, ancak dava konusu taşınmazın da içinde bulunduğu bir çok parselden davalı idare tarafından iki ayrı enerji nakil hattının geçirildiği, ayrıca Belediye Başkanlığınca yapılan imar uygulaması sonucunda da bu bölgede şuyuulandırma yapıldığı, dava konusu taşınmazın şuyuulandırılmaya tabi tutulup tutulmadığı, tabi tutulmuş ise şuyuulandırma sonucu, dava konusu edilen taşınmazdan davacıya verilen bölümün olup olmadığı, var ise yeni oluşan bu parsel numarasının tesbit edilmesi ve davacıya verilen bu yeni parselden enerji nakil hattının geçip geçmediği, pilon dikilip dikilmediği araştırılarak sonucuna göre karar verilmesi gerektiği gerekçesi ile bozulmuştur.
Mahkemece bozma ilamına uyularak verilen ikinci kararda 128 nolu parselin ( imar uygulaması nedeniyle gittileri 382 ada 1, 2 ,3 ,4,11 parseller, 383 ada 3 parsel, 383 ada 1 parsel ve 305 ada 49 parsel ) üzerindeki Enerji Nakil Hattı ( ENH ) nedeniyle davalı idarece takdir edilen kamulaştırma bedelinin 28.730,00 YTL’ ye çıkartılarak faiziyle tahsiline hükmedilmiştir.
Davalı İdare vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece onanmış; davalı vekilinin karar düzeltme istemi üzerine ise, dava konusu taşınmazda, Ambarlı – İkitelli Enerji nakil hattı nedeniyle yapılan kamulaştırma işlemlerinin 08.04.1993 gününde davacının daimi işçisi A. K.’e tebliğ edildiği anlaşılmakla; açılan davanın Kamulaştırma Kanunu’nun 14. maddesi uyarınca hak düşürücü süre nedeniyle reddi gerektiği gerekçesi ile bozulmuştur.
Yerel Mahkeme, anonim şirkete yapılan tebligatın geçerli olduğunun kabulü için bu tebligatın şirketin yetkili temsilcisine; onun herhangi bir nedenle tebliğ alacak durumda olmaması halinde usulüne uygun şekilde yetkili kılınan kişiye; şayet bunlar yoksa veya tebligatı alamayacak durumda iseler bu durum tebliğ evrakına şerh edilerek o yerde hazır bulunan tebliğe yetkili memur ve müstahdemlerinden birine o da yoksa herhangi bir memur veya müstahdeme yapılması; tebligat evrakında da sırasıyla tebliğe yetkili kişilerin durumu ve onlara tebliğ edilmeme nedeninin şerh edilmesi gerektiği, burada bu usule uyulmadığından davacı yana yapılan tebligatın geçersiz olduğu gerekçesi ile önceki kararda direnmiştir.
Direnme kararı, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nun önüne gelen uyuşmazlık, davacı anonim şirkete kamulaştırma işlemlerinin tebliğinin usulüne uygun olup olmadığı; buna göre davanın hak düşürücü süre içerisinde açılıp açılmadığı noktasında toplanmaktadır.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; davacı şirketin maliki olduğu 128 parsel sayılı taşınmazdan 17.10.1988 tarihinde alınan kamulaştırma kararı ile davalı idare tarafından enerji nakil hattı geçirildiği, dava konusu taşınmazın ilk olarak 1999 yılında yapılan imar uygulaması ile başka parsellere gittiği ve sonrasında da başkaca imar uygulamaları yapılarak yeni parsel numaraları aldığı anlaşılmaktadır.
Kamulaştırma işleminin yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Kamulaştırma Kanunu’nun 14.maddesi uyarınca kamulaştırma işleminin mal sahibine aynı kanunun 13.maddesi uyarınca yapılan tebliği ile dava açma süresi başlar. Dava konusu taşınmazın maliki olan şirkete tebligatın ise ne şekilde yapılacağı 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve tüzükte düzenlenmiştir.
Bilindiği üzere, tebliğ ile ilgili 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve tebligatın yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Tebligat Tüzüğü ( halen yürürlükte olan yönetmelik ) hükümleri tamamen şeklidir. Gerek tebliğ işlemi ve gerekse tebliğ tarihi, Kanun ve ilgili ikincil mevzuatta emredilen şekillerle ispat olunabilir. Anılan kanun ve tüzüğün ( yönetmeliğin ) bu konuda etkili önlemler almış olmasının tek amacı, tebliğin muhatabına ulaşmasını ve onun tarafından kabul edilmesini sağlamaktır.
Buna göre; tebligat, bir davaya ilişkin işlemleri o davayla ilgili kişilere bildirmek için, mahkemelerce kanuna uygun biçimde yapılan bir belgelendirme işlemidir. Dolayısıyla, Kanun ve Yönetmelik ( tebligatın yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Tebligat Tüzüğü ) hükümlerinin en küçük ayrıntılarına kadar uygulanması zorunludur.
Öyle ise tüzel kişilere yapılacak tebligata ilişkin yasal düzenlemelerin irdelenmesinde yarar vardır:
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun “Hükmi Şahıslara ve Ticarethanelere Tebligat” başlıklı 12.maddesinde;
“Hükmi şahıslara tebliğ, salahiyetli mümessillerine, bunlar birden ziyade ise, yalnız birine yapılır.
Bir ticarethanenin muamelelerinden doğan ihtilaflarda, ticari mümessiline yapılan tebliğ muteberdir.”
“Hükmi Şahısların Memur ve Müstahdemlerine Tebligat” başlıklı 13.maddesinde ise;
“Hükmi şahıslar namına kendilerine tebliğ yapılacak kimseler her hangi bir sebeple mutad iş saatlerinde iş yerinde bulunmadıkları veya o sırada evrakı bizzat alamayacak bir halde oldukları takdirde tebliğ, orada hazır bulunan memur veya müstahdemlerinden birine yapılır.”
hükümleri yer almaktadır.
Yine, tebligatın yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan mülga Tebligat Tüzüğü’nün “Hükmi Şahıslara ve Ticarethanelere Tebligat” başlıklı 17.maddesinde ;
“Hükmi şahıslara tebliğ salahiyetli mümessillerine, bunlar birden ziyade ise yalnız birine yapılır.
Vekaletlerin ve bunların teşkilatının, mülhak ve hususi bütçeli idarelerle belediyelerin, köylerin ve hususi kanunlarına müsteniden kurulmuş olan teşekküllerle, şirketlerin ve cemiyetlerin salahiyetli oldukları mümessilleri tabi kanunlara ve statülerine göre tayin edilir.
Hükmi ve hakiki şahsa ait bir ticarethanenin muamelelerinden doğan ihtilaflarda, ticarethanenin o muamelede salahiyetli ticari mümessiline yapılan tebliğ muteberdir.”
“Hükmi Şahısların Memur ve Müstahdemlerine Tebligat” başlıklı 18.maddesinde ise:
“Yukarıki madde mucibince tebliğ yapılacak kimseler herhangi bir sebeple mutad iş saatlerinde işyerinde bulunmadıkları veya o sırada evrakı bizzat alamayacak bir halde oldukları takdirde tebliğ, hükmi şahsın o yerdeki memur veya müstahdemlerinden birine yapılır.
Şu kadar ki, kendisine tebliğ yapılacak memur veya müstahdemin, hükmi şahsın yerdeki teşkilatı veya personeli içinde vazife itibariyle tebligatın muhatabı olan hükmi şahsın mümessilinden sonra gelen bir kimse veya evrak müdürü gibi esasen bu kabil işlerle tavzif edilmiş bir şahıs olması lazımdır.
Bunların da bulunmadığı tebliğ mazbatasında tesbit edildiği takdirde tebligat, o yerdeki diğer bir memur veya müstahdeme yapılır.”
düzenlemelerine yer verilmiştir.
Hemen belirtilmelidir ki, ticaret şirketleri hükmi şahsiyeti haiz olup üçüncü şahıslar ile olan ilişkilerinde ortaklardan oluşan mümessil-organ veya dışarıdan tayin edilen sair mümessiller tarafından temsil olunurlar.
Hükmi şahsiyeti haiz olmaları dolayısıyla ticaret şirketlerinde tebligatın şirketlerin “salâhiyetli mümessillerine” yapılması icap eder. Salâhiyetli mümessiller ibaresiyle evvela şirketleri kanunen temsile yetkili organlar ve bu organlar adına hareket edenler kastedilmiştir.
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 12. ve 13.maddeleri ile mülga Tebligat Tüzüğü’nün 17 ve 18.maddelerinde tüzel kişilere tebligatın yapılma usulü açıklanmış; tebligatın, bunların tabi oldukları kanunlara ve statülerine göre belirlenecek yetkili temsilcilerine, eğer tüzel kişinin yetkili temsilcisi yoksa veya evrakı bizzat alamayacak bir halde ise; görev itibariyle temsilciden sonra gelen kimse veya evrak müdürü gibi bu işle görevlendirilmiş bir kişiye, o da yoksa tüzel kişinin o yerdeki memur veya müstahdemlerinden birine yapılacağı öngörülmüştür. Tebligat tüzel kişinin yetkili temsilcisine yapılmamış ve sıralı kişilere yapılmışsa, bunun nedenlerinin açıkça ve ayrıntılı olarak tebligat mazbatasına yazılması gereğine de işaret edilmiştir.
Nitekim Hukuk Genel Kurulu’nun 04.04.2007 gün ve 2007/12-200 E. 2007/187 K.; Hukuk Genel Kurulu’nun 30.12.2009 gün ve 2009/12-563 E. 2009/600 K. ile Hukuk Genel Kurulu’nun 13.05.2009 gün ve 2009/12-184 E. 2009/187 K. sayılı ilamlarında da aynı husus vurgulanmıştır.
Somut olay değerlendirildiğinde; davacı şirkete gönderilen kamulaştırma belgelerinin “daimi işçisi A. K.’e tebliğ edildi” denmek suretiyle tebliğ edilmiştir.
Ne var ki, bu tebligat parçasında başkaca herhangi bir açıklamaya yer verilmediği gibi, davacı şirketin yetkili temsilcisinin veya ondan sonraki yetkili kişinin adreste olup olmadığının araştırılıp araştırılmadığı ve nedenleri de şerh edilmemiştir.
Yukarıda ayrıntısı açıklandığı üzere, davacı şirkete yapılan tebligatta tebliğ memurunun bu tebligatı şirketin yetkili temsilcisine; onun herhangi bir nedenle tebliği alacak durumda olmaması halinde de usulüne uygun şekilde yetkili kılınan kişiye; şayet bunlar yoksa veya tebligatı alamayacak durumda iseler bu durumu tebliğ evrakına şerh ederek o yerde hazır bulunan tebliğe yetkili memur ve müstahdemlerinden birine o da yoksa herhangi bir memur veya müstahdeme yapması; tebligat evrakında da sırasıyla tebliğe yetkili kişilerin durumunu ve onlara tebliğ edilememe nedenini şerh etmesi gerekirken, hiçbir açıklamaya yer vermeden doğrudan davacının işçisine tebliğ etmiştir.
Tebligat bu haliyle, açıklanan yasal düzenlemelere ve yargı kararlarına aykırı olup, usulsüzdür.
Hal böyle olunca, yerel mahkemenin davanın süresinde açıldığına dair direnmesi yerindedir.
Ne var ki, Özel Daire işin esasını incelememiş bulunduğundan, işin esasının incelenmesi için dosyanın Özel Daire’ye gönderilmesi gerekir.
SONUÇ : Açıklanan gerekçeyle direnme uygun bulunduğundan, davalı vekilinin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 5.HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, 05.11.2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2014/4-371
K. 2014/675
T. 21.5.2014
• HAKİMLERİN HUKUKİ SORUMLULUĞUNA DAYALI TAZMİNAT İSTEMİ ( Mahkumiyet Kararının Usulsüz Tebliğ İşlemine Dayalı Olarak Kesinleştirilmesi/Kişi Özgürlüğünün Yasaya Aykırı Olarak Kısıtlanması – Kanun Hükmüne Aykırı Karar Verildiği Ve Zararın Meydana Geldiği/Hakimin Sorumluluğu Koşullarının Oluştuğu )
• YARGISAL FAALİYETTEN DOLAYI DEVLET ALEYHİNE AÇILAN TAZMİNAT DAVASI ( Hukuken Kesinleşmiş Sayılamayacak Nitelikteki Bir Mahkumiyet Kararının İnfaz Edilmesi Ve Davacının Özgürlüğünden Yoksun Bırakılması – Açık Ve Kesin Kanun Hükmüne Aykırılık Nedeniyle Hakimin Sorumluluğunun Koşullarının Oluştuğu )
• KİŞİ ÖZGÜRLÜĞÜNÜN YASAYA AYKIRI OLARAK KISITLANMASI ( Davacının Müdafii Bulunduğu Halde Mahkumiyetine Dair Kararın Asile Tebliğ Edilerek Kesinleştirildiği Gibi Tebligatın Da Usulsüz Olarak Davacının En Son Sorgusunun Yapıldığı Celsede Bildirdiği Adres Yerine İddianamedeki Adresine Tebliğ Edilmesi/Müdafiinin İnfazın Durdurulması İsteminin Reddedilmesi – Açık Ve Kesin Kanun Hükmüne Aykırılık Nedeniyle Hakimin Sorumluluğunun Koşullarının Oluştuğu )
• AÇIK VE KESİN KANUN HÜKMÜNE AYKIRIRLIK ( Hukuken Kesinleşmiş Sayılamayacak Nitelikteki Bir Mahkumiyet Kararının İnfaz Edilmesi Ve Davacının Özgürlüğünden Yoksun Bırakılması – Hakimin Sorumluluk Koşulları Oluştuğundan Davacı Yararına Uygun Bir Tazminata Hükmedilmesi Gerektiği )
• USULSÜZ TEBLİGAT ( Hakimlerin Hukuki Sorumluluğu – Davacının Müdafii Bulunduğu Halde Mahkumiyetine Dair Kararın Asile Tebliğ Edilerek Kesinleştirildiği Gibi Tebligatın Da Usulsüz Olarak Davacının En Son Sorgusunun Yapıldığı Celsede Bildirdiği Adres Yerine İddianamedeki Adresine Tebliğ Edilmesi/Sorumluluk Koşulları Oluştuğundan Davacı Yararına Uygun Bir Tazminata Hükmedilmesi Gerektiği )
6100/m. 46,49
1086/m. 573,576
7201/m. 11
ÖZET : Dava, hakimlerin hukuki sorumluluğuna dayalı olarak maddi ve manevi tazminat istemlerine ilişkindir.
Somut olayda, sorumluluğa dayanak yapılan olgular; mahkumiyet kararının usulsüz tebliğ işlemine dayalı olarak kesinleştirilmesi; infazın durdurulması isteminin reddedilmesi ve kesinleşmemiş bir kararın uygulanması sonucunda, kişi özgürlüğünün yasaya aykırı olarak kısıtlanmış bulunmasıdır.Hukuken kesinleşmiş sayılamayacak nitelikteki bir mahkumiyet kararı infaz edilmiş ve davacı özgürlüğünden yoksun bırakılmış olup; zararlı sonuç da meydana gelmiştir.
Davacının müdafii bulunduğu halde 7201 S.K. 11. maddesine aykırı olarak mahkumiyetine dair kararın müdafii yerine asile tebliğ edilerek kesinleştirildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca davacıya yapılan bu tebligat da usulsüz olup, davacının en son, sorgusunun yapıldığı celsede bildirdiği adres yerine, iddianamedeki adresine 7201 Sayılı Tebligat Kanunu m. 35’e göre tebliğ işlemi yapılmıştır.
Davacı ( sanık ) hakkındaki mahkumiyet hükmünün kesinleştirilmesi üzerine cezanın infazı için yakalandığında bu durumu müdafii açıkça dile getirerek, kendisinin sanık müdafii olduğunu, dosyada vekaletnamesinin bulunduğunu,tebligatın kendisine yapılması gerektiğini, kaldı ki dosyada sanığın bilinen son adresine de tebligat yapılmadığını hatırlatarak, infazın durdurulmasını istemesine rağmen, bu talebi ve temyiz talebi mahkemece ret edilmiştir. Bu sebeple hakimin sorumluluğunun koşullarının oluştuğu tartışmasızdır.
H.M.K.nın 46/c maddesi uyarınca farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin bir kanun hükmüne aykırı karar verilmiş olması karşısında, hakimlerin yargılama faaliyetinden dolayı davalının sorumluluğu koşulları oluştuğundan davacı yararına uygun bir tazminata hükmedilmesi gerektiği sonucuna varıldığından bidayet mahkemesi sıfatıyla karar veren Özel Dairenin davanın reddine karar vermesi doğru görülmemiş ve hükmün bozulması gerekmiştir.
DAVA : Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan incelemesi sonucunda ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay 4. Hukuk Dairesince:
( … DAVA: Dava dilekçesinde, davacının istanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 14.5.2008 gün ve 2007/68-2008/115 Sayılı kararı ile 10 ay hapis cezasına mahkum edildiği ve kararın usulsüz olarak kesinleştirildiği; mahkumiyet hükmünden, yakalama kararı çıkarılması üzerine haberdar olunduğu; kararın, infazın durdurulması istemli olarak temyiz edildiği;ancak. mahkemece infazın durdurulmadığı ve davacının 4 ay sonra şartla tahliye edildiği; Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından kararın usulsüz olarak kesinleştirildiğinin tespit edildiği ve zamanaşımı sebebiyle de davanın ortadan kaldırılmasına karar verildiği; usulsüz kesinleştirme işlemine dayalı olarak cezanın infaz edilmesinin hukuka aykırı olduğu ve sorumluluğu gerektirdiği ileri sürülerek; 1.908,72-TL maddi ve 20.000,00-TL manevi tazminata hükmolunması, talep olunmuştur.
CEVAP: Cevap dilekçesinde, istemin C.M.K.nun 141. vd. maddeleri kapsamında bulunduğu ve ağır ceza mahkemesinin görevli olduğu: hak düşümü süresinin geçirildiği; esası yönünden ise, sorumluluk koşullarının oluşmadığı savunulmuştur.
GEREKÇE: Dava, hakimlerin hukuki sorumluluğuna dayalı olarak maddi ve manevi tazminat istemlerine ilişkindir.
Hakimlerin yargısal faaliyetleri sebebiyle sorumlulukları, olay sırasında yürürlükte bulunan H.U.M.K.nun 573-576. maddelerinde ve dava tarihinde yürürlükte olan H.M.K.nun 46-49. maddelerinde düzenlenmiş bulunmaktadır. Her iki Yasa’da da gösterilen sorumluluk nedenleri, örnek niteliğinde olmayıp; sınırlı ve sayılı durumları ifade etmektedir.
Somut olayda, sorumluluğa dayanak yapılan olgular; mahkumiyet kararının usulsüz tebliğ işlemine dayalı olarak kesinleştirilmesi; infazın durdurulması isteminin reddedilmesi ve kesinleşmemiş bir kararın uygulanması sonucunda, kişi özgürlüğünün yasaya aykırı olarak kısıtlanmış bulunmasıdır.
Dosya kapsamından; davacının, sanık sıfatıyla yargılandığı İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 14.5.2008 gün ve 2007/68-2008/115 Sayılı dosyasında 10 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar verildiği; karara, 17.7.2008 tarihinde temyiz edilmeksizin kesinleştiği şerhinin düşüldüğü; hükmün infaza verildiği ve bu aşamada sanık müdafii sıfatı ile Av. Erhan Aslaner tarafından sunulan 23.1.2009 havale tarihli dilekçede; kararın tebliğinin usulsüzolduğunun belirtildiği, infazın durdurulmasının talep ve hükmün de temyiz edildiği; istanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 27.1.2009 tarihli ek kararıyla istemlerin reddedildiği; bu kararın da temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 22.9.2011 gün ve 2010/9593-2011/27183 Sayılı ilamı ile; müdafiiyle temsil edilen sanığın yokluğunda verilen kararın vekil yerine sanığa tebliğinin usulsüz olduğu belirtilerek, ek kararın kaldırılmasına ve zamanaşımı sebebiyle de kamu davasının düşürülmesine karar verildiği; ancak, süreç içerisinde ve 22.1.2009-22.5.2009 tarihleri arasında davacı hakkındaki hükmün, usulsüz kesinleştirme kararına dayalı olarak infaz edildiği, anlaşılmaktadır.
Ön sorun olarak, davanın 6110 Sayılı Kanunun 12. maddesiyle düzenlenen 2802 Sayılı Hakimler ve Savcılar Yasası’nın 93/A maddesinde öngörülen, bir yıllık hak düşümü süresinde açılıp açılmadığı irdelenmelidir.
Dava konusu edilen işlemlerle ilgili ceza yargılaması, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 22.9.2011 tarihli kararıyla sonuçlanmış; eldeki dava ise, 24.9.2012 tarihinde açılmıştır. Sürenin, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin taraflara tebliğ edildiği dosya kapsamından belirlenemeyen 22.9.2011 tarihli kararından başlatılması halinde, sorumluluk davasının en geç 22.9.2012 tarihinde açılması gerekir. Bu tarih ise, cumartesi gününü denk gelmekte olup: takip eden ilk iş günü olan 24.9.2012 tarihinde açılan davanın, süresinde olduğu kabul edilmiştir.
Uyuşmazlığın esası bakımından ise: ceza yargılaması sırasında müdafiiyle temsil edilen davacının yokluğunda verilen kararın, vekil yerine asile tebliğ edilmesi; bu şekilde, usulsüz tebligata dayalı olarak hükmün kesinleştirilmesi; durumun, müdafii tarafından verilen 23.1.2009 havale tarihli dilekçeyle bildirilmesine rağmen, 27.1.2009 tarihli ek kararla infazın durdurulması ve temyiz istemlerinin reddedilmesi; 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 11. maddesi hükmüne aykırıdır. Bu yön, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 22.9.2011 tarihli ve 2010/9593-2011/27183 Sayılı kararında da tespit olunmuştur.
Diğer yandan, hukuken kesinleşmiş sayılamayacak nitelikteki bir mahkumiyet kararı infaz edilmiş ve davacı özgürlüğünden yoksun bırakılmış olup; zararlı sonuç da meydana gelmiştir.
Dava, olay tarihinde yürürlükte bulunan H.U.M.K.nun 573/2.bendiyle dava tarihinde yürürlüğe giren H.M.K.nun 46/c bendi hükümlerine dayalı olarak açılmış olup: yasa hükmüne açık aykırılık gerekçesiyle sorumlu bulunulduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu olayda, davacının sanık sıfatıyla cezalandırıldığı eylemle ilgili iddianamenin 13.12.2000 tarihinde düzenlendiği; davaya konu yazının yer aldığı gazetenin künyesindeki yönetim yeri ve yazışma adresinin: ( Tarlabaşı Cad. No: … Beyoğlu/İstanbul ) iddianamede yazılı bulunduğu; yargılama aşamasında görevsizlik ve birleştirme kararları verildiği; sanık ve müdafiinin uzun süre yargılamalara katılmadığı; sanık müdafii Av. E. A. tarafından sunulan 5.12.2005 havale tarihli dilekçeyle dosyanın fotokopisinin talep edildiği ve vekaletname örneğinin sunulduğu; sonrasında, 7.5.2008 tarihli oturumda sanığın sorgusunun yapıldığı ve Yurt Malı. … Sok. E… Apt. C/Blok No: … -Seyhan/Adana adresinde ikamet ettiğinin tutanaklara geçirildiği; karar örneğinin, iddianamede yazılı adrese 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 35. maddesi uyarınca tebliğ edildiği; infazın durdurulması ve temyiz isteminin reddine dair 27.1.2009 tarihli ek kararın da, davaya konu yazının yer aldığı gazetenin yönetim adresine tebliğ edildiği gerekçesiyle reddedildiği anlaşılmaktadır.
5187 Sayılı Basın Kanunu’nun 29. maddesi gereğince: “Süreli yayının yönetim yeri, tebligat işlemleri yönünden, yayın sahibinin ve temsilcisinin, görevi devam ettiği sürece sorumlu müdürün yerleşim yeri sayılır.”
Mahkemenin, kararın tebliği işlemiyle infazın durdurulması ve temyiz istemlerinin reddine dair ek kararı, yukarda yazılı Yasa hükmüne dayandırılmıştır.
Tüm bu açıklamalardan, sanığın vekil temsil edildiğinin mahkemece gözden kaçırıldığı sonucu ortaya çıkmaktadır.
Sorun, bu durumun: “Farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin kanun hükmüne aykırılık” olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceğine ilişkindir.
Öncelikle mahkemenin, 7201 Sayılı Kanunun 11. maddesine dair bir tespiti ve buna bağlı olarak da değerlendirmesi bulunmamaktadır. Aksine, sanığın vekil temsil edildiği olgusu gözden kaçırılmış; bu durum, sanık müdafii tarafından verilen 23.1.2009 havale tarihli dilekçeyle bildirilmiş; ancak, mahkemece yine gözardı edilmiş ve zararı sonuç ortaya çıkmıştır.
Dosyada mevcut vekaletnamenin gözden kaçırılması, maddi bir olgu olup; insani hata niteliğindedir. Hemen tüm yargılama işlemleri bakımından, eş veya benzer yanılgılara düşülmesi mümkün ve muhtemel olup: bu durum, nispi değer hükmü taşıyan yargısal faaliyetlerin doğasından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple olağan yasa yolları düzenlenmiş; yetinilmemiş, olağanüstü yasa yolları öngörülmüş; ötesinde, uluslararası yargı yolu da benimsenmiştir. Şu durumda, hakimin hukuki sorumluluğuna dair koşulların gerçekleştiğinden söz edilemez. Davanın, açıklanan bu sebeplerle reddine karar verilmek gerekmiştir.
Diğer yandan, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 49. maddesi uyarınca, davanın esastan reddi halinde disiplin para cezasının takdir edilerek hüküm altına alınması gerekir. Bu konuda, para cezasında yeniden değerleme oranında yapılması gereken arttırım miktarıyla davaya konu olayın gelişim biçimi ve dosyaya yansıyan olgular göz önünde tutulmuştur.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan gerekçelerle;
1- )Davanın reddine,
2- )H.M.K.nun 49. maddesi uyarınca takdiren 600,00-TL disiplin para cezasının davacıdan alınarak Hazine’ye gelir kaydedilmesine,
3- )Davanın reddi sebebiyle alınması gereken 24,30.-TL maktu karar ve ilam harcının peşin alınan 325,34.-TL’den düşümüyle kalan 301,04.-TL’nin istenmesi halinde davacıya iadesine,
4- )Karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Ücret Tarifesi uyarınca reddedilen maddi ve manevi tazminat istemleri itibariyle davalı yararına takdir olunan ( 3.080,00 )-TL maktu avukatlık ücretinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine,
5- )Davacı tarafından yapılan giderlerin üzerinde bırakılmasına… ),
Dair oyçokluğuyla verilen 1.10.2013 gün ve 2012/58-2013/69 Sayılı kararın davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine kararın süresinde temyiz edildiğinin anlaşılmasından ve dosyadaki tüm kağıtların okunmasından sonra gereği düşünüldü:
KARAR : Davacı vekili 6100 Sayılı H.M.K.46. maddesine dayanarak yargısal faaliyetten dolayı devlet aleyhine tazminat davası açmıştır. Mahkemece yukarda başlık bölümüne alınan gerekçeyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Hakimlerin hukuki sorumluluk halleri 1086 sayılı H.U.M.K.nın 573 ( olay tarihi ) ve 6100 sayılı H.M.K. m. 46’da ( dava tarihi ) düzenlenmiştir. H.M.K. m. 46 uyarınca Hakimlerin yargılama faaliyetinden dolayı hukuki sorumluluk halleri şunlardır:
i. Kayırma veya taraf tutma yahut taraflardan birine olan kin veya düşmanlık sebebiyle hukuka aykırı bir hüküm veya karar verilmiş olması.
ii. Sağlanan veya vaat edilen bir menfaat sebebiyle yasaya aykırı bir hüküm veya karar verilmiş olması.
iii. Farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin bir kanun hükmüne aykırı karar veya hüküm verilmiş olması.
iv. Duruşma tutanağında mevcut olmayan bir sebebe dayanılarak hüküm verilmiş olması.
v. Duruşma tutanaklarıyla hüküm veya kararların değiştirilmiş yahut tahrif edilmiş veya söylenmeyen bir sözün hüküm ya da karara etkili olacak şekilde söylenmiş gibi gösterilmiş ve buna dayanılarak hüküm verilmiş olması,
iv. Hakkın yerine getirilmesinden kaçınılmış olması.
Görüldüğü üzere, Kanunda sorumluluk halleri sınırlı ( tahdidi ) olarak düzenlenmiştir. Eş söyleyişle hakimlerin hukuki sorumluluğu için Kanun’da sayılan hallerden birisinin mevcut olması gerekir.
Davacı vekili dava dilekçesinde; davacının istanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nce 10 ay hapis cezasına mahkum edildiği ve kararın usulsüz olarak kesinleştirildiğini, zira tebligatın müdafii yerine asile tebliğ edildiğini, butebligatın dahi usulsüz olduğunu iddiayla maddi ve manevi tazminat talebinde bulunmuştur.
Somut olayda davacının İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2007/68-2008/115 Sayılı kararı ile 10 ay hapis cezasına mahkum edildiği, bu kararın tebliğinde 7201 Sayılı Tebligat Kanun’a aykırı davranıldığı, zira davacının müdafii bulunduğu halde aynı Kanun’un 11. maddesine aykırı olarak mahkumiyetine dair kararın müdafii yerine asile tebliğ edilerek kesinleştirildiği anlaşılmaktadır. Esasen davacıya yapılan bu tebligatın dahi usulsüz olduğu belirgindir. Zira davacının en son, sorgusunun yapıldığı celsede adresini, “Yurt Mah. … Sok. E… Apt. C/Blok No: …- Seyhan/Adana” olarak bildirmiştir. Buna rağmen kendisine karar tebliği bilinen en son adresi yerine, iddianamedeki adres olan sahibi bulunduğu gazetenin künyesindeki “Tarlabaşı Cad. No: … Beyoğlu/istanbul” adresine 7201 Sayılı Tebligat Kanunu m. 35’e göre yapılmıştır. Oysa Tebligat Kanunu 10/1. maddesinde; “tebligat, tebliğ yapılacak şahsa bilinen en son adresinde yapılır” hükmüne yer verilmiştir. Olayda davacının bilinen en son adresine dahi tebligat yapılmadan karar kesinleştirilmiştir. Şu halde açık kanun hükmüne aykırı bir karar verildiğinin kabulü gerekir.
Eldeki olayda 7201 sayılı T.K.’nın 11. maddesine aykırı olarak karar kesinleştirilmiştir. Bir an için sanığın vekil temsil edildiğinin mahkemece gözden kaçırıldığı düşünülse bile, belirtmek gerekir ki davacı ( sanık ) hakkındaki mahkumiyet hükmünün kesinleştirilmesi üzerine cezanın infazı için yakalandığında bu durumu müdafii açıkça dile getirerek, kendisinin sanık müdafii olduğunu, dosyada vekaletnamesinin bulunduğunu, tebligatın kendisine yapılması gerektiğini, kaldı ki dosyada sanığın bilinen son adresine de tebligat yapılmadığını hatırlatarak, infazın durdurulmasını istemesine rağmen, bu talebi ve temyiz talebi mahkemece ret edilmiştir. Bu sebeple hakimin sorumluğunun koşullarının oluştuğu tartışmasızdır. Sanık hakkındaki ceza hükmünün temyizen incelenmesi, temyiz dilekçesinin reddinin temyizi üzerine mümkün olmuş, bu durum Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin “müdafii yerine karar tebliğinin sanığa yapılmasının usulsüz olduğunu tespit ve sanık hakkındaki cezanın zamanaşımının gerçekleştiğinden bahisle düşmesine” dair verdiği, 22.9.2011 gün ve 2010/9593-2011/27183 Sayılı karar ile de tespit edilmiştir.
Cezanın infazına 22.1.2009 tarihinde başlanmış olup, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nce düşme karar verildiği 22.9.2011 tarihinden çok önce, 22.5.2009 tarihinde ceza infaz edilmiştir. Böylece zararda meydana gelmiştir.
Açıklanan tüm bu sebeplerle H.M.K.46/c maddesi uyarınca farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin bir kanun hükmüne aykırı karar verilmiş olması karşısında, hakimlerin yargılama faaliyetinden dolayı davalının sorumluluğu koşulları oluştuğundan davacı yararına uygun bir tazminata hükmedilmesi gerektiği sonucuna varıldığından bidayet mahkemesi sıfatıyla karar veren Özel Dairenin yazılı şekilde davanın reddine karar vermesi doğru görülmemiş ve hükmün bozulması gerekmiştir.
Görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce., Özel Daire kararının yerinde olduğu, verilen hükmün onanması gerektiği ileri sürülmüş ise de bu görüş belirtilen sebeplerle Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği kararın, yukarda açıklanan sebeple 6217 s Kanunun 30. maddesiyle 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istenmesi halinde temyiz peşin harcının yatırana iadesine, aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 21.05.2014 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2013/9-634
K. 2014/143
T. 26.2.2014
• İHBAR VE KIDEM TAZMİNATI DAVASI (Davanın Reddi Yönünde Yerel Mahkemenin Direnme Kararı – Özel Dairenin Bozma Kararının Usulüne Uygun Olarak Tebliğ Edilmediği/Taraf Teşkili Sağlanmadığı/Hukuki Dinlenme Hakkının İhlali/Savunma Hakkı/Tebliğat)
• ÖZEL DAİRE BOZMA KARARININ USULÜNE UYGUN OLARAK TEBLİĞ EDİLMEMESİ (Tebliğatın Davalı Şirketin Avukatı ile Birlikte Çalışan B.G.’nin Yazılı İmzalı Beyanı ile “Vekillikten İstifa Sebebiyle İade” Şeklinde Bila Tebliğ İade Edilmiş Olduğu)
• DAVALI ŞİRKETİN VEKİLİNİN İSTİFASI İLE İLGİLİ DOSYADA BİR BELGE BULUNMADIĞI (Davalı Vekilinin İstifa Ettiğine Dair Bir İrade Beyanının Mahkemeye Ulaşmadığı – Vekilin Davalıyı Temsil Yetkisinin Devam Etmekte Olduğunun Kabulü/Usulsüz Tebliğat)
• TARAF TEŞKİLİ SAĞLANMADAN DİRENME KARARI VERİLEMECEĞİ (Mahkemece Davalıya Usulüne Uygun Olarak Tebligat Yapılmadığının Zapta Geçirilmiş Olduğu – Usulsüz Tebliğata Rağmen Bozma İlamına Karşı Direnilmesine Karar Verilmesinin Hatalı Olduğu)
• HUKUKİ DİNLENME HAKKININ İHLALİ (Özel Daire Bozma Kararın Yasa ve Yönetmeliklere Uygun Olarak Taraflara Tebliğ Edileceği – Taraf Teşkili Sağlandıktan Sonra Bozma Kararına Uyulup Uyulmayacağı Yönünde Karar Verilmesi Gerektiği/Direnme Kararı)
• VEKİLLİKTEN İSTİFA NEDENİYLE TEBLİĞATIN İADE EDİLMESİ (Davalı Şirketin Avukatı Yanında Çalışanının Beyanına Göre Hareket Edilmesinin Hatalı Olduğu – Dava Dosyası İçerisinde Vekillikten İstifa ile İlgili Bir Belge Bulunmadığın Gözetileceği)
• TARAF TEŞKİLİ SAĞLANMASININ DAVA ŞARTI MAHİYETİ BULUNDUĞU (Davanın Her Aşamasında Mahkemece Re’sen Nazara Alınacağı)
• SAVUNMA HAKKININ KISITLANMASI (Bozma İlamı ve Bozma Sonrası Duruşma Günü Davalıya Usulünce Tebliğ Edilmiş Gibi İşlem Tesis Edilerek ve Taraf Teşkili Sağlanmadan Duruşma Açılarak Davalının Yokluğunda Direnme Kararı Verilemeceğinin Kabulü)
• SİLAHLARIN EŞİTLİĞİ İLKESİ (Tarafların Denge İçerisine Olması Gereği – Davanın Taraflarından Birini Diğeri Karşısında Avantajsız Duruma Düşürmeyecek Şekilde Deliller ve İddia ve Savunmasını Ortaya Konulacağı/Adil Yargılanma Hakkının İhlali)
4857/m. 17,18,25/II
6098/m. 512
6100/m. 27
2709/m. 36
1086/m. 429
ÖZET : Dava, ihbar ve kıdem tazminatı istemlerine ilişkindir. Mahkeme, davalı şirketin iş sözleşmesini fesihte haklı olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.Ancak Özel Daire tarafından karar bozulmuş ve yerel mahkeme kararında direnmiştir.H.G.K.’nda yapılan görüşme sırasında işin esasına geçilmeden önce, ilk olarak, davalı işveren vekilinin, vekillikten istifa edip etmediği hususunun araştırılması için dosyanın geri çevrilmesine gerek olup olmadığı ön sorun olarak incelenmiştir.Özel Daire bozma kararı sonrası duruşma gününü içeren tensip tutanağının davalı şirket vekiline tebliğini içeren tebligat parçası; 16.04.2012 tarihinde “Muhatap Av. ile birlikte çalışan B.G.’nun yazılı imzalı beyanı ile, ..vekillikten istifa sebebiyle iade” şerhiyle bila tebliğ iade edilmiş, direnme kararı ise davalı şirket vekili Av. D. A.’a “Muhatabın o an dışarıda olması sebebiyle aynı adreste kendisiyle birlikte sürekli çalışan ve imzaya ehil olan B.G. imzasına tebliğ edilmiştir” meşruatı ile 12.12.2012 tarihinde tebliğ edilmiş olup, dosya içerisinde davalı şirket vekili Av. D. A. tarafından ibraz edilmiş bir istifa dilekçesi bulunmamaktadır.Davalı vekilinin istifa ettiğine dair; vekilden sadır olan bir irade beyanı mahkemeye ulaşmadığından, vekilin davalıyı temsil yetkisinin devam etmekte olduğunun kabulü gereklidir.Bu halde, davalı vekilinin istifaya dair beyanının bulunmaması ve hakimin taraf vekilinin istifasını re’sen araştırma yükümlülüğünden sözetmenin de mümkün olmaması hususları dikkate alınarak, dosyanın taraf vekilinin istifa beyanının araştırılması için geri çevrilmesine gerek bulunmadığına ilk görüşmede oybirliğiyle karar verilmiştir.Esasa geçilmeden 2. olarak; bozma ilamından sonra davalı işveren şirkete yapılan tebligatın usulüne uygun olup olmadığı, dolayısıyla taraf teşkilinin yöntemine uygun şekilde sağlanıp sağlanmadığı ve taraf teşkili sağlanmadan direnme kararı verilmesinin mümkün olup olmadığı hususu ön sorun olarak incelenmiştir.Yargılamanın sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi, iddia ve savunmayla ilgili delillerin eksiksiz toplanıp tartışılabilmesi, itirazların yapılabilmesi, davanın süratle sonuçlandırılabilmesi; bozma sonrası yargılamanın devamı, uyup uymama yönündeki kararın verilebilmesi, öncelikle tarafların duruşma gününden usulünce haberdar edilmesi ve böylece taraf teşkilinin sağlanmasıyla mümkündür.Buna göre, taraf teşkili dava şartı olup, davanın her aşamasında mahkemece re’sen nazara alınması gereken bir olgudur.Görüldüğü üzere, taraf teşkili sadece davanın açılması aşamasında değil, yargılamanın diğer aşamalarında da önem taşımaktadır. Mahkemenin, bozma ilamına uyma ya da direnme konusunu karara bağlamadan önce de, bozma ilamını ve duruşma gününü taraflara kendiliğinden tebliğ edip taraf teşkilini sağlaması, peşin alınmış olan gideri kullanmak suretiyle, kendiliğinden tarafları duruşmaya davet edip dinledikten sonra, Yargıtay’ın bozma kararına uyulup uyulmayacağına karar vermesi gerekir.
Mahkeme, bozma ilamını taraflara tebliğ edip; kendiliğinden tarafları duruşmaya davet etmekle yükümlüdür.Belirtilen usulü işlemler tamamlanmadan ve bozma sonrası taraf teşkili sağlanmadan, mahkemece direnme ya da uyma kararı verilmesi olanaklı değildir.Mahkemece Özel Daire bozma ilamının ve duruşma gününün tebliği için davalı vekiline gönderilen tebligat “Muhatap Av. ile birlikte çalışan B.G.’nun yazılı imzalı beyanı ile, ..vekillikten istifa sebebiyle iade” açıklamasıyla bila tebliğ iade edilmiş, mahkemece davalıya usulüne uygun olarak tebligat yapılmadığı zapta geçirilerek, bozma ilamına karşı direnilmesine karar verilmiştir.Şu durumda, mahkemece, bozma ilamı ve bozma sonrası duruşma günü davalıya usulünce tebliğ edilmiş gibi işlem tesis edilip, taraf teşkili sağlanmadan duruşma açılarak; davalının yokluğunda ve onun savunma hakkı kısıtlar biçimde yargılamanın yapılıp direnme kararı verilmesi hatalıdır. Özel Daire bozma ilamıyla duruşma gününün usulüne uygun olarak davalıya tebliğiyle taraf teşkili sağlanması ve ancak bu usulü gerek tamamlandıktan sonra bir karar vermek gerekir.Bu sebeple ön sorunun açıklanan sebeplerle kabulüyle direnme kararının diğer hususlar incelenmeksizin bu değişik ve usule dair sebeplerle bozulması gerekmiştir.
DAVA : Taraflar arasındaki “işçilik alacakları” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir 6. İş Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 30.7.2009 gün ve 2008/658 E.-2009/335 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin 20.2.2012 gün ve 2009/39155 E.-2012/4897 K. sayılı ilamı ile;
(… A-) Davacı İsteminin Özeti:
Davacı, iş sözleşmesinin davalı işyerinde çalışan diğer çalışanların şikayetleri sebebiyle davalı işveren tarafından feshedildiğini, İzmir 9. İş Mahkemesi’nin 2006/573 E. 2007/82 K. sayılı dosyasıyla açılan işe iade davasının işveren feshinin geçerli nedene dayandığı gerekçesiyle reddedildiğini ve ilgili kararı temyiz ettiklerini, kararın Yargıtay 9.H.D.’nin 2007/14835 E. 2007/36284 K. sayılı kararıyla onanmasına karar verildiği, maddi hatanın düzeltilmesi talebininde reddine karar verildiğini ileri sürerek, kıdem ve ihbar tazminatının tahsilini istemiştir.
B-)Davalı Cevabının Özeti:
Davalı, davacının formen olarak çalıştığını, diğer çalışanlardan maddi menfaatler elde ettiğini, karşılığında izin kullandırdığını, bayan işçiler hakkında cinsel imalarda bulunduğunu, iş akdinin haklı sebeple feshedildiğini savunarak, davanın reddini istemiştir.
C-)Yerel Mahkeme Kararının Özeti:
Mahkemece, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna dayanılarak, davalının iş sözleşmesini fesihte haklı olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
D-)Temyiz:
Kararı davacı temyiz etmiştir.
E-)Gerekçe:
İşe iade davasında davacının iş sözleşmesinin haklı değil, geçerli sebeple feshedildiği kabul edilerek sonuca gidilmiş ve bu hüküm Yargıtay denetiminden geçerek kesinleşmiştir.
Bu saptama kıdem ve ihbar tazminatına yönelik eldeki davada bağlayıcı nitelik taşımakta olup, iş sözleşmesinin haklı sebeple feshedildiği sonucuna varılarak davanın reddi bozmayı gerektirmiştir…),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
H.G.K.nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği düşünüldü:
KARAR : Dava, ihbar ve kıdem tazminatı istemlerine ilişkindir.
Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; davacının iş akdinin işveren tarafından noter ihtarıyla toplu iş sözleşmesinin disiplin hükümleri bölümünün 14 ve 20. bendi uyarınca 4857 Sayılı Kanun’un 25/II-e maddesine göre feshedildiğini, davacının açtığı işe iade davasının ise davacıya isnat edilen davranışların geçerli fesih nedeni olduğu kabul edilerek reddine karar verildiğini, bu durumda iş akdi 18. madde kapsamında sonlandırıldığından ihbar ve kıdem tazminatı ödenmesi gerektiğini, iş arkadaşları ve işverene karşı olumsuz davranışlarda bulunmadığını beyanla, ihbar ve kıdem tazminatına hükmedilmesini istemiştir.
Davalı P… Entegre Et ve Un Sanayi A.Ş. vekili cevap dilekçesinde; davacının iş sözleşmesinin iş arkadaşlarından menfaat temin etmesi ve işyerindeki bayan işçiler hakkında cinsel imalarda bulunması sebebiyle İş Kanunu’nun 25/II. maddesine göre feshedildiğini, işe iade davasında verilen kararda mahkemenin, davacının işyerinde sergilediği davranışları iş akdinin feshi için yeterli kanaat sebebi olarak gördüğünü, ihbar ve kıdem tazminatlarının ancak 17 ve 18. maddelere göre yapılan fesihlere bağlı olarak istenebilecek tazminatlar olduğunu, işe iade kararında feshin 17 ve 18. maddelere dayalı olarak yapıldığına hükmedilmediğini belirtilerek, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, “davacının, emri altında olan işçilerden maddi menfaat temin ettiği, bayan personel hakkında, rencide edici, uygunsuz ve iffetlerini zedeleyici içerikte konuşmalar yaptığı, davranışlarının işyeri barışının ve huzurunun bozulmasına sebep olduğu, bu eylem 4857 Sayılı Kanun’un II/ b), c), d) ve e) bendi kapsamında kalmakla birlikte, davalı işveren fesih sebebiyle bağlı bulunduğundan, işveren tarafından iş akdinin feshinin 4857 Sayılı Kanun’un II/e) bendi kapsamında haklı fesih sebebine dayanıldığı” gerekçesiyle, davanın reddine dair verilen karar davacı vekili tarafından temyizi üzerine, Özel Daire’ce yukarda başlık bölümünde yazılı gerekçeyle bozulmuş, mahkemece “işe iade talebinin reddine dair ilamda, fesih sebebinin haklı sebep oluşturmadığı yönünde bir tespitte bulunulmadı, feshin geçerli sebebe dayandığı saptaması gerekçelendirilirken dayanak sebeplerin her birinin, 4857 Sayılı Kanun’un II. maddesi kapsamında haklı fesih sebebi oluşturduğu” gerekçesiyle davanın reddine dair önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmektedir.
I-)Yargıtay H.G.K.’nda yapılan görüşme sırasında işin esasına geçilmeden önce, ilk olarak, davalı işveren vekilinin, vekillikten istifa edip etmediği hususunun araştırılması için dosyanın geri çevrilmesine gerek olup olmadığı ön sorun olarak incelenmiştir.
Somut uyuşmazlıkta Özel Daire bozma kararı sonrası duruşma gününü içeren tensip tutanağının davalı P. A.Ş. vekili Av. D. A.’a tebliğini içeren tebligat parçası; 16.4.2012 tarihinde “Muhatap Av. ile birlikte çalışan B.G.’nun yazılı imzalı beyanı ile, ..vekillikten istifa sebebiyle iade” şerhiyle bila tebliğ iade edilmiş, direnme kararı ise davalı P. A.Ş. vekili Av. D. A.’a “Muhatabın o an dışarıda olması sebebiyle aynı adreste kendisiyle birlikte sürekli çalışan ve imzaya ehil olan B.G. imzasına tebliğ edilmiştir” meşruatı ile 12.12.2012 tarihinde tebliğ edilmiş olup, dosya içerisinde davalı P. A.Ş. vekili Av. D. A. tarafından ibraz edilmiş bir istifa dilekçesi bulunmamaktadır.
Bilindiği üzere, vekalet sözleşmesinin, hizmetle ilgili diğer sözleşmelere oranla, çok daha sıkı bir şekilde karşılıklı güvene dayalı olduğu öğreti ve uygulamada ittifakla benimsenmektedir. Vekalet ilişkisinin kurulmuş olması, karşılıklı güven unsurunun vekalet sözleşmesinin kurulması aşamasında her iki taraf yönünden mevcut olmasıyla mümkündür ve bunun o aşamada varlığının göstergesidir. Ne var ki, vekalet sözleşmesinin niteliği gereğince, bu unsur, sözleşmenin devamı süresince de varlığını korumalıdır. Eğer, başlangıçta mevcut olan karşılıklı güven, sözleşme süresi içerisinde gerçekleşen olgulardan dolayı bir taraf yönünden haklı olarak zedelenir veya ortadan kalkarsa, o taraf sözleşmeyi her zaman feshedebilir. Bu ilke, mülga 818 Sayılı Borçlar Kanunu’nun 396/1. maddesinde, “Vekaletten azil ve ondan istifa her zaman caizdir” şeklinde ifade edilmiş, aynı ilke 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 512. maddesinde de belirtilmiştir.
Azil ve istifa beyanı yenilik doğuran tek yanlı bir işlemdir ve irade beyanının karşı tarafa ulaşmasıyla vekalet ilişkisini “tasfiye edilmesi gerekli” bir ilişki durumuna sokar (Hatemi/Serozan/Arpacı Borçlar Hukuku Özel Bölüm. İstanbul 1992 s.435).
Herhangi bir şekle tabi olmayan istifa beyanı; vekalet ilişkisini ileriye doğru sona erdiren, bozucu yenilik doğuran tek taraflı bir hukuki muameledir ve doğurduğu bozucu yenilik doğuran etki nedeniyle, istifaya dair irade beyanının bizzat vekilden gelmesinde zorunluluk bulunmaktadır.
Öte yandan, mülga 818 Sayılı Borçlar Kanunu’nun 37. ve 396. maddelerinde açıkça vurgulandığı üzere temsil yetkisinin son bulması, vekilin yetkisiz temsilci haline gelmesi ve yaptığı işlemlerin bu sebeple geçersiz sayılması için, azil keyfiyetinin temsilciye ulaştırılması gerekir.
Buna göre, davada bir tarafın vekilinin istifa ettiğinin mahkemeye ve karşı tarafa bildirilmesi zorunludur. Aksi halde karşı taraf (ve mahkeme) hakkında hüküm ifade etmez. Buradan gidilerek temsilciye ya da üçüncü kişilere temsil yetkisinin geri alındığı, yöntemine uygun biçimde ulaştırılmadıkça bu yetkinin devam ettiği kabul edilir.
Somut uyuşmazlıkta davalı vekilinin istifasına dair dosya kapsamında her hangi bir belge yer almadığı gibi, tebligat üzerine dercedilen ve vekilin istifa ettiğine dair beyanın ise vekile değil, çalışanına ait olduğu anlaşılmaktadır.
Yukarıda açıklandığı üzere, davalı vekilinin istifa ettiğine dair; vekilden sadır olan bir irade beyanı mahkemeye ulaşmadığından, vekilin davalıyı temsil yetkisinin devam etmekte olduğunun kabulü gereklidir.
Bu halde, davalı vekilinin istifaya dair beyanının bulunmaması ve hakimin taraf vekilinin istifasını re’sen araştırma yükümlülüğünden sözetmenin de mümkün olmaması hususları dikkate alınarak, dosyanın taraf vekilinin istifa beyanının araştırılması için geri çevrilmesine gerek bulunmadığına 19.02.2014 gününde yapılan ilk görüşmede oybirliğiyle karar verilmiştir.
II-Yargıtay H.G.K.’nda yapılan görüşmeler sırasında işin esasına geçilmeden önce, 2. olarak; bozma ilamından sonra davalı işveren şirkete yapılan tebligatın usulüne uygun olup olmadığı, dolayısıyla taraf teşkilinin yöntemine uygun şekilde sağlanıp sağlanmadığı ve taraf teşkili sağlanmadan direnme kararı verilmesinin mümkün olup olmadığı hususu ön sorun olarak incelenmiştir.
Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle “tebligat”, “taraf teşkili”, “adil yargılanma” ve “hukuki dinlenilme hakkı” kavramları üzerinde durulmasında yarar bulunmaktadır:
Bilindiği üzere, çekişmeli yargıda kural olarak, duruşma yapılması zorunludur. Buna göre, hakim iddia ve savunma haklarını kullanabilmeleri için tarafları duruşmaya çağırmak zorundadır. Kanunun gösterdiği istisnalar dışında hakim tarafları dinlemeden veya iddia ve savunmalarını bildirmeleri için yasaya uygun biçimde davet etmeden hükmünü veremez.
Taraflar duruşmaya çağrılmadan, eş anlatımla; taraf teşkili sağlanmadan hüküm verilememesi, Anayasanın 36. maddesiyle düzenlenen iddia ve savunma hakkının kullanılmasına olanak tanınması ilkesinin doğal bir sonucudur.
Gerçekten savunma hakkını güvence altına alan T.C.Anayasası’nın 36. maddesiyle 1086 Sayılı H.U.M.K.nun 73. maddesinde de (6100 Sayılı H.M.K.nun 27. maddesi) açıkça belirtildiği üzere, mahkemece davalı yan; dinlenmek ve savunması alınmak üzere kanuni şekillere uygun olarak davet edilmedikçe hüküm verilmesi mümkün bulunmamaktadır, aksi halde savunma hakkının kısıtlanmış sayılacağı, gerek öğreti, gerekse yargısal kararlarda tartışmasız olarak kabul edilmektedir (B. Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. Baskı, Cilt II, s.1876 vd).
1.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Hukuki Dinlenilme Hakkı” başlıklı 27. maddesi (Mülga 1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 73. maddesi) uyarınca davanın tarafları, kendi haklarıyla bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip olup, bu hak, yargılamayla ilgili bilgi sahibi olunmasını da içerir.
Buna göre mahkeme, iki tarafa eşit şekilde hukuki dinlenilme hakkı tanıyarak hükmünü vermelidir. Taraflara hukuki dinlenilme hakkı verilmesi anayasal bir haktır. Anayasamızın 36. maddesine göre teminat altına alınan iddia ve savunma hakkıyla adil yargılanma hakkı, hukuki dinlenilme hakkını da içermektedir. Yine İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nde de hukuki dinlenilme hakkı, adil yargılanma hakkı içinde teminat altına alınmıştır. Bu hakka, tarafın hakime meramını anlatma hakkı ya da iddia ve savunma hakkı da denilmektedir. Ancak, hukuki dinlenilme hakkı, bu ifadeleri de kapsayan daha geniş bir anlama sahiptir.
6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 27. maddesi hükmüne göre:
“(I) Davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer ilgilileri, kendi haklarıyla bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahiptirler.
(2) Bu hak;
a-) Yargılamayla ilgili olarak bilgi sahibi olunmasını,
b-) Açıklama ve ispat hakkını,
c-) Mahkemenin, açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesini ve kararların somut ve açık olarak gerekçelendirilmesini,
içerir”.
Hukuki dinlenilme hakkı olarak maddede ifade edilen ve uluslararası metinlerde de yer bulan bu hak, çoğunlukla “iddia ve savunma hakkı” olarak bilinmektedir. Ancak, hukuki dinlenilme hakkı, iddia ve savunma hakkı kavramına göre daha geniş ve üst bir kavramdır.
Bu hak, yargılamanın tarafları dışında, müdahiller ve yargılama konusuyla ilgili olanları da kapsamına almaktadır. Ancak, her yargılama süjesi kendi hakkıyla bağlantılı ve orantılı olarak bu hakka sahiptir. Hakkın temel unsurları maddede tek tek belirtilmiş, böylece uygulamada bu temel yargısal hak konusundaki tereddütlerin önüne geçilmesi amaçlanmıştır.
Bu çerçevede, öncelikle tarafların gerek yargı organlarınca gerekse karşı tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur. Kişinin kendisinden habersiz yargılama yapılarak karar verilmesi, kural olarak mümkün değildir.
Bu hakkın 2. unsuru, açıklama ve ispat hakkıdır. Taraflar, yargılamayla ilgili açıklamada bulunma, bu çerçevede iddia ve savunmalarını ileri sürme ve ispat etme hakkına sahiptirler. Her iki taraf da bu haktan eşit şekilde yararlanırlar. Bu durum “silahların eşitliği ilkesi” olarak da ifade edilmektedir.
Bu hakkın 3. unsuru, tarafların iddia ve savunmalarını yargı organlarının tam olarak dikkate alıp değerlendirmesidir. Bu değerlendirmenin de, kararların gerekçesinde yapılması gerekir (B.K.. 6100 Sayılı H.M.K.nun Hükümet Gerekçesi madde 32).
Hukuki dinlenilme hakkı, sadece belli bir yargılama için ya da yargılamanın belli bir aşaması için geçerli olan bir ilke değildir. Tüm yargılamalar için ve yargılamanın her aşamasında uyulması gereken bir ilkedir. Bu çerçevede gerek çekişmeli ve çekişmesiz yargı işlerinde gerekse bu yargılamalarla bağlantılı geçici hukuki korumalarda, icra takiplerinde, tahkim yargılamasında, hatta hukuki uyuşmazlıklarla ilgili yargılama dışında ortaya çıkan çözüm yollarında, her bir yargılama, çözüm yolu ve uyuşmazlığın niteliğiyle bağlantılı şekilde hukuki dinlenilme hakkına uygun davranılmalıdır.
Hukuki dinlenilme hakkına aykırılık -bir istinaf gerekçesi ve- temyizde de bozma sebebidir. Hakkın ihlalinin niteliğine göre, yargılamanın yenilenmesi sebebi olarak kabul edilebilir. Ayrıca adil yargılanma ihlali çerçevesinde de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurulabilir.
Kanunda da açıkça belirtildiği gibi, hukuki dinlenilme hakkının temel üç unsuru bulunmaktadır (6100 Sayılı H.M.K. 27/2).
Bunlardan ilki “Bilgilenme Hakkı” dır.
Buna göre, hak sahibinin kendisiyle ilgili yargılama ve yargılamanın içeriği hakkında tam bir şekilde bilgi sahibi olması sağlanmalıdır. Bilgilenme hakkı, gerek karşı taraf gerekse yargı organlarının işlemleri ve dosya kapsamına girip yargılamayı etkileyen her şeyi kapsar. Tarafın bilgi sahibi olmadığı işlemler, belge ve bilgiler yargılamada esas alınamaz. Bilgilenmenin şekli bakımından, hukuki dinlenilme hakkına uygun davranılmalı, ilgilinin bilgilenmesi şeklen değil, gerçekten sağlanmaya çalışılmalıdır. Özellikle tebligat ve davetiye kurallarının uygulanmasında özen gösterilmelidir. Usulüne uygun tebligat yapılmadan, davetiye çıkarılmadan, tefhimi mümkünse tefhim gerçekleşmeden yapılan işlemler taraflar bakımından sonuç doğurmaz. Taraflardan gizli yargılama yapılamayacağı için, yargılamaya dahil olan her işlem bakımından taraflar, dosyanın korunması ve yargılamanın sağlıklı yürütülmesi dışında bir sınırlamaya tabi olmadan tam olarak bilgilenme hakkını kullanabilirler. Bu sınırlamalar da bilgilenme hakkını ortadan kaldırıcı nitelikte olmayıp sadece kullanılmasını yargılamanın sağlıklı işlemesi için belirli kurallara bağlamak şeklinde olabilir. Tarafların bilgisine açık olmayan hiçbir husus hükme esas alınamaz.
Hakkaniyete uygun bir yargılanmanın gerçekleşmesini sağlayacak en önemli ilke ise silahların eşitliği ilkesidir. AİHM’nin 6. maddesinin 1.bendinin ilk cümlesinde yer alan silahların eşitliği ilkesi, yine, AİHM’ne göre, mahkeme önünde sahip olunan hak ve vecibeler bakımından taraflar arasında tam bir eşitliğin bulunması ve bu dengenin bütün yargılama boyunca korunmasıdır. Başka bir deyişle, silahların eşitliği ilkesi, davanın taraflarından birini diğeri karşısında avantajsız bir duruma düşürmeyecek şekilde her iki tarafın deliller de dahil olmak üzere, iddia ve savunmasını ortaya koymak için makul bir olanağa sahip olması, tarafların denge içinde olması demektir.
Söz konusu ilke tarafların usulüne uygun olarak mahkemenin önüne gelmelerini sağlayan tebligat işlemi açısından önemlidir. Çünkü ancak hukuka uygun bir usulde gerçekleşen tebligat üzerine, durumdan haberdar olan taraflar iddia ve savunmalarını eşit şekilde yapabileceklerdir.
Savunma hakkının yeterince kullanılamadığı bir yargılamanın doğru sonuçlar vermesi beklenemez. Adil yargılamayı gerçekleştirmeye yönelik her hukuk kuralı savunma hakkının varlığına işaret edecektir. Hak arama özgürlüğü ve bunun somut unsurlarından biri olan savunmanın yapılabilmesinin ilk koşulu ise tebligattır. Bir yargılama sırasında taraflar, yargılama hakkındaki ilk bilgilere ve bunun sonucunda iddia ve savunma yapabilme haklarına ancak usulüne uygun tebligatla kavuşabilecek ve bu şekilde savunma yapılabilecektir. Bunun tersi olarak geçerli ve usulüne uygun bir tebligat olmaksızın yargılama yapılması ise, savunma hakkının dolayısıyla, en temel insan haklarından birinin ihlali anlamına gelecektir (M. Ruşen Gültekin, Adil Yargılanma Hakkının Gerçekleşmesini Sağlayan Araçlardan Milletlerarası Tebligat ve İstinabe, (Doktora Tezi), Ankara 2006, s. 17 vd.).
Yargılamanın sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi, iddia ve savunmayla ilgili delillerin eksiksiz toplanıp tartışılabilmesi, itirazların yapılabilmesi, davanın süratle sonuçlandırılabilmesi, öncelikle tarafların duruşma gününden haberdar edilmesiyle mümkün olur. Kişinin hangi yargı merciinde duruşması bulunduğunu, hakkındaki iddia ve isnatların nelerden ibaret olduğunu bilmesi, 7201 Sayılı Tebligat Kanunu ve Yönetmelikte açıklanan usule uygun tebligatyapılmasıyla sağlanabilir (HGK’nun 4.3.2009 gün ve 2009/9-52 E. 2009/105 K.; 14.4.2010 gün ve 2010/21-200 E. 2010/216 K.; 20.4.2011 gün ve 2011/5-175 E. 2011/202 K. sayılı ilamları).
Yetkili makamlar tarafından bir takım hukuki işlemlerin, bunların hukuki sonuçlarından etkilenmeleri amaçlanan kimselere yasaya uygun şekilde bildirimi ve bu bildirimin de usulüne uygun şekilde yapıldığının belgelenmesi olarak tanımlanan tebligat, Anayasayla güvence altına alınan iddia ve savunma hakkının, daha da özelde hukuki dinlenilme hakkının tam olarak kullanılması ve bu suretle adil bir yargılamanın yapılmasını sağlayan çok önemli bir araçtır.
Bir davada davalının, davacının açmış olduğu davadan haberdar olması, davaya cevap vermesi ve hatta cevap süresinin işlemeye başlaması için dava dilekçesinin tebliğ edilmesi gerekir. Aksi durumun, ilgilinin hak arama hürriyetini kısıtlayacağına şüphe yoktur. Aslında hemen her hukuksal işlemin tebligatla sonuç doğuracağını söylemek mümkündür.
Bir davada tarafların teşkil edilebilmesi, bu sayede davada karşılıklılık, çelişikliğin sağlanabilmesi ve iddia ve savunmalarda bulunulabilmesi için taraflarla, taraflar dışındaki tanık ve bilirkişi gibi üçüncü kişilere usulüne uyguntebligat yapılması gereklidir. Tebligat sayesinde, ilgililer duruşmaya davet olunur ve kendilerine, yargılama hakkındaki ilk bilgiler, tebliğ konusu dilekçeler verilir. Tebligat, yargılamanın makul sürede yapılıp sonuçlandırılması, hak ve adaletin gecikmeden yerine getirilmesi açısından önemli bir usuli işlemdir (M. Ruşen Gültekin, a.g.e., s. 16, 17).
Bu bakımdan, davetiyenin ve tebliğ tutanaklı zarfın, davadaki ve takipteki önemi büyüktür. Tebligat; bilgilendirme yanında belgelendirme özelliği de bulunan bir usul işlemi olduğundan tebligatla ilgili olarak 7201 Sayılı TebligatKanunu ve buna bağlı olarak çıkarılan yönetmelik hükümleri tamamen şeklidir. Kanun ve yönetmeliğin amacı tebligatın muhatabına en kısa zamanda ulaşması, konusuyla ilgili olan kişilerin bilgilendirilmesi ve bu hususların belgeye bağlanmasıdır. Gerek tebliğ işlemi ve gerekse tebliğ tarihi ancak yasa ve tüzükte emredilen şekillerle tevsik ve dolayısıyla ispat olunabilir.
Tebligat Kanunuyla Yönetmeliğinde öngörülen şekilde işlem yapılmış olmadıkça tebliğ memuru tarafından yapılan yazılı beyan onun mücerret sözünden ibaret kalır ve dolayısıyla belgelendirilmiş sayılmaz.
Şu hale göre; yazılı tebligat, bir davaya dair işlemleri o davayla ilgili kişilere bildirmek için, mahkemelerce Yasaya uygun biçimde yapılan bir belgelendirme işlemidir. Dolayısıyla, kanun ve yönetmelik hükümlerinin en ufak ayrıntılarına kadar uygulanması zorunludur. Kanunun ve Yönetmeliğin belirlediği şekilde yapılmamış ve belgelendirilmemiş olan tebligatların geçerli olmayacağı Yargıtay içtihatlarında açıkça vurgulanmıştır.
Yukarıdaki açıklamaların ışığında kısaca belirtmek gerekirse, çekişmeli yargıda kural olarak, duruşma yapılması zorunludur. Buna göre, hakim iddia ve savunma haklarını kullanabilmeleri için tarafları duruşmaya çağırmak zorundadır. Kanunun gösterdiği istisnalar dışında hakim tarafları dinlemeden veya iddia ve savunmalarını bildirmeleri için yasaya uygun biçimde davet etmeden hükmünü veremez.
Buna göre, taraf teşkili dava şartı olup, davanın her aşamasında mahkemece re’sen nazara alınması gereken bir olgudur ve mahkemenin, duruşma gününü, kararını, bozma ilamını, bozma sonrası duruşma günü ve direnme kararını taraflara kendiliğinden tebliğ edip taraf teşkilini sağlaması, usulün amir hükmü gereğidir.
Yargılamanın sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi, iddia ve savunmayla ilgili delillerin eksiksiz toplanıp tartışılabilmesi, itirazların yapılabilmesi, davanın süratle sonuçlandırılabilmesi; bozma sonrası yargılamanın devamı, uyup uymama yönündeki kararın verilebilmesi, öncelikle tarafların duruşma gününden usulünce haberdar edilmesi ve böylece taraf teşkilinin sağlanmasıyla mümkündür. Bu yolla kişi, hangi yargı merciinde duruşması bulunduğuna, hakkındaki iddia ve isnatların nelerden ibaret olduğuna, yargılamanın safahatına, bozma ilamının içeriğine, bozma sonrası duruşmanın hangi tarihte yapılacağına, verilen kararın ne olduğuna, 7201 Sayılı Tebligat Kanunu ve Yönetmeliğinde açıklanan usule uygun tebligat yapılmasıyla vakıf olabilecektir.
Görüldüğü üzere, taraf teşkili sadece davanın açılması aşamasında değil, yargılamanın diğer aşamalarında da önem taşımaktadır.
Mahkemenin, bozma ilamına uyma ya da direnme konusunu karara bağlamadan önce de, bozma ilamını ve duruşma gününü taraflara kendiliğinden tebliğ edip taraf teşkilini sağlaması, 6217 Sayılı Kanun’un 30. maddesiyle 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (H.M.K.’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (H.U.M.K.’nun 429. maddesinin amir hükmü gereği, zorunludur.
Nitekim, bozma sonrası mahkemece yapılacak işlemleri düzenleyen 1086 Sayılı H.U.M.K.nun 429/2. maddesinde, “…Mahkeme, temyiz edenden 434. madde uyarınca peşin alınmış olan gideri kullanmak suretiyle, kendiliğinden tarafları duruşmaya davet edip dinledikten sonra, Yargıtay’ın bozma kararına uyulup uyulmayacağına karar verir.” hükmü öngörülmüştür.
Bu açık hüküm karşısında mahkeme, bozma ilamını taraflara tebliğ edip; kendiliğinden tarafları duruşmaya davet etmekle yükümlüdür. Belirtilen usulü işlemler tamamlanmadan ve bozma sonrası taraf teşkili sağlanmadan, mahkemece direnme ya da uyma kararı verilmesi olanaklı değildir.
Nitekim Yargıtay H.G.K.’nun 26.12.2012 gün ve 2012/11-1065 E., 2012/1438 K.; H.G.K.’nun 14.12.2011 gün ve 2011/21-866 E. 2011/752 K.; H.G.K.’nun 23.11.2011 gün ve 2011/11-554 E. 2011/684 K.; H.G.K.’nun 20.4.2011 gün ve 2011/5-175 E. 2011/202 K.; H.G.K.’nun 14.4.2010 gün ve 2010/21-200 E. 2010/216 K.; H.G.K.’nun 26.9.2007 gün ve 2007/11-652 E. 2007/624 K ile H.G.K.’nun 2.7.2003 gün ve 2003/2-408 E. 2003/467 K. sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir.
Yukarıda açıklanan mevzuat hükümleri ve konuya dair ilkeler gözetilerek, somut olay değerlendirildiğinde :
Mahkemece Özel Daire bozma ilamının ve duruşma gününün tebliği için davalı vekiline gönderilen tebligat “Muhatap Av. ile birlikte çalışan B.G.’nun yazılı imzalı beyanı ile, …vekillikten istifa sebebiyle iade” açıklamasıyla bila tebliğ iade edilmiş, mahkemece davalıya usulüne uygun olarak tebligat yapılmadığı zapta geçirilerek, bozma ilamına karşı direnilmesine karar verilmiştir.
Şu durumda, mahkemece, bozma ilamı ve bozma sonrası duruşma günü davalıya usulünce tebliğ edilmiş gibi işlem tesis edilip, taraf teşkili sağlanmadan duruşma açılarak; davalının yokluğunda ve onun savunma hakkı kısıtlar biçimde yargılamanın yapılıp direnme kararı verilmesi, usul ve yasaya aykırıdır.
Mahkemece yapılacak iş; Özel Daire bozma ilamıyla duruşma gününün 7201 Sayılı Kanun hükümlerine uygun olarak davalıya yöntemince tebliğiyle taraf teşkili sağlanması ve ancak bu usulü gerek tamamlandıktan sonra bir karar vermek olmalıdır.
Bu sebeple ön sorunun açıklanan sebeplerle kabulüyle direnme kararının diğer hususlar incelenmeksizin bu değişik ve usule dair sebeplerle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle direnme kararının yukarda gösterilen değişik nedenlerden dolayı 6217 Sayılı Kanun’un 30. maddesiyle 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair hususlara yönelik temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, istenmesi halinde temyiz peşin harcının yatırana iadesine, 5521 Sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 8/3. fıkrası uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 26.02.2014 tarihinde yapılan 2. görüşmede oyçokluğuyla karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2013/12-100
K. 2013/1643
T. 4.12.2013
DAVA : Şikayet kanun yoluna başvuru nedeniyle yapılan yargılama sonunda; Kadıköy 1.İcra Hukuk Mahkemesi’nce şikayetin reddine dair verilen 09.12.2011 gün ve 2011/362 E., 2011/1773 K. sayılı kararın incelenmesi şikayetçi-borçlu vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 12.Hukuk Dairesi’nin 31.05.2012 gün ve 2012/2092-18668 sayılı ilamı ile;
(…Alacaklı tarafından borçlu hakkında kambiyo senetlerine özgü haciz yoluyla başlatılan icra takibinde borçlu, Tebligat Kanunu’nun 35. maddesine göre yapılan tebligatın usulsüz olduğu yönündeki şikayeti ile birlikte takibin iptalini talep etmiş, mahkemece borçlunun usulsüz tebligat şikayetinin reddine diğer şikayetlerinin ise süreden reddine karar verilmiştir.
7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun bilinen adrese tebligatı düzenleyen 10 maddesinin 1.fıkrasına göre tebligat, muhataba bilinen en son adresinde yapılır. 6099 Sayılı Yasanın 3.maddesi ile eklenen aynı maddenin 2. fıkrasına göre ise, bilinen en son adresin tebligata elverişli olmadığının anlaşılması veya tebligat yapılamaması hâlinde, muhatabın adres kayıt sisteminde bulunan yerleşim yeri adresi, bilinen en son adresi olarak kabul edilir ve tebligat bu adrese yapılır.
Aynı Kanununun tebliğ imkânsızlığı ve tebellüğden imtina başlıklı 21. maddesine 6099 Sayılı Yasanın 5. maddesi ile eklenen 2. fıkrasında; “Gösterilen adres muhatabın adres kayıt sistemindeki adresi olup, muhatap o adreste hiç oturmamış veya o adresten sürekli olarak ayrılmış olsa dahi, tebliğ memuru tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti azasından birine veyahut zabıta amir veya memurlarına imza karşılığında teslim eder ve tesellüm edenin adresini ihtiva eden ihbarnameyi gösterilen adresteki binanın kapısına yapıştırır. İhbarnamenin kapıya yapıştırıldığı tarih, tebliğ tarihi sayılır” hükmü yer almaktadır.
Öte yandan 7201 Sayılı Tebligat Kanununun 23/8.maddesi uyarınca, tebligatın adres kayıt sistemindeki adrese yapılması durumunda buna ilişkin kaydın tebligat evrakı üzerine yazılması zorunludur. Bir diğer anlatımla 7201 SayılıTebligat Kanununun 21/2.maddesine göre tebligat yapılabilmesi için, tebliği çıkaran mercice, tebligat çıkarılan adresin, muhatabın adres kayıt sistemindeki adresi olduğuna dair tebliğ evrakı üzerine kayıt düşülmesi zorunludur.
Diğer taraftan, 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 35.maddesine göre tebligat yapılabilmesi için ise, bu maddenin 6099 Sayılı Yasanın 9.maddesi ile değişik 2.fıkrası uyarınca, muhatabın, adres kayıt sisteminde yerleşim yeri adresinin tespit edilememiş olması zorunludur.
Somut olayda, alacaklı tarafından kambiyo senetlerine özgü haciz yolu ile icra takibine başlandığı, örnek 10 numaralı ödeme emrinin borçlunun ödeme emri adresi ile aynı adres olan ticaret sicili adresine gönderildiği, tebliğ evrakının bila tebliğ iade edilmesi üzerine, aynı adreste 7201 Sayılı Tebligat Kanununun 35.maddesine göre 18.01.2011 tarihinde tebliğ işleminin yapıldığı, ayrıca tespit edilen adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresine yapılan tebligatın ise bila tebliğ iade edildiği görülmüştür.
Borçlunun tespit edilen adres kayıt sistemindeki adresine 7201 Sayılı Tebligat Kanununun 21.maddesine 6099 Sayılı Yasanın 5. maddesi ile eklenen 2. fıkrası uyarınca ödeme emri tebliği yapılması gerekirken bu prosedüre uyulmadan 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 35.maddesine göre tebligat yapılması yukarıda açıklanan yasal düzenlemelere aykırıdır.
O halde mahkemece borçlunun usulsüz tebligat şikayeti kabul edilip, borçlunun sair şikayetleri incelenerek oluşacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile şikayetin reddi yönünde hüküm tesisi isabetsizdir….)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : İstek, şikayet yolu ile ödeme emri tebliğinin usulsüzlüğü ve takibin iptaline ilişkindir.
Yerel Mahkemece, “…Ödeme emri tebliğinin usulüne uygun olduğu ve süresinde ileri sürülmeyen diğer şikayetlerin kabul görmediği” gerekçesiyle borçlunun usulsüz tebligat şikayetin reddine dair verilen karar, şikayetçi-borçlu vekilinin temyizi üzerine, Özel Daire’ce, yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuştur. Yerel Mahkemece, “Tebligat Kanunu’ndaki değişikliğin bu dosyada uygulanmasının mümkün olmadığı” gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.
Hükmü şikayetçi-borçlu vekili temyiz etmiştir.
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; icra takibinde borçluya gönderilen ödeme emrinin Tebligat Kanunu’nun 35. maddesine göre usulüne uygun olarak tebliğ edilip edilmediği; varılacak sonuca göre, borçlunun sair şikayetlerinin yerel mahkemece incelenmesi gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle, ödeme emri tebliğinin yapıldığı 18.01.2011 tarihinde yürürlükte bulunan ve somut uyuşmazlıkta gözetilmesi gereken konuya ilişkin yasal düzenlemeler üzerinde durulmalıdır;
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 19.03.2003 gün ve 4829 Sayılı Kanun’un 11.maddesi ile değişik “Adres Değiştirmenin Bildirilmesi Mecburiyeti” başlıklı 35.maddesinde;
“Kendisine veya adresine kanunun gösterdiği usullere göre tebliğ yapılmış olan kimse, adresini değiştirirse, yenisini hemen tebliği yaptırmış olan kaza merciine bildirmeye mecburdur. Bu takdirde bundan sonraki tebliğler bildirilen yeni adrese yapılır.
(Değişik fıkra: 19/03/2003-4829 S.K./11.md.) Adresini değiştiren kimse yenisini bildirmediği ve yeni adres tebliğ memurunca da tespit edilemediği takdirde tebliğ olunacak evrakın bir nüshası eski adrese ait binanın kapısına asılır ve asılma tarihi, tebliğ tarihi sayılır.
(Değişik fıkra: 19/03/2003-4829 S.K./11.md.) Bundan sonra eski adrese çıkarılan tebliğler muhataba yapılmış sayılır.
(Ek fıkra: 06/06/1985-3220/12.md.) Daha önce tebligat yapılmamış olsa bile, taraflar arasında yapılan, imzası resmi merciler önünde ikrar olunmuş sözleşmelerde belirtilen adresler ile kamu kurum ve kuruluşları ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına, ticaret sicillerine ve esnaf ve sanatkarlar sicillerine verilen en son adreslerdeki değişiklikler hakkında da bu madde hükümleri uygulanır.”
Hükmü yer almaktadır.
Madde metninde geçen ‘kaza mercii’nden ne anlaşılması gerektiği, ‘Kazai Tebligat’ başlıklı, Tebligat Kanunu’nun 2. Babının 1. Faslından çıkartılmaktadır. Bu fasılda adli, idari ve askeri kaza mercilerince yapılacak tebliğlerde uygulanacak özel hükümler içermektedir (Teb.K.m.34/1).
Kazai mercilerin yapacakları tebligat, Tebligat Kanunu’nun “Umumi Hükümler” başlığını taşıyan Birinci Babının genel hükümlerine (Teb.K.m.1-33) tabi olduğu gibi, sadece kazai merciler tarafından yapılan tebligatlarda uygulanmak üzere vaz edilen özel hükümlere (Teb.K.m.34-44)de tabi kılınmıştır.
Tebligat Kanunu’nun 35.maddesi, hem kazai tebliğler ve hem de icra tebliğleri bakımından uygulanabilen bir hükümdür.
Tebligat Kanunu’nun 35.maddesi yargılama sırasında taraflardan birinin adresini değiştirmiş olması halinde, bundan sonraki kazai tebliğlerin nasıl yapılacağını düzenlemektedir. Kazai tebliğler bakımından 35.maddenin uygulanabilmesi için, taraflardan birinin o dava ile ilgili olarak kendisine tebliğin yapıldığı adresini daha sonra değiştirmiş olması gerekir.
Eğer, taraflardan birine bir dava ile ilgili olarak ilk defa tebliğ yapılacak ise, muhatabın, adresini tebliğden önce değiştirmiş olması halinde 35.madde kural olarak uygulanmaz. Bu kuralın istisnası aynı maddenin son fıkrasında yer almaktadır.
Dava sırasında değiştirilen adresin kazai mercie hemen bildirilmesi halinde, bundan sonraki tebliğler muhatabın bildirdiği yeni adresine yapılır (Teb.K.m.35/1).
Tebliğin yapılmasından sonra adresini değiştirdiği halde, yeni adresini tebliği çıkaran kazai mercie bildirmemiş olan muhatabın yeni adresi tebliğ memurunca da tespit edilemediği taktirde, tebliğ 35.maddenin 2. ve 3.fıkraları uyarınca yapılır. Tebliğ olunacak evrakın bir nüshası eski adrese ait binanın kapısına asılır ve asılma tarihi, tebliğ tarihi sayılır. Tebliğe bağlanan hukuki sonuçlar da bu tarihten itibaren doğar. Bundan sonra eski adrese çıkarılan tebliğler muhataba yapılmış sayılır.
Aynı maddenin son fıkrasında, adresini değiştiren muhataba kazai merci tarafından daha önce bir tebliğ yapılmamış olsa bile, yeni tebliğlerin 2. ve 3.fıkraya göre yapılacağını istinaen kabul etmiştir. Bu halde, muhatabın daha önce tebliğ yapılan adresinin değiştirilmesi değil, değiştirildiği için tebliğ yapılamayıp, tebliğ evrakının iade edilmesine yol açan adres sebebiyle 2. ve 3.fıkranın uygulanması söz konusudur. (Timuçin, Muşul: Tebligat Hukuku, 2.Bası, İstanbul 2008, syf.108-113).
Hemen belirtmelidir ki, tebligat ile ilgili Kanun ve Tüzük hükümleri tamamen şeklidir. Değinilen işlemler, bilgilendirme yanında belgelendirme özelliği de bulunan bir usul işlemi olmakla, gerek tebliğ işlemi ve gerekse tebliğ tarihi ancak Kanun ve Tüzükte emredilen şekillerle tevsik ve dolayısıyla ispat olunabilir. Bu sebeple tebligatın usul yasaları ile ilişkisi de daima göz önünde tutulmalıdır.
Kanun ve Tüzüğün amacı tebligatın muhatabına en kısa zamanda ulaşması, konusu ile ilgili olan kişilerin bilgilendirilmesi ve bu hususların belgeye bağlanmasıdır. Hal böyle olunca, Kanun ve Tüzük hükümlerinin en ufak ayrıntılarına kadar uygulanması zorunludur. Tebligat Kanunu ile Tüzüğü’nde öngörülen şekilde işlem yapılmış olmadıkça tebliğ memuru tarafından yapılan yazılı beyan onun mücerret sözünden ibaret kalır ve dolayısıyla belgelendirilmiş sayılmaz. Nitekim, Kanunun ve Tüzüğün belirlediği şekilde yapılmamış ve belgelendirilmemiş olan tebligatların geçerli olmayacağı yerleşik yargısal içtihatlarda da açıkça vurgulanmıştır.
Aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulu’nun 31.03.2010 gün ve E:2010/6-140, K:2010/194 sayılı ilamında da benimsenmiştir.
Somut olaya gelince; Kadıköy 1.İcra Müdürlüğü’nün 2010/25963 esas sayılı takip dosyasında şikayetçi-borçlunun “..Cad. No:..Çanakkale” adresine gönderilen Örnek 10 Ödeme Emri, Tebligat Kanunu’nun 35.maddesine göre tebliğ edilmiş; tebliğ mazbatasında “7210 sayılı Tebligat Kanunu 35.maddesine göre tebliğ edildi. 18.01.2011” şerhine yer verilmekle birlikte mazbatada tebliğ memurunun adı ve imzasının da bulunduğu görünmektedir. Yerel mahkemenin direnme kararının gerekçesinde somut uyuşmazlıkta Tebligat Kanunu’nun 35.maddesinde 6099 Sayılı Kanun’un 9.maddesiyle yapılan değişikliğin, tebliğ işleminin yapıldığı 18.01.2011 tarihinden sonra (19.01.2011 tarihinde) yürürlüğe girmiş olması nedeniyle uygulanamayacağına ilişkin direnmesi gerekçesi usul ve yasaya uygundur.
Ne varki, borçluya yapılan tebligatın Tebligat Kanunu’nun 35.maddesine uyarınca tebligat yapıldığı belirtilmesine rağmen tebliğin ne şekilde yapıldığı, tebligat parçasının adresteki kapıya asılıp asılmadığı tebligat mazbatasına yazılmamıştır. Bu haliyle, ödeme emrinin Tebligat Kanunu’nun 35.maddesine göre, usulüne uygun olarak tebliğ edildiğinden bahsedilemez.
Bu bakımdan, mahkemenin tebliğin usulüne uygun yapıldığına ilişkin direnme gerekçesi yerinde değildir.
Hukuk Genel Kurulu’ndaki görüşmeler sırasında bir kısım üyeler, Tebligat Kanunu’un 35.maddesine göre yapılan tebliğ işleminin usulüne uygun olduğu, bu nedenle yerel mahkeme direnme kararının onanması gerektiği ileri sürülmüş ise de; yukarıda belirtilen nedenlerle, anılan görüş, Kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmemiştir.
Şu durumda, borçlunun usulsüz tebligata ilişkin şikayeti kabul edilip, borçlunun sair şikayetleri incelenerek oluşacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken, tebliğin usulüne uygun olduğundan bahisle şikayetin reddi yönünde hüküm tesisi isabetsizdir.
Sonuç itibariyle; direnme kararının yukarıda belirtilen değişik gerekçeyle bozulması gerekir.
SONUÇ : Şikayetçi-borçlu A.B.. vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’na 5311 Sayılı Kanunu’nun 29. maddesi ile eklenen “Geçici Madde 7” atfıyla aynı Kanun’un 366. maddesi uyarınca tebliğden itibaren 10 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 04.12.2013 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2013/12-19
K. 2013/817
T. 12.6.2013
• ÖDEME EMRİ TEBLİĞİNİN USULSÜZLÜĞÜ ( Muhatabın Neden Adreste Bulunmadığı Adresten Kısa Süreli mi Uzun Süreli mi Ayrıldığına İlişkin Kayıt Bulunmadığı – 7201 S.K. Md.21’e Uygun TebligatYapılmışsa da Tebliğ İşleminin Usulüne Uygun Olduğu Söylenemeyeceği )
• USULSÜZ TEBLİGAT ( Ödeme Emrinin Adreste Bulunmayan Borçluya 7201 S.K. Md.21’e Göre Yapıldığı – Ancak Tebligat Evrakında Muhatabın Neden Adreste Bulunmadığına İlişkin Kayıt Bulunmadığı/Tebliğ Tarihinin Öğrenme Tarihine Göre Düzeltilmesine Karar Verileceği )
• MUHATABIN ADRESTE OLMAMASI ( Tebliğ Memurunca Neden Adreste Bulunmadığı Kısa ya da Uzun Süreli veya Geçici Olarak mı Adresten Ayrıldığını Tevziat Saatlerinden Sonra Gelip Gelmeyeceği Hususları Araştırılarak Araştırma Sonucunun Tebliğ Evrakına Yazılıp İlgilisine İmzalatılacağı )
• TEBLİĞ İMKANSIZLIĞI ( Muhatabın Adreste Olmadığı/Tebligatın 7201 S.K. Md.21’e Göre Yapıldığı – Muhatabın Neden Adreste Bulunmadığı Adresten Kısa Süreli mi Uzun Süreli mi Ayrıldığına İlişkin Kayıt Bulunmadığı/Tebligatın Usulsüz Olduğu )
7201/m. 21, 32
Tebligat Tüzüğü/m.28
ÖZET : İstek, borca ve yetkiye itiraz ile ödeme emrinin iptali istemine ilişkindir. Mülga Tebligat Tüzüğün 28.maddesi gereğince, tebliğ memurunca muhatabın neden adreste bulunmadığı, kısa ya da uzun süreli veya geçici olarak mı adresten ayrıldığını, tevziat saatlerinden sonra gelip gelmeyeceği hususları araştırılarak, araştırma sonucu tebliğ evrakına yazılıp ilgilisine imzalatılmalıdır. Ancak bu şekilde yapılan tebligat işleminin usulüne uygun olup olmadığı, hakim tarafından denetlenebilir. Borçluya gönderilen ödeme emri TK 21. maddeye göre yapılmış; ancak tebligat evrakında muhatabın neden adreste bulunmadığı, adresten kısa süreli mi yoksa uzun süreli mi ayrıldığına ilişkin bir kayıt bulunmamaktadır. Borçluya yapılan ödeme emrinin tebliği işleminin usulüne uygun olduğundan söz edilemez. Tebliğ tarihinin öğrenme tarihine göre düzeltilmesine karar verilmesi gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki “şikayet” isteminden dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 3. İcra Hukuk Mahkemesi’nce şikayetin reddine dair verilen 25.11.2010 gün ve 2010/1253 E., 2010/1434 K. sayılı kararın incelenmesi şikayetçi/borçlu vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 12. Hukuk Dairesi’nin 25.10.2011 gün ve 2011/3926 E., 2011/20217 K. sayılı ilamı ile;
( … Borçluya örnek 7 ödeme emrinin 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 21. maddesi uygulanmak suretiyle tebliğ edilmek istenildiği anlaşılmaktadır.
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun “Tebliğ imkansızlığı ve tebellüğden imtina” başlıklı 21. maddesinde; “Kendisine tebligat yapılacak kimse veya yukarıdaki maddeler mucibince tebligat yapılabilecek kimselerden hiçbiri gösterilen adreste bulunmaz veya tebellüğden imtina ederse, tebliğ memuru tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti azasından birine veyahut zabıta amir ve memuruna imza mukabilinde teslim eder ve tesellüm edenin adresini ihtiva eden ihbarnameyi gösterilen adresteki binanın kapısına yapıştırmakla beraber, adreste bulunmama halinde tebliğ olunacak şahsa keyfiyetin haber verilmesini de mümkün oldukça en yakın komşularından birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirir. İhbarnamenin kapıya yapıştırıldığı tarih, tebliğ tarihi sayılır.” hükmü yer almaktadır. Madde bu haliyle iki hali birlikte düzenlemiştir. Bunlardan ilki “adreste bulunmama”, diğeri ise “tebellüğden imtina”dır. Muhatabın adreste bulunmaması halinde tebliğ memurunun ne şekilde davranması gerektiğini düzenleyen Tebligat Tüzüğünün 28. maddesinin birinci fıkrasında; “Muhatap veya adına tebliğ yapılabilecek olanlardan hiçbiri gösterilen adreste bulunmazsa, tebliğ memurunun adreste bulunmama sebebini bilmesi muhtemel komşu, yönetici, kapıcı, muhtar, ihtiyar kurulu veya meclisi üyeleri, zabıta amir ve memurlarından tahkik ederek beyanlarını tebliğ tutanağına yazıp altını imzalatması, imzadan çekinmeleri halinde de bu durumu yazarak kendisinin imzalaması gerekir.” hükmü öngörülmüştür. Burada Tüzüğün 28. maddesi, tebliğ memuruna ilgilinin neden adreste bulunmadığını “tahkik etme” görevini yüklemiştir. Buna göre tebliğ memuru tahkik etmekle kalmayıp, buna tevsike yönelik olarak yaptığı tahkikatın sonucunu tebliğ evrakına yazacak ve maddede açıkça belirtildiği üzere ilgilisine imzalatacaktır. Ancak bu şekilde yapılan işlemin usulüne uygun olup olmadığı, Hakim tarafından denetlenebilir.
Muhatabın tebliğ adresinde ikamet etmekle birlikte, kısa ya da uzun süreli ve geçici olarak adreste bulunmadığının, tevziat saatlerinden sonra geleceğinin beyan ve bunun tevsik edilmesi halinde ancak; maddede sayılanlardan, örneğin muhtara imza karşılığı tebliğ edilip, 2 numaralı fişin kapıya yapıştırılması ve komşunun durumdan haberdar edilmesi işlemlerine geçilebilecektir. Tahkikatta muhatabın adresten kesin olarak ayrıldığının ya da öldüğünün tespiti halinde ise Tüzüğün 28. maddesinin 2.,3.,4. fıkraları gereğince işlem yapılacaktır.
Bu itibarla; Tüzüğün 28. maddesinde öngörülen şekilde ve maddede belirtilen kişilere sorularak imzaları da alınmak suretiyle, şayet imzadan çekinmeleri halinde bu husus da belirtilerek; muhatabın adreste geçici olarak bulunmama sebebi ve tevziat saatlerinden sonra geleceği “tevsik edilmeden”, Tebligat Kanunu’nun 21. maddesine göre yapılan tebligat işlemi geçersizdir. Zira bu belgeleme işlemi, devamı işlemleri belirlemesi yanında muamelenin doğru olup olmadığına karar verilmesi yönünden yardımcı olacak ve tebliği isteyen makam ve Hakimin denetimini sağlayacaktır. 21. maddeye göre yapılan tebligatlarda tebliğ tarihi, maddenin son cümlesinde açıkça belirtildiği üzere, iki numaralı fişin yani ihbarnamenin kapıya yapıştırıldığı tarihtir. Tebliğ tarihinin bu şekilde belirlenmesi ve geçerli sayılabilmesi, tebliğ memurunun yukarıda açıklanan araştırmayı mutlaka yapmasına ve belgelemesine bağlıdır. ( HGK. nun 25.01.2006 tarih ve 200512-772/17 sayılı kararı ) Somut olayda tebliğ işleminin, muhatabın adresinin kapalı olması nedeni ile tebligatın mahalle muhtarı imzasına teslim edilip 2 no’lu formülün kapısına yapıştırılarak beyanda bulunanın imzadan imtina ettiği belirtilmek suretiyle yapıldığı görülmektedir.
Görüldüğü üzere muhatabın tevziat saatlerinden sonra adresine dönüp dönmeyeceği, dönecekse ne zaman döneceği tevsik edilmediğinden ödeme emrinin Tebligat Kanunu’nun 21.maddesine göre yapılan tebligatı usulsüzdür.
Bu durumda 7201 Sayılı Kanunun 32. maddesi gereğince tebliğ tarihinin öğrenme tarihine göre düzeltilmesine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : İstek, borca ve yetkiye itiraz ile ödeme emrinin iptali istemine ilişkindir.
Şikayetçi/borçlu vekili; karşı taraf/alacaklı tarafından müvekkili aleyhine Ankara 17. İcra Müdürlüğü’nün 2010/12975 E sayılı dosyası ile takip başlatıldığını, müvekkilinin adresinin “Harbiye Mah. Abdi İpekçi Cad. No: … Daire: … Şişli-İstanbul” olduğunu, bu durumun vekaletname ve muhtarlıktan alınan belge ile sabit olduğunu, alacaklının kasten ve kötü niyetli olarak müvekkili ile ilgisi olmayan bir adrese ödeme emrini tebliğ ettirdiğini, tebligat yapılan adresin D…-Dizayn AŞ.’nin yasal ikametgahı olduğunu, yapılan tebligatın usulüne uygun olmadığını, müvekkilinin icra takibinden 18.10.2010 tarihinde tapuda işlem yaptırmak isterken haberdar olduğunu belirterek, Ankara İcra Müdürlüğü’nün yetkisizliğine, ödeme emrinin iptaline, takibin durdurulmasına, hacizlerin kaldırılmasına karar verilmesini talep etmiştir.
Karşı taraf/alacaklı vekili; şikayetçinin, müvekkili aleyhine başlattığı İstanbul 8. İcra Müdürlüğü’nün 2009/32784 E sayılı dosyasında, 154 ada 99 parselin satışına ilişkin resmi senette, 28.03.2007 tarihli satış senedinde ve bir çok belgede adresini “Tarlabaşı Bulvarı Şimal Sok. No: …, A… D… İş Merkezi, Şişhane İstanbul” olarak bildirdiğini, borçluya yapılan ödeme emri tebligatının usulüne uygun olduğunu belirterek şikayetin reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece, şikayetin reddine dair verilen karar, şikayetçi vekilinin temyizi üzerine Özel Daire’ce başlık bölümünde yer alan gerekçe ile bozulmuş, Yerel Mahkemece, borçluya yapılan ödeme emri tebliğine ilişkin işlemin TebligatKanunu’nun 21. maddesine göre usulüne uygun yapıldığı gerekçesi ile önceki kararda direnilmiştir.
Direnme hükmünü, şikayetçi/borçlu vekili temyize getirmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu’nun önüne gelen uyuşmazlık; borçluya yapılan ödeme emrinin tebliğine dair işlemin Tebligat Kanunu 21. maddesi ve mülga Tebligat Tüzüğü’nün 28. maddesine göre usulüne uygun şekilde yapılıp yapılmadığı noktalarında toplanmaktadır.
Hemen belirtmek gerekir ki; tebliğ ile ilgili 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve Yönetmelik ( tebligatın yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Tebligat Tüzüğü ) hükümleri tamamen şeklidir. Gerek tebliğ işlemi ve gerekse tebliğ tarihi, Kanun ve Yönetmelikte ( tebligatın yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Tebligat Tüzüğü’nde ) emredilen şekillerle ispat olunabilir. Anılan Kanun ve Yönetmeliğin ( tebligatın yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Tebligat Tüzüğü’nün ) bu konuda etkili önlemler almış olmasının tek amacı, tebliğin muhatabına ulaşmasını ve onun tarafından kabul edilmesini sağlamaktır.
Buna göre; tebligat, bir davaya ilişkin işlemleri o davayla ilgili kişilere bildirmek için, mahkemelerce Kanuna uygun biçimde yapılan bir belgelendirme işlemidir. Dolayısıyla, Kanun ve Yönetmelik ( tebligatın yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Tebligat Tüzüğü ) hükümlerinin en küçük ayrıntılarına kadar uygulanması zorunludur.
Muhatabın adreste bulunmaması halinde tebliğ memurunun ne şekilde davranması gerektiği Tebligat Kanunu’nun 21. maddesi ile tebligat tarihinde yürürlükte olan mülga Tebligat Tüzüğü’nün 28. maddesinde düzenlenmiştir. Mülga Tüzüğün 28.maddesi gereğince, tebliğ memurunca muhatabın neden adreste bulunmadığı, kısa ya da uzun süreli veya geçici olarak mı adresten ayrıldığını, tevziat saatlerinden sonra gelip gelmeyeceği hususları araştırılarak, araştırma sonucu tebliğ evrakına yazılıp ilgilisine imzalatılmalıdır. Ancak bu şekilde yapılan tebligat işleminin usulüne uygun olup olmadığı, Hâkim tarafından denetlenebilir.
Tüm bu açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında; borçluya gönderilen ödeme emri TK 21. maddeye göre yapılmış; ancak tebligat evrakında muhatabın neden adreste bulunmadığı, adresten kısa süreli mi yoksa uzun süreli mi ayrıldığına ilişkin bir kayıt bulunmamaktadır. Dolayısıyla borçluya yapılan ödeme emrinin tebliği işleminin usulüne uygun olduğundan söz edilemez.
Hal böyle olunca; aynı hususa işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
SONUÇ : Şikayetçi/borçlu vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının bozma ilamında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’na 5311 sayılı Yasanın 29. maddesi ile eklenen “Geçici Madde 7” atfıyla aynı yasanın 366. maddesi uyarınca tebliğden itibaren 10 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12.06.2013 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2012/19-580
K. 2012/1105
T. 12.12.2012
• ALACAK DAVASINDA GEÇERSİZ TEBLİĞAT YAPILMASI ( Temyiz Süresini Geçirilmesi Nedeniyle Karar Düzeltme Talebi/Direnme Kararının Davacıya Usulüne Uygun Olarak Tebliğ Edilmediği – Davacı Vekili Yerine Başka Bir Avukata Tebliğat Yapıldığı )
• MUHATABIN GEÇİCİ OLARAK BAŞKA YERE GİTMESİ ( Davacı Vekilinden Başka Bir Avukata Yapılan Tebliğatının Geçersiz Olduğu )
• TEBLİĞATIN YAPILDIĞI AVUKATIN DAVACI VEKİLİNİN MEMUR YA DA MÜSTAHDEMİ SIFATI BULUNMADIĞI ( Tebliğatın Yapıldığı Av. S’nin Aynı Binada Başka Bir Vergi Kaydı ile Bürosu Bulunduğu – Davacı Vekiline Yapılmayan Tebliğatın Yasal Olmadığının Kabulü )
• GEÇERSİZ TEBLİĞAT ( Temyiz Süresinin Başladığının ya da Temyiz Süresinin Geçirildiğinin Kabul Edilemeyeceği )
• DİRENME KARARININ HUKUKİ OLUP OLMADIĞI ( Hüküm Sonucu Kısmında Gerekçeye Ait Herhangi Bir Söz Tekrar Edilmeksizin İsteklerin Her Biri Hakkında Açık ve Tereddüt Mahal Vermeyecek Şekilde Hüküm Kurulması Gereği – Kararın Gerekçeli Olması )
• MAHKEMENİN DİRENME KARARININ YETERSİZ OLDUĞU ( Sadece “Direnilmesine” Denilerek Önceki Karara Atıf Yapılmakla Yetinilmesinin Hatalı Olduğu – Direnme Kararının HGK’nun İncelemesine Olanak Verir Mahiyette Gerekçeli Olması Gereği )
• MAHKEME KARARININ AÇIK VE TEREDDÜTE MAHAL VERMEYECEK ŞEKİLDE OLMASI GEREĞİ ( Taraflara Yüklenen Borçlar ve Tanınan Hakların Sıra Numarası Altında Açık ve Anlaşılır ve İnfazda Şüphe Uyandırmayacak Şekilde Kararda İfade Edilmesi Gereği )
6100/m. 73,294,297
7201/m. 11,17,29
ÖZET : Dava, alacak istemine ilişkindir.Mahkemece istemin reddine karar verilmiş ve temyiz istemi üzerine karar esastan bozulmuştur.Bozma üzerine mahkemece ilk kararda direnilmiş; direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz istemi üzerine yapılan inceleme sonunda, yasal temyiz süresi geçtikten sonra ibraz edilen temyiz dilekçesinin reddine karar verilmiş, davacı vekil karar düzeltme isteminde bulunmuştur.Mevcut hukuki düzenlemeler dikkate alınarak dava değerlendirildiğinde davacı vekilinin, “… Sivas” adresinde mesleğini icra etmektedir. Direnme kararı Avukat E.’ye, “…Sivas” adresine tebliğe çıkarılmış, “tebliğat evrakı işçisi ( üzeri çizilmiş ),memur ( üzeri çizilmiş ), amiri ( üzeri çizilmiş ) Av. S. imzasına 23.08.2011 tarihinde tebliğ edilmiştir” şekliyle tebliğ edilmiştir.Dosya kapsamına göre “Av S.” davacı vekili değildir ve yine dosya kapsamına göre aynı binada 501 numaralı işyerine ait vergi kaydı da bulunmaktadır. Av. S’nin 7201 S.K. 17. M. belirtilen “daimi memur veya müstahdem” niteliğinde olmadığına göre tebligat işleminin geçersiz olduğu tartışmasız olup, geçersiz tebligat nedeni ile temyiz süresinin başladığının ve temyiz süresinin kaçırıldığının kabul edilmesi doğru değildir.Bu nedenle karar düzeltme isteminin kabulü ile Hukuk Genel Kurulu’na ait 01.02.2012 gün 2012/19-60-45 sayılı bozma kararının kaldırılıp işin esasının incelenmesine karar verilmiştir. İşin esasına geçilmeden önce önsorun olarak usulüne uygun bir direnme kararının var olup olmadığı tartışılmıştır.Mahkeme kararlarında nelerin yazılacağı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun297. maddesinde belirtilmiştir.Hüküm sonucu kısmında gerekçeye ait her hangi bir söz tekrar edilmeksizin isteklerin her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların sıra numarası altında açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gerekir.Mahkemece aslolan kısa kararda yukarıda açıklanan mevzuata uygun hüküm fıkrası oluşturulmamış sadece “direnilmesine ” denilerek önceki karara atıf yapılmakla yetinilmiştir.Bu durumda, yukarıda açıklanan ilkeler çerçevesinde usulün öngördüğü anlamda oluşturulmuş bir hüküm bulunmadığı gibi, direnme kararlarını denetleyen Hukuk Genel Kurulu tarafından incelenebilecek nitelikte teknik anlamda bir direnme hükmü de bulunmadığı her türlü duraksamadan uzaktır.Şu durumda, dosya kapsamı dikkate alınarak taraflara yüklenen borç ve tanınan hakkın sıra numarası altında belirtildiği açık, infazda şüphe ve tereddüt uyandırmayacak biçimde, usulün aradığı niteliklere haiz kısa karar ve buna uygun gerekçeli karar oluşturulmasıdır.Mahkemenin, yukarıda ayrıntılarıyla açıklanan biçimde usulün öngördüğü niteliklere haiz bulunmayan kısa kararı usul ve yasaya uygun değildir.
DAVA : Taraflar arasındaki davadan dolayı, bozma üzerine direnme yoluyla; Kangal Asliye Hukuk Mahkemesinden verilen 04.05.2011 gün ve 2011/50 E., 2011/87 K. sayılı karara karşı yapılan temyiz isteminin reddini kapsayan ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 01.02.2012 gün, 2012/19-60 E., 2012/45 K. sayılı ilamın, karar düzeltme yoluyla incelenmesi davacı vekili tarafından verilen dilekçe ile istenilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca dilekçe, 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun440.maddesi gereğince, düzeltilmesi istenen ilam ve dosyadaki ilgili bütün kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : 1-Dava alacak istemine ilişkindir.
Mahkemece istemin reddine karar verilmiş, davacı vekilinin temyiz istemi üzerine Yargıtay 19. Hukuk Dairesinin 03.05.2010 gün ve 2009/7412-5365 sayılı kararı ile esastan bozulmuştur.
Bozma üzerine mahkemece ilk kararda direnilmiş; direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz istemi üzerine yapılan inceleme sonunda, Hukuk Genel Kurulu’na ait 01.02.2012 gün 2012/19-60-45 sayılı karar ile yasal temyiz süresi geçtikten sonra ibraz edilen temyiz dilekçesinin reddine karar verilmiş, davacı vekil karar düzeltme isteminde bulunmuştur.
Temyiz isteminin süresinde yapılıp yapılmadığının tespit edilebilmesi için öncelikle direnme kararının belirli bir yerde meslek icra eden davacı avukatına usulüne uygun olarak tebliğ edilip edilmediğinin üzerinde durulması gereklidir.
7201 sayılı Tebligat Kanununun 11., Avukatlık Kanununun 41. ve Hukuk Muhakemeleri Kanununun 73. maddeleri gereğince vekil ile takip edilen işlerde tebligatın vekile yapılması zorunludur.
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun “Belli bir yerde veya evde meslek ve sanat icrası” başlıklı 17. maddesinde; “belli bir yerde devamlı olarak meslek veya sanatını icra edenler, o yerde bulunmadıkları takdirde tebliğ aynı yerdeki daimi memur veya müstahdemlerinden birine… yapılır.” denilmektedir.
Tebliğ tarihi itibariyle yürürlükte olan Tebligat Tüzüğü’nün “Meslek ve sanat erbabına tebligat” başlıklı 23. maddesinde, belli bir yerde devamlı olarak meslek veya sanatını icra edenlerin, o yerde bulunmadıkları takdirde tebliğin aynı yerdeki daimi memur veya müstahdemlerinden birine yapılacağı, Tebligat Rehberinin “Muhatabın Geçici Olarak Başka Yere Gitmesi” başlıklı 59. maddesine göre de; muhatap adına kendilerine tebliğ yapılacağı gösterilen kişilerin, muhatabın geçici olarak başka yere gittiğini belirtmeleri halinde, keyfiyet ve beyanda bulunanın hüviyetinin tebliğ mazbatasına yazılarak altının beyan yapana imzalatırılacağı ve tebliğ evrakının bu kişilere verileceği, bu kişilerin tebliğ evrakını kabule mecbur olduğu, kendisine tebliğ yapılacak kimsenin geçici olarak başka bir yere gittiğini belirten kimsenin beyanını imzadan kaçınması halinde posta memurunun beyana göre gerekli şerhi vererek imzalayacağı düzenlenmiştir.
Mevcut düzenleme dikkate alındığında belli bir yerde devamlı olarak meslek veya sanatını icra edenler, o yerde bulunmadıkları takdirde bunlara yapılacak tebliğ, o kişinin aynı yerdeki daimi memur veya müstahdemlerinden birine yapılmalıdır. Bir başka deyişle muhatabın daimi işçisi şeklinde yapılan tebligatın geçerli olabilmesi için, muhatap adına tebligat yapılan kişinin gerçekte muhatabın daimi işçisi olması ve muhatabın bulunamaması halinde ise yukarıda mevzuatta belirtilen şekli işlemlerin yerine getirilerek tebligatın yapılması gereklidir. Aksi takdirde yapılan tebligat usulsüzdür.
25.01.2012 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Tebligat Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmeliğin “Muhatabın geçici olarak başka yere gitmesi” başlıklı 29. maddesinde de; tebliğ yapılacak olanın geçici olarak başka yere gittiğini belirtmesi halinde, tebliğ memurunun muhatabın hangi sebeple adresten geçici olarak ayrıldığını, beyanda bulunanın adı ve soyadı ile sıfatını tebliğ tutanağına yazacağı, tebliğ tutanağını beyanda bulunana imzalattıracağı ve tebliğ edilecek evrakı beyanda bulunana vereceği ve bu kişilerin, tebliğ evrakını kabule mecbur olduğu, bu kişilerin beyanlarını imzadan kaçınmaları ve tebliğ evrakını kabul etmemeleri durumunda, tebliğ memurunun bu hususu tutanağa yazarak imzalayacağı ve tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti üyesinden birine ya da kolluk amir veya memurlarına imza karşılığında teslim edeceği ve teslim ettiği kişinin adresini içeren ihbarnameyi gösterilen adresin kapısına yapıştıracağı belirtilmiştir.
Somut olayda; davacı vekili, “… Sivas” adresinde mesleğini icra etmektedir. Direnme kararı Avukat E.’ye, “…Sivas” adresine tebliğe çıkarılmış, “tebliğat evrakı işçisi ( üzeri çizilmiş ),memur ( üzeri çizilmiş ), amiri ( üzeri çizilmiş ) Av. S. imzasına 23.08.2011 tarihinde tebliğ edilmiştir” şekliyle tebliğ edilmiştir.
Dosya kapsamına göre “Av S.” davacı vekili değildir ve yine dosya kapsamına göre aynı binada 501 numaralı işyerine ait vergi kaydı da bulunmaktadır.
Yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler dikkate alındığında tebligat yapılan Av. S’nin 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 17. maddesinde belirtilen “daimi memur veya müstahdem” niteliğinde olmadığına göre 23.08.2011 tarihli tebligatişleminin geçersiz olduğu tartışmasız olup, geçersiz tebligat nedeni ile temyiz süresinin başladığının ve temyiz süresinin kaçırıldığının kabul edilmesi doğru değildir.
Bu nedenle karar düzeltme isteminin kabulü ile Hukuk Genel Kurulu’na ait 01.02.2012 gün 2012/19-60-45 sayılı bozma kararının kaldırılıp işin esasının incelenmesine karar verilmiştir.
2-İşin esasına geçilmeden önce önsorun olarak usulüne uygun bir direnme kararının var olup olmadığı tartışılmıştır.
Mahkeme kararlarında nelerin yazılacağı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 297. maddesinde belirtilmiştir. Hüküm sonucu kısmında gerekçeye ait her hangi bir söz tekrar edilmeksizin isteklerin her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların sıra numarası altında açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gerekir.
HMK’nun 294. maddesinin 3 fıkrasında ise “Hükmün tefhimi herhalde hüküm sonucunun duruşma tutanağına geçirilerek okunması suretiyle olur” hükmüne yer verilmiştir.
Ayrıca, bozma kararı ile ilk hüküm hayatiyetini yitirdiğinden ona atıf suretiyle hüküm tesisinin yukarıda açıklanan kurallara uygun düşmeyeceği de aşikardır.
Nitekim Yargıtay’ın yerleşmiş görüşü de bu yöndedir ( Hukuk Genel Kurulu’nun 19.6.1991 gün 323-391 sayılı; 10.09.1991 gün 281-415 sayılı; 25.9.1991 gün 355-440 sayılı; 05.12.2007 gün 981-936 sayılı; 23.01.2008 gün 29-4 sayılı; 05.10.2011 gün 607-604 kararları ).
Somut olaya gelince; mahkemece aslolan kısa kararda yukarıda açıklanan mevzuata uygun hüküm fıkrası oluşturulmamış sadece “direnilmesine ” denilerek önceki karara atıf yapılmakla yetinilmiştir.
Bu durumda, yukarıda açıklanan ilkeler çerçevesinde usulün öngördüğü anlamda oluşturulmuş bir hüküm bulunmadığı gibi, direnme kararlarını denetleyen Hukuk Genel Kurulu tarafından incelenebilecek nitelikte teknik anlamda bir direnme hükmü de bulunmadığı her türlü duraksamadan uzaktır.
Şu durumda mahkemece yapılacak iş; dosya kapsamı dikkate alınarak taraflara yüklenen borç ve tanınan hakkın sıra numarası altında belirtildiği açık, infazda şüphe ve tereddüt uyandırmayacak biçimde, usulün aradığı niteliklere haiz kısa karar ve buna uygun gerekçeli karar oluşturulmasıdır.
Mahkemenin, yukarıda ayrıntılarıyla açıklanan biçimde usulün öngördüğü niteliklere haiz bulunmayan kısa kararı usul ve yasaya uygun değildir.
Direnme kararının bu nedenle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ : Yukarıda ( 1 ) numaralı bentte açıklanan nedenlerle, 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440.maddesi gereğince yapılan karar düzeltme incelemesi sonunda davacı vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü ile, Hukuk Genel Kurulu’nun 01.02.2012 tarih ve 2012/19-60 E, 45 K.sayılı kararının kaldırılmasına, direnme kararının yukarıda ( 2 ) numaralı bentte gösterilen değişik nedenden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı H.U.M.K.’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, istek halinde temyiz peşin harcın yatırana geri verilmesine, aynı Kanun’un 440/III. maddesi uyarınca karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12.12.2012 gününde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2011/21-869
K. 2011/754
T. 14.12.2011
• İTİBARİ HİZMET SÜRESİNİN TESPİTİ TALEBİ ( Hukuki Dinlenilme Hakkı Açısından Değerlendirildiğinde Tebligat Evrakında Sırasıyla Tebliğe Yetkili Kişilerin Durumunu ve Onlara Tebliğ Edilememe Nedenini Şerh Edilmeden Doğrudan Sekretere Tebligat Yapılmasının Hukuka Aykırı Olacağı )
• HUKUKİ DİNLENİLME HAKKI ( Davanın Taraflarının Kendi Hakları İle Bağlantılı Olarak Hukuki Dinlenilme Hakkına Sahip Olduğu – İtibari Hizmet Süresinin Tespiti Talebi )
• USULSÜZ TEBLİGAT ( Davalı Şirkete Yapılan Tebligat Evrakında Sırasıyla Tebliğe Yetkili Kişilerin Durumunu ve Onlara Tebliğ Edilememe Nedenini Şerh Edilmeden Doğrudan Sekretere TebligatYapılamayacağı – İtibari Hizmet Süresinin Tespiti Talebi )
• DOĞRUDAN SEKRETERE YAPILAN TEBLİGAT ( Davalı Şirkete Yapılan Tebligat Evrakında Sırasıyla Tebliğe Yetkili Kişilerin Durumunu ve Onlara Tebliğ Edilememe Nedenini Şerh Edilmeden Doğrudan Sekretere Tebligat Yapılamayacağı )
• SAVUNMA HAKKININ KISITLANMASI ( Davalı Şirkete Yapılan Tebligat Evrakında Sırasıyla Tebliğe Yetkili Kişilerin Durumunu ve Onlara Tebliğ Edilememe Nedenini Şerh Edilmeden Doğrudan SekretereTebligat Yapılması – Savunma Hakkının Kısıtlanarak Hüküm Verilemeyeceği )
6100/m.73
7201/m.12
ÖZET : Dava, itibari hizmet süresinin tespiti istemine ilişkindir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nda yapılan görüşme sırasında işin esasına geçilmeden önce, davalı işveren şirkete yapılan tebligatın usulüne uygun olup olmadığı, dolayısıyla taraf teşkilinin yöntemine uygun şekilde sağlanıp sağlanmadığı ve taraf teşkili sağlanmadan direnme kararı verilmesinin mümkün olup olmadığı hususu ön sorun olarak incelenmiştir. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun “Hukuki Dinlenilme Hakkı” başlıklı 27. maddesi ( Mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 73. maddesi ) uyarınca davanın tarafları, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip olup, bu hak, yargılama ile ilgili bilgi sahibi olunmasını da içerir.
Davalı anonim şirkete dava dilekçesi ve duruşma günü tebliğe çıkarılmış; tebliğ memuru bu tebligatı şirketin yetkili temsilcisine; onun herhangi bir nedenle tebliği alacak durumda olmaması halinde de usulüne uygun şekilde yetkili kılınan kişiye; şayet bunlar yoksa veya tebligatı alamayacak durumda iseler bu durumu tebliğ evrakına şerh ederek o yerde hazır bulunan tebliğe yetkili memur ve müstahdemlerinden birine o da yoksa herhangi bir memur veya müstahdeme yapması; tebligat evrakında da sırasıyla tebliğe yetkili kişilerin durumunu ve onlara tebliğ edilememe nedenini şerh etmesi gerekirken, hiçbir açıklamaya yer vermeden doğrudan sekretere tebliğ etmiştir. Davalı şirketin savunma hakkı kısıtlanarak hüküm verilmiş olması hukuka aykırıdır.
Tebligat bu haliyle, açıklanan yasal düzenlemelere ve yargı kararlarına aykırı olup, usulsüzdür.
DAVA : Taraflar arasındaki “itibari hizmet süresinin tespiti” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Bakırköy 13. İş Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 17.11.2009 gün ve 2008/833 E., 2009/939 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili ile davalılardan SGK vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin 21.03.2011 gün ve 2010/2232 E., 2011/2501 K. sayılı ilamı ile;
( … 1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillere, hükmün dayandığı gerektirici nedenlere göre, davacının tüm, davalı Kurumun aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki diğer temyiz itirazlarının reddine,
2-Davacı, davalı işyerinde basım ve matbaacılık işinde 07.11.1995-30.11.2006 tarihleri arasındaki çalışmalarının 506 sayılı Yasa’nın Ek 5/2 madde kapsamında olduğunun tespiti ile bu sürenin hizmet süresine eklenmesini, malullük yaşlılık ve ölüm sigorta primlerinin geçmişe dönük olarak 7.11.1995-30.11.2006 tarihleri arasında % 22 üzerinden hesaplanmak suretiyle ek % 2’lik farkın geçmişe yönelik olarak davalı işverenden gecikme zammı ile alınmasını, 506 sayılı Yasa’nın Ek 39 madde uyarınca sigortalılık süresine ilave edilen gün sayılarının 5 yıldan az olmamak üzere 506 sayılı Yasa’nın 60 ve Geçici 81. maddelerinde belirtilen yaş hadlerinden indirilerek bunların emeklilik işlemlerinde dikkate alınmasına karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece, davacının davalı işveren şirkete ait ( 375639 ) sigorta nolu işyerinde geçen 3930 gün sigortalı hizmetin 506 sayılı Yasa’nın Ek 5 maddesi gereğince itibari hizmet süresinden yararlandırılmasına, bu sürenin emeklilik işlemleri sırasında S.G.K tarafından dikkate alınmasına, sigorta prim farkının davalı işverenden tahsili isteminin reddine karar verilmiştir.
Dosyadaki kayıt ve belgelerden; davacının davalı işyerinde 7.11.1995-30.11.2006 tarihleri arasında toplam 3930 gün matbaa elemanı olarak baskı bölümünde çalıştığı, mahkemece yapılan keşifte dinlenen tanıkların davacının baskı işinde çalıştığı, kimyasal etkiye maruz kaldıkları, işyerinde gündüz 50-60, gece 15-20 kişinin çalıştığı, çalışma ortamının gürültülü olduğunu beyan ettikleri anlaşılmıştır.
Basım ve gazetecilik işyerindeki çalışma koşulları nedeniyle itibari hizmet süresinden yararlanabilmenin yasal dayanağı 506 sayılı Yasa’nın Ek 5/II. maddesidir. Anılan maddeye göre, sigortalıların itibari hizmetten yararlanması için iki koşulun birlikte gerçekleşmesi zorunludur. Bunlardan birinci koşul, sigortalının “basım ve gazetecilik” işyerinde çalışmış olmasıdır. Sözkonusu maddede, basım ve gazetecilik işyeri birlikte ifade edilmiş ise de; gazetecilik işi yapılmayan sadece basım işi yapılan işyerlerinde çalışan sigortalılar da, maddenin alt bentlerinde sayılan koşullardan herhangi birisi oluştuğu takdirde itibari hizmetten yararlanacakları açıktır. “Basım” işinin matbaa işyerinde mevkute çıkarmaya yönelik olduğu ise söz götürmez. İkinci koşul ise, yine aynı maddenin II. alt bendinin ( a-f ) işaretli alt bentlerinde yazılı fiziksel dış etkenlerden birinin olayda ayrıca gerçekleşmiş bulunmasıdır.
Somut olayda, , davalı işyerinde değişik firmaların mamullerinin ambalajlanması ile ilgili olarak dokuz renge kadar baskı, laminasyon, klişe, grafik ve film hazırlama işlerinin yapıldığı ve davacının “basım” işyeri özelliği bulunmayan bu işyerinde matbaada baskı elmanı olarak çalıştığı dosya içeriğinden anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca, yukarıda sözü geçen maddenin öngördüğü birinci koşulun davacı yönünden oluşmadığı, giderek davacı “basım” işinde çalışmadığından itibari hizmetten yararlanamayacağı açık-seçiktir.
Mahkemece, bu maddi ve hukuki olgular göz önünde tutulmaksızın ve özellikle davanın reddine karar vermek gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
O halde, davalı Kurumun bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır… ),
Gerekçesiyle, davacının temyiz itirazları ( 1 ) maddede gösterilen nedenlerle reddedilip, ( 2 ) maddede gösterilen nedenlerle davalı SGK vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, itibari hizmet süresinin tespiti istemine ilişkindir.
Davacı vekili, davalı şirkete ait işyerinde ambalaj, basım ve matbaacılık işi yapıldığını beyanla davacının davalıya ait işyerinde geçen çalışmalarının 506 sayılı Kanunun Ek 5/2. bendi kapsamında olduğunun, itibari hizmet süresinin sigortalılık sürelerine eklenmesi gerektiğinin tespitini ve eklenen sürelerin yaşlılık aylığına esas yaş hadlerinden indirilmesiyle fark primin davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı Sosyal Güvenlik Kurumu vekili, hizmetin Ek 5. madde kapsamında değerlendirilebilmesi için çalışmanın basım ve gazetecilik işyerinde olması ile birlikte maddenin II. Bendinin ( a ) ila ( f ) alt bentlerinde yazılı fiziksel etkenlerden birinin gerçekleşmiş olması gerektiğini belirterek davanın reddini istemiştir.
Davalı işveren şirket yazılı veya sözlü beyanda bulunmamıştır.
Yerel Mahkemece, “işyerinin basım işyeri olduğu ve Ek 5. maddede düzenlenen nedenlerden birden fazlasının işyerinde mevcut olduğu” gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile davacının itibari hizmet süresinden yararlandırılmasına, sigorta prim farkı tahsili ve itibari hizmet süresinin yaş hadlerinden indirilmesi taleplerinin reddine karar verilmiştir.
Davacı vekili ile davalılardan SGK vekili tarafından temyizi üzerine karar, Özel Daire’ce yukarıda başlık bölümünde yazılı gerekçeyle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece “mevkute dışında şeyler basılan ancak aynı olumsuz şartları taşıyan işyerlerinin basım işyeri olarak kabul edilmesi gerektiği” gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararı davalı SGK vekili tarafından temyiz edilmektedir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nda yapılan görüşme sırasında işin esasına geçilmeden önce, davalı işveren şirkete yapılan tebligatın usulüne uygun olup olmadığı, dolayısıyla taraf teşkilinin yöntemine uygun şekilde sağlanıp sağlanmadığı ve taraf teşkili sağlanmadan direnme kararı verilmesinin mümkün olup olmadığı hususu ön sorun olarak incelenmiştir.
Bilindiği üzere 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun “Hukuki Dinlenilme Hakkı” başlıklı 27. maddesi ( Mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 73. maddesi ) uyarınca davanın tarafları, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip olup, bu hak, yargılama ile ilgili bilgi sahibi olunmasını da içerir.
Bu kapsamda kural olarak, duruşma yapılması zorunlu olan çekişmeli yargıda hakim, Kanunun gösterdiği istisnalar dışında tarafları dinlemeden veya iddia ve savunmalarını bildirmeleri için kanuna uygun biçimde davet etmeden hükmünü veremez.
Hukuki dinlenilme hakkının gereği olarak taraflar duruşmaya çağrılmadan, eş anlatımla; taraf teşkili sağlanmadan hüküm verilememesi, Anayasanın 36. maddesi ile düzenlenen iddia ve savunma hakkının kullanılmasına olanak tanınması ilkesinin doğal bir sonucudur ve aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının da en önemli unsurudur.
Bu çerçevede, öncelikle tarafların gerek yargı organlarınca gerekse karşı tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur. Kişinin kendisinden habersiz yargılama yapılarak karar verilmesi, kural olarak mümkün değildir ( H. Pekcanıtez, O. Atalay, M. Özekes, Medeni Usul Hukuku, 11. Bası, 2011, s. 273 ).
Gerçekten savunma hakkını güvence altına alan T.C. Anayasası’nın 36. maddesi ile 6100 sayılı HMK’nun 27. maddesinde de açıkça belirtildiği üzere, mahkemece davalı yan, dinlenmek ve savunması alınmak üzere kanuni şekillere uygun olarak davet edilmedikçe hüküm verilmesi mümkün bulunmamaktadır.
Öte yandan, taraf teşkili dava şartı olup, davanın her aşamasında mahkemece re’sen nazara alınması gereken bir olgudur ve mahkemenin, dava dilekçesi ile duruşma gününü, kararı, bozma ilamını ve direnme kararını taraflara kendiliğinden tebliğ edip taraf teşkilini sağlaması, Hukuk Muhakemeleri Kanununun amir hükmü gereğidir.
Yargılamanın sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi, iddia ve savunma ile ilgili delillerin eksiksiz toplanıp tartışılabilmesi, itirazların yapılabilmesi, davanın süratle sonuçlandırılabilmesi, öncelikle tarafların duruşma gününden haberdar edilmesi ile mümkün olur. Kişinin hangi yargı merciinde duruşması bulunduğunu, hakkındaki iddia ve isnatların nelerden ibaret olduğunu bilmesi, 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve Tebligat Tüzüğünde açıklanan usule uygun tebligatyapılması ile sağlanabilir.
Bu bakımdan, davetiyenin ve tebliğ tutanaklı zarfın, davadaki ve takipteki önemi büyüktür. Asıl olan tarafların huzurunda yargılamanın yürütülmesi olmakla birlikte, hukuk mahkemelerinde taraflar yargılamaya katılmasalar dahi mutlaka duruşmadan haberdar edilmelidir. Duruşmaya gelmese dahi yoklukta davaya devam edilip karar verilmesine usulün olanak tanıdığı hallerde, yasanın öngördüğü uyarıyı taşıyan davetiyenin tebliğ edilmesinden ve yasaya uygun taraf teşkilinin tamamlanmasından sonra işin esasına girişilmesi ve delillerin toplanarak bir sonuca ulaşılması zorunludur.
Tebligat; bilgilendirme yanında belgelendirme özelliği de bulunan bir usul işlemi olduğundan tebligat ile ilgili olarak 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve buna bağlı olarak çıkarılan Tüzük hükümleri tamamen şeklidir. Kanun ve Tüzüğün amacı tebligatın muhatabına en kısa zamanda ulaşması, konusu ile ilgili olan kişilerin bilgilendirilmesi ve bu hususların belgeye bağlanmasıdır.
Gerek tebliğ işlemi ve gerekse tebliğ tarihi ancak yasa ve tüzükte emredilen şekillerle tevsik ve dolayısıyla ispat olunabilir.
Tebligat Kanunu ile Tüzüğü’nde öngörülen şekilde işlem yapılmış olmadıkça tebliğ memuru tarafından yapılan yazılı beyan onun mücerret sözünden ibaret kalır ve dolayısıyla belgelendirilmiş sayılmaz.
Hal böyle olunca, yasa ve tüzük hükümlerinin en ufak ayrıntılarına kadar uygulanması zorunludur. Kanunun ve Tüzüğün belirlediği şekilde yapılmamış ve belgelendirilmemiş olan tebligatların geçerli olmayacağı Yargıtay içtihatlarında açıkça vurgulanmıştır.
Uyuşmazlığın çözümünde tüzel kişilere yapılacak tebligata ilişkin yasal düzenlemelerin de irdelenmesi gerekmektedir.
7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun:
“Hükmi Şahıslara Ve Ticarethanelere Tebligat” başlıklı 12. maddesinde:
“Hükmi şahıslara tebliğ, salahiyetli mümessillerine, bunlar birden ziyade ise, yalnız birine yapılır.
Bir ticarethanenin muamelelerinden doğan ihtilaflarda, ticari mümessiline yapılan tebliğ muteberdir.”
“Hükmi Şahısların Memur Ve Müstahdemlerine Tebligat” başlıklı 13. maddesinde:
“Hükmi şahıslar namına kendilerine tebliğ yapılacak kimseler her hangi bir sebeple mûtat iş saatlerinde iş yerinde bulunmadıkları veya o sırada evrakı bizzat alamayacak bir halde oldukları takdirde tebliğ, orada hazır bulunan memur veya müstahdemlerinden birine yapılır.”
Hükümleri yer almaktadır.
Yine, Tebligat Tüzüğü’nün:
“Hükmi Şahıslara Ve Ticarethanelere Tebligat” başlıklı 17. maddesinde;
“Hükmi şahıslara tebliğ salahiyetli mümessillerine, bunlar birden ziyade ise yalnız birine yapılır.
Vekaletlerin ve bunların teşkilatının, mülhak ve hususi bütçeli idarelerle belediyelerin, köylerin ve hususi kanunlarına müsteniden kurulmuş olan teşekküllerle, şirketlerin ve cemiyetlerin salahiyetli oldukları mümessilleri tabi kanunlara ve statülerine göre tayin edilir.
Hükmi ve hakiki şahsa ait bir ticarethanenin muamelelerinden doğan ihtilaflarda, ticarethanenin o muamelede salahiyetli ticari mümessiline yapılan tebliğ muteberdir.”
“Hükmi Şahısların Memur Ve Müstahdemlerine Tebligat” başlıklı 18. maddesinde:
“Yukarıki Madde mucibince tebliğ yapılacak kimseler herhangi bir sebeple mütat iş saatlerinde işyerinde bulunmadıkları veya o sırada evrakı bizzat alamıyacak bir halde oldukları takdirde tebliğ, hükmi şahsın o yerdeki memur veya müstahdemlerinden birine yapılır.
Şu kadar ki, kendisine tebliğ yapılacak memur veya müstahdemin, hükmi şahsın yerdeki teşkilatı veya personeli içinde vazife itibariyle tebligatın muhatabı olan hükmi şahsın mümessilinden sonra gelen bir kimse veya evrak müdürü gibi esasen bu kabil işlerle tavzif edilmiş bir şahıs olması lazımdır.
Bunların da bulunmadığı tebliğ mazbatasında tesbit edildiği takdirde tebligat, o yerdeki diğer bir memur veya müstahdeme yapılır.”
Düzenlemelerine yer verilmiştir.
Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nda düzenlenen ticaret şirketleri hükmi şahsiyeti haiz olup üçüncü şahıslar ile olan ilişkilerinde ortaklardan oluşan mümessil-organ veya dışarıdan tayin edilen sair mümessiller tarafından temsil olunurlar.
Hükmi şahsiyeti haiz olmaları dolayısıyla ticaret şirketlerinde tebligatın şirketlerin “salâhiyetli mümessillerine” yapılması icap eder. Salâhiyetli mümessiller ibaresiyle evvela şirketleri kanunen temsile yetkili organlar ve bu organlar adına hareket edenler kastedilmiştir.
Tebligat Kanunu’nun 13. maddesi ile Nizamname’nin buna tekabül eden 18. maddesi birlikte tatbik edildiğinde, kendisine tebligat yapılacak şahısların derecelendirildikleri görülmektedir. Bir kere, hükmi şahıslar namına kendilerine tebligat yapılabilecek salâhiyetli mümessiller mûtad iş saatlerinde işyerlerinde bulundukları ve o sırada evrakı bizzat alacak durumda oldukları takdirde memur ve müstahdemlere tebligat yapılamaz. Saniyen, memur veya müstahdemlere tebligat yapılabilecek hallerde de, önce kendisine tebligat yapılacak şahsın, şirketin o yerdeki teşkilatı veya personeli içinde vazife itibariyle muhatap hükmi şahsın mümessilinden sonra gelen veya evrak müdürü gibi esasen bu işlerle tavzif edilmiş bir kimse olması lazımdır. Böyle bir kimsenin bulunmaması halindedir ki ( bu durum tebliğ mazbatasına dercedilmek suretiyle ) o yerdeki diğer bir memur veya müstahdeme tebligat yapılabilir. Daha önce kendisine tebligat yapılması gereken kimselerin bulunmadıklarını veya tebligatı bizzat alamayacak durumda olduklarının ispatı bakımından mazbatada yer alacak kayıt bilhassa önemlidir ( E. Moroğlu, Makalelerim I, İstanbul 2001, s. 4-5 ).
Görülmektedir ki, 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 12. ve 13. maddeleri ile Tebligat Tüzüğü’nün 17. ve 18. maddelerinde tüzel kişilere tebligatın yapılma usulü açıklanmış; tebligatın, bunların tabi oldukları kanunlara ve statülerine göre belirlenecek yetkili temsilcilerine, eğer tüzel kişinin yetkili temsilcisi yoksa veya evrakı bizzat alamayacak bir halde ise; görev itibariyle temsilciden sonra gelen kimse veya evrak müdürü gibi bu işle görevlendirilmiş bir kişiye, o da yoksa tüzel kişinin o yerdeki memur veya müstahdemlerinden birine, yapılacağı öngörülmüştür. Eğer, tebligat tüzel kişinin yetkili temsilcisine yapılmamış ve sıralı kişilere yapılmışsa, bunun nedenlerinin açıkça ve ayrıntılı olaraktebligat mazbatasına yazılması gereğine de işaret edilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nun 04.04.2007 gün ve 2007/12-200 E. 2007/187 K., 30.12.2009 gün ve 2009/12-563 E. 2009/600 K. ile 13.05.2009 gün ve 2009/12-184 E. 2009/187 K. sayılı ilamlarında da aynı husus vurgulanmıştır.
Yukarıda açıklanan mevzuat hükümleri ve konuya ilişkin ilkeler gözetilerek, somut olay değerlendirildiğinde :
Davalı işveren sıfatıyla anonim şirket aleyhine dava açılmış; davacı vekili tarafından dava dilekçesinde bildirilen adrese çıkarılan ve dava dilekçesi ile duruşma gününü içeren tebligat; davalı anonim şirket adına “Gösterilen adreste muhatabın daimi birlikte çalışır Sekreter Fatma Demirkol” imzasına tebliğ edilmiştir.
Ne var ki, dava dilekçesinin ve duruşma gününün tebliğine ilişkin bu tebligat parçasında başkaca herhangi bir açıklamaya yer verilmediği gibi, anonim şirketin yetkili temsilcisinin veya ondan sonraki yetkili kişinin adreste olup olmadığının araştırılıp araştırılmadığı ve nedenleri de şerh edilmemiştir.
Yerel Mahkemece, gerekçeli karar tebliği için, davalı anonim şirkete çıkarılan tebligatın “Muhatap adresten soruldu. Taşınmış” şerhi ile bila tebliğ iade edilmesi üzerine, davalı anonim şirkete dava dilekçesi usulen tebliğ edilmiş gibi işlem yapılarak, bundan sonraki tebligatlar, 7201 sayılı Kanunun 35. maddesi uyarınca, yine aynı adrese yapılmıştır.
Hemen burada, 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 35.maddesinin uygulanması olanağının olup olmadığının tve buna yönelik olarak da davalı anonim şirkete dava dilekçesi ile duruşma gününün tebliğine ilişkin tebligat işleminin usulünce gerçekleşip gerçekleşmediğinin belirlenmesi gerekir.
Yukarıda ayrıntısı açıklandığı üzere, davalı anonim şirkete dava dilekçesi ve duruşma günü tebliğe çıkarılmış; tebliğ memuru bu tebligatı şirketin yetkili temsilcisine; onun herhangi bir nedenle tebliği alacak durumda olmaması halinde de usulüne uygun şekilde yetkili kılınan kişiye; şayet bunlar yoksa veya tebligatı alamayacak durumda iseler bu durumu tebliğ evrakına şerh ederek o yerde hazır bulunan tebliğe yetkili memur ve müstahdemlerinden birine o da yoksa herhangi bir memur veya müstahdeme yapması; tebligat evrakında da sırasıyla tebliğe yetkili kişilerin durumunu ve onlara tebliğ edilememe nedenini şerh etmesi gerekirken, hiçbir açıklamaya yer vermeden doğrudan sekretere tebliğ etmiştir.
Tebligat bu haliyle, açıklanan yasal düzenlemelere ve yargı kararlarına aykırı olup, usulsüzdür.
Dava dilekçesi ve duruşma günü tebliği usulsüz olmakla ve böylece davalı şirkete usulünce yapılmış bir tebligat bulunmamakla, savunma hakkının kısıtlar biçimde devamı tebliğlerin 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 35.maddesine göre yapılması mümkün değildir.
Hal böyle olunca davalı/işveren anonim şirkete usulünce tebligat yapılmadığı ve yöntemince taraf teşkili sağlanmadığı açıktır.
Öte yandan dosya içerisindeki beyan ve belgelerden davalı anonim şirketin iflası talebi ile dava açıldığı da anlaşılmaktadır.
Şu durumda, mahkemece davalı şirkete usulünce tebligat yapılmadan, dolayısıyla taraf teşkili sağlanmadan savunma hakkı kısıtlanarak direnme kararı verilmesi doğru değildir.
Mahkemece yapılacak iş; davalı anonim şirket hakkında açıldığı beyan edilen iflas talebine ilişkin dava dosyasının celbi ile ticaret sicil memurluğundan da sorulmak suretiyle davalı anonim şirketin hükmi şahsiyetinin devam edip edilmediğinin tespiti ile şirketin içinde bulunduğu yasal durum itibariyle tabi oldukları kanunlara ve statülerine göre belirlenecek yetkili temsilcilerine, eğer tüzel kişinin yetkili temsilcisi yoksa veya evrakı bizzat alamayacak bir halde ise; görev itibariyle temsilciden sonra gelen kimse veya evrak müdürü gibi bu işle görevlendirilmiş bir kişiye, o da yoksa tüzel kişinin o yerdeki memur veya müstahdemlerinden birine, eğer tebligat tüzel kişinin yetkili temsilcisine yapılmamış ve sıralı kişilere yapılmışsa, bunun nedenlerinin açıkça ve ayrıntılı olarak tebligat mazbatasına yazılması suretiyle bu kişilere dava dilekçesi, karar ve bozma ilamının yöntemince tebliğ edilmesi ve taraf teşkilinin sağlanması olmalıdır.
Açıklanan hususlar gözetilmeden, davalı şirketin savunma hakkı kısıtlanarak hüküm verilmiş olması usul ve yasaya uygun olmayıp, ön sorunun açıklanan nedenlerle kabulü ile direnme kararının bu değişik ve usule ilişkin nedenlerle bozulması gerekir.
SONUÇ : Davalı SGK vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda gösterilen değişik nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, 14.12.2011 gününde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2012/19-60
K. 2012/45
T. 1.2.2012
• VEKALETTEN ÇEKİLEN AVUKAT ( Belli Bir İşi Takipten veya Savunmadan İsteğiyle Çekilen Avukatın O İşe Ait Vekalet Görevi Durumu Müvekkiline Tebliğinden İtibaren Onbeş Gün Süreyle Devam Edeceği)
• TEMYİZ SÜRESİ GEÇTİKTEN SONRA İŞİ BIRAKTIĞININ BİLDİREN AVUKAT ( Kararın Tebliğini Beklemeksizin İşi Bıraktığı Aşamada Müvekkiline ve Mahkemeye Durumu Bildirmemiş Olmakla Süreye Tabi İşlerde İşi Yapma ya da Bildirim Yükümlülüğünden Kurtulamayacağı)
• BİRDEN FAZLA VEKİL BULUNMASI ( Vekillerden Her Biri Vekaletten Kaynaklanan Yetkileri Diğerinden Bağımsız Olarak Kullanabileceği – Aksi Yöndeki Sınırlamalar Karşı Taraf Bakımından Geçersiz Olduğu)
• GECİKMESİNDE SAKINCA BULUNAN İŞLERİN YAPILMASI ( Vekaletten Çekilen Avukat – Davacının Birden Fazla Vekili Bulunduğuna Göre Vekillerinden Birisinin Engeli Bulunsa Dahi Diğer Vekillerince de Gecikmesinde Zarar Umulan İşlemin Yapılabileceği)
• TEBLİGAT ( Birden Fazla Vekili Olan Davacının Vekillerinden Birine Yapılan Tebligatın Varlığına Karşın Davacı Tarafın Diğer Vekiline Yapılan 2. Tebligat Sonuca Etkili Olmayıp Temyiz Süresi İlk Tebliğden İtibaren Başlamakla 15 Günlük Yasal Temyiz Süresi Geçtikten Sonra Yapılan Temyiz İsteminin Reddi Gerektiği)
1136/m.34,41
7201/m.11
ÖZET : 1136 Sayılı Avukatlık Kanunu’nun 41. maddesi gereğince belli bir işi takipten veya savunmadan isteğiyle çekilen avukatın o işe ait vekalet görevi, durumu müvekkiline tebliğinden itibaren onbeş gün süreyle devam eder. İşi bıraktığını temyiz süresi geçtikten sonra bildiren avukat kararın tebliğini beklemeksizin işi bıraktığı aşamada müvekkiline ve mahkemeye durumu bildirmemiş olmakla süreye tabi işlerde işi yapma ya da bildirim yükümlülüğünden kurtulamaz. Davacının birden fazla vekili bulunduğuna göre vekillerinden birisinin engeli bulunsa dahi diğer vekillerince de gecikmesinde zarar umulan işlemin yapılması olanaklıdır.
Temyiz talebinin yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Birden Fazla Vekil Görevlendirilmesi” başlıklı 75. maddesi gereğince: Dava için birden fazla vekil görevlendirilmiş ise vekillerden her biri, vekaletten kaynaklanan yetkileri, diğerinden bağımsız olarak kullanabilir. Aksi yöndeki sınırlamalar, karşı taraf bakımından geçersizdir.
Birden fazla vekili olan davacının vekillerinden birine yapılan tebligatın varlığına karşın, davacı tarafın diğer vekiline yapılan 2. tebligat sonuca etkili olmayıp, temyiz süresi ilk tebliğden itibaren başlamakla 15 günlük yasal temyiz süresi geçtikten sonra yapılan temyiz isteminin reddi gerekir. Davalı yönünden gerçekleşen usuli kazanılmış hakkın, müvekkil vekil arasında etkili olabilecek hususlara dayanılarak ortadan kaldırılması olanaklı değildir.
DAVA : Taraflar arasındaki alacak davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kangal Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 1.4.2009 gün ve 2006/59 E- 2009/100 K. Sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 19. Hukuk Dairesinin 3.5.2010 gün ve 2009/7412 E- 2010/5365 K. Sayılı ilamıyla bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
H.G.K.nca incelenerek dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği düşünüldü:
KARAR : Yerel Mahkemenin 4.5.2011 gün ve 2011/50 E.-2011/87 K. sayılı direnme kararı 29.8.2011 tarihinde davacı vekili Avukat E. D.’nın dosyaya bildirdiği adresinde aynı adreste bulunan Avukat S. C. imzasına olmak üzere usulüne uygun olarak tebliğ edilmiştir. Tebligatta tebligatı alan avukatın aynı işyerinde bulunduğu bilgisi yer almaktadır. Resmi mercilere bildirilen adres asıl olup, usulünce değişiklik bildirilmediği durumda bu adreste yapılantebligatlar geçerlidir.
Davacı vekilinin karar aşamasından tebligat aşamasına kadar adres değişikliği ya da vekillikten ayrıldığına dair mahkemeye yapılmış bir bildirimi bulunmadığı gibi asilin de bu yönde bir bildirimi olmamıştır. Avukatlığı bıraktığını yasal temyiz süresi geçtikten sonra ileri süren adı geçen vekilin bu durumu müvekkiline ve mahkemeye bildirdiğine dair bir bilgi ya da belge dosya kapsamında yer almamaktadır. Mahkemenin müvekkil-vekil arasındaki ilişki kapsamında değerlendirilmesi gereken hususları araştırma ve bildirme yükümü bulunmamaktadır.
Davacı vekili temyiz süresi geçtikten sonra verdiği 27.9.2011 tarihli dilekçeyle avukatlığı bıraktığını, yapılan tebligatın usulsüz sayılmasını, kararın asile tebliğini istemiş; mahkemece temyiz süresi geçirildikten sonra verilen bu dilekçe üzerine tebligat konusunda bir karar verilmeksizin birden fazla vekille kendisini temsil ettirdiği dosyada bulunan vekaletnameyle sabit olan asilin diğer vekillerine değil asile tebligat çıkarılmış ve davacının davanın başından beri vekili olan diğer vekili Avukat Z. K. Y. tarafından 3.10.2011 tarihinde harçlandırılan dilekçeyle karar temyiz edilmiştir.
Davalı vekili temyize cevabında temyiz dilekçesinin süre yönünden reddini istemiştir.
İşin esasının incelenmesine geçilmezden evvel temyiz isteminin yasal sürede yapılıp yapılmadığı ön sorun olarak ele alınmıştır.
Hemen belirtmelidir ki, 1136 Sayılı Avukatlık Kanunu’nun 34. maddesine göre: “Avukatlar, yüklendikleri görevleri bu görevin kutsallığına yakışır bir şekilde özen, doğruluk ve onur içinde yerine getirmek ve avukatlık unvanının gerektirdiği saygı ve güvene uygun biçimde davranmak ve Türkiye Barolar Birliğince belirlenen meslek kurallarına uymakla yükümlüdürler.”
Yine aynı Kanunun “Avukatın vekaletten çekilmesini düzenleyen 41. maddesi gereğince: “Belli bir işi takipten veya savunmadan isteğiyle çekilen avukatın o işe ait vekalet görevi, durumu müvekkiline tebliğinden itibaren onbeş gün süreyle devam eder….”
Temyiz tarihinde yürürlükte bulunan 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Vekilin İstifası” başlıklı 82 nci maddesi de: ” ( 1)İstifa eden vekilin vekalet görevi, istifanın müvekkiline tebliğinden itibaren iki hafta süreyle devam eder.
( 2)Vekilin istifa etmiş olması halinde, vekalet veren davayı takip etmez ve başka bir vekil de görevlendirmez ise tarafın yokluğu halinde uygulanacak hükümlere göre işlem yapılır.
( 3)Yukarıdaki fıkralarda yer alan hususlar, istifa eden vekilin istifa dilekçesiyle birlikte vekalet verene ihtaren bildirilir.” hükmünü içermektedir.
Diğer taraftan, 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 11. maddesi gereğince: “Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır. Vekil birden çok ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir. Eğer tebligat birden fazla vekile yapılmış ise, bunlardan ilkine yapılan tebliğ tarihi asıl tebliğ tarihi sayılır…”
Dosyanın tetkikinden davacı tarafın davanın başından beri kendisini birden fazla vekille temsil ettirdiği sunulan vekaletname örneğiyle belirgindir. Mahkemece, bozma sonrası duruşma gününün bildirilmesine dair tebligat karar başlığında isim ve adresi bulunan Avukat E. D. adresine çıkarılmış, bu tebligat adreste aynı işyerinde bulunduğu açıklamasıyla Avukat S. C. imzasına tebliğ edilmiştir. Avukat E. D. 4.5.2011 tarihli direnme celsesine katılmış; butebligatın usulsüzlüğü adı geçenin kendisinin bürosunda çalışmadığı yönünde bir itiraz ileri sürmemiştir.
Kararın tebliğe çıkarılması istemi davacının vekillerinden Avukat T. K. tarafından 12.8.2011 tarihinde istenmiş; ancak Avukat E. D. yönünden vekilliği bıraktığı yönünde veya tebligat yapılacak adres konusunda bir bildirim yapılmamıştır. Direnme kararı karar başlığında ismi bulunan Avukat E. D. adresine tebliğe çıkarılmış ve adreste yukarda açıklanan şekilde usulünce 29.8.2011 tarihinde tebliğ edilmiştir. Bu tebligat ile 15 günlük temyiz süresi başlamıştır.
Davacı vekili Avukat E. D. işyerini kapattığını ve Cumhuriyet Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak göreve başladığını temyiz süresi geçtikten sonraki bir tarih olan 27.9.2011 tarihli dilekçesiyle mahkemeye bildirmiştir. Adı geçenin barodan kaydını sildirdiğine dair bir bildirimi ve belgesi ise bulunmamaktadır.
Yukarıda aynen alınan 1136 Sayılı Avukatlık Kanunu’nun 41. maddesi gereğince belli bir işi takipten veya savunmadan isteğiyle çekilen avukatın o işe ait vekalet görevi, durumu müvekkiline tebliğinden itibaren onbeş gün süreyle devam eder. İşi bıraktığını temyiz süresi geçtikten sonra bildiren avukat kararın tebliğini beklemeksizin işi bıraktığı aşamada müvekkiline ve mahkemeye durumu bildirmemiş olmakla süreye tabi işlerde işi yapma ya da bildirim yükümlülüğünden kurtulamaz. Davacının birden fazla vekili bulunduğuna göre vekillerinden birisinin engeli bulunsa dahi diğer vekillerince de gecikmesinde zarar umulan işlemin yapılması olanaklıdır.
Nitekim, temyiz talebinin yapıldığı 3.10.2011 tarihinde yürürlükte bulunan 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Birden Fazla Vekil Görevlendirilmesi” başlıklı 75. maddesi gereğince: Dava için birden fazla vekil görevlendirilmiş ise vekillerden her biri, vekaletten kaynaklanan yetkileri, diğerinden bağımsız olarak kullanabilir. Aksi yöndeki sınırlamalar, karşı taraf bakımından geçersizdir.
Birden fazla vekili olan davacının vekillerinden birine 29.8.2011 tarihinde yapılan tebligatın varlığına karşın, davacı tarafın diğer vekiline yapılan 2. tebligat sonuca etkili olmayıp, temyiz süresi ilk tebliğden itibaren başlamakla 15 günlük yasal temyiz süresi geçtikten sonra 3.10.2011 tarihinde yapılan temyiz isteminin reddi gerekir. Davalı yönünden gerçekleşen usuli kazanılmış hakkın, müvekkil vekil arasında etkili olabilecek hususlara dayanılarak ortadan kaldırılması olanaklı değildir.
Nitekim, birden fazla vekille temsile dair aynı ilkeler H.G.K.’nun 29.4.2011 gün ve 2011/10-129 Esas, 2011/244 Karar sayılı ilamında da vurgulanmıştır. Bu sebeple yasal temyiz süresi geçirildikten sonra ibraz edilen temyiz dilekçesinin reddi gerekir.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan sebeplerle yasal süre geçtikten sonra verilen temyiz dilekçesinin reddine, istenmesi halinde temyiz peşin harcının iadesine, 01.02.2012 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2011/21-878
K. 2011/763
T. 14.12.2011
• İTİBARİ HİZMET SÜRESİNİN TESPİTİ DAVASI ( Tebligatın Hiçbir Açıklamaya Yer Verilmeden Sekretere Yapıldığı – Taraf Teşkilinin Sağlanacağı/Usulüne Uygun Tebligat Yapılacağı )
• TÜZEL KİŞİLERE YAPILACAK TEBLİGAT ( Şirketin Yetkili Temsilcisine Onun Herhangi Bir Nedenle Tebliği Alacak Durumda Olmaması Halinde Yetkili Kılınan Kişiye Tebliğ Edilmesi Gereği – Yetkili de Yoksa Tebliğ Edilmeme Nedeninin Şerh Edileceği )
• SEKRETERE YAPILAN TEBLİGAT ( İtibari Hizmet Süresinin Tespiti Davası – Tebligatın Usulüne Uygun Yapılacağı/Taraf Teşkilinin Sağlanacağı )
• TARAF TEŞKİLİ ( İtibari Hizmet Süresinin Tespiti Davası/Tebligatın Hiçbir Gerekçe Gösterilmeden Sekretere Tebliğ Edildiği – Taraf Teşkilinin Sağlanacağı )
• SAVUNMA HAKKI ( İtibari Hizmet Süresinin Tespiti Davası/Tebligatın Hiçbir Gerekçe Gösterilmeden Sekretere Tebliğ Edildiği – Savunma Hakkına Aykırı Olduğu )
506/m.Ek.5
7201/m.35
ÖZET : İtibari hizmet süresinin tespiti davasında; davalı anonim şirkete dava dilekçesi ve duruşma günü tebliğe çıkarılmış; tebliğ memuru bu tebligatı şirketin yetkili temsilcisine; onun herhangi bir nedenle tebliği alacak durumda olmaması halinde de usulüne uygun şekilde yetkili kılınan kişiye; şayet bunlar yoksa veya tebligatı alamayacak durumda iseler bu durumu tebliğ evrakına şerh ederek o yerde hazır bulunan tebliğe yetkili memur ve müstahdemlerinden birine o da yoksa herhangi bir memur veya müstahdeme yapması; tebligat evrakında da sırasıyla tebliğe yetkili kişilerin durumunu ve onlara tebliğ edilememe nedenini şerh etmesi gerekirken, hiçbir açıklamaya yer vermeden doğrudan sekretere tebliğ etmiştir.
Tebligat bu haliyle, açıklanan yasal düzenlemelere ve yargı kararlarına aykırı olup, usulsüzdür. Davalı/işveren anonim şirkete usulünce tebligat yapılmadığı ve yöntemince taraf teşkili sağlanmadığı açıktır. Öte yandan dosya içerisindeki beyan ve belgelerden davalı anonim şirketin iflası talebi ile dava açıldığı da anlaşılmaktadır. Şu durumda, mahkemece davalı şirkete usulünce tebligat yapılmadan, dolayısıyla taraf teşkili sağlanmadan savunma hakkı kısıtlanarak direnme kararı verilmesi isabetsizdir.
DAVA : Taraflar arasındaki “itibari hizmet süresinin tespiti” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; B… 13. İş Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 17.11.2009 gün ve 2008/842 E., 2009/948 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili ile davalılardan SGK vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin 21.03.2011 gün ve 2010/2227 E., 2011/2498 K. sayılı ilamı ile:
( … 1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillere, hükmün dayandığı gerektirici nedenlere göre, davacının tüm, davalı Kurumun aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki diğer temyiz itirazlarının reddine,
2-Davacı, davalı işyerinde basım ve matbaacılık işinde 20.2.1997-16.04.2008 tarihleri arasındaki çalışmalarının 506 sayılı Yasa’nın Ek 5/2 madde kapsamında olduğunun tespiti ile bu sürenin hizmet süresine eklenmesini, malullük yaşlılık ve ölüm sigorta primlerinin geçmişe dönük olarak 20.2.1997-16.4.2008 tarihleri arasında % 22 oranı üzerinden hesaplanmak suretiyle ek % 2 oranlık farkın geçmişe yönelik olarak davalı işverenden gecikme zammı ile alınmasını, 506 sayılı Yasa’nın Ek 39 madde uyarınca sigortalılık süresine ilave edilen gün sayılarının 5 yıldan az olmamak üzere 506 sayılı Yasa’nın 60 ve Geçici 81. maddelerinde belirtilen yaş hadlerinden indirilerek bunların emeklilik işlemlerinde dikkate alınmasına karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece, davacının davalı işveren şirkete ait 375639 sigorta nolu işyerinde geçen 4008 gün sigortalı hizmetin 506 sayılı Yasa’nın Ek 5 maddesi gereğince itibari hizmet süresinden yararlandırılmasına, bu sürenin emeklilik işlemleri sırasında S.G.K tarafından dikkate alınmasına, sigorta prim farkının davalı işverenden tahsili isteminin reddine karar verilmiştir.
Dosyadaki kayıt ve belgelerden; davacının davalı işyerinde 20.02.1997-16.4.2008 tarihleri arasında toplam 4008 gün çalıştığı ve görevlendirme belgesinde işinin depo elamanı olduğunun belirtildiği, mahkemece yapılan keşifte dinlenen tanıkların davacının depoda boyların hazırlanması işinde çalıştığı, kimyasal etkiye maruz kaldıkları, işyerinde gündüz 50-60, gece 15-20 kişinin çalıştığı, çalışma ortamının Gürültülü olduğunu beyan ettikleri anlaşılmıştır.
Basım ve gazetecilik işyerindeki çalışma koşulları nedeniyle itibari hizmet süresinden yararlanabilmenin yasal dayanağı 506 sayılı Yasa’nın Ek 5/II. maddesidir. Anılan maddeye göre, sigortalıların itibari hizmetten yararlanması için iki koşulun birlikte gerçekleşmesi zorunludur. Bunlardan birinci koşul, sigortalının “basım ve gazetecilik” işyerinde çalışmış olmasıdır. Söz konusu maddede, basım ve gazetecilik işyeri birlikte ifade edilmiş ise de; gazetecilik işi yapılmayan sadece basım işi yapılan işyerlerinde çalışan sigortalılar da, maddenin alt bentlerinde sayılan koşullardan herhangi birisi oluştuğu takdirde itibari hizmetten yararlanacakları açıktır. “Basım” işinin matbaa işyerinde mevkute çıkarmaya yönelik olduğu ise söz götürmez. İkinci koşul ise, yine aynı maddenin II. alt bendinin ( a-f ) işaretli alt bentlerinde yazılı fiziksel dış etkenlerden birinin olayda ayrıca gerçekleşmiş bulunmasıdır.
Somut olayda, , davalı işyerinde değişik firmaların mamullerinin ambalajlanması ile ilgili olarak dokuz renge kadar baskı, laminasyon, klişe, grafik ve film hazırlama işlerinin yapıldığı ve davacının “basım” işyeri özelliği bulunmayan bu işyerinde depo elemanı olarak çalıştığı dosya içeriğinden anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca, yukarıda sözü geçen maddenin öngördüğü birinci koşulun davacı yönünden oluşmadığı, giderek davacı “basım” işinde çalışmadığından itibari hizmetten yararlanamayacağı açık-seçiktir.
Mahkemece, bu maddi ve hukuki olgular göz önünde tutulmaksızın ve özellikle davanın reddine karar vermek gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
O halde, davalı Kurumun bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır… ),
Gerekçesiyle, davacının temyiz itirazları ( 1 ) maddede gösterilen nedenlerle reddedilip, ( 2 ) maddede gösterilen nedenlerle davalı SGK vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, itibari hizmet süresinin tespiti istemine ilişkindir.
Davacı vekili, davalı şirkete ait işyerinde ambalaj, basım ve matbaacılık işi yapıldığını beyanla davacının davalıya ait işyerinde geçen çalışmalarının 506 sayılı Kanunun Ek 5/2. bendi kapsamında olduğunun, itibari hizmet süresinin sigortalılık sürelerine eklenmesi gerektiğinin tespitini ve eklenen sürelerin yaşlılık aylığına esas yaş hadlerinden indirilmesiyle fark primin davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı Sosyal Güvenlik Kurumu vekili, hizmetin Ek 5. madde kapsamında değerlendirilebilmesi için çalışmanın basım ve gazetecilik işyerinde olması ile birlikte maddenin II. Bendinin ( a ) ila ( f ) alt bentlerinde yazılı fiziksel etkenlerden birinin gerçekleşmiş olması gerektiğini belirterek davanın reddini istemiştir.
Davalı işveren şirket yazılı veya sözlü beyanda bulunmamıştır.
Yerel Mahkemece, “işyerinin basım işyeri olduğu ve Ek 5. maddede düzenlenen nedenlerden birden fazlasının işyerinde mevcut olduğu” gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile davacının itibari hizmet süresinden yararlandırılmasına, sigorta prim farkı tahsili ve itibari hizmet süresinin yaş hadlerinden indirilmesi taleplerinin reddine karar verilmiştir.
Davacı vekili ile davalılardan SGK vekili tarafından temyizi üzerine karar, Özel Daire’ce yukarıda başlık bölümünde yazılı gerekçeyle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece “mevkute dışında şeyler basılan ancak aynı olumsuz şartları taşıyan işyerlerinin basım işyeri olarak kabul edilmesi gerektiği” gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararı davalı SGK vekili tarafından temyiz edilmektedir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nda yapılan görüşme sırasında işin esasına geçilmeden önce, davalı işveren şirkete yapılan tebligatın usulüne uygun olup olmadığı, dolayısıyla taraf teşkilinin yöntemine uygun şekilde sağlanıp sağlanmadığı ve taraf teşkili sağlanmadan direnme kararı verilmesinin mümkün olup olmadığı hususu ön sorun olarak incelenmiştir.
Bilindiği üzere 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun “Hukuki Dinlenilme Hakkı” başlıklı 27. maddesi ( Mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 73. maddesi ) uyarınca davanın tarafları, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip olup, bu hak, yargılama ile ilgili bilgi sahibi olunmasını da içerir.
Bu kapsamda kural olarak, duruşma yapılması zorunlu olan çekişmeli yargıda hakim, Kanunun gösterdiği istisnalar dışında tarafları dinlemeden veya iddia ve savunmalarını bildirmeleri için kanuna uygun biçimde davet etmeden hükmünü veremez.
Hukuki dinlenilme hakkının gereği olarak taraflar duruşmaya çağrılmadan, eş anlatımla; taraf teşkili sağlanmadan hüküm verilememesi, Anayasanın 36. maddesi ile düzenlenen iddia ve savunma hakkının kullanılmasına olanak tanınması ilkesinin doğal bir sonucudur ve aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen A… yargılanma hakkının da en önemli unsurudur.
Bu çerçevede, öncelikle tarafların gerek yargı organlarınca gerekse karşı tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur. Kişinin kendisinden habersiz yargılama yapılarak karar verilmesi, kural olarak mümkün değildir ( H. Pekcanıtez, O. Atalay, M. Özekes, Medeni Usul Hukuku, 11. Bası, 2011, s. 273 ).
Gerçekten savunma hakkını güvence altına alan T.C. Anayasası’nın 36. maddesi ile 6100 sayılı HMK’nun 27. maddesinde de açıkça belirtildiği üzere, mahkemece davalı yan, dinlenmek ve savunması alınmak üzere kanuni şekillere uygun olarak davet edilmedikçe hüküm verilmesi mümkün bulunmamaktadır.
Öte yandan, taraf teşkili dava şartı olup, davanın her aşamasında mahkemece re’sen nazara alınması gereken bir olgudur ve mahkemenin, dava dilekçesi ile duruşma gününü, kararı, bozma ilamını ve direnme kararını taraflara kendiliğinden tebliğ edip taraf teşkilini sağlaması, Hukuk Muhakemeleri Kanununun amir hükmü gereğidir.
Yargılamanın sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi, iddia ve savunma ile ilgili delillerin eksiksiz toplanıp tartışılabilmesi, itirazların yapılabilmesi, davanın süratle sonuçlandırılabilmesi, öncelikle tarafların duruşma gününden haberdar edilmesi ile mümkün olur. Kişinin hangi yargı merciinde duruşması bulunduğunu, hakkındaki iddia ve isnatların nelerden ibaret olduğunu bilmesi, 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve Tebligat Tüzüğünde açıklanan usule uygun tebligatyapılması ile sağlanabilir.
Bu bakımdan, davetiyenin ve tebliğ tutanaklı zarfın, davadaki ve takipteki önemi büyüktür. Asıl olan tarafların huzurunda yargılamanın yürütülmesi olmakla birlikte, hukuk mahkemelerinde taraflar yargılamaya katılmasalar dahi mutlaka duruşmadan haberdar edilmelidir. Duruşmaya gelmese dahi yoklukta davaya devam edilip karar verilmesine usulün olanak tanıdığı hallerde, yasanın öngördüğü uyarıyı taşıyan davetiyenin tebliğ edilmesinden ve yasaya uygun taraf teşkilinin tamamlanmasından sonra işin esasına girişilmesi ve delillerin toplanarak bir sonuca ulaşılması zorunludur.
Tebligat; bilgilendirme yanında belgelendirme özelliği de bulunan bir usul işlemi olduğundan tebligat ile ilgili olarak 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve buna bağlı olarak çıkarılan Tüzük hükümleri tamamen şeklidir. Kanun ve Tüzüğün amacı tebligatın muhatabına en kısa zamanda ulaşması, konusu ile ilgili olan kişilerin bilgilendirilmesi ve bu hususların belgeye bağlanmasıdır.
Gerek tebliğ işlemi ve gerekse tebliğ tarihi ancak yasa ve tüzükte emredilen şekillerle tevsik ve dolayısıyla ispat olunabilir.
Tebligat Kanunu ile Tüzüğü’nde öngörülen şekilde işlem yapılmış olmadıkça tebliğ memuru tarafından yapılan yazılı beyan onun mücerret sözünden ibaret kalır ve dolayısıyla belgelendirilmiş sayılmaz.
Hal böyle olunca, yasa ve tüzük hükümlerinin en ufak ayrıntılarına kadar uygulanması zorunludur. Kanunun ve Tüzüğün belirlediği şekilde yapılmamış ve belgelendirilmemiş olan tebligatların geçerli olmayacağı Yargıtay içtihatlarında açıkça vurgulanmıştır.
Uyuşmazlığın çözümünde tüzel kişilere yapılacak tebligata ilişkin yasal düzenlemelerin de irdelenmesi gerekmektedir.
7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun:
“Hükmi Şahıslara Ve Ticarethanelere Tebligat” başlıklı 12. maddesinde:
“Hükmi şahıslara tebliğ, salahiyetli mümessillerine, bunlar birden ziyade ise, yalnız birine yapılır.
Bir ticarethanenin muamelelerinden doğan ihtilaflarda, ticari mümessiline yapılan tebliğ muteberdir.”
“Hükmi Şahısların Memur Ve Müstahdemlerine Tebligat” başlıklı 13. maddesinde:
“Hükmi şahıslar namına kendilerine tebliğ yapılacak kimseler her hangi bir sebeple mûtat iş saatlerinde iş yerinde bulunmadıkları veya o sırada evrakı bizzat alamayacak bir halde oldukları takdirde tebliğ, orada hazır bulunan memur veya müstahdemlerinden birine yapılır.”
Hükümleri yer almaktadır.
Yine, Tebligat Tüzüğü’nün:
“Hükmi Şahıslara Ve Ticarethanelere Tebligat” başlıklı 17. maddesinde;
“Hükmi şahıslara tebliğ salahiyetli mümessillerine, bunlar birden ziyade ise yalnız birine yapılır.
Vekaletlerin ve bunların teşkilatının, mülhak ve hususi bütçeli idarelerle belediyelerin, köylerin ve hususi kanunlarına müsteniden kurulmuş olan teşekküllerle, şirketlerin ve cemiyetlerin salahiyetli oldukları mümessilleri tabi kanunlara ve statülerine göre tayin edilir.
Hükmi ve hakiki şahsa ait bir ticarethanenin muamelelerinden doğan ihtilaflarda, ticarethanenin o muamelede salahiyetli ticari mümessiline yapılan tebliğ muteberdir.”
“Hükmi Şahısların Memur Ve Müstahdemlerine Tebligat” başlıklı 18. maddesinde:
“Yukarı ki Madde mucibince tebliğ yapılacak kimseler herhangi bir sebeple mütat iş saatlerinde işyerinde bulunmadıkları veya o sırada evrakı bizzat alamıyacak bir halde oldukları takdirde tebliğ, hükmi şahsın o yerdeki memur veya müstahdemlerinden birine yapılır.
Şu kadar ki, kendisine tebliğ yapılacak memur veya müstahdemin, hükmi şahsın yerdeki teşkilatı veya personeli içinde vazife itibariyle tebligatın muhatabı olan hükmi şahsın mümessilinden sonra gelen bir kimse veya evrak müdürü gibi esasen bu kabil işlerle tavzif edilmiş bir şahıs olması lazımdır.
Bunların da bulunmadığı tebliğ mazbatasında tesbit edildiği takdirde tebligat, o yerdeki diğer bir memur veya müstahdeme yapılır.”
Düzenlemelerine yer verilmiştir.
Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nda düzenlenen ticaret şirketleri hükmi şahsiyeti haiz olup üçüncü şahıslar ile olan ilişkilerinde ortaklardan oluşan mümessil-organ veya dışarıdan tayin edilen sair mümessiller tarafından temsil olunurlar.
Hükmi şahsiyeti haiz olmaları dolayısıyla ticaret şirketlerinde tebligatın şirketlerin “salâhiyetli mümessillerine” yapılması icap eder. Salâhiyetli mümessiller ibaresiyle evvela şirketleri kanunen temsile yetkili organlar ve bu organlar adına hareket edenler kastedilmiştir.
Tebligat Kanunu’nun 13. maddesi ile Nizamname’nin buna tekabül eden 18. maddesi birlikte tatbik edildiğinde, kendisine tebligat yapılacak şahısların derecelendirildikleri görülmektedir. Bir kere, hükmi şahıslar namına kendilerine tebligat yapılabilecek salâhiyetli mümessiller mûtad iş saatlerinde işyerlerinde bulundukları ve o sırada evrakı bizzat alacak durumda oldukları takdirde memur ve müstahdemlere tebligat yapılamaz. Saniyen, memur veya müstahdemlere tebligat yapılabilecek hallerde de, önce kendisine tebligat yapılacak şahsın, şirketin o yerdeki teşkilatı veya personeli içinde vazife itibariyle muhatap hükmi şahsın mümessilinden sonra gelen veya evrak müdürü gibi esasen bu işlerle tavzif edilmiş bir kimse olması lazımdır. Böyle bir kimsenin bulunmaması halindedir ki ( bu durum tebliğ mazbatasına dercedilmek suretiyle ) o yerdeki diğer bir memur veya müstahdeme tebligat yapılabilir. Daha önce kendisine tebligat yapılması gereken kimselerin bulunmadıklarını veya tebligatı bizzat alamayacak durumda olduklarının ispatı bakımından mazbatada yer alacak kayıt bilhassa önemlidir ( E. Moroğlu, Makalelerim I, İstanbul 2001, s. 4-5 ).
Görülmektedir ki, 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 12. ve 13. maddeleri ile Tebligat Tüzüğü’nün 17. ve 18. maddelerinde tüzel kişilere tebligatın yapılma usulü açıklanmış; tebligatın, bunların tabi oldukları kanunlara ve statülerine göre belirlenecek yetkili temsilcilerine, eğer tüzel kişinin yetkili temsilcisi yoksa veya evrakı bizzat alamayacak bir halde ise; görev itibariyle temsilciden sonra gelen kimse veya evrak müdürü gibi bu işle görevlendirilmiş bir kişiye, o da yoksa tüzel kişinin o yerdeki memur veya müstahdemlerinden birine, yapılacağı öngörülmüştür. Eğer, tebligat tüzel kişinin yetkili temsilcisine yapılmamış ve sıralı kişilere yapılmışsa, bunun nedenlerinin açıkça ve ayrıntılı olaraktebligat mazbatasına yazılması gereğine de işaret edilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nun 04.04.2007 gün ve 2007/12-200 E. 2007/187 K., 30.12.2009 gün ve 2009/12-563 E. 2009/600 K. ile 13.05.2009 gün ve 2009/12-184 E. 2009/187 K. sayılı ilamlarında da aynı husus vurgulanmıştır.
Yukarıda açıklanan mevzuat hükümleri ve konuya ilişkin ilkeler gözetilerek, somut olay değerlendirildiğinde :
Davalı işveren sıfatıyla anonim şirket aleyhine dava açılmış; davacı vekili tarafından dava dilekçesinde bildirilen adrese çıkarılan ve dava dilekçesi ile duruşma gününü içeren tebligat; davalı anonim şirket adına “Gösterilen adreste muhatabın daimi birlikte çalışır Sekreter F…. D…” imzasına tebliğ edilmiştir.
Ne var ki, dava dilekçesinin ve duruşma gününün tebliğine ilişkin bu tebligat parçasında başkaca herhangi bir açıklamaya yer verilmediği gibi, anonim şirketin yetkili temsilcisinin veya ondan sonraki yetkili kişinin adreste olup olmadığının araştırılıp araştırılmadığı ve nedenleri de şerh edilmemiştir.
Yerel Mahkemece, gerekçeli karar tebliği için, davalı anonim şirkete çıkarılan tebligatın “Muhatap adresten soruldu. Taşınmış” şerhi ile bila tebliğ iade edilmesi üzerine, davalı anonim şirkete dava dilekçesi usulen tebliğ edilmiş gibi işlem yapılarak, bundan sonraki tebligatlar, 7201 sayılı Kanunun 35. maddesi uyarınca, yine aynı adrese yapılmıştır.
Hemen burada, 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 35.maddesinin uygulanması olanağının olup olmadığının tve buna yönelik olarak da davalı anonim şirkete dava dilekçesi ile duruşma gününün tebliğine ilişkin tebligat işleminin usulünce gerçekleşip gerçekleşmediğinin belirlenmesi gerekir.
Yukarıda ayrıntısı açıklandığı üzere, davalı anonim şirkete dava dilekçesi ve duruşma günü tebliğe çıkarılmış; tebliğ memuru bu tebligatı şirketin yetkili temsilcisine; onun herhangi bir nedenle tebliği alacak durumda olmaması halinde de usulüne uygun şekilde yetkili kılınan kişiye; şayet bunlar yoksa veya tebligatı alamayacak durumda iseler bu durumu tebliğ evrakına şerh ederek o yerde hazır bulunan tebliğe yetkili memur ve müstahdemlerinden birine o da yoksa herhangi bir memur veya müstahdeme yapması; tebligat evrakında da sırasıyla tebliğe yetkili kişilerin durumunu ve onlara tebliğ edilememe nedenini şerh etmesi gerekirken, hiçbir açıklamaya yer vermeden doğrudan sekretere tebliğ etmiştir.
Tebligat bu haliyle, açıklanan yasal düzenlemelere ve yargı kararlarına aykırı olup, usulsüzdür.
Dava dilekçesi ve duruşma günü tebliği usulsüz olmakla ve böylece davalı şirkete usulünce yapılmış bir tebligat bulunmamakla, savunma hakkının kısıtlar biçimde devamı tebliğlerin 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 35.maddesine göre yapılması mümkün değildir.
Hal böyle olunca davalı/işveren anonim şirkete usulünce tebligat yapılmadığı ve yöntemince taraf teşkili sağlanmadığı açıktır.
Öte yandan dosya içerisindeki beyan ve belgelerden davalı anonim şirketin iflası talebi ile dava açıldığı da anlaşılmaktadır.
Şu durumda, mahkemece davalı şirkete usulünce tebligat yapılmadan, dolayısıyla taraf teşkili sağlanmadan savunma hakkı kısıtlanarak direnme kararı verilmesi doğru değildir.
Mahkemece yapılacak iş; davalı anonim şirket hakkında açıldığı beyan edilen iflas talebine ilişkin dava dosyasının celbi ile ticaret sicil memurluğundan da sorulmak suretiyle davalı anonim şirketin hükmi şahsiyetinin devam edip edilmediğinin tespiti ile şirketin içinde bulunduğu yasal durum itibariyle tabi oldukları kanunlara ve statülerine göre belirlenecek yetkili temsilcilerine, eğer tüzel kişinin yetkili temsilcisi yoksa veya evrakı bizzat alamayacak bir halde ise; görev itibariyle temsilciden sonra gelen kimse veya evrak müdürü gibi bu işle görevlendirilmiş bir kişiye, o da yoksa tüzel kişinin o yerdeki memur veya müstahdemlerinden birine, eğer tebligat tüzel kişinin yetkili temsilcisine yapılmamış ve sıralı kişilere yapılmışsa, bunun nedenlerinin açıkça ve ayrıntılı olarak tebligat mazbatasına yazılması suretiyle bu kişilere dava dilekçesi, karar ve bozma ilamının yöntemince tebliğ edilmesi ve taraf teşkilinin sağlanması olmalıdır.
Açıklanan hususlar gözetilmeden, davalı şirketin savunma hakkı kısıtlanarak hüküm verilmiş olması usul ve yasaya uygun olmayıp, ön sorunun açıklanan nedenlerle kabulü ile direnme kararının bu değişik ve usule ilişkin nedenlerle bozulması gerekir.
SONUÇ : Davalı SGK vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda gösterilen değişik nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, 14.12.2011 gününde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2011/11-554
K. 2011/684
T. 23.11.2011
• TAŞIMA SÖZLEŞMESİNDEN KAYNAKLANAN TAZMİNAT ( Davalıya Usulsüz Tebligat Yapıldığı/Taraf Teşkili Sağlanmadan Hüküm Kurulamayacağı – Aksinin Hukuki Dinlenilme Hakkı ve Adil Yargılanma Hakkının İhlali Olduğu/Önsorun Olarak İncelendiği )
• USULSUZ TEBLİGAT ( Dava Dilekçesi Duruşma Günü Bozma ve Karar Düzeltme İlamı Bozma Sonrası Duruşma Günü Direnme Kararı ve Temyiz Dilekçesinin İsim Benzerliğinden Dolayı Davalı Dışında Başka Şahsa Yapıldığı – Taraf Teşkili Sağlanmadığı )
• TEBLİGATIN DAVALI DIŞINDA BAŞKA ŞAHSA YAPILMASI ( Usulsüz Tebligat – Taraf Teşkili Sağlanmadan Hüküm Kurulamayacağı )
• TARAF TEŞKİLİ ( Taşıma Sözleşmesinden Kaynaklanan Tazminat/Davalıya İsim Benzerliğinden Dolayı Usulsüz Tebligat Yapıldığı – Davalının İddia ve Savunma Hakkının İhlal Edildiği )
• TUTUKLUYA TEBLİGAT ( Taşıma Sözleşmesinden Kaynaklanan Tazminat – Davalı Tutukluya Usulüne Uygun Tebligat Yapılmadığı ve Taraf Teşkili Sağlanmadığı )
• HUKUKİ DİNLENİLME HAKKI ( Davalıya Tazminat Davasında Dava ve Temyiz Dilekçesi Bozma ve Karar Düzeltme İlamı Tebliğ Edilmediği – İddia ve Savunma Hakkını Kullanmayan Davalı Açısından Bu Hakkın Tam Olarak Kullanılmayarak Adil Yargılanma Hakkını İhlal Ettiği )
• ADİL YARGILANMA HAKKI ( Usulsüz Tebligat – Taraf Teşkili Sağlanmadan Yargılama Yapılmasının Bu Hakkı İhlal Edeceğinin Gözetileceği )
1086/m.73, 429, 434
6100/m.27, Geç.3
7201/m.10, 19
2709/m.36
Tebligat Tüzüğü m.25/2
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi m.6
ÖZET : Dava, taşıma sözleşmesinden kaynaklanan maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Taraf teşkili sağlanıp sağlanmadığı, taraf teşkili sağlanıp savunma hakkı tanınmadan karar verilmesinin mümkün olup olmadığı hususları ön sorun olarak ele alınmıştır. Taraf teşkili sadece davanın açılması aşamasında değil, yargılamanın diğer aşamalarında da önem taşımaktadır. Tebligat, Anayasa ile güvence altına alınan iddia ve savunma hakkının, daha da özelde hukukî dinlenilme hakkının tam olarak kullanılması ve bu suretle adil bir yargılamanın yapılmasını sağlayan çok önemli bir araçtır. Dava dilekçesi ve duruşma günü, bozma ilamı, karar düzeltme ilamı, bozma sonrası duruşma günü, direnme kararı ve temyiz dilekçesinin isim benzerliğinden dolayı tutuklu davalı dışında başka şahsa yapılması iddia ve savunma hakkının, hukuki dinlenilme hakkının, adil yargılanma hakkının ihlalidir. Taraf teşkili usulünce sağlanmadan hüküm kurulması hukuka aykırıdır.
DAVA : Taraflar arasındaki “maddi ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 13. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabul, kısmen reddine dair verilen 21.05.2008 gün ve 2006/136 E., 2008/180 K. sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 15.12.2009 gün ve 2008/13385 E., 2009/12985 K. sayılı ilamı ile;
( … Davacılar vekili, davalı İ… G…-G… Tic. A.Ş.nin maliki ve işleteni, davalı M. Y.’ın sürücüsü olduğu TED Ankara Koleji okul servisinde müvekkillerinin murisinin yolcu olarak okuluna gitmekte iken, araç sürücüsünün tam kusuru ile neden olduğu kazada vefat ettiğini, müvekkillerinin olay nedeniyle desteklerinden yoksun kaldıkları gibi derin acılar yaşadıklarını ileri sürerek, fazlaya dair talep ve dava hakları saklı kalması kaydıyla şimdilik, müvekkillerinden Müjde için 200.000 YTL.sı manevi ve sigorta tarafından karşılanmayan kısım için 5.000 YTL.sı maddi, Kamil Haldun için 200.000 YTL.sı manevi ve sigorta tarafından karşılanmayan kısım için 5.000 YTL.sı maddi, Caner için 100.000 YTL.sı manevi tazminatın olay tarihinden itibaren avans faizi ile davalılardan müteselsilen tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı İ… G…- G… San. Tic. ve Araç Kiralama Hizmetleri ( Rent a Car ) vekili, dava konusu kazayı yapan aracın malikinin müvekkili olmasına karşın aracın 29.6.2004 tarihinde dava dışı C… Tur. Ltd. Şti.ne kiralandığını, olayında bu şirket tarafından aracın işletilmesi sırasında meydana geldiğini, anılan şirketle yapılan sözleşmenin 5.12 maddesi uyarınca trafik kazaları da dahil olmak üzere tüm maddi ve manevi zarar ve ziyandan C…-TUR Tur. Ltd. Şti.nin sorumlu olacağının düzenlendiğini, keza sürücünün de bu şirketin çalışanı olduğunu, sigorta şirketlerinin maddi tazminat taleplerini karşıladığını, talep edilen manevi tazminat miktarının fahiş olduğunu, yasal faiz istenebileceğini savunarak, davanın usul ve esastan reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı TED Ankara Koleji Vakfı Özel İlköğretim Okul Müdürlüğü vekili, öğrenci servisinin veli ile yaptığı taşıma sözleşmesi ile hizmet verdiğini, aracın okula ait olmadığını, Okul Servis Araçları Hizmet Yönetmeliğinin 5. ve 7. maddelerinin olayda uygulanma yerinin bulunmadığını savunarak, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Mahkemece, iddia, savunma,toplanan kanıtlar, bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamına göre, murisin okutulması bakım ve yetiştirilmesi için yapılan muhtemel masraf ile sigorta şirketleri tarafından ödenen tazminat miktarları indirildikten sonra davacıların karşılanmamış maddi tazminat hakkının kalmadığı, okul servisinin davalı TED Ankara Koleji Vakfı Özel İlköğretim Okul Müdürlüğüne ait olmadığı, aracın okulun kullanımına tahsis edilmediği, servis hizmetinin velilerle yapılan taşıma sözleşmesi gereği yapıldığı, olayda kusursuz sorumluluk hallerinin bulunmadığı gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile, davalı TED Ankara Koleji Vakfı Özel İlköğretim Okul Müdürlüğü aleyhine açılan davanın husumet yönünden reddine, davacı Müjde için 20.000 YTL.sı manevi, davacı Kamil Haldun için 20.000 YTL.sı manevi ve kardeş Caner için 10.000 YTL.sı manevi tazminatın olay tarihinden itibaren yasal faizi ile davalılar İ… G…- G… San. Tic. ve Araç Kiralama Hizmetleri ( Rent a Car ) ve M. Y.’dan tahsiline, maddi tazminat istemlerinin reddine karar verilmiştir.
Kararı, davacılar vekili ve davalı İ… G…- G… San. Tic. ve Araç Kiralama Hizmetleri ( Rent a Car ) vekili temyiz etmiştir.
1- Dava dosyası içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına ve davacıların murisinin davalı taşıma şirketine ait araçta yolcu olması nedeniyle kusurunun olmamasına, murisin yetiştiği aile ortamı yüksek tahsil yapmaya yönlendirecek şart ve imkanlara sahip olması nedeniyle asgari ücretin üzerinde tazminata esas gelirin belirlenerek maddi tazminatın hesabında bir usulsüzlük bulunmamasına, taşıma sözleşmesinin davalı İ… G…- G… San. Tic. ve Araç Kiralama Hizmetleri ( Rent a Car ) ile yapılması nedeniyle aracın fiili taşıyana kiralanmasının bu davalının taşıyan olarak sorumluluğunu ortadan kaldırmayacak olmasına ve ayrıca olay tarihinde geçerli Okul Servis Araçları Hizmet Yönetmeliğinin 7. maddesi hükmü uyarınca da TED Ankara Koleji vakfının taşıyan dışında bir başka sıfatla dahi sorumlu tutulması mümkün bulunmadığından hakkındaki davanın husumet yönünden reddinde de bir usulsüzlük bulunmamasına göre, davalı İ… G…- G… San. Tic. ve Araç Kiralama Hizmetleri ( Rent a Car ) vekilinin tüm ve davacılar vekilinin aşağıdaki bent dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.
2- Davacılar vekilinin temyiz itirazlarına gelince, dava, taşıma sözleşmesinden kaynaklanan maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece karara esas alınan 19.03.2008 tarihli bilirkişi raporunda davacılara Ferdi Kaza Koltuk Sigorta Poliçesinden ödenen 50.000 YTL.sı hesap edilen destekten yoksun kalma tazminatından indirilmiş ise de, Ferdi Kaza Sigorta Sözleşmesinde yolcunun ölümü halinde sigortacı, bir meblağ sigortası bedeli olan ölüm tazminatını can sigortası ilkeleri uyarınca aynen ölenin yasal mirasçılarına ödemek yükümlülüğü altındadır. Bu itibarla mahkemece, Ferdi Kaza Koltuk Sigorta Poliçesinden ödenen 50.000 YTL.sının hesap edilen destekten yoksun kalma tazminatından indirilmek suretiyle ve bu durumda tazminat miktarının negatif bakiye verdiğinden bahisle davacı anne ve baba yönünden maddi tazminat isteminin reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir… ),
Gerekçesiyle bozulduktan sonra, bu kez davacılar vekilince reddedilen temyiz itirazları yönünden karar düzeltme talebinde bulunması üzerine;
( … 1- Yargıtay ilamında benimsenen gerektirici sebeplere göre, davacı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair karar düzeltme itirazlarının reddi gerekmiştir.
2- Davalı TED Ankara Koleji Vakfı ile davalı İ… G…-G… Sanayi Ticaret Taahhüt Taşımacılık ve Araç Kiralama Hizmetleri arasında önceden 22.08.2003 tarihinde sonradan da bu sözleşme yenilenerek 28.09.2004 tarihinde öğrencilerin taşınması hususunda anlaşma yapıldığı, kazanın 06.06.2005 tarihi itibariyle sözleşme süresi içerisinde meydana geldiği hususları tartışmasızdır. Sözleşme başlığı “Öğrenci, öğretmen ve personel taşıma sözleşmesi” olup sözleşmenin konusu başlıklı. 2. maddeye göre “TED Ankara Koleji Vakfı okulları, öğrenci, öğretmen ve personelinin Ankara içi ile İncek kampusu arasında evden okula, okulda eve götürülüp getirilmesi…” olduğu, 3. maddesinde; işin süresinin gösterildiği, 4. maddesinde; güzergahların, 5. maddesinde; alınacak ücretlerin, 6. maddesinde; ilgili aysonunda verilen hizmette bir aksama olması halinde kullanılmak üzere taşıyıcının vakfa 100.000 YTL güvence bedeli yatıracağı, 8.maddesinde; taşımacının 300.000 YTL tutarında kesin ve süresiz teminat mektubunu vakfa vereceği, 9. maddesinde; vergi, resim ve harçların, 10. maddesinde; fesih hususların düzenlendiği, öncelikle 7. maddesinde a ) bendinde; okul servis araçları yönetmeliği hükümlerine uyulacağı b ) bendinde; taşımacının vakıftan onay almadan herhangi bir değişim yapamayacağı, c ) bendinde; taşımacının vakfın belirleyeceği bir sigorta şirketine “Ferdi Kaza Sigortası” yaptırması zorunluluğu, d ) bendinde; 3.kişilere verilerek zararlardan dolayı vakfa rücu edilemeyeceği, m ) bendinde; taşımacının personelinin davalı çalışanlarına ait tüm kararlarına ve genelgelerine uymakla yükümlü olacağı hususları açıkça belirtildiği, davacı tanıklarının da; servis araçlarının kiralanması, taşımacılık işlerinde bulunulması, ihalenin yapılması ve araçların seçim ve denetiminde tamamen okul yönetiminin etkili ve yetkili olduğu, öğrenci ve velilerin söz sahibi olmadıkları yönündeki beyanları karşısında davalı vakfın söz konusu taşıma işini denetleme ve kontrol yetkisine sahip olduğu bu durumda vakfın da taşıyan olarak kabulü gerektiğinden davacı vekilinin bu yöne ilişkin karar düzeltme itirazlarının kabulü ile Dairenin temyiz bozma ilamının ( 1 ) nolu bölümünün bu hususa ilişen bölümünün ortadan kaldırılarak yerel mahkeme kararının bu nedenle de davacı yararına bozulması gerekmiştir… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle H.U.M.K.2494 sayılı Yasa ile değişik 438/II.fıkrası hükmü gereğince duruşma isteğinin reddine karar verilip dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, taşıma sözleşmesinden kaynaklanan maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.
Yerel mahkemece, davanın kısmen kabul, kısmen reddine karar verilmiştir.
Taraf vekillerinin temyizi üzerine, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde yazılı gerekçelerle bozulmuş; davacılar vekilinin karar düzeltme istemi üzerine yine yukarıda başlık bölümünde yer alan bozma nedeni de eklenmiştir.
Mahkemece önceki kararda direnilmiş; hükmü davacılar vekili temyize getirmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca yapılan incelemede işin esasına geçilmeden önce, dosya kapsamına göre dava dilekçesi ve duruşma gününün davalı dışında başka bir kişiye tebliğ edilmiş olması karşısında, taraf teşkili sağlanıp sağlanmadığı, taraf teşkili sağlanıp savunma hakkı tanınmadan yargılamanın yürütülüp, karar verilmesinin mümkün olup olmadığı hususları ön sorun olarak ele alınmıştır.
Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle “tebligat”, “taraf teşkili”, “adil yargılanma” ve “hukuki dinlenilme hakkı” kavramları üzerinde durulmasında yarar bulunmaktadır:
Yetkili makamlar tarafından bir takım hukukî işlemlerin, bunların hukukî sonuçlarından etkilenmeleri amaçlanan kimselere kanuna uygun şekilde bildirimi ve bu bildirimin de usulüne uygun şekilde yapıldığının belgelenmesi olarak tanımlanan tebligat, Anayasa ile güvence altına alınan iddia ve savunma hakkının, daha da özelde hukukî dinlenilme hakkının tam olarak kullanılması ve bu suretle adil bir yargılamanın yapılmasını sağlayan çok önemli bir araçtır.
Bir dâvada davalının, davacının açmış olduğu dâvadan haberdar olması, dâvaya cevap vermesi ve hatta cevap süresinin işlemeye başlaması için dâva dilekçesinin tebliğ edilmesi gerekir. Aksi durumun, ilgilinin hak arama hürriyetini kısıtlayacağına şüphe yoktur. Aslında hemen her hukuksal işlemin tebligat ile sonuç doğuracağını söylemek mümkündür.
Yargılamanın sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi, iddia ve savunma ile ilgili delillerin eksiksiz toplanıp tartışılabilmesi, itirazların yapılabilmesi, davanın süratle sonuçlandırılabilmesi; bozma sonrası yargılamanın devamı, uyup uymama yönündeki kararın verilebilmesi, öncelikle tarafların duruşma gününden usulünce haberdar edilmesi ve böylece taraf teşkilinin sağlanması ile mümkündür. Bu yolla kişi, hangi yargı merciinde duruşması bulunduğuna, hakkındaki iddia ve isnatların nelerden ibaret olduğuna, yargılamanın safahatına, bozma ilamının içeriğine, bozma sonrası duruşmanın hangi tarihte yapılacağına, verilen kararın ne olduğuna, 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve TebligatTüzüğünde açıklanan usule uygun tebligat yapılması ile vakıf olabilecektir.
Görüldüğü üzere, taraf teşkili sadece davanın açılması aşamasında değil, yargılamanın diğer aşamalarında da önem taşımaktadır.
Mahkemenin, bozma ilamına uyma ya da direnme konusunu karara bağlamadan önce de, bozma ilamını ve duruşma gününü taraflara kendiliğinden tebliğ edip taraf teşkilini sağlaması, 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ( HMK )’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ( HUMK )’nun 429. maddesinin amir hükmü gereği, zorunludur.
Nitekim, bozma sonrası mahkemece yapılacak işlemleri düzenleyen 1086 sayılı HUMK’nun 429/2. maddesinde, “…Mahkeme, temyiz edenden 434’ncü madde uyarınca peşin alınmış olan gideri kullanmak suretiyle, kendiliğinden tarafları duruşmaya davet edip dinledikten sonra, Yargıtay’ın bozma kararına uyulup uyulmayacağına karar verir.” hükmü öngörülmüştür.
Bu açık hüküm karşısında mahkeme, bozma ilamını taraflara tebliğ edip; kendiliğinden tarafları duruşmaya davet etmekle yükümlüdür. Belirtilen usulü işlemler tamamlanmadan ve bozma sonrası taraf teşkili sağlanmadan, mahkemece direnme ya da uyma kararı verilmesi olanaklı değildir ( HGK’nun 26.09.2007 gün ve 2007/11-652 E. -624 K; 02.07.2003 gün ve 2003/2-408 E.-467 K. sayılı ilamları ).
Hal böyle olunca, yargılamada yöntemine uygun olarak taraf teşkilinin sağlanıp sağlanmadığının belirlenmesine yönelik olarak, tebligata ilişkin yasal düzenlemeler üzerinde de durulmalıdır:
7201 sayılı Tebligat Kanunu ( Teb.K )’nun 10. maddesinde; “Tebligat, tebliğ yapılacak şahsa bilinen en son adresinde yapılır.” hükmü bulunmaktadır.
6099 sayılı Kanunla; bu maddenin birinci fıkrasından sonra gelmek üzere “Bilinen son adresin tebligata elverişli olmadığının anlaşılması veya tebligat yapılamaması halinde, muhatabın adres kayıt sisteminde bulunan yerleşim yeri adresi, bilinen en son adresi olarak kabul edilir ve tebligat buraya yapılır”düzenlemesi getirilmiştir.
Anılan Kanunun “Mevkuf ve mahkumlara tebligat” başlıklı 19. maddesinde: “Mevkuf ve mahkumlara ait tebliğlerin yapılmasını, bunların bulunduğu müessese müdür veya memuru temin eder.”
Hükmü yer almakta;
Tebligat Tüzüğünün 25. maddesinin 2. fıkrasının son cümlesinde de; “Mahkuma tebligat yapılamazsa, tebliğ mazbatasına, müdür veya memur tarafından sebebi gösterilmek suretiyle şerh verilir.” düzenlemesi bulunmaktadır.
Hemen belirtmelidir ki, tebliğ ile ilgili kanun ve tüzük hükümleri tamamen şeklidir. Tebligat; bilgilendirme yanında belgelendirme özelliği de bulunan bir usul işlemidir. Gerek tebliğ işlemi ve gerekse tebliğ tarihi ancak yasa ve tüzükte emredilen şekillerle tevsik ve dolayısıyla ispat olunabilir. Bu sebeple tebligatın, usul yasaları ile ilişkisi de daima göz önünde tutulmalıdır.
Anılan Kanun ve Tüzüğün bu konuda etkili önlemler almış olmasının tek amacı, tebliğin muhatabına ulaşmasını ve onun tarafından kabul edilmesini sağlamaktır.
Şu hale göre; yazılı tebligat, bir davaya ilişkin işlemleri o davayla ilgili kişilere bildirmek için, mahkemelerce Kanuna uygun biçimde yapılan bir belgelendirme işlemidir. Dolayısıyla, Kanun ve Tüzük hükümlerinin en küçük ayrıntılarına kadar uygulanması zorunludur.
Taraf teşkili konusuna gelince;
Bir dâvada tarafların teşkil edilebilmesi, bu sayede dâvada karşılıklılık, çelişikliğin sağlanabilmesi ve iddia ve savunmalarda bulunulabilmesi için taraflarla, taraflar dışındaki tanık ve bilirkişi gibi üçüncü kişilere usulüne uygun tebligat yapılması gereklidir. Tebligat sayesinde, ilgililer duruşmaya davet olunur ve kendilerine, yargılama hakkındaki ilk bilgiler, tebliğ konusu dilekçeler sayesinde verilir. Tebligat, yargılamanın makûl sürede yapılıp sonuçlandırılması, hak ve adaletin gecikmeden yerine getirilmesi açısından önemli bir usûli işlemdir ( Mehmet Ruşen Gültekin, Adil Yargılanma Hakkının Gerçekleşmesini Sağlayan Araçlardan Milletlerarası Tebligat ve İstinabe, ( Doktora Tezi ), Ankara 2006, s. 16, 17 ).
Taraflar duruşmaya çağrılmadan, eş anlatımla; taraf teşkili sağlanmadan hüküm verilememesi, Anayasanın 36. maddesi ile düzenlenen iddia ve savunma hakkının kullanılmasına olanak tanınması ilkesinin doğal bir sonucudur.
Gerçekten savunma hakkını güvence altına alan T.C. Anayasasının 36. maddesi ile direnme kararının verildiği tarihte yürürlükte bulunan 1086 sayılı HUMK’nun 73. maddesinde de ( 6100 sayılı HMK’nun 27. maddesi ) açıkça belirtildiği üzere, mahkemece davalı yan; dinlenmek ve savunması alınmak üzere kanuni şekillere uygun olarak davet edilmedikçe hüküm verilmesi mümkün bulunmamaktadır, aksi halde savunma hakkının kısıtlanmış sayılacağı, gerek öğreti, gerekse yargısal kararlarda tartışmasız olarak kabul edilmektedir ( Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. Baskı, Cilt II, s.1876 vd ).
Çekişmeli yargıda kural olarak duruşma yapılması zorunludur. 01.10.2011 tarihi itibariyle yürürlüğe giren 6100 sayılı HMK’nun 27. maddesi uyarınca Kanunun gösterdiği istisnalar dışında hakim tarafları dinlemeden veya iddia ve savunmalarını bildirmeleri için kanuna uygun biçimde davet etmeden hükmünü veremez.
Taraf teşkili dava şartı olup, davanın her aşamasında mahkemece re’sen nazara alınması gereken bir olgudur ve mahkemenin, duruşma gününü, kararını, bozma ilamını, duruşma günü ve direnme kararını taraflara kendiliğinden tebliğ edip taraf teşkilini sağlaması, usulün amir hükmü gereğidir.
Yargılamanın sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi, iddia ve savunma ile ilgili delillerin eksiksiz toplanıp tartışılabilmesi, itirazların yapılabilmesi, davanın süratle sonuçlandırılabilmesi, öncelikle tarafların duruşma gününden haberdar edilmesi ile mümkün olur. Kişinin hangi yargı merciinde duruşması bulunduğunu, hakkındaki iddia ve isnatların nelerden ibaret olduğunu bilmesi, 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve Tebligat Tüzüğünde açıklanan usule uygun tebligatyapılması ile sağlanabilir ( HGK’nun 04.03.2009 gün ve 2009/9-52 E.-2009/105 K.; 14.04.2010 gün ve 2010/21-200 E. 2010/216 K.; 20.04.2011 gün ve 2011/5-175 E. 2011/202 K. sayılı ilamları ).
Hukuki dinlenilme hakkına gelince:
Mahkeme iki tarafa eşit şekilde hukukî dinlenilme hakkı tanıyarak hükmünü vermelidir. Taraflara hukukî dinlenilme hakkı verilmesi anayasal bir haktır. Anayasamızın 36. maddesine göre teminat altına alınan iddia ve savunma hakkı ile adil yargılanma hakkı, hukukî dinlenilme hakkını da içermektedir. Yine İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nöe de hukukî dinlenilme hakkı, adil yargılanma hakkı içinde teminat altına alınmıştır. Bu hakka, tarafın hâkime meramını anlatma hakkı ya da iddia ve savunma hakkı da denilmektedir. Ancak, hukukî dinlenilme hakkı, bu ifadeleri de kapsayan daha geniş bir anlama sahiptir.
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 27. maddesi hükmüne göre:
” ( I ) Davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer ilgilileri, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahiptirler.
( 2 ) Bu hak;
a ) Yargılama ile ilgili olarak bilgi sahibi olunmasını,
b ) Açıklama ve ispat hakkını,
c ) Mahkemenin, açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesini ve kararların somut ve açık olarak gerekçelendirilmesini,
içerir”.
Hukukî dinlenilme hakkı, Anayasanın 36. maddesinde ve Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının en önemli unsurudur. Zira, insan onurunun yargılamadaki zorunlu bir sonucu olarak, yargılama süjelerinin, yargılamada şeklen yer almaları dışında, tam olarak bilgi sahibi olmaları, kendilerini ilgilendiren yargılama konusunda açıklama ve ispat haklarını tam ve eşit olarak kullanmaları ve yargı organlarının da bu açıklamaları dikkate alarak gereği gibi değerlendirme yapıp karar vermesi gereklidir.
Hukukî dinlenilme hakkı olarak maddede ifade edilen ve uluslararası metinlerde de yer bulan bu hak, çoğunlukla “iddia ve savunma hakkı” olarak bilinmektedir. Ancak, hukukî dinlenilme hakkı, iddia ve savunma hakkı kavramına göre daha geniş ve üst bir kavramdır.
Bu hak, yargılamanın tarafları dışında, müdahiller ve yargılama konusu ile ilgili olanları da kapsamına almaktadır. Ancak, her yargılama süjesi kendi hakkıyla bağlantılı ve orantılı olarak bu hakka sahiptir. Hakkın temel unsurları maddede tek tek belirtilmiş, böylece uygulamada bu temel yargısal hak konusundaki tereddütlerin önüne geçilmesi amaçlanmıştır.
Bu çerçevede, öncelikle tarafların gerek yargı organlarınca gerekse karşı tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur. Kişinin kendisinden habersiz yargılama yapılarak karar verilmesi, kural olarak mümkün değildir.
Bu hakkın ikinci unsuru, açıklama ve ispat hakkıdır. Taraflar, yargılamayla ilgili açıklamada bulunma, bu çerçevede iddia ve savunmalarını ileri sürme ve ispat etme hakkına sahiptirler. Her iki taraf da bu haktan eşit şekilde yararlanırlar. Bu durum “silahların eşitliği ilkesi” olarak da ifade edilmektedir.
Bu hakkın üçüncü unsuru, tarafların iddia ve savunmalarını yargı organlarının tam olarak dikkate alıp değerlendirmesidir. Bu değerlendirmenin de, kararların gerekçesinde yapılması gerekir ( bkz. 6100 sayılı HMK.nun Hükümet Gerekçesi madde 32 ).
Yargılama bakımından, sadece bir tarafın dinlenmesi, başka kimsenin dinlenmemesi, tek yönlü karar verilmesi demektir. Yargılamada yer alan taraflar, yargılamanın objesi değil, süjesidir. Hukukî dinlenilme hakkı, doğru karar verilmesinin garantisidir; bu nedenle, haksızlığa karşı koyabilme imkânı tanır. Bu hak, hukuk devletinin, insan onurunun korunması ve eşitlik ilkesinin, hak arama özgürlüğünün, adil yargılanma hakkının bir gereğidir.
Hukukî dinlenilme hakkı yargılamanın süjesi olan herkese aittir. Dava sonunda hukukî durumu etkilenecek olan kişilere, yargılamadaki durumlarına uygun şekilde bu hak tanınacaktır. Tanık ve bilirkişilerin kendileri ile ilgili bir sonuç doğması halleri dışında, hukukî dinlenilme hakkı bulunmamaktadır. Davada taraflar, çekişmesiz-yargı işlerinde ilgililer bu hakka sahip oldukları gibi, fer’i müdahilin de kendi hakkıyla bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkı bulunmaktadır.
Hukukî dinlenilme hakkı, sadece belli bir yargılama için ya da yargılamanın belli bir aşaması için geçerli olan bir ilke değildir. Tüm yargılamalar için ve yargılamanın her aşamasında uyulması gereken bir ilkedir. Bu çerçevede gerek çekişmeli ve çekişmesiz yargı işlerinde gerekse bu yargılamalarla bağlantılı geçici hukukî korumalarda, icra takiplerinde, tahkim yargılamasında, hatta hukukî uyuşmazlıklarla ilgili yargılama dışında ortaya çıkan çözüm yollarında, her bir yargılama, çözüm yolu ve uyuşmazlığın niteliğiyle bağlantılı şekilde hukukî dinlenilme hakkına uygun davranılmalıdır.
Hukukî dinlenilme hakkına aykırılık -bir istinaf gerekçesi ve -temyizde de bozma sebebidir. Hakkın ihlâlinin niteliğine göre, yargılamanın yenilenmesi sebebi olarak kabul edilebilir. Ayrıca adil yargılanma ihlâli çerçevesinde de Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi’ne başvurulabilir.
Kanunda da açıkça belirtildiği gibi, hukukî dinlenilme hakkının temel üç unsuru bulunmaktadır ( 6100 sayılı HMK madde 27/2 ).
Bunlardan ilki “Bilgilenme Hakkı” dır.
Buna göre, hak sahibinin kendisi ile ilgili yargılama ve yargılamanın içeriği hakkında tam bir şekilde bilgi sahibi olması sağlanmalıdır. Bilgilerime hakkı, gerek karşı taraf gerekse yargı organlarının işlemleri ve dosya kapsamına girip yargılamayı etkileyen her şeyi kapsar. Tarafın bilgi sahibi olmadığı işlemler, belge ve bilgiler yargılamada esas alınamaz. Bilgilenmenin şekli bakımından, hukukî dinlenilme hakkına uygun davranılmalı, ilgilinin bilgilenmesi şeklen değil, gerçekten sağlanmaya çalışılmalıdır. Özellikle tebligat ve davetiye kurallarının uygulanmasında özen gösterilmelidir. Usûlüne uygun tebligat yapılmadan, davetiye çıkarılmadan, tefhimi mümkünse tefhim gerçekleşmeden yapılan işlemler taraflar bakımından sonuç doğurmaz.Taraflardan gizli yargılama yapılamayacağı için, yargılamaya dâhil olan her işlem bakımından taraflar, dosyanın korunması ve yargılamanın sağlıklı yürütülmesi dışında bir sınırlamaya tabî olmadan tam olarak bilgilenme hakkını kullanabilirler. Bu sınırlamalar da bilgilenme hakkını ortadan kaldırıcı nitelikte olmayıp sadece kullanılmasını yargılamanın sağlıklı işlemesi için belirli kurallara bağlamak şeklinde olabilir. Tarafların bilgisine açık olmayan hiçbir husus hükme esas alınamaz.
Hukukî dinlenilme hakkının ikinci unsuru “Açıklama ve İspat Hakkı” dır.
Buna göre de, hak sahibinin bilgilendiği hususlarda açıklama hakkı tam olmalıdır. Açıklama hakkı kapsamına, yargılamanın temelini oluşturan vakıalar, bunların ispatına ilişkin faaliyet ve hukukî sebepler girmektedir. Bununla birlikte, açıklama hakkı sınırsız bir içini dökme hakkı değildir. Bu konuda hakkın özünü zedelemeyen, yargılamanın sağlıklı işlemesine yönelik sınırlamalar getirilebilir. Ancak, hakkı anlamsız kılacak sınırlamalar kabul edilemez. Bu çerçevede örneğin, makul kabul edilebilecek, iddia ve savunmayı genişletme yasağı ile delil gösterilmesi konusunda getirilen sınırlamalar hukukî dinlenilme hakkına aykırı sayılmaz. Burada, teksif ilkesi ve usûl ekonomisi ortaya çıkacak, hukukî dinlenilme hakkı ihlâli sonucunu doğurmayan, teksif ilkesine ve usûl ekonomisine uygun olan sınırlamalar kabul edilebilecektir. Açıklama hakkının ne şekilde kullanılacağını ise, kural olarak ilgili yargılama usûlü belirler.Açıklama hakkının kullanılması için ilgiliye gerekli ortam hazırlanmasına rağmen, kişi bu hakkı kullanıp kullanmamakta serbesttir, hakkını kullanmayarak haktan feragat edebilir.
Hukukî dinlenilme hakkının üçüncü unsuru “Dikkate Alınma Hakkı”dır.
Taraf açıklamalarını yargı organları, tam olarak dikkate alıp değerlendirmelidir. Ancak bu şekilde ilgililer gerçek anlamda yargılamayı etkileyen bir yargılama süjesî haline gelmiş olur. Aksi halde bilgilenme ve açıklama hakkı anlamsız kalacaktır. Bu sebeple, dikkate alma ve değerlendirme, yargı organı için mutlak bir yükümlülüktür ( Hakan Pekcanıtez- Oğuz Atalay- Muhammet Özekes, Medeni Usul Hukuku, 11. Bası, Ankara 2011, s. 272- 278 ).
Hakkaniyete uygun bir yargılanmanın gerçekleşmesini sağlayacak en önemli ilke ise silâhların eşitliği ilkesidir. Silâhların eşitliği ilkesi, yine, AİHM’ne göre, mahkeme önünde sahip olunan hak ve vecibeler bakımından taraflar arasında tam bir eşitliğin bulunması ve bu dengenin bütün yargılama boyunca korunmasıdır. Başka bir deyişle, silâhların eşitliği ilkesi, dâvanın taraflarından birini diğeri karşısında avantajsız bir duruma düşürmeyecek şekilde her iki tarafın deliller de dahil olmak üzere, iddia ve savunmasını ortaya koymak için makûl bir olanağa sahip olması, tarafların denge içinde olması demektir. Silâhların eşitliği ilkesi, AİHM’nin 6. maddesinin 1. bendinin ilk cümlesinde geçmektedir.
Bu konuda AİHM’nin Türkiye’ye ilişkin bir değerlendirmesi Mehmet Göç/Türkiye kararında yer almıştır. AİHM, “mahkemece belirlenen tazminatı yetersiz bulan başvurucunun dâvasının, Yargıtay aşamasında devam etmekte olduğu bir sırada başvurucu, Yargıtay önündeki yargılamada başarı olanaklarını zayıflatacak her türlü sunumdan bilgi edinmek hakkına sahiptir. Bu nedenle Cumhuriyet Başsavcısının Yargıtay’a sunduğu tebliğnamesinin başvurucuya tebliğ edilmemesi, Sözleşmenin 6. maddesinin ihlâlidir” sonucuna varmıştır.
Söz konusu ilke tarafların usulüne uygun olarak mahkemenin önüne gelmelerini sağlayan tebligat işlemi açısından önemlidir. Çünkü ancak hukuka uygun bir usûlde gerçekleşen tebligat üzerine, durumdan haberdar olan taraflar iddia ve savunmalarını eşit şekilde yapabileceklerdir.
Savunma hakkının yeterince kullanılamadığı bir yargılamanın doğru sonuçlar vermesi beklenemez. Adil yargılamayı gerçekleştirmeye yönelik her hukuk kuralı savunma hakkının varlığına işaret edecektir. Hak arama özgürlüğü ve bunun somut unsurlarından biri olan savunmanın yapılabilmesinin ilk koşulu ise tebligattır. Bir yargılama sırasında taraflar, yargılama hakkındaki ilk bilgilere ve bunun sonucunda iddia ve savunma yapabilme haklarına ancak usulüne uygun tebligat ile kavuşabilecek ve bu şekilde savunma yapılabilecektir. Bunun tersi olarak geçerli ve usulüne uygun bir tebligat olmaksızın yargılama yapılması ise, savunma hakkının dolayısıyla, en temel insan haklarından birinin ihlâli anlamına gelecektir ( Mehmet Ruşen Gültekin, a.g.e., s. 17 vd. ).
Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay ele alındığında;
Mahkemece dava dilekçesi ve duruşma günü, bozma ilamı, karar düzeltme ilamı, bozma sonrası duruşma günü, direnme kararı ve temyiz dilekçesinin isim benzerliğinden dolayı davalı M. Y. dışında başka bir şahsa yapılmıştır.
Diğer taraftan, yerel mahkeme kararı ile temyiz dilekçesi de aynı tebligat zarfı içerisinde tutukevinde bulunan davalı M. Y.’ın tebliğ anında orada bulunmama nedeni gösterilmeden “yetkili müdüre” yapılmıştır. 7201 sayılı TebligatKanunu’nun yukarıda açıklanan 19.maddesi ve ilgili tüzük hükmü gereğince, tutukevinde bulunan davalı M. Y.’a tebliğlerin yapılmasını, bulunduğu müessese müdür veya memurunun temin edip; tebligat yapılamazsa, bunlar tarafından sebebi gösterilmek suretiyle tebliğ mazbatasına şerh verilmesi gerekirken; buna uyulmamakla mahkeme kararı ve temyiz dilekçesinin de usulüne uygun olarak tebliğ edilmediği, anlaşılmaktadır.
Bu nedenle, dava dilekçesi ve duruşma gününün, bozma ilamının, karar düzeltme ilamının, bozma sonrası duruşma gününün, direnme kararı ve temyiz dilekçesinin isim benzerliğinden dolayı davalı M. Y. dışında başka bir şahsa yapılması; ilk kararın ve temyiz dilekçesinin de, açıklanan şekilde 7201 sayılı Kanunun 19. maddesi ve ilgili tüzük hükümlerine aykırı olarak tebliğ edilmiş olması; yukarıda ayrıntısıyla açıklanan ve ortaya konulan tüm ilkelerin ihlali anlamındadır.
O halde, davalıya dava dilekçesi ve duruşma günü, mahkeme kararı, temyiz dilekçesi, bozma ilamı, karar düzeltme ilamı ve bozma sonrası duruşma günü usulüne uygun olarak tebliğ edilmeden, taraf teşkili usulünce sağlanmadan yargılamaya devam olunup, hüküm kurulması olanaklı değildir.
Yerel Mahkemece, dava dilekçesi ve duruşma günü, mahkeme kararı, temyiz dilekçesi, bozma ilamı, karar düzeltme ilamı ve bozma sonrası duruşma günü davalıya usulünce tebliğ edilmiş gibi işlem tesis edilip, taraf teşkili sağlanmadan duruşma açılarak; davalının yokluğunda ve ona hukuki dinlenilme hakkı tanınmadan, savunma ve adil yargılanma hakkını kısıtlar biçimde yargılama yapılıp sonlandırılması ve sonuçta da davalının aleyhine karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle ön sorunun kabulü ile diğer hususlar incelenmeksizin kararın salt bu usulü nedenlerle bozulması gerekmiştir.
Yukarıda açıklanan bu değişik gerekçe ve nedenlerle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda gösterilen değişik nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair hususlara yönelik temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 23.11.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Bu karar, kullanıcılarımızdan Sayın Avukat Mehmet DEMİRAYAK tarafından gönderilmiştir.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2011/12-201
K. 2011/309
T. 11.5.2011
• ŞİKAYET DAVASI ( Borçluya Çıkarılan Ödeme Emrinin Usulsüz Olduğu – Adreste Bulunmamaya İlişkin Kanuni Gerekliliklerin Yerine Getirilmediği/Borçlunun Muttali Olduğunu Beyan Ettiği Tarihin Tebliğ Tarihi Olarak Kabul Edileceği )
• USULSÜZ TEBLİGAT ( Şikayet Davası/Borçluya Çıkarılan Ödeme Emrinin Usulsüz Olduğu – Adreste Bulunmamaya İlişkin Kanuni Gerekliliklerin Yerine Getirilmediği/Borçlunun Muttali Olduğunu Beyan Ettiği Tarihin Tebliğ Tarihi Olarak Kabulü Gereği )
• ADRESTE BULUNMAMA ( Şikayet Davası/Ödeme Emrinin Usulsüz Olduğu – Adreste Bulunmamaya İlişkin Usulün Yerine Getirilmediği/Borçlunun Muttali Olduğunu Beyan Ettiği Tarihin Tebliğ Tarihi Olarak Kabulü Gerektiği )
7201/m.21
ÖZET : Şikayet Davasında, İcra mahkemesince borçluya çıkarılan ödeme emri tebliğ işleminin usulsüzlüğünün tespiti yerinde ise de, borçlunun usulsüz tebliğe muttali olduğunu beyan ettiği tarih yerine 103 haciz tutanağının tebliğ edildiği tarihin muttali olunan tarih olarak tesbiti doğru değildir. Adreste bulunmamaya ilişkin koşullar yerine getirilmemiştir. Mahkemece borçlunun muttali olduğunu beyan ettiği tarihi tebliğ tarihi olarak tespit etmek gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki ” şikayet ” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 11. İcra Hukuk Mahkemesince şikayetin kısmen kabulüne dair verilen 05.06.2009 gün ve 2009/863 E.,-884 K. sayılı kararın incelenmesi davacı/borçlu vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 12.Hukuk Dairesi’nin 08.02.2010 gün ve 2009/18661 E., 2010/2372 K.sayılı ilamı ile;
( … İcra mahkemesince borçluya çıkarılan ödeme emri tebliğ işleminin usulsüzlüğünün tespiti yerinde ise de, borçlunun usulsüz tebliğe muttali olduğunu beyan ettiği tarih 28.05.2009 yerine 103 haciz tutanağının tebliğ edildiği 15.09.2009 tarihinin muttali olunan tarih olarak tesbiti doğru değildir. Zira incelenen haciz tutanağında 7201 Sayılı Yasanın 21.maddesine göre yapılan tebliğ işleminde Tüzüğün 28.maddesindeki lazime yerine getirilmemiştir. ( Adreste bulunmama sebebi ) Hal böyle olunca mahkemece borçlunun muttali olduğunu beyan ettiği tarihi tebliğ tarihi olarak tespit etmek gerekirken aksine düşüncelerle yazılı şekilde karar tesisi isabetsizdir… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429.maddesi gereğince ve Özel Daire kararında sehven “15.09.2009” olarak yazılan 103 haciz tutanağının tebliğ tarihinin “15.05.2009” şeklinde düzeltilerek BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 11.05.2011 gününde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2011/11-139
K. 2011/235
T. 27.4.2011
• İHRAÇ KARARININ İPTALİ İSTEMİ ( Davacının İhtarların Usulsüz Olduğu Yönündeki İddiası İhtarların Tebliğine İlişkin PTT’de Bulunan Tebligat Parçaları İstenmeden ve Usulsüz Tebliğ İddiası İrdelenmeden Hüküm Oluşturulmasının İsabetsiz Olduğu )
• İHTARLARIN USULSÜZ OLDUĞU YÖNÜNDEKİ İDDİA ( İhtarların Tebliğine İlişkin PTT’de Bulunan Tebligat Parçaları İstenmeden ve Usulsüz Tebliğ İddiası İrdelenmeden Hüküm Oluşturulmasının İsabetsiz Olduğu )
• USULSÜZ TEBLİĞ ( İhraç Kararının İptali İstemi – Davacının İhtarların Usulsüz Olduğu Yönündeki İddiası İhtarların Tebliğine İlişkin PTT’de Bulunan Tebligat Parçaları İstenmeden ve Usulsüz Tebliğ İddiası İrdelenmeden Hüküm Oluşturulmasının İsabetsiz Olduğu )
7201/m.21
ÖZET : Dava ihraç kararının iptali istemine ilişkindir. Mahkemece, davacının ihracına dayanak ihtarların Tebligat Kanunu’nun 21. maddesine göre tebliğ edildiğine ilişkin noter şerhlerine dayanılarak ihracın yasa ve ana sözleşme ile iyi niyet kurallarına uygun olduğu belirtilerek dava reddedilmiş ise de, davacı yanın, ihtarların usulsüz olduğu yönündeki iddiası, ihtarların tebliğine ilişkin PTT’de bulunan tebligat parçaları istenmeden ve usulsüzlük tebliğ iddiası irdelenmeden hüküm oluşturulmuş bulunduğundan kararın bu sebeple bozulması gerekmiştir.
DAVA : Taraflar arasındaki “genel kurul kararının iptali” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Balıkesir 1.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın “reddine” dair verilen 24.1.2007 gün ve 2006/162-5 Sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 13.11.2008 gün ve 2007/4438-12785 Sayılı ilamı ile;
( … Davacı vekili, müvekkilinin 11.2.2006 tarihli genel kurulda geç ödemelerden kaynaklanan faiz borcunu ödemediği gerekçesiyle kooperatiften ihraç edildiğini, oysa aidatların zamanında ödendiğini, yönetim kurulunun davacıya gönderdiği yazı ile 12.6.1999 tarihli genel kurulda “seneye yapılacak olan genel kuruldan sonra kooperatifin aidatlarının kaldırılacağından aidatların 25.000.000-TL olması uygun görülmüştür.” dendiğini, bu şekilde sonradan aidat ödemesi yapılamayacağı inancına sevk edilen davacıdan, sonradan yapılan genel kurul kararları ile aidat toplanmasının kararlaştırıldığını ve söz konusu kararlardan davacının haberdar edilmediğini temerrüde düşürülmeyen davacıdan faiz istenemeyeceğini, kooperatifin inşaatları bitirdiğini, ortaklara tahsis ve teslim ettiğini ve tasfiye kararı aldığını, bu sebeple aidat toplanmasına gerek olmadığını, belirlenen aidatların site yönetimi aidatı olduğu düşünüldüğünde ise ödememe veya geç ödemenin kooperatiften ihraç için bir sebep olarak kabul edilemeyeceğini ileri sürerek, ihraca ilişkin genel kurul kararının iptalini istemiştir.
Davalı vekili, 21.12.2002 tarihinde alınan genel kurulunda bir defaya mahsus olmak üzere 100.000.000-TL aidat alınmasına karar verildiğini, 20.2.1993 tarihli genel kurulda da gecikme halinde % 10 faiz uygulanmasının benimsendiğini, yapılan hesaplamalara gönderilen ihtarlara uymayan davacının ihracında usulsüzlük bulunmadığını savunarak, davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna göre, davacının parasal edimlerini 2 ay geciktirmesi üzerine yasa ve ana sözleşmeye uygun olarak kaside ve tebliğ edilen ihtarnamelere rağmen ödeme yapmadığı bu sebeple alınan ihraç kararının doğru olduğu gerekçesiyle dava reddedilmiştir.
Kararı, davacı temyiz etmiştir.
1- )Dava ihraç kararının iptali istemine ilişkindir.
Mahkemece, davacının ihracına dayanak ihtarların Tebligat Kanunu’nun 21. maddesine göre tebliğ edildiğine ilişkin noter şerhlerine dayanılarak ihracın yasa ve ana sözleşme ile iyi niyet kurallarına uygun olduğu belirtilerek dava reddedilmiş ise de, davacı yanın, ihtarların usulsüz olduğu yönündeki iddiası, ihtarların tebliğine ilişkin PTT’de bulunan tebligat parçaları istenmeden ve usulsüzlük tebliğ iddiası irdelenmeden hüküm oluşturulmuş bulunduğundan kararın bu sebeple bozulması gerekmiştir.
2- )Bozma sebep ve şekline göre davacı vekilinin diğer temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine gerek görülmemiştir… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
H.G.K.nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, H.G.K.’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu sebeple direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, 27.04.2011 gününde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2009/12-539
K. 2010/16
T. 27.1.2010
• BORCA İTİRAZ DAVASI ( Kambiyo Senedine Dayalı Takipte – Tebligatın Usulsüzlüğüne Dair Şikayeti Bulunmayan Borçluya Ödeme Emrinin Tebliğine Dair İşlemin Usulüne Uygun Yapılıp Yapılmadığının Mahkemece Kendiliğinden Değerlendirilmesi ve İncelenmesinin Olanaklı Olmadığı )
• KAMBİYO SENEDİNE DAYALI TAKİP ( Tebligatın Usulsüzlüğüne Dair Şikayeti Bulunmayan Borçluya Ödeme Emrinin Tebliğine Dair İşlemin Usulüne Uygun Yapılıp Yapılmadığının Mahkemece Kendiliğinden Değerlendirilmesi ve İncelenmesinin Olanaklı Olmadığı )
• TEBLİGATIN USULSÜZLÜĞÜNE DAİR ŞİKAYET ( Şikayeti Bulunmayan Borçluya Ödeme Emrinin Tebliğine Dair İşlemin Usulüne Uygun Yapılıp Yapılmadığının Mahkemece Kendiliğinden Değerlendirilmesi ve İncelenmesinin Olanaklı Olmadığı )
• SÜRE AŞIMI ( Ödeme Emrinin Tebliğ Tarihine Göre Yasal Beş Günlük Süre Geçirildikten Sonra Yapılan İtirazın Süre Aşımı Nedeniyle Reddine Karar Verilmesi Gerektiği )
2004/m.16,168/5
ÖZET : İstek, kambiyo senedine dayalı takipte borca itiraza ilişkindir. Tebligatın usulsüzlüğüne dair şikayeti bulunmayan borçluya, ödeme emrinin tebliğine dair işlemin usulüne uygun yapılıp yapılmadığının mahkemece kendiliğinden değerlendirilmesi ve incelenmesi olanaklı değildir.
Yerel Mahkemece, ödeme emrinin tebliğ tarihine göre, yasal beş günlük süre geçirildikten sonra yapılan itirazın süre aşımı nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken; yanılgılı teşhis ve değerlendirme sonucu itirazın süresinde kabulüne dair önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
DAVA : Taraflar arasındaki “Borca itiraz” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Şanlıurfa 2. İcra Mahkemesince “İtirazın kabulü ile takibin durmasına” dair verilen 25.2.2009 gün ve 2008/163-2009/70 sayılı kararın incelenmesi davalı vekilince istenilmesi üzerine, Yargıtay 12. Hukuk Dairesinin 7.7.2009 gün ve 2009/6640-15096 sayılı ilamı ile;
( … İ.İ.K.’nun 168/5. maddesi hükmü gereği borçlunun borcu olmadığını veya borcun itfa edildiğini, mehil verildiğini, alacağın zamanaşımına uğradığını, yetki itirazını sebepleri ile birlikte beş gün içinde İcra Mahkemesine bildirmesi gerekir. Somut olayda, alacaklı tarafından bonoya dayalı olarak kambiyo senetlerine mahsus haciz yolu ile icra takibine başlandığı, örnek 10 nolu ödeme emrinin PTT Genel Müdürlüğü Şanlıurfa PTT Merkez Müdürlüğünün yazısına göre borçlu Heybetullah Aksan’a 07/04/2008 tarihinde tebliğ edildiği, borçlu vekilinin ise İ.İ.K.’nun 168/5.maddesinde öngörülen yasal beş günlük süreden sonra mahkemeye başvurarak, borcun ibraname ile itfa edildiğini ileri sürerek takibin iptalini istediği anlaşılmaktadır. Borçlunun itfa itirazına dayanak yaptığı ibranamede bir tarih bulunmamakla birlikte, itiraz dilekçesi içeriğine göre yapıldığı iddia edilen ödeme takipten önce olup, takibin kesinleşmesinden önce borcun itfa edildiğine yönelik itiraz İİK.nun 168/5. maddesi kapsamında olup, bu maddeye göre itirazın beş günlük süre içinde yapılması gerekir. Ödeme emri tebliğinin usulsüzlüğü de iddia edilmediğinden mahkemece itirazın süre aşımı nedeniyle reddi yerine işin esasının incelenerek, takibin durmasına karar verilmesi isabetsizdir… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : İstek, kambiyo senedine dayalı takipte borca itiraza ilişkindir.
Davalı/alacaklı tarafından davacı/borçlu aleyhine 03.04.2008 tarihinde kambiyo senetlerine mahsus haciz yoluyla takibe girişilmiş; örnek 10 nolu ödeme emrinin borçluya tebliğine dair belge takip dosyasında bulunmamakla birlikte, Şanlıurfa PTT Merkez Müdürlüğü’nce ödeme emrinin borçlu Heybetullah Aksan’a 07.04.2008 tarihinde tebliğ edildiği bildirilmiştir.
Davacı/borçlu İcra Mahkemesine yaptığı 18.04.2008 tarihli eldeki itirazında; icra takibinden haricen haberdar olduğunu ileri sürerek, borcun tüm fer’ileriyle birlikte ödendiği gerekçesiyle takibin iptalini istemiştir.
İcra Mahkemesi, “ödeme emrinin borçluya tebliğine ilişkin mazbatanın dosyada bulunmaması nedeniyle tebligatın usulüne uygun yapılıp yapılmadığının denetlenemeyeceği, bu itibarla usulüne uygun tebligat bulunmadığından, borçlunun takipten haberdar olduğunu iddia ettiği dava tarihine göre itirazın yasal beş günlük sürede yapıldığı” gerekçesiyle, “œtakibin iptaline” karar vermiştir.
Özel Dairece, ödeme emri tebliğinin usulsüzlüğünün borçlu tarafından ileri sürülmediği ve tebliğ işleminin de usulüne uygun yapıldığı kabul edilerek, yasal süre geçirildikten sonra yapılan itirazın süre aşımı nedeniyle reddi gereğine işaretle hüküm bozulmuş; Mahkeme ise, borçlunun takipten haricen haberdar olduğu yönündeki beyanının tebliğ işleminin usulsüzlüğü iddiasını da içerdiği ve ödeme emrinin tebliğinin usulsüz olduğu gerekçeleriyle önceki kararında direnmiştir.
Görüldüğü üzere; borçlu tarafından borcun itfa edildiği gerekçesiyle takibin iptali istemiyle yapılan itirazda, tebligatın usulsüzlüğüne ilişkin iddianın varlığı Mahkemece kabul edilmiş olmasına karşın, Özel Daire”ce ödeme emri tebliğinin usulsüzlüğünün iddia edilmediği benimsenmiştir.
O halde ön sorun olarak; uyuşmazlığın ilk ayağı olan, ödeme emrinin tebliğinin usulsüzlüğüne dair borçlunun iddia ve şikayetinin bulunup bulunmadığının, bir başka ifadeyle tebligatın usulsüz olup olmadığının mahkemece incelenip incelenemeyeceğinin öncelikle çözüme kavuşturulması; buna bağlı olarak da, itirazın beş günlük yasal sürede yapılıp yapılmadığının belirlenmesi gerektiği açıktır.
Adli işlem niteliğindeki icra müdürlüğü işlem ve kararlarına karşı İcra ve İflas Kanunu şikayet kurumunu düzenlemiş ve müdürlük kararlarının değiştirilme ya da iptalini şikayet yoluyla başvuru halinde İcra Hakimliğinin kararıyla olanaklı kılmıştır.
Şikayet, icra dairelerinin icra hukukuna aykırı olan ve hadiseye uygun bulunmayan işlemlerinin iptali ve düzeltilmesini veya yerine getirilmeyen veya sebepsiz sürüncemede bırakılan bir hakkın yerine getirilmesini sağlamak için kabul edilmiş bir kanun yolu olup; şikayetin konusu, sebepleri, tarafları, süresi ve şikayet usulü ile sonuçları, İcra ve İflas Kanunu’nda ayrıca düzenlenmiştir.
Bu noktada, yeri gelmişken itiraz ile şikayet arasındaki farkların açıklanmasında yarar vardır:
İtiraz, maddi hukuka dayanan sebeplerden dolayı takibe karşı konulması, eş söyleyişle takip konusu yapılan alacağa ilişkin bulunmasına karşın, şikayette icra dairelerinin icra-iflas hukukuna ilişkin işlemlerine yöneltilmiş bir karşı çıkma söz konusudur.
Borçlu tarafından ileri sürülen bir sebep, niteliği bakımından icra müdürünün kendiliğinden gözetmesi gereken bir husus ise, o takdirde şikayet sebebi teşkil eder. İcra müdürü kendiliğinden gözetmesi gereken bir hususa uymamışsa, yaptığı işlem kanuna aykırı olacağından, kanuna aykırı böyle bir işleme karşı başvurulacak yol da şikayet yoludur ( İİK m.16 ).
İtiraz süresi tebliğ ile başladığı halde, şikayet süresi öğrenme ( m.16,I ) ile işlemeye başladığı gibi; bazı hallerde süresiz şikayet mümkün olduğu halde, süresiz itiraz olanaklı değildir.
Yine, itirazda bulunmak hakkı yalnız borçluya ait olmasına karşın, şikayet yoluna, hukuki yararı bulunan borçlu alacaklı ve üçüncü kişiler de gidebilir.
Kısaca, itiraz ile şikayet arasında mahiyet farkı bulunduğu gibi, tabi bulundukları usul de farklıdır.
Az yukarıda yapılan açıklamalar ışığında denilebilir ki; borçlunun “œödeme emrinin usulüne uygun tebliğ edilmediği” yönündeki talebi, maddi hukuka dayalı bir sebepten kaynaklanmadığından, takip hukukuna ilişkin böyle bir talebin şikayet yoluyla ileri sürülmesi gerektiği kuşkusuzdur.
Somut olayda; borçlunun talebinin açıkça, takip konusu yapılan alacağın ödendiği iddiasıyla takibe itiraza ilişkin olduğu, İcra Hakimliğine tebligatın usulsüzlüğüne ilişkin yöntemine uygun olarak yapılmış bir şikayet bulunmadığı anlaşılmaktadır.
İtiraz dilekçesinde borçlunun, takip konusu alacaktan kaynaklanan nedenlerle takibin iptalini istediği, talebini takip hukukuna ilişkin olan usulsüz tebligat iddiasına dayandırmadığı belirgin olduğuna göre; direnme kararında sözü edilen, borçlunun “haricen haberdar olduğuna” dair beyanının, usulsüz tebligat iddiasını da kapsadığına dair düşüncenin kabulüne olanak bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenle ön sorunun oyçokluğuyla reddi ile diğer hususların görüşülmesine geçildi:
Sonuç itibariyle; tebligatın usulsüzlüğüne dair şikayeti bulunmayan borçluya, ödeme emrinin 07.04.2008 tarihinde tebliğine dair işlemin usulüne uygun yapılıp yapılmadığının mahkemece kendiliğinden değerlendirilmesi ve incelenmesi olanaklı değildir.
Hal böyle olunca; Yerel Mahkemece, 07.04.2008 ödeme emrinin tebliğ tarihine göre, yasal beş günlük süre geçirildikten sonra 18.04.2008 tarihinde yapılan itirazın süre aşımı nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken; yanılgılı teşhis ve değerlendirme sonucu itirazın süresinde kabulüne dair önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Direnme kararı bu nedenle bozulmalıdır.
SONUÇ : Davalı/alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 27.01.2010 gününde yapılan ikinci görüşmede önsorun yönünden oyçokluğu ile, diğer yönlerden oybirliği ile karar verildi.
Bu karar, kullanıcılarımızdan Ankara 7. Sulh Hukuk Mahkemesi Hakimi Sayın Şükrü BOZER tarafından gönderilmiştir.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2009/12-563
K. 2009/600
T. 30.12.2009
• BELEDİYE BAŞKANLIĞI ADINA ÇIKARILAN ÖDEME EMRİ ( Öncelikle Belediye Başkanına Yoksa Tebligat Evrakında Sırasıyla Tebliğe Yetkili Kişilerin Durumu ve Tebliğ Edilememe Nedeninin Şerh Edilmesi Gereği – Doğrudan Genel Evrak Memuruna Yapılmasının Usulsüz Olduğu )
• ÖDEME EMRİ ( Belediye Başkanlığı Adına Çıkarılan – Doğrudan Genel Evrak Memuruna Yapılmasının Usulsüz Olduğu/Öncelikle Belediye Başkanına Yoksa Tebligat Evrakında Sırasıyla Tebliğe Yetkili Kişilerin Durumu ve Tebliğ Edilememe Nedeninin Şerh Edilmesi Gereği )
• BELEDİYE TÜZEL KİŞİLİĞİ ( Belediye Başkanı’nın Temsil Edeceği – Adli İşlem Niteliği Taşıyan Takip İşleminde Ödeme Emri Tebligatının Öncelikle Bizzat Belediye Başkanına Alacak Durumda Değilse Sırasıyla Tebliğe Yetkili Kişilere Yapılacağı )
• TEBLİGAT ( Belediye Başkanlığı Adına Çıkarılan Ödeme Emri – Öncelikle Belediye Başkanına Yoksa Tebligat Evrakında Sırasıyla Tebliğe Yetkili Kişilerin Durumu ve Tebliğ Edilememe Nedeninin Şerh Edilmesi Gereği/Doğrudan Genel Evrak Memuruna Yapılamayacağı )
• USULSÜZ TEBLİGAT ( Belediye Başkanlığı Adına Çıkarılan Ödeme Emri – Doğrudan Genel Evrak Memuruna Yapılmasının Usulsüz Olduğu/Öncelikle Belediye Başkanına Yoksa Tebligat Evrakında Sırasıyla Tebliğe Yetkili Kişilerin Durumu ve Tebliğ Edilememe Nedeninin Şerh Edilmesi Gereği )
7201/m. 12, 13
5393/m. 37, 38, 42
1580/m. 100
Tebligat Tüzüğü/m. 17, 18
ÖZET : Uyuşmazlık, şikayetçi/borçlu belediye başkanlığı adına çıkarılan ödeme emrinin, tebliğe yetkili kişilere tebligatın yapılamama nedenleri tebliğ belgesinde gösterilmeksizin, doğrudan genel evrak memuru imzasına tebliğ edilmiş olmasının usule uygun olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Tebliğ memurunun; belediye tüzel kişiliğini “Belediye Başkanı”nın temsil edeceğini gözeterek, adli işlem niteliği taşıyan takip işleminde ödeme emri tebligatını, öncelikle bizzat Belediye Başkanına, onun herhangi bir nedenle tebliği alacak durumda olmaması durumunda da usulüne uygun şekilde yetkili kılınan Hukuk İşleri Müdürü yada belediye avukatlarından birine yapması; şayet bunlar yoksa veya tebligatı alamayacak durumda iseler bu durumu tebliğ evrakına şerh ederek o yerde hazır bulunan tebliğe yetkili memur ve müstahdemlerinden birine o da yoksa herhangi bir memur veya müstahdeme yapması; tebligat evrakında da sırasıyla tebliğe yetkili kişilerin durumunu ve onlara tebliğ edilememe nedenini şerh etmesi gerekirken, hiçbir açıklamaya yer vermeden doğrudan genel evrak memuruna tebligat yapması açıklanan yasal düzenlemelere ve yargı karalarına aykırı olup usulsüzdür.
DAVA : Taraflar arasındaki şikayet davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Bursa 4.İcra Hukuk Mahkemesince şikayetin usulsüz tebligat yönünden reddine dair verilen 16.04.2008 gün ve 2008/61-246 sayılı kararın incelenmesi şikayetçi/borçlu vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 12. Hukuk Dairesinin 03.11.2008 gün ve 2008/15827-19046 sayılı ilamı ile;
( … Alacaklı vekili borçlu belediye aleyhine 15.08.2002 tarihli sözleşme gereği kesin hakediş bakiye bedelinin tahsili talebiyle genel haciz yoluyla icra takibine geçmiştir.
Adı geçen kurumun adına çıkartılan ödeme emrinin “gösterilen adreste işyeri adına elemanı Dinçer Mehmetçik’e 11.01.2008 tarihinde tebliğ edildiği” görülmektedir.
7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 12. maddesi ile ilgili Tebligat Tüzüğü’nün 17/2 ve 18/1 maddelerine göre tebliğ işlemi tüzel kişinin salahiyetli mümessiline yapılması zorunludur. Tebliğ yapılacak kimseler herhangi bir sebeple mutad iş saatlerinde işyerinde bulunmadıkları veya o sırada evrakı bizzat alamayacak bir halde oldukları taktirde tebliğ, hükmi şahsın o yerdeki memur veya müstahdemlerinden birine yapılır. Düzenlemesine yer verilmiştir. 1580 Sayılı Belediye Kanununun 100. maddesine göre Belediyeyi Belediye Başkanı temsi eder. O halde ödeme emri yukarıda açıklandığı üzere bizzat belediye başkanına tebliğ edilmesi gerekir.
Yapılan tebliğ işleminde tebliğ memurunca belediye başkanının veya ondan sonraki yetkili kişinin belediyede olup olmadığı araştırılmamıştır. Bu haliyle yapılan bu tebliğ işlemi usulsüzdür. Mahkemece Tebligat Kanunun 32. maddesi uyarınca şikâyetçi borçlu belediyenin şikayeti kabul edilerek ödeme emri tebliğ tarihinin tebligattan haberdar olduklarını öne sürdükleri 28.01.2008 tarihi olarak düzeltilmesine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile bu yöne ilişkin istemin reddi isabetsizdir… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle,yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : İstek, icra müdürlüğü işlemini şikayete ilişkindir.
Borçlu belediye başkanlığı, aleyhine başlatılan ilamsız icra takibinde ödeme emrinin yetkililerin orada bulunup bulunmadığı araştırılmadan belediyenin evrak memuruna tebliğ edildiğinden bu tebliğin usulsüz olduğunu ve ayrıca buusulsüz tebligatla kesinleşen icra takibinde gönderilen haciz ihbarnameleri ile kamuya tahsis edilmiş banka hesapları üzerine haksız haciz gerçekleştiğini ileri sürerek eldeki şikayeti yapmış; mahkemece, davanın kısmen kabulü ile davacı belediye başkanlığına ait Vakıflar Bankası ve Halk Bankası Hal Şubesi Müdürlüğüne ait hesaplar üzerindeki haczin kaldırılmasına, davacının tebligatla ilgili şikayetininise reddine karar verilmiştir.
Hükmü şikayetçi/borçlu belediye vekili reddedilen ( tebliğin usulsüzlüğüne ilişkin ) talepleri yönünden temyiz etmiş; karşı taraf temyiz etmediğinden kararın haczin kaldırılmasına ilişkin kısmı kesinleşmiştir.
Özel Dairece, başlık bölümüne aynen alınan nedenlerle tebliğin usulsüzlüğüne işaretle karar bozulmuş; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararını şikayetçi/belediye temyize getirmektedir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık: şikayetçi/borçlu belediye başkanlığı adına çıkarılan ödeme emrinin, tebliğe yetkili kişilere tebligatın yapılamama nedenleri tebliğ belgesinde gösterilmeksizin, doğrudan genel evrak memuru imzasına tebliğ edilmiş olmasının usule uygun olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle tüzel kişilere yapılacak tebligata ilişkin yasal düzenlemelerin irdelenmesinde yarar vardır:
7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun:
“Hükmi Şahıslara Ve Ticarethanelere Tebligat” başlıklı 12. maddesinde:
“Hükmi şahıslara tebliğ, salahiyetli mümessillerine, bunlar birden ziyade ise, yalnız birine yapılır.
Bir ticarethanenin muamelelerinden doğan ihtilaflarda, ticari mümessiline yapılan tebliğ muteberdir.”
“Hükmi Şahısların Memur Ve Müstahdemlerine Tebligat” başlıklı 13. maddesinde:
“Hükmi şahıslar namına kendilerine tebliğ yapılacak kimseler her hangi bir sebeple mûtat iş saatlerinde iş yerinde bulunmadıkları veya o sırada evrakı bizzat alamıyacak bir halde oldukları takdirde tebliğ, orada hazır bulunan memur veya müstahdemlerinden birine yapılır.”
Hükümleri yer almaktadır.
Yine, Tebligat Tüzüğü’nün:
“Hükmi Şahıslara Ve Ticarethanelere Tebligat” başlıklı 17. maddesinde;
“Hükmi şahıslara tebliğ salahiyetli mümessillerine, bunlar birden ziyade ise yalnız birine yapılır.
Vekaletlerin ve bunların teşkilatının, mülhak ve hususi bütçeli idarelerle belediyelerin, köylerin ve hususi kanunlarına müsteniden kurulmuş olan teşekküllerle, şirketlerin ve cemiyetlerin salahiyetli oldukları mümessilleri tabi kanunlara ve statülerine göre tayin edilir.
Hükmi ve hakiki şahsa ait bir ticarethanenin muamelelerinden doğan ihtilaflarda, ticarethanenin o muamelede salahiyetli ticari mümessiline yapılan tebliğ muteberdir.”
“Hükmi Şahısların Memur Ve Müstahdemlerine Tebligat” başlıklı 18. maddesinde:
“Yukarıki Madde mucibince tebliğ yapılacak kimseler herhangi bir sebeple mutat iş saatlerinde işyerinde bulunmadıkları veya o sırada evrakı bizzat alamıyacak bir halde oldukları takdirde tebliğ, hükmi şahsın o yerdeki memur veya müstahdemlerinden birine yapılır.
Şu kadar ki, kendisine tebliğ yapılacak memur veya müstahdemin, hükmi şahsın yerdeki teşkilatı veya personeli içinde vazife itibariyle tebligatın muhatabı olan hükmi şahsın mümessilinden sonra gelen bir kimse veya evrak müdürü gibi esasen bu kabil işlerle tavzif edilmiş bir şahıs olması lazımdır.
Bunların da bulunmadığı tebliğ mazbatasında tesbit edildiği takdirde tebligat, o yerdeki diğer bir memur veya müstahdeme yapılır.”
Düzenlemelerine yer verilmiştir.
Görülmektedir ki, hükümlerine yukarıda aynen yer verilen yebligat Kanunu’nun 12. ve 13. ve Tebligat Tüzüğü’nün 17. ve 18. maddelerinde tüzel kişilere tebligatın yapılma usulü açıklanmış; tebligatın, bunların tabi oldukları kanunlara ve statülerine göre belirlenecek yetkili temsilcilerine, eğer tüzel kişinin yetkili temsilcisi yoksa veya evrakı bizzat alamayacak bir halde ise; görev itibariyle temsilciden sonra gelen kimse veya evrak müdürü gibi bu işle görevlendirilmiş bir kişiye, o da yoksa tüzel kişinin o yerdeki memur veya müstahdemlerinden birine, yapılacağı öngörülmüştür. Eğer, tebligat tüzel kişinin yetkili temsilcisine yapılmamış ve sıralı kişilere yapılmışsa, bunun nedenlerinin açıkça ve ayrıntılı olarak tebligat mazbatasına yazılması gereğine de işaret edilmiştir.
Hemen burada, aleyhine takip yapılan ve ödeme emri tebliğ edilen “Belediye Başkanlığı” olmakla, Tebligat Tüzüğü’nün 17/2 maddesi gereğince, onun adına tebliğe yetkili kimselerin kimler olduğunun, tabi oldukları kanunlara ve statülerine göre belirlenmesine yönelik olarak 5393 sayılı Belediyeler Kanunu’nun ilgili hükümleri de değerlendirilmelidir.
5393 Sayılı Belediyeler Kanunu’nun:
“Belediye Başkanı” başlıklı 37. maddesinde:
“Belediye başkanı, belediye idaresinin başı ve belediye tüzel kişiliğinin temsilcisidir. Belediye başkanı, ilgili kanunda gösterilen esas ve usûllere göre seçilir.
Belediye başkanı, görevinin devamı süresince siyasi partilerin yönetim ve denetim organlarında görev alamaz; profesyonel spor kulüplerinin başkanlığını yapamaz ve yönetiminde bulunamaz.”
“Belediye Başkanının Görev Ve Yetkileri” başlıklı 38. maddesinin ( a ) ve ( c ) bentlerinde,
“Belediye başkanının görev ve yetkileri şunlardır:
a ) Belediye teşkilâtının en üst amiri olarak belediye teşkilâtını sevk ve idare etmek, belediyenin hak ve menfaatlerini korumak.
c ) Belediyeyi Devlet dairelerinde ve törenlerde, davacı veya davalı olarak da yargı yerlerinde temsil etmek veya vekil tayin etmek.”
“Yetki Devri” başlıklı 42. maddesinde:
“Belediye başkanı, görev ve yetkilerinden bir kısmını uygun gördüğü takdirde, yöneticilik sıfatı bulunan belediye görevlilerine devredebilir.”
Denilmektedir.
Açıklanan bu yasal düzenlemeler ortaya koymaktadır ki, belediye tüzel kişiliğini temsil ile yetkili kişi “Belediye Başkanı” dır ve görev ile yetkilerinden bir kısmını uygun gördüğü takdirde ancak “yöneticilik sıfatı bulunan” belediye görevlilerine devredebilir.
Burada önemle üzerinde durulması gereken husus, yargı mercileri önündeki temsilin ne şekilde olacağı ve bunun yapılacak tebliğle ilişkisidir. Gerek gerçek kişiler gerek tüzel kişiler yargı mercileri önünde ya bizzat ya da Avukatlık Kanunu hükümleri de gözetilerek avukat sıfatı taşıyan vekilleri vasıtasıyla işlem yapabilirler.
Nitekim, konuya ilişkin Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 20.09.2006 gün ve 2006/12-561-535 sayılı kararında; takibe itiraz eden kişinin “Belediye Başkanı” olmayıp, onun yetkilendirdiği müdür konumundaki kişi olduğu durumda, takibe itiraz eden kişinin avukat ( Belediye vekili ) olmadığı, “Belediye Başkanı”nı temsil yetkisi bulunmadığından adı geçen tarafından icra müdürlüğüne yapılan itirazın geçersiz olduğu kabul edilmiş ve bu kararda takip işleminin Avukatlık Kanunun 35. maddesi uyarınca adli işlem niteliğini taşımakla bu vekilin baroda yazılı avukat olması gerektiği, “Belediye Başkanı”nın bu yetkisini herhangi bir sözleşme veya yönetmelik ile bu sıfatı taşımayan kişilere devredemeyeceği, gerekçesine yer verilmiştir.
Takibe itirazın bizzat “Belediye Başkanı” veya “onun vekil tayin ettiği avukat sıfatını taşıyan kişi” tarafından yapılması gereği göz önüne alındığında, itiraz süresinin başlangıcına esas alınan ödeme emri tebliği de büyük önem taşımaktadır.
Hemen belirtmelidir ki, tebligat ile ilgili yasa ve tüzük hükümleri tamamen şeklidir. Değinilen işlemler nedeniyle bilgilendirme yanında belgelendirme özelliği de bulunan bir usul işlemi olmakla, gerek tebliğ işlemi ve gerekse tebliğ tarihi ancak yasa ve tüzükte emredilen şekillerle tevsik ve dolayısıyla ispat olunabilir. Bu sebeple tebligatın usul yasaları ile ilişkisi de daima göz önünde tutulmalıdır.
Kanun ve Tüzüğün amacı tebligatın muhatabına en kısa zamanda ulaşması, konusu ile ilgili olan kişilerin bilgilendirilmesi ve bu hususların belgeye bağlanmasıdır. Hal böyle olunca, yasa ve tüzük hükümlerinin en ufak ayrıntılarına kadar uygulanması zorunludur. Tebligat Kanunu ile Tüzüğü’nde öngörülen şekilde işlem yapılmış olmadıkça tebliğ memuru tarafından yapılan yazılı beyan onun mücerret sözünden ibaret kalır ve dolayısıyla belgelendirilmiş sayılmaz. Nitekim, Kanunun ve Tüzüğün belirlediği şekilde yapılmamış ve belgelendirilmemiş olan tebligatların geçerli olmayacağı yerleşik yargısal içtihatlarda da açıkça vurgulanmıştır.
Diğer taraftan, tıpkı yargılamada olduğu gibi, icra takibinin sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi, itirazların yapılabilmesi ve takibin süratle sonuçlandırılabilmesi, ancak, tarafların icra takibinden usulünce haberdar edilmesi ile olanaklıdır. Zira, takip borçlusunun hangi icra dairesinde aleyhine takip bulunduğunu, hakkındaki taleplerin nelerden ibaret olduğunu bilmesi ve varsa itirazlarını zamanında ve doğru merciiye yöneltebilmesi Tebligat Kanunu’nda ve Tüzüğü’nde açıklanan usule uygun tebligat yapılması ile sağlanabilir. Dolayısıyla, davetiyenin ve tebliğ bilgilerini içeren zarfın, takipteki önemi büyüktür.
Anılan yasal düzenlemeler ve içtihatlar karşısında, tebligatı yapan memurun, öncelikle 5393 Sayılı Belediyeler .Kanunu’nun 37. ve 38/c maddeleri gereğince belediye tüzel kişiliğinin yetkili temsilcisi olan Belediye Başkanına, olmadığı takdirde usulüne uygun şekilde yetkili kılınan Hukuk İşleri Müdürü yada belediye avukatlarından birine ödeme emrini tebliğ etmesi, bunlar yoksa veya tebligatı alamayacak durumda iseler bu durumu tebliğ evrakına şerh ederek hazır bulunan memur veya müstahdemlerinden birine tebligatı yapması, kendisine tebliğ yapılacak memur veya müstahdemin belediyenin teşkilatı veya personeli içinde vazife itibariyle tebligatın muhatabı olan hükmi şahsın mümessilinden sonra gelen bir kimse veya evrak müdürü gibi esasen bu kabil işlerle görevlendirilmiş kimse olması gereğini göz önüne alması ve bunların da bulunmadığı halde ancak o yerdeki diğer bir memur veya müstahdemetebligatı yapması gerekir. Daha da önemlisi, tebliğ memuru, tebligatı yetkili temsilciye yapmama ve sıralı kişilere yapma nedenlerini de açıkça ve ayrıntılı olarak tebligat mazbatasına yazmalıdır.
Nitekim, aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulu’nun 20.09.2006 gün ve 2006/12-561 esas-2006/535 karar; 04.04.2007 gün ve 2007/12-200 esas-2007/187 karar sayılı ilamlarında da vurgulanmıştır.
Somut olayda; alacaklı şirket tarafından borçlu/şikayetçi Yıldırım Belediye Başkanlığı aleyhine 10.01.2008 tarihinde ilamsız takibe girişilerek, toplam 672.910,03 YTL tutarındaki alacağın tahsili istenmiştir. Borçlu, “Belediye Başkanlığı” adına çıkarılan ödeme emri “gösterilen adreste işyeri adına elemanı Dinçer Mehmetçik imzasına tebliğ edildi” kaydıyla 11.01.2008 tarihinde tebliğ edilmiştir. Tebligat parçasında başkaca herhangi bir açıklamaya yer verilmediği gibi belediye başkanının veya ondan sonraki yetkili kişinin belediyede olup olmadığının araştırılıp araştırılmadığı ve nedenleri de şerh edilmemiştir.
Oysa, yukarıda da ayrıntısı ile açıklandığı üzere, tebliğ memurunun; belediye tüzel kişiliğini “Belediye Başkanı”nın temsil edeceğini gözeterek, adli işlem niteliği taşıyan takip işleminde ödeme emri tebligatını, öncelikle bizzat Belediye Başkanına, onun herhangi bir nedenle tebliği alacak durumda olmaması durumunda da usulüne uygun şekilde yetkili kılınan Hukuk İşleri Müdürü yada belediye avukatlarından birine yapması; şayet bunlar yoksa veyatebligatı alamayacak durumda iseler bu durumu tebliğ evrakına şerh ederek o yerde hazır bulunan tebliğe yetkili memur ve müstahdemlerinden birine o da yoksa herhangi bir memur veya müstahdeme yapması; tebligat evrakında da sırasıyla tebliğe yetkili kişilerin durumunu ve onlara tebliğ edilememe nedenini şerh etmesi gerekirken, hiçbir açıklamaya yer vermeden doğrudan genel evrak memuruna tebligat yapması açıklanan yasal düzenlemelere ve yargı karalarına aykırı olup usulsüzdür.
Usule aykırı tebliğin hükmü ise 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 32.maddesinde düzenlenmiş; tebliğ usulüne aykırı yapılmış olsa bile, muhatap tebliğe muttali olmuş ise geçerli sayılıp, muhatabın beyan ettiği tarihin tebliğ tarihi olarak kabul edileceği belirtilmiştir.
O halde, aynı hususlara işaret eden Özel Daire kararına uyularak, şikâyetçi borçlu belediyenin ödeme emrinin tebliğinin usulsüz olduğuna yönelik şikayetinin kabulü ile tebliğ tarihinin tebligattan haberdar olunduğu ileri sürülen “28.01.2008” olarak düzeltilmesine karar verilmesi gerekirken, önceki kararda direnilerek şikayetin reddine karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Şikayetçi/borçlu vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 30.12.2009 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2012/11-1582
K. 2013/243
T. 7.5.2013
• DEFTER VE BELGELERİ GİZLEME SUÇU ( Gerekçeli Kararın Sanığa Tebliği İşlemi Usulüne Uygun Olmadığından ve Aleyhine Görüş İçeren Tebliğnamenin Sanığa Tebliği Sağlanılmadan Temyiz İncelemesi Yapılmasının İsabetsiz Olduğu )
• TEMYİZ İNCELEMESİ ( Sanığa Yerel Mahkeme Gerekçeli Kararın Tebliği Usulüne Uygun Olmadığı/Sanığa Düzelterek Onama İstemli Olmasından Dolayı Aleyhine Görüş İçeren Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Tebliğnamesinin Tebliğ Edilmediği/Temyiz İncelemesi Yapılmasının İsabetsiz Olduğu – Defter ve Belgeleri Gizleme Suçu )
• GEREKÇELİ KARARIN USULSÜZ TEBLİĞİ ( Defter ve Belgeleri Gizleme Suçu/Sanığa Yapılan Tebliğin Sanığın Bilinen Son Adresi Yerine İddianamede Gösterilen ve Terk Ettiği Anlaşılan Eski Adresinde Yapılmasının Yasaya Aykırı Olduğu – Gerekçeli Karar Usulüne Uygun Tebliğ Edilmeden Temyiz İncelemesi Yapılmasının Doğru Görülmediği )
• YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI TEBLİĞNAMESİNİN TEBLİĞİ ( Sanığa Düzelterek Onama İstemli Olmasından Dolayı Aleyhine Görüş İçeren Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Tebliğnamesinin Tebliğ Edilmeden Temyiz İncelemesi Yapılmasının İsabetsiz Olduğu – Defter ve Belgeleri Gizleme Suçu )
1412/m.316
7201/m.35
ÖZET : Dava, defter ve belgeleri gizleme suçuna ilişkindir. Yokluğunda verilen hükmün sanığa, Tebligat Kanununun 35. maddesi uyarınca tebliğ edilmesi, yapılan tebliğin sanığın bilinen son adresi yerine iddianamede gösterilen ve terk ettiği anlaşılan eski adresinde yapılması, daha önce bu adrese adli mercilerce usulünce bir tebligat yapılmamış olması ve bu adresin 7201 sayılı Tebligat Kanununun 35 /son maddesi kapsamında sayılan adreslerden bulunmaması karşısında, sanığa yerel mahkeme gerekçeli kararın tebliği usulüne uygun olmayıp geçerli değildir. Kaldı ki ; gerekçeli kararın sanığa usulüne uygun olarak tebliğ edildiği kabul edilse bile, sanığa düzelterek onama istemli olmasından dolayı aleyhine görüş içeren Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tebliğnamesinin tebliğ edilmeden temyiz incelemesi yapılması da 1412 sayılı CMUK’nun, 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen yürürlükte olan 316. maddesi hükmüne aykırılık oluşturmaktadır. Zira anılan madde uyarınca hükmü temyiz etmeleri halinde veya aleyhlerine sonuç doğurabilecek görüş içermesi durumunda, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen tebliğnamenin sanık veya müdafii ile katılan veya vekiline tebliğ edilmesi gerekmektedir. Adil yargılanma ve savunma hakkı ile ilgili bulunan bu hüküm emredici nitelikte olup, uyulması zorunludur. Gerekçeli kararın sanığa tebliği işleminin usulüne uygun olmadığı ve aleyhine görüş içeren tebliğnamenin sanığa tebliği sağlanılmadan temyiz incelemesi yapılması isabetsizdir.
DAVA : Defter ve belgeleri gizleme suçundan sanık Abdurrahman’ın 213 sayılı Vergi Usul Kanununun 359/a-2 ve 647 sayılı Kanunun 6. maddeleri uyarınca 6 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına ve ertelemeye ilişkin, Üsküdar 3. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 06.02.2009 gün ve 966-64 sayılı hükmün katılan vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 28.02.2012 gün ve 2012/166-2438 sayı ile;
“… Dosyada mevcut vergi suçu ve vergi inceleme raporlarından, sanığın temsilcisi olduğu şirketin ticari faaliyetini sürdürdüğü anlaşıldığı gibi, defter ve belgelerin ibrazı için çıkartılan yazının 14.03.2005 tarihinde işyeri adresinde çalışan personele tebliğ edilmiş olmasına göre, faaliyetini sürdürdüğü anlaşılan sanığa 213 sayılı Vergi Usul Yasasının 139/2. maddesinde öngörülen istisnalardan birinin varlığı önceden belirlenmeden yapılan tebligatın hukuki geçerliliği bulunmadığı cihetle, müsnet suçun yasal unsurları itibariyle oluşmadığı gözetilmeden sanığın beraati yerine yazılı şekilde mahkûmiyetine karar verilmesi…”,
İsabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Yargıtay C. Başsavcılığı ise 12.04.2012 gün ve 200103 sayı ile;
“… Somut olayda, adı geçen şirketin gerçek alım satım karşılığı olmayan sahte fatura ticareti amacıyla kurulduğu tespit edilmiş, sanık da savunmasında ‘paraya ihtiyacım vardı. P… adında bir şirket olduğunu bilmiyorum. Sadece bana para verdiler. Bazı kişiler bana şirket açıyoruz dediler, para karşılığında ben de noterde bazı kâğıtları imzaladım. Bana imza attıran kişinin adı Önder’dir. Soyadını hatırlamıyorum. Sahte evrak düzenlendiğini bilmiyordum, kandırıldım’ demiştir. Bu savunmaya itibar edilmesi mümkün olmamalıdır. Suçtan kurtulmaya ve ibrazı istenen defter ve belgeleri gizlemeye yönelik olduğu kabul edilmelidir. Yine de her türlü kuşkunun giderilmesi için öncelikletebligatı alan Saime ile 09.04.2004 tarihli işe başlama tutanağında çalışan olarak isimleri geçen Ramazan ve Yıldız ‘ın tanık sıfatıyla dinlenmesi, şirketin sanık ile bağlantısının araştırılması suretiyle sonucuna göre, tebligat yoluyla defter ve belgelerin istenmesinin ve incelemenin dairede yapılmasının mümkün bulunup bulunmadığının tespiti gerekmektedir…”,
Görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurarak, Özel Daire bozma kararının kaldırılmasına ve hükmün eksik soruşturma nedeniyle bozulmasına karar verilmesi isteminde bulunmuştur.
CMK’nun 308. maddesi uyarınca dosyanın gönderildiği Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 28.11.2012 gün ve 22312-20556 sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay 1. Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır:
KARAR : Özel Daire ile Yargıtay C.Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; hükmün eksik araştırma nedeni ile bozulması gerekip gerekmediğinin belirlenmesine ilişkin ise de; öncelikle gerekçeli kararın sanığa tebliği işleminin usulüne uygun olup olmadığı ve aleyhine görüş içeren tebliğnamenin sanığa tebliği sağlanılmadan temyiz incelemesi yapılmasının isabetli olup olmadığı değerlendirilmelidir.
İncelenen dosya içeriğinden;
İddianamede sanığın adresinin “İnkılap Mahallesi, Küçüksu Caddesi, Y… Sokak, No: … Ümraniye/İstanbul” olarak gösterildiği, adli mercilerce daha önce bu adrese usulüne uygun bir tebligat yapılamadığı, sanığın sorgusunda “Aşağıdudullu Mahallesi, Z… Sokak, No: … Ümraniye” adresini beyan ettiği, 17.09.2008 tarihli zabıta araştırması tutanağına göre sanığın bu adreste 5/2 numarada oturduğunun tespit edildiği, hükmün tefhiminin sanığın yokluğunda yapıldığı, yerel mahkemece sanığa gerekçeli kararın iddianamede gösterilen adresinde Tebligat Kanununun 35. maddesi uyarınca tebliğ edildiği, hükmün katılan vekili tarafından temyiz edildiği, Yargıtay C. Başsavcılığının 07.12.2011 gün ve 200103 sayılı düzelterek onama istemli tebliğnamesinin sanığa tebliği sağlanılmadan temyiz incelemesinin yapıldığı anlaşılmaktadır.
Temyiz mahkemesince bir temyiz davasının görülebilmesi için, temyiz kanun yoluna başvuru hakkı olanların tamamının hükmü tefhim veya tebliğ yoluyla öğrenmeleri kanuni bir zorunluluktur. Nitekim 5271 sayılı CMK’nun “Kararların açıklanması ve tebliği” başlıklı 35. maddesinin 2. fıkrasında; “Koruma tedbirlerine ilişkin olanlar hariç, aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek hâkim veya mahkeme kararları, hazır bulunamayan ilgilisine tebliğ olunur” hükmü yer almaktadır. Bu sağlanmadan, yani kararların ilgili bütün taraflara usulüne uygun olarak tebliği tamamlanmadan sadece bir tarafın başvurusu ile temyiz incelemesi yapılamayacaktır.
Temyiz süresinin ilgili taraf açısından işlemeye başlaması için tebliğin usulüne uygun olarak yapılmış olması gerekecek, aksi takdirde temyiz süresi işlemeye başlamayacaktır. Tebliğin usulüne uygun olup olmadığı hususu gerek hükmü veren mahkemece, gerekse temyiz merciince re’sen incelenecektir.
Sanığa yokluğunda verilen hükmün Tebligat Kanununun 35. maddesi uyarınca tebliğ edildiği belirtildiğinden, tebliğin usulüne uygun olup olmadığının tespiti açısından bu maddenin ele alınması gerekmektedir. Tebligat Kanununun 35. maddesi, sanığa tebliğ işleminin yapıldığı 16.03.2009 itibariyle şu şekildedir:
“Kendisine veya adresine kanunun gösterdiği usullere göre tebliğ yapılmış olan kimse, adresini değiştirirse, yenisini hemen tebliği yaptırmış olan kaza merciine bildirmeye mecburdur. Bu takdirde bundan sonraki tebliğler bildirilen yeni adrese yapılır.
Adresini değiştiren kimse yenisini bildirmediği ve yeni adres tebliğ memurunca da tespit edilemediği takdirde tebliğ olunacak evrakın bir nüshası eski adrese ait binanın kapısına asılır ve asılma tarihi, tebliğ tarihi sayılır.
Bundan sonra eski adrese çıkarılan tebliğler muhataba yapılmış sayılır.
Daha önce tebligat yapılmamış olsa bile, taraflar arasında yapılan, imzası resmi merciler önünde ikrar olunmuş sözleşmelerde belirtilen adresler ile kamu kurum ve kuruluşları ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına, ticaret sicillerine ve esnaf ve sanatkârlar sicillerine verilen en son adreslerdeki değişiklikler hakkında da bu madde hükümleri uygulanır.”
Tebligat Kanununun 35. maddesinin 1, 2 ve 3. fıkraları uyarınca yapılan tebliğin geçerli olabilmesi için; ilgilinin kendisine veya adına tebliğ yapılabilecek kimselere bu adreste kanunun gösterdiği usullere göre tebliğ yapılmış olması, ilgilinin adresini değiştirmesine karşın yeni adresini yargı merciine bildirmemesi ve yeni adresin tebliğ memurunca da tespit edilememesi, 4. fıkra uyarınca yapılan tebliğin geçerli olabilmesi için ise; yine ilgilinin adresini değiştirmesine karşın yeni adresini yargı merciine bildirmemesi, yeni adresin tebliğ memurunca tespit edilememesi ve tebligat yapılacak adresin maddede sayılan adreslerden olması gerekmektedir. Görüldüğü üzere kendi beyanı ile veya tebliğ memurunca yeni adresi tespit edilen bir kimseye bu adresine tebligat çıkartılmadan eski adresine 35. madde uyarınca tebligat yapılabilmesi mümkün değildir. Tebligat Kanununun tebligat esaslarına ilişkin genel hüküm niteliğindeki 10. maddesinin; “Tebligat, tebliğ yapılacak şahsa bilinen en son adresinde yapılır” şeklindeki amir hükmü de bu hususu pekiştirmektedir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değelendirildiğinde;
Yokluğunda verilen hükmün sanığa, 16.03.2009 tarihinde “İnkılap Mahallesi, Küçüksu Caddesi, Yelkenciler Sokak, No:36 Ümraniye” adresinde Tebligat Kanununun 35. maddesi uyarınca tebliğ edilmesi, yapılan tebliğin sanığın bilinen son adresi yerine iddianamede gösterilen ve terk ettiği anlaşılan eski adresinde yapılması, daha önce bu adrese adli mercilerce usulünce bir tebligat yapılmamış olması ve bu adresin 7201 sayılı Tebligat Kanununun 35/son maddesi kapsamında sayılan adreslerden bulunmaması karşısında, sanığa yerel mahkeme gerekçeli kararın tebliği usulüne uygun olmayıp geçerli değildir. Temyiz incelemesinin yapılabilmesi için, gerekçeli kararın sanığa usulüne uygun olarak tebliği, verdiği takdirde temyiz dilekçesinin 1412 sayılı CMUK’nun 5320 sayılı Kanunun 8/1. maddesi uyarınca halen yürürlükte bulunan 316/1. maddesine göre katılana tebliğ edilmesi ve yapılacak tüm butebligatlara ilişkin evrakın eklenmesi amacıyla dosyanın mahalline iadesi gerekmektedir. Öte yandan sanığın hükmü temyiz etmesi durumunda Yargıtay C.Başsavcılığınca ek tebliğname düzenlenmesi ve tebliğnamenin tebliği zorunluluğu da doğacaktır.
Kaldı ki ; gerekçeli kararın sanığa usulüne uygun olarak tebliğ edildiği kabul edilse bile, sanığa düzelterek onama istemli olmasından dolayı aleyhine görüş içeren Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tebliğnamesinin tebliğ edilmeden temyiz incelemesi yapılması da 1412 sayılı CMUK’nun, 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen yürürlükte olan 316. maddesi hükmüne aykırılık oluşturmaktadır. Zira anılan madde uyarınca hükmü temyiz etmeleri halinde veya aleyhlerine sonuç doğurabilecek görüş içermesi durumunda, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen tebliğnamenin sanık veya müdafii ile katılan veya vekiline tebliğ edilmesi gerekmektedir. Adil yargılanma ve savunma hakkı ile ilgili bulunan bu hüküm emredici nitelikte olup, uyulması zorunludur.
Bu itibarla, itirazın değişik gerekçeyle kabulüne, Özel Daire bozma kararının kaldırılmasına, sanığa gerekçeli kararın ve tebliğnamenin usulüne uygun olarak tebliği sağlanıp, sonucuna göre temyiz incelemesi yapılmak üzere dosyanın Özel Daireye gönderilmesine karar verilmelidir.
SONUÇ : Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının değişik gerekçeyle KABULÜNE,
2- Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 28.02.2012 gün ve 166-2438 sayılı bozma kararının KALDIRILMASINA,
3- Sanığa gerekçeli kararın ve tebliğnamenin usulüne uygun olarak tebliğinden sonra temyiz incelemesi yapılması için dosyanın Yargıtay 11. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 07.05.2013 günü yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2012/7-1318
K. 2013/108
T. 26.3.2013
• FİKİR VE SANAT ESERLERİ KANUNU’NA AYKIRILIK ( Sanığın Soruşturma Aşamasında Saptanan Adresine Tebligat Yapılmadığı/Bu Adreste İkamet Etmediğinin Tespit Edildiği – Bu Adrese Sonraki Bir Tarihte Yapılan Tebligatın 7201 S.K. Md./35-1-2-3 Kapsamında Geçerli Olmayacağı )
• USULSÜZ TEBLİGAT ( Sanığın Daha Önce Oturmadığı Adresine Saptama Sonucu Tekrar Tebligat Yapılmasının 7201 S.K. Md./35-4 Kapsamında Kabul Edilemeyeceği – 5846 S.K.’ya Aykırılık )
• SANIĞIN İKAMET ETMEDİĞİ ADRESİNE YENİDEN TEBLİGAT YAPILMASI ( 7201 S.K. Md./35-4 Kapsamında Kabul Edilemeyeceği – Sanığın Sonradan Belirlenen Adresine Yapılan Tebliğ Üzerine Yaptığı Temyiz İsteminin Kanuni Süresinde Yapıldığının Kabul Edileceği )
• TEBLİGAT KANUNU 35. MADDE UYARINCA TEBLİGAT ( Sanığın Soruşturma Aşamasında Saptanan Adresine Tebligat Yapılmadığı/Bu Adreste İkamet Etmediğinin Tespit Edildiği – Bu Adrese SonraYapılanTebligatın 7201 S.K. Md./35-1-2-3 Kapsamında Geçerli Olmayacağı )
• TEMYİZ BAŞVURUSU ( Sanığın Sonradan Belirlenen Adresine Yapılan Tebliğ Üzerine Yaptığı Temyiz İsteminin Kanuni Süresinde Yapıldığının Kabul Edileceği – 5846 S.K.’ya Aykırılık )
7201/m.35
5846/m.81
ÖZET : 5846 sayılı kanuna aykırılık suçunda, uyuşmazlık; hükmün sanığa tebliğinin geçerli olup olmadığı, buna bağlı olarak da, Özel Dairenin temyiz isteminin reddine ilişkin yerel mahkeme kararını kaldırarak temyiz incelemesi yapmasının isabetli bulunup bulunmadığı noktalarında toplanmaktadır. Sanığın soruşturma aşamasında saptanan adresinde kendisine hiçbir tebliğ yapılmamış olup, sanığın bu adreste ikamet etmediği, duruşma davetiyesine ilişkin tebliğ belgesine verilen cevap ve tebligat mazbatasına verilen meşruhatla sabittir. Bu itibarla daha sonraki tarihte yapılan tebliği,7201 sayılı Tebligat Kanunun 35. maddesinin 1, 2 ve 3. fıkraları kapsamında geçerli saymak mümkün değildir.
Sanığın savunmasının alındığı oturumda adresi, saptanmış ise de, bu belirleme 7201 sayılı Kanunun 35. maddesinin 4. fıkrası kapsamında kabul edilemez, zira sanığın saptanan bu adreste ikamet etmediği daha önceden yapılan araştırma ile sabittir. Nitekim mahkemece de, bu adreste sanığa tebliğ yapılamaması nedeniyle hakkında zorla getirme kararı çıkarılarak, savunması alınabilmiştir. Bu nedenle, 7201 sayılı Tebligat Kanunun 35/4. maddesi hükmünün somut olayda uygulanma ihtimali bulunmamaktadır.
Sanığın sonradan belirlenen adresine yapılan tebliğ üzerine yaptığı temyiz isteminin kanuni süresinde yapıldığının kabulünde zorunluluk bulunmaktadır.
DAVA : 5846 sayılı kanuna aykırılık suçundan sanık E. K.’nın aynı Kanunun 81/9-1-a ve 5237 sayılı TCK’nun 62. maddeleri uyarınca 2 ay 15 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına ilişkin, İzmir 1. Fikri ve Sınai Haklar Ceza Mahkemesince verilen 24.07.2007 gün ve 664-634 sayılı hükmün sanık tarafından temyiz edilmesi üzerine, İzmir 1. Fikri ve Sınai Haklar Ceza Mahkemesince 08.04.2008 gün ve 2008/17 değişik iş sayı ile verilen temyiz istemin reddi kararının da sanık tarafından temyiz edilmesiyle dosyayı inceleyen Yargıtay 7. Ceza Dairesinin 07.12.2011 gün ve 2010/6388-23951 sayı ile;
“… Sanığın daha önce tebligat yapılmayan adresinde Tebligat Kanununun 35. maddesine göre kararın tebliği usulüne uygun olmadığından, temyiz süresinde kabul edilerek, temyiz isteğinin reddine ilişkin 18.04.2008 gün ve 664-17 sayılı karar kaldırılıp, 24.07.2007 günlü hükme yönelik olarak yapılan incelemede,
5728 sayılı Kanun ile 5846 sayılı Kanunda yapılan değişikliklerin tartışılmasının gerekmesi ve aynı Kanunun 562. maddesi uyarınca hükmün açıklanmasının geri bırakılması uygulaması olanaklı hale geldiğinden, 5237 sayılı TCK’nun 7. maddesi gözetilerek, yasal koşullarının oluşup oluşmadığının saptanması ve sonucuna göre uygulama yapma görevinin de yerel mahkemeye ait bulunması zorunluluğu…”,
Gerekçesiyle diğer yönleri incelenmeyen hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 21.03.2012 gün ve 18153 sayı ile;
“… Sanık soruşturma aşamasında ‘Özmen Cad. Çatap Apt. No: 120/4 Buca/İzmir’ adresinde oturduğunu Ceza Muhakemesi Kanununun 147. maddesine göre düzenlenen 14.06.2006 tarihli ifade verme tutanağı ile bildirmiştir. Sanık 24.01.2007 tarihli duruşmada da ‘iddianamedeki adreste oturur’ biçiminde daha önce bildirdiği Buca/İzmir adresinde oturduğuna dair yapılan adres teyidine bir itiraz da bulunmamıştır. Sanık daha sonra bilinmeyen bir tarihte, İzmir ilinden Tunceli iline taşınmış, fakat bu değişiklikleri ne en son oturduğu mahalle muhtarlığına ne de hakkındaki yargılamayı yürüten mahkemeye hiçbir surette bildirmemiştir.
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 35/1. maddesi, ‘Kendisine veya adresine kanunun gösterdiği usullere göre tebliğ yapılmış olan kimse, adresini değiştirirse, yenisini hemen tebliği yaptırmış olan kaza merciine bildirmeye mecburdur.’ hükmünü taşımaktadır. Yine aynı maddenin 2011 yılı değişikliği öncesi yürürlükte olan 2. fıkrası ise; ‘Adresini değiştiren kimse yenisini bildirmediği ve yeni adres tebliğ memurunca da tespit edilemediği takdirde tebliğ olunacak evrakın bir nüshası eski adrese ait binanın kapısına asılır ve asılma tarihi, tebliğ tarihi sayılır’ kuralını getirmektedir. Bu kurallar ışığında, adres değişikliğini bildirmeyen ve daha önce resmi merciler huzurunda bildirdiği adrese Tebligat Kanunu’nun 35. maddesine göre yapılan tebliğin geçerli sayılması gereklidir.
Somut olaya benzer biçimdeki bir tebliğin geçerli olup olmadığına ilişkin Yüksek Ceza Genel Kurulu, 31.01.2012 tarih ve 249-1 sayılı kararında da Cumhuriyet Başsavcılığımızın itirazını değişik gerekçeyle kabul etmiştir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay irdelendiğinde;
‘Sanığın daha önce tebligat yapılmayan adresinde Tebligat Kanunu’nun 35.maddesine göre kararın tebliği usulüne uygun olmadığından, temyiz süresinde kabul edilmesi gerektiği…’ yönündeki görüşe katılmak şu nedenlerle imkansızdır;
Sanığın, hazırlık aşamasında bildirdiği ve daha sonra sorgusunda teyid ettiği adrese yapılan tebliğ geçerlidir. Çünkü sanık adres değişikliğini hiçbir surette resmi mercilere veya mahkemeye bildirmemiştir. Bu nedenle, sanığın resmi mercilere beyan ettiği adresine Tebligat Kanunu’nun 35. maddesine göre usulüne uygun olarak yapılan tebliğin geçerli sayılması gereklidir. Bunun dışında, sanığın bildirdiği adrese daha önce tebligat yapılıp yapılmadığına göre 35. maddeye göre yapılan tebliğin geçerliliğine karar vermek anılan hükmün uygulanmasını kanun koyucunun amacını aşacak şekilde aşmak anlamını taşıyacaktır.
Sonuç olarak, hazırlık aşamasında bildirdiği ve daha sonra sorgusunda teyid ettiği adrese yapılan tebliğ geçerlidir. Bunun dışında 35. maddeye göre yapılan tebliğin geçerli sayılması için, sanığın bildirdiği adrese daha öncetebligat yapılmış olmasının aranması hukuka aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle, somut olayda, yerel mahkemenin sanık hakkında verdiği temyiz isteminin reddine dair kararının bozulmasına ilişkin Yargıtay 7. Ceza Dairesinin anılan kararı hukuka uygun değildir…”,
Görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurmuştur.
CMK’nun 308. maddesi uyarınca itirazı inceleyen Yargıtay 7. Ceza Dairesince, itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır:
KARAR : Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; hükmün sanığa tebliğinin geçerli olup olmadığı, buna bağlı olarak da, Özel Dairenin temyiz isteminin reddine ilişkin yerel mahkeme kararını kaldırarak temyiz incelemesi yapmasının isabetli bulunup bulunmadığı noktalarında toplanmaktadır.
İncelenen dosya içeriğinden;
Sanığın kolluk görevlilerince beyanının saptandığı 14.06.2006 tarihli şüpheli ifade tutanağında ikamet adresinin “Özmen Caddesi Çatap Apartmanı No:120/4 Buca-İzmir” şeklinde belirlendiği, iddianamede de aynı adrese yer verildiği,
İddianame, bilirkişi raporu ve duruşma günü bilgilerini içeren davetiyenin belirtilen adrese tebliğ için gönderildiği, bu adrese giden posta görevlisince davetiyenin; “muhatabın tanınmadığı aynı adreste ikamet eden T.G.’in beyanından öğrenildi. Muhtarlıkta kaydı yoktur” açıklaması ile mahkemesine iade edildiği,
Mahkemece sanığın duruşmada hazır edilerek ifadesinin alınabilmesi amacıyla 14.11.2006 tarihinde zorla getirme kararı verildiği,
Zorla getirme kararını yerine getiren kolluk görevlilerince sanığın ikamet adresinin “Sevgi Mahallesi 82. Sokak No: 10/1 Gaziemir” olarak tespit edildiği,
24.01.2007 günlü ilk duruşmada savunması alınan sanığın kimlik bilgilerinin yer aldığı duruşma tutanağında “iddianamedeki adreste oturur” açıklamasına yer verildiği,
Diğer iki celseye katılmayan sanığın yokluğunda karar verilerek, gerekçeli kararın sanığın önceden terk ettiği “Özmen Caddesi Çatap Apartmanı No:120/4 Buca-İzmir” adresine tebliğe çıkarıldığı,
11.08.2007 günü bu adrese giden posta dağıtıcısı tarafından tebligat mazbatasına; “Gösterilen adreste ikamet eden T.G.’in beyanından muhatabın ismen tanınmadığı öğrenildi” açıklaması yazılarak tebligat evrakının mahkemesine iade edildiği,
Mahkemece bu kez kolluk görevlilerince tesbit edilen “… Gaziemir” adresine kararın tebliğe çıkarıldığı,
15.09.2007 günü bu adrese giden posta dağıtıcısı tarafından da tebligat mazbatasına, “Adreste Serdar .. oturduğunu beyan etti. Muhatap adreste ismen tanınmıyor kaydı yok. Evrak merciine iade” açıklaması yazılarak, tebligatevrakının mahkemesine tekrar iade edildiği,
“Özmen Caddesi Çatap Apartmanı No:120/4 Buca-İzmir” adresine 7201 sayılı Tebligat Kanununun 35. maddesi gereğince gerekçeli kararın tebliğe çıkarıldığı, tebligat görevlisinin 12.11.2007 günü bu adresin kapısına tebligatevrakını yapıştırdığı,
Bu süreçte kolluğa sanığın adres araştırmasını yaptıran mahkemesince, sanığın “Moğultay Mahallesi Sanat Sokak Starcafe No: 5 Tunceli” adresinde ikamet ettiğinin öğrenilmesi üzerine, gerekçeli kararın bu kez bu adrese tebliğe çıkarıldığı ve sanığın kendisine 12.02.2008 tarihinde kararın tebliğ edildiği,
Sanığın hükmü 18.02.2008 tarihinde temyiz etmesi üzerine İzmir 1. Fikri ve Sınai Haklar Ceza Mahkemesince 08.04.2008 gün ve 2008/17 değişik iş sayı ile, süresinden sonra yapıldığı gerekçesiyle temyiz istemin reddine karar verildiği,
01.05.2008 tarihinde tebliğ edilen temyiz isteminin reddi kararının sanık tarafından 02.05.2008 tarihinde temyiz edildiği,
Sanığın ikamet adresi olarak kabul edilen “Özmen Caddesi Çatap Apartmanı No:120/4 Buca-İzmir” adresinde hiçbir aşamada sanığa tebligat yapılmadığı,
Anlaşılmaktadır.
7201 sayılı Tebligat Kanunun “Adres değiştirmenin bildirilmesi mecburiyeti” başlığını taşıyan 35. maddesi karar tarihinde; “Kendisine veya adresine kanunun gösterdiği usullere göre tebliğ yapılmış olan kimse, adresini değiştirirse, yenisini hemen tebliği yaptırmış olan kaza merciine bildirmeye mecburdur. Bu takdirde bundan sonraki tebliğler bildirilen yeni adrese yapılır.
Adresini değiştiren kimse yenisini bildirmediği ve yeni adres tebliğ memurunca da tespit edilemediği takdirde tebliğ olunacak evrakın bir nüshası eski adrese ait binanın kapısına asılır ve asılma tarihi, tebliğ tarihi sayılır.
Bundan sonra eski adrese çıkarılan tebliğler muhataba yapılmış sayılır.
Daha önce tebligat yapılmamış olsa bile, taraflar arasında yapılan, imzası resmi merciler önünde ikrar olunmuş sözleşmelerde belirtilen adresler ile kamu kurum ve kuruluşları ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına, ticaret sicillerine ve esnaf ve sanatkârlar sicillerine verilen en son adreslerdeki değişiklikler hakkında da bu madde hükümleri uygulanır” hükmünü taşımaktadır.
35. maddenin 1, 2 ve 3. fıkraları uyarınca yapılan tebliğin geçerli olabilmesi için, ilgilinin kendisine veya adına tebliğ yapılabilecek kimselere bu adreste kanunun gösterdiği usullere göre tebliğ yapılmış olması, ilgilinin adresini değiştirmesine karşın yeni adresini yargı yerine bildirmemesi ve yeni adresin tebliğ memurunca da tespit edilememesi gerekmektedir.
Somut olayda, sanığın soruşturma aşamasında saptanan “… Buca-İzmir” adresinde kendisine hiçbir tebliğ yapılmamış olup, sanığın bu adreste ikamet etmediği, duruşma davetiyesine ilişkin tebliğ belgesine verilen cevap ve 11.08.2007 tarihli tebligat mazbatasına verilen meşruhatla sabittir. Bu itibarla 12.11.2007 tarihinde yapılan tebliği, 7201 sayılı Tebligat Kanunun 35. maddesinin 1, 2 ve 3. fıkraları kapsamında geçerli saymak mümkün değildir.
Sanığın savunmasının alındığı 24.01.2007 günlü oturumda adresi, “… Buca-İzmir” olarak saptanmış ise de, bu belirleme 7201 sayılı Kanunun 35. maddesinin 4. fıkrası kapsamında kabul edilemez, zira sanığın saptanan bu adreste ikamet etmediği daha önceden yapılan araştırma ile sabittir. Nitekim mahkemece de, bu adreste sanığa tebliğ yapılamaması nedeniyle hakkında zorla getirme kararı çıkarılarak, savunması alınabilmiştir. Bu nedenle, 7201 sayılıTebligat Kanunun 35/4. maddesi hükmünün somut olayda uygulanma ihtimali bulunmamaktadır.
Görüldüğü gibi, 7201 sayılı Tebligat Kanununun 35. maddesi gereğince, gerekçeli kararın sanığa “… Buca-İzmir” adresinde tebliği maddenin uygulanma şartları bulunmadığından geçersiz olup, sanığın sonradan belirlenen “… Tunceli” adresine yapılan tebliğ üzerine yaptığı temyiz isteminin kanuni süresinde yapıldığının kabulünde zorunluluk bulunmaktadır.
Bu itibarla, yerel mahkemenin usul ve kanuna aykırı olan temyiz isteminin reddi kararını kaldırarak, temyiz incelemesi yapan Özel Dairenin kararı isabetli olup, haklı nedenlere dayanmayan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.
SONUÇ : Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının REDDİNE,
2- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay C.Başsavcılığına TEVDİİNE, 26.03.2013 günü yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2011/13-385
K. 2012/83
T. 6.3.2012
• GEREKÇELİ KARARIN TEBLİĞİ ( Tebliğ Mazbatasına Komşularından Bir Kişi Huzurunda Tebliğ Yapıldığına Dair Tebliğ Evrakında Bir Bilgi Yer Almadığı Gibi Mahalle Muhtarı veya İhtiyar Heyeti Üyelerinden Biri ya da Bir Zabıta Memuru Huzurunda da Tebliğin Yapılmadığı – Tebliğin Usule Aykırı Olduğu)
• USULSÜZ TEBLİGAT ( Gerekçeli Kararın Tebliği – Tebliğ Mazbatasına Komşularından Bir Kişi Huzurunda Tebliğ Yapıldığına Dair Tebliğ Evrakında Bir Bilgi Yer Almadığı/Mahalle Muhtarı veya İhtiyar Heyeti Üyelerinden Biri ya da Bir Zabıta Memuru Huzurunda da Tebliğin Yapılmadığı)
• TEMYİZ SÜRESİ ( Tebliğin Usulsüz Olarak Yapılmış Olması – Temyiz Süresi Öğrenmeden İtibaren Başlayacağından Özel Dairece Temyiz Süresinin Başlangıcının Gösterilmemesi Gerekçesiyle Temyizin Süresinde Olduğunun Kabulü Gerektiği)
• YASA YOLU BİLDİRİMİ ( Tebliğin Usulsüz Olarak Yapılmış Olması/Yerel Mahkeme Kararındaki Yasa Yolu Bildiriminin Yasal ve Yeterli Olup Olmadığına Dair Uyuşmazlığın Değerlendirilmesine Gerek Bulunmadığı – Haklı Nedene Dayanmayan Yargıtay C. Başsavcılığı İtirazının Reddi Gerektiği)
7201/m.24
ÖZET : Gerekçeli kararın tebliğine dair tebliğ mazbatasına, “sanıkla aynı çatı altında oturan annesi N. Ç.nin başparmağı bastırılarak tebliğ edildi” şeklinde şerh düşülmesine karşın komşularından bir kişi huzurunda tebliğ yapıldığına dair tebliğ evrakında bir bilgi yer almadığı gibi mahalle muhtarı veya ihtiyar heyeti üyelerinden biri ya da bir zabıta memuru huzurunda da tebliğin yapılmadığı anlaşıldığından, bu tebliğ 7201 Sayılı Tebligat Yasası’nın 24. maddesinde belirtilen usule aykırı olarak yapılmıştır.
Bu durumda tebliğin usulsüz olarak yapılmış olması nedeniyle, temyiz süresi öğrenmeden itibaren başlayacağından. Özel Dairece temyiz süresinin başlangıcının gösterilmemesi gerekçesiyle temyizin süresinde olduğunun kabulü, sonucu itibariyle isabetli bir uygulamadır. Ulaşılan sonuca göre, yerel mahkeme kararındaki yasa yolu bildiriminin yasal ve yeterli olup olmadığına dair uyuşmazlığın değerlendirilmesine gerek bulunmamaktadır. Bu itibarla, haklı nedene dayanmayan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.
DAVA : Hırsızlık suçundan sanık C. Ç.’nin 5237 Sayılı T.C.K.nın 141/1, 62 ve 50/1-a maddeleri uyarınca 6.000 Lira adli para cezasıyla cezalandırılmasına dair Yahyalı Asliye Ceza Mahkemesince verilen 20.6.2007 gün ve 23-106 Sayılı hüküm, 17.7.2007 tarihinde aynı çatı altında oturan sanığın annesine tebliğ edilerek 26.7.2007 tarihinde kesinleştirilmiş, sanığın yoklukta verilen hükmün kendisine usulsüz olarak tebliğ edildiği gerekçesiyle ve nedenlerini de göstermek suretiyle yaptığı temyiz istemi yerel mahkemece 17.8.2007 tarihli ek kararla reddedilmiştir. Temyiz isteminin reddine dair bu kararın da sanık tarafından temyiz edilmesi üzerine, dosyayı inceleyen Yargıtay 13. Ceza Dairesinin 14.9.2011 gün ve 2011/2152-852 sayı ile;
“… Sanığın yokluğunda verilen kısa kararla yazılan gerekçeli kararda. 7 günlük temyiz süresinin, kararın tebliğinden itibaren başlayacağı hususunun belirtilmemesi suretiyle, sürenin başlangıcı konusunda sanığın bilgilendirilmemiş olduğunun anlaşılması karşısında; 17.8.2007 tarihli temyiz isteminin reddine dair karar kaldırılarak yapılan incelemede;
Suç tarihinde sabıkasız olan sanık hakkında belirlenen cezanın iki yıldan az olması karşısında; hükümden sonra 8.2.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5728 Sayılı Kanunun 562 nci maddesiyle değişik 5271 Sayılı C.M.K.nun 231. maddesi uyarınca ve bu maddenin 6 ncı fıkrasına 25.7.2010 tarihinde yürürlüğe giren 6008 Sayılı Kanunun 7 nci maddesiyle eklenen cümle de gözetilerek, hükmolunan cezanın tür ve süresine göre, hükmün açıklanmasının geri bırakılıp bırakılamayacağı hususunun değerlendirilmesinde zorunluluk bulunması…”,
Gerekçesiyle diğer yönleri incelenmeksizin hükmün BOZULMASINA karar verilmiştir.
Yargıtay C. Başsavcılığı ise 20.10.2011 gün ve 271530 sayı ile;
“… Mahalli mahkemece kısa ve gerekçeli kararda C.M.K.nun 34/2, 40/2 ve 232/6 ncı maddelerine uygun biçimde temyiz süresi ve temyiz yolunun belirtilmiş olduğu açıkça anlaşılmasına rağmen Yüksek Dairenin, onama istemli kararımızı kaldırarak esastan inceleme yapmaması” gerektiği görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurarak. Özel Daire bozma kararının kaldırılmasına ve sanığın temyiz isteminin reddine dair yerel mahkeme kararının ONANMASINA karar verilmesi isteminde bulunmuştur.
Dosya Yargıtay 1. Başkanlığına gönderilmekle. Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır:
KARAR : Özel Daireyle Yargıtay C. Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; yerel mahkeme kararındaki yasa yolu bildiriminin yasal ve yeterli olup olmadığının tespitine dair ise de, öncelikle kararın usulüne uygun olarak tebliğ edilip edilmediğinin belirlenmesi gerekmektedir.
İncelenen dosya içeriğinden;
Sanığın yokluğunda verilen 20.6.2007 tarihli hükümde, yasa yolu bildiriminin “sanığın ve müdahilin yokluğunda … 7 gün içerisinde Yargıtay temyiz yolu açık olmak üzere” şeklinde belirtildiği. İddianame ve duruşma gününün dosyada bulunan adreste bizzat sanığa 9.3.2007 tarihinde tebliğ edildiği, 22.5.2007 tarihli oturumda da sanığın ikamet olarak aynı adresi bildirdiği.
Gerekçeli kararın, “aynı çatı altında oturan” şerhiyle, sanığın annesi N. Ç.nin baş parmağı bastırılmak suretiyle 17.7.2007 günü tebliğ edildiği, tebliğ mazbatasında başka bir kişinin imzasının bulunmadığı ve hükmün 26.7.2007 tarihinde kesinleştirildiği.
Sanığın ise, İstanbul’da ikamet edip çalıştığını, tebligatın 60 yaşlarında ve okuma yazma bilmeyen annesine yapıldığını, 15.8.2007 tarihinde karardan haberdar olduğunu belirterek. 17.8.2007 günü hükmü temyiz ettiği ve dosyaya da, tebliğin yapılmış olduğu adresten İstanbul İli Bağcılar ilçesi Demirkapı Mahallesi … Sokak no: … adresine taşındığına dair 7.12.2004 tarihli nakil ilmühaberi, İstanbul – Bağcılar’da belirtilen adreste ikamet ettiğine dair 15.8.2007 tarihli ikametgah ilmühaberiyle Miram Tekstil isimli işyerinden verilmiş “bir yıldır sanığın İstanbul- Güngören’deki işyerlerinde çalıştığına” dair 15.8.2007 tarihli belgeyi ibraz ettiği,
Yerel mahkemece, 17.8.2007 tarihli karar ile “…gerek soruşturma aşamasında gerekse kovuşturma aşamasında sanığın ikametgahının İsmet Mah. … Sok. No. … Yahyalı şeklinde belirtildiği, bu aşamalarda sanığın söz konusu adrese hiçbir şekilde itiraz etmediği, kararın kesinleşmesinden sonra ise böyle bir itirazda bulunmasının iyi niyet ilkesiyle bağdaşmadığı, sanığın aynı konutta oturan annesine yapılan tebligatın geçerli olduğu” gerekçesiyle temyiz talebinin süre yönünden reddine karar verildiği ve bu kararın da sanık tarafından 21.8.2007 günü temyiz edildiği.
Anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlık konusunun çözümü açısından öncelikle kararın usulüne uygun olarak tebliğ edilip edilmediğinin değerlendirilmesi gerekmektedir.
7201 Sayılı Tebligat Yasasının konuya dair “İmza edemiyecek durumda olmak” başlıklı 24. maddesi; “Kendisine tebliğ yapılacak kimse imza edecek kadar yazı bilmez veya imza edemeyecek durumda bulunursa, komşularından bir kişi huzurunda sol elinin başparmağı bastırılmak suretiyle tebliğ yapılır. ( …) Yukarıdaki fıkralarda yazılı hallerde keyfiyet, tebliğ mazbatasında tasrih edilir ve hazır bulunan şahsa da imza ettirilir.
Okur yazar bir komşu bulunmaz veya bulunan komşu imzadan imtina ederse, tebliğ memuru o mahalle veya köyün muhtar veya ihtiyar heyeti azasından birini veyahut bir zabıta memurunu, tebliğ sırasında hazır bulunmak üzere davet eder ve tebligat bunların huzurunda yapılır şeklinde düzenlenmiştir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde:
Gerekçeli kararın tebliğine dair tebliğ mazbatasına, “sanıkla aynı çatı altında oturan annesi N. Ç.nin başparmağı bastırılarak tebliğ edildi” şeklinde şerh düşülmesine karşın komşularından bir kişi huzurunda tebliğ yapıldığına dair tebliğ evrakında bir bilgi yer almadığı gibi mahalle muhtarı veya ihtiyar heyeti üyelerinden biri ya da bir zabıta memuru huzurunda da tebliğin yapılmadığı anlaşıldığından, bu tebliğ 7201 Sayılı Tebligat Yasası’nın 24. maddesinde belirtilen usule aykırı olarak yapılmıştır.
Bu durumda tebliğin usulsüz olarak yapılmış olması nedeniyle, temyiz süresi öğrenmeden itibaren başlayacağından. Özel Dairece temyiz süresinin başlangıcının gösterilmemesi gerekçesiyle temyizin süresinde olduğunun kabulü, sonucu itibariyle isabetli bir uygulamadır.
Ulaşılan sonuca göre, yerel mahkeme kararındaki yasa yolu bildiriminin yasal ve yeterli olup olmadığına dair uyuşmazlığın değerlendirilmesine gerek bulunmamaktadır. Bu itibarla, haklı nedene dayanmayan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.
SONUÇ : Açıklanan nedenlerle:
1-) Yargıtay C. Başsavcılığı itirazının değişik gerekçeyle reddine,
2-) Dosyanın mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına tevdiine, 06.03.2012 tarihinde yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2010/4-199
K. 2010/249
T. 7.12.2010
• SİLAHLA TEHDİT ( Sanığa Gerekçeli Kararın Tebliği ve 35. Maddenin Uygulanma Koşulları Bulunmadığından Geçersiz Olup Sanığın Öğrenme Üzerine Yaptığı Temyiz İsteminin Yasal Süresinde Yapıldığının Kabulünde Zorunluluk Bulunduğu )
• TEMYİZ İSTEMİ ( Silahla Tehdit – Sanığa Gerekçeli Kararın Tebliği ve 35. Maddenin Uygulanma Koşulları Bulunmadığından Geçersiz Olup Sanığın Öğrenme Üzerine Yaptığı Temyiz İsteminin Yasal Süresinde Yapıldığı )
• GEREKÇELİ KARAR TEBLİĞİ ( Silahla Tehdit – Sanığa Gerekçeli Kararın Tebliği ve 35. Maddenin Uygulanma Koşulları Bulunmadığından Geçersiz Olup Sanığın Öğrenme Üzerine Yaptığı Temyiz İsteminin Yasal Süresinde Yapıldığının Kabulünde Zorunluluk Bulunduğu )
7201/m.32,35/4
ÖZET : Sanığın savunmasının saptandığı oturumda adresi, Tutanaktaki beyanın sehven yazıldığının kabulünde zorunluluk bulunduğundan, 7201 Sayılı Tebligat Yasasının 35/4. maddesi hükmünün de somut olayda uygulanma olanağı bulunmamaktadır. 7201 Sayılı Tebligat Yasası’nın 35. maddesi gereğince sanığa gerekçeli kararın tebliği, maddenin uygulanma koşulları bulunmadığından geçersiz olup, sanığın öğrenme üzerine yaptığı temyiz isteminin, aynı Yasanın 32. maddesi gereğince yasal süresinde yapıldığının kabulünde zorunluluk bulunmaktadır.
DAVA :
Sanığın silahla tehdit suçundan 5237 Sayılı T.C.K.nın 106/2-a, 43/2-1 ve 62. maddeleri uyarınca 1 yıl 13 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına, T.C.K.nın 53/1-a-b-c-d-e madde ve bentlerinde belirtilen hakları kullanmaktan ceza süresince, ( c ) bendinde belirtilen haklardan ise şartla tahliye tarihine kadar yoksun bırakılmasına ilişkin, Erzurum 2. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 26.2.2009 gün ve 412-130 Sayılı hükme yönelik sanığın temyiz istemi Erzurum 2. Asliye Ceza Mahkemesince 28.9.2009 gün ve 412-130 sayı ile, 5271 Sayılı CYY’nın 296/1. maddesi uyarınca red edilmiştir. Temyiz isteminin reddine ilişkin kararın da sanık tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay 4. Ceza Dairesinin 23.6.2010 gün ve 2010/12215-12321 sayı ile;
“… Temyiz süresinin geçmesi, sebebiyle yerel mahkemenin temyiz isteğinin reddine ilişkin kararına karşı yapılan itirazın, tebliğnameye aykırı olarak reddine, yerel mahkemenin redde ilişkin kararının onanmasına…” karar verilmiştir.
Yargıtay C. Başsavcılığınca 27.9.2010 gün ve 77859 sayı ile;
“… Sanığın ilk adres tespiti kolluk görevlilerince soruşturma aşamasında 13.6.2007 günü belirlenmiştir. Sanığın ifadesi sebebiyle düzenlenen tutanakta adres bilgisi olarak ikamet ve iş adreslerinin belirlendiği anlaşılmaktadır. İkamet adresi olarak: Dadaşkent Ertur Yapı Kooperatifi … Blok Kat:…, No:… Erzurum; iş adresi olarak da: Erzurum iş Merkezi K/…, No: … H… Kırtasiye Erzurum adresinin belirlendiği, ayrıca sanığın 0505 … .. .. numaralı cep telefonu ve … .. .. numaralı sabit telefonu kullandığı bilgilerine yer verildiği görülmektedir.
İddianamede sanığın Dadaşkent Ertur Yapı Kooperatifi … Blok Kat:…, No:… ikamet ettiği bilgisi yinelenmiştir.
2.5.2008 günü duruşmaya hazırlık sürecinde alınan ara kararı gereğince sanığın 7.7.2008 günü yapılması kararlaştırılan duruşmaya çağrı kağıdı ile çağırılmasına karar verilmiştir.
İddianame metnini ve duruşma günü bilgilerini içeren davetiyeyi tebliğ için Dadaşkent Ertur Yapı Kooperatifi … Blok Kat:…, No:… Erzurum adresine giden posta görevlisi, davetiyeyi sanığa tebliğ edememiş, tebliğ edememe gerekçesi olarak mazbataya düşülen notta: ‘muhatap gösterilen adreste tanınmıyor, mahalle muhtarlığındaki kayıtlarda ismine rastlamadığından muhtarın vermiş olduğu tasdikli imzalı beyanı …’ bilgisine yer verilerek, bu gerekçe iletebligat evrakını mahkemesine iade etmiştir.
Mahkemece icra edilen 7.7.2008 tarihli oturumda alınan ara kararının 1. maddesi gereğince sanığın adresinin araştırılması için Erzurum Emniyet Müdürlüğüne müzekkere yazılmıştır.
9.7.2008 tarihli adres araştırması için yazılan müzekkerede sanığın sadece iddianamede belirtilen adres bilgilerine yer verildiği, iş adresi ve telefon bilgilerine yer verilmediği anlaşılmaktadır. Bu ara kararı gereğince sanığın adres araştırmasını yapan kolluk görevlileri M. C. ve Ö. S. tarafından 22.7.2008 günü düzenlenen tutanakta: ‘Ertur Yapı Kooperatifi, … Blok Kat …, No:… sayılı yerde sanığın ikamet etmediği, adreste T. Ö. ve S. H. isimli şahısların ikamet ettiği, çevreden ve komşulardan sorulduğunda sanığın tanınmadığına …’ ilişkin bilgiye yer verildiği anlaşılmaktadır.
Mahkemece icra edilen 11.11.2008 tarihli duruşmada alınan ara kararı gereğince sanığın savunmasının tespiti için sanık hakkında C.M.K.nun 199 ve 98. maddeleri gereğince yakalama emri çıkarılmıştır.
Sanık hakkında çıkarılan yakalama emri 19.1.2009 günü infaz edilmiştir. 19.1.2009 günü yakalanan sanık hakkında re’sen celse açılmış, savunması tespit edilen sanık salıverilerek duruşma 26.2.2009 gününe bırakılmıştır.
Sanığın savunmasının belirlendiği 19.1.2009 tarihli duruşmada, sanığın adresiyle ilgili olarak süreçte yaşanan sıkıntılara rağmen, Ertur Yapı Kooperatifi, … Blok Kat:…, No:… Dadaşkent/Erzurum adresinde ikamet edip etmediği, gerçek adresinin neresi olduğu açıkça sorulmamıştır. Sanığın adresi yine yanlış olarak ‘Ertur Yapı Kooperatifi, … Blok Kat …, No:… Dadaşkent/Erzurum’ olarak tutanağa geçilmiştir.
26.2.2009 günü icra edilen duruşmada sanığın yokluğunda karar verilmiştir.
Yokluğunda verilen gerekçeli karar yine sanığın hiçbir zaman oturmadığı ‘Ertur Yapı Kooperatifi, … Blok Kat …, No:… Dadaşkent/ Erzurum’ adresine tebliğe çıkarılmıştır.
Posta Dağıtıcısı 24.4.2009 günü bu adrese gitmiştir, tebligat mazbatasına ‘gösterilen adreste muhatabın tanımadığı, D. A. H.’nun sözlü beyanıyla anlaşılmış ilgili mahalle muhtarlığından kaydı olmadığından…’ gerekçesiyle tebligatevrakını Mahkemesine iade etmiştir. Mahkeme bu kez aynı adrese 7201 Sayılı Tebligat Kanununun 35. maddesi gereğince gerekçeli kararı içeren tebligatı çıkarmış, tebligat görevlisi 16.5.2009 günü bu adresin kapısına tebligatevrakını yapıştırarak evrakı usulsüz olarak tebliğ etmiştir.
İtiraz Nedenleri
1-) Yerleşim Yeri Türk Medeni Kanunun 19. Maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre: “1. Tanım
Madde 19 – Yerleşim yeri bir kimsenin sürekli kalma niyetiyle oturduğu yerdir. Bir kimsenin aynı zamanda birden çok yerleşim yeri olamaz. Bu kural ticari ve sınai kuruluşlar hakkında uygulanmaz”.
7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun Uygulanmasına ilişkin Tüzüğün 13. maddesi ‘Bilinen Adreste Tebligat’: başlığını taşımaktadır. Buna göre:
Madde 13 – ‘Tebligat, tebliğ yapılacak şahsa kendi müracaatı, diğer alakalıların bildirmesi, mevcut vesaik tahkikat veya sair suretlerle bilinen en son adresinde yapılır.
Tebligat yapılacak adresin takdiren tesbit edilmiş olması lazımdır. Gösterilen adreste tebligat yapılmayan ahvalde, tebligatı çıkaran merci tarafından memurların ve diğer meslek ve sanat erbabının adresleri mensup oldukları teşkilattan, avukatlarınki barodan veya Adliye Vekaletinden, askeri şahısların adresleri askerlik şubesi, Milli Müdafaa Vekaleti gibi salahiyetli mercilerden sorulur. Bu merciler sorulan adresi en kısa zamanda ve sahih olarak bildirirler’.
5271 Sayılı C.M.K.nun ‘Tebligat Usulleri’ başlıklı Madde 37 – ( 1 ) madde ve fıkrasına göre: ‘Tebligat, bu Kanunda belirtilen özel hükümler saklı kalmak koşuluyla, ilgili kanunda belirtilen hükümlere göre yapılır’.
Tebligat Kanununun 35. maddesi ‘Adres Değiştirmenin Bildirilmesi Mecburiyeti’ başlığını taşımaktadır. Buna göre:
Madde 35 – ‘Kendisine veya adresine kanunun gösterdiği usullere göre tebliğ yapılmış olan kimse, adresini değiştirirse, yenisini hemen tebliği yaptırmış olan kaza merciine bildirmeye mecburdur. Bu takdirde bundan sonraki tebliğler bildirilen yeni adrese yapılır.
( Değişik fıkra: 19.3.2003 – 4829 S.K./11. madde ) Adresini değiştiren kimse yenisini bildirmediği ve yeni adres tebliğ memurunca da tespit edilemediği takdirde tebliğ olunacak evrakın bir nüshası eski adrese ait binanın kapısına asılır ve asılma tarihi, tebliğ tarihi sayılır.
( Değişik fıkra: 19.3.2003 – 4829 S.K./11. madde ) Bundan sonra eski adrese çıkarılan tebliğler muhataba yapılmış sayılır.
( Ek fıkra: 6.6.1985 – 3220/12 madde ) Daha önce tebligat yapılmamış olsa bile, taraflar arasında yapılan, imzası resmi merciler önünde ikrar olunmuş sözleşmelerde belirtilen adresler ile kamu kurum ve kuruluşları ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına, ticaret sicillerine ve esnaf ve sanatkarlar sicillerine verilen en son adreslerdeki değişiklikler hakkında da bu madde hükümleri uygulanır’.
‘Usulüne Aykırı Tebliğin Hükmü’ başlığını taşıyan Tebligat Kanunu’nun 32. maddesi ne göre: Madde 32 – ‘Tebliğ usulüne aykırı yapılmış olsa bile, muhatabı tebliğe muttali olmuş ise muteber sayılır. Muhatabın beyan ettiği tarih, tebliğ tarihi addolunur’.
Sanık 3.8.2009, 12.10.2009 tarihli dilekçelerine Yakutiye Kaymakamlığı İlçe Nüfus Müdürlüğünden almış olduğu ‘Yerleşim Yeri ve Diğer Adres Belgesi’ başlıklı belgeleri sunmuştur. Bu belgelerden Sanığın Erzurum, Aziziye İlçesi, Abdulhamit Mahallesi, E… Sokak, Dış Kapı No: …., Kapı No: … sayılı yerde oturduğu bilgilerine yer verildiği anlaşılmaktadır.
Tebligat Kanunu’nun 35. maddesinin bir kimse hakkında kovuşturma aşamasında da hukuksal bağlayıcılık taşıması ancak ilgilisine kendisine veya adresine kanunun gösterdiği usullere göre tebliğ yapılmış olması, ilgilisinin adresini değiştirmesine karşın yeni adresini yargı yerine bildirmemesi ve yeni adresin tebliğ memurunca da tespit edilememesi koşuluyla olanaklıdır.
2-) Kovuşturma aşamasında sanığın ‘Ertur Yapı Kooperatifi, … Blok Kat …, No: … Dadaşkent/Erzurum’ adresinde hiçbir zaman oturmadığı sabittir. Bu adrese Tebligat Kanunu’nun 35. maddesi gereğince tebligat yapılmasının koşulları oluşmamıştır.
3-) Mahkeme kovuşturma aşamasında 29.4.2006 tarihli Resmi Gazete yayınlanarak yürürlüğe giren Nüfus Hizmetleri Hakkında Kanunun ‘ ( H. ) elektronik ortamda ulusal adres veri tabanının oluşturulması…’nı da amaçlayan 1. maddesi gereğince sanığın kayıtlı olduğu nüfus müdürlüğünden ikametgah adresini araştırmamıştır.
Mahkeme sanığın işyeri adresine tebligat çıkarma mekanizmasını da devreye sokmadığı gibi, sanığa kalemde tebliğ için telefon açarak ulaşma, çağırma yöntemini devreye sokmamış; sanığın yasa yoluna başvurma hak ve yetkisini yasa hükmünü yanlış yorumlayarak işletmemiştir.
4-) Mahkeme gerekçeli kararını içeren ve 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 35. maddesi gereğince sanık adına çıkarılan tebligat usulsüz bir tebligattır. Bu durumda sanığın yasa yoluna başvurması süresinin geçmediği, TebligatKanunu’nun 32. maddesi hükmü gereğince temyiz yasa yoluna yapılan başvurunun yasal süresinde olduğu düşüncesindeyiz” gerekçeleriyle itiraz yasa yoluna başvurularak, Yargıtay 4. Ceza Dairesinin 23.6.2010 gün ve 12215-12321 Sayılı temyiz isteminin reddine ilişkin yerel mahkeme kararının onanmasına ilişkin kararının kaldırılmasına, dava dosyasının temyiz incelemesi için Yargıtay 4. Ceza Dairesine gönderilmesine karar verilmesi talep olunmuştur.
Dosya Yargıtay 1. Başkanlığına gönderilmekle, Ceza Genel Kurulu’nca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır:
KARAR : Yargıtay C. Başsavcılığı ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık; hükümün sanığa tebliğinin geçerli olup olmadığı, buna bağlı olarak da, Özel Dairenin temyiz isteminin reddine ilişkin kararının onanmasına dair kararının isabetli bulunup bulunmadığı noktalarında toplanmaktadır. Dosyanın incelenmesinde;
Sanığın kolluk görevlilerince beyanının saptandığı 13.6.2007 tarihli şüpheli ifade tutanağında; İkamet adresinin, Dadaşkent Ertur Yapı Kooperatifi … Blok Kat:…, No:… Erzurum;
İş adresinin ise, Erzurum iş Merkezi K/…, No: … H… Kırtasiye Erzurum, şeklinde belirlendiği, ayrıca cep ve sabit telefon numaralarının da saptandığı, İddianamede de bu tutanaktaki ikamet adresinin belirtildiği,
İddianame ve duruşma günü bilgilerini içeren davetiyenin belirtilen adrese tebliğ için gönderildiği, bu adrese giden posta görevlisince davetiyenin, “muhatabın gösterilen adreste tanınmadığı ve mahalle muhtarlığındaki kayıtlarda ismine rastlamadığının muhtarın vermiş olduğu tasdikli imzalı beyanından anlaşıldığı” açıklaması ile mahkemesine iade edildiği,
Mahkemece 7.7.2008 tarihli oturumda sanığın adresinin araştırılması için Erzurum Emniyet Müdürlüğüne müzekkere yazıldığı,
9.7.2008 tarihli adres araştırması için yazılan müzekkerede sanığın sadece iddianamede belirtilen adres bilgilerine yer verildiği, iş adresi ve telefon bilgilerine yer verilmediği,
Bu ara kararı gereğince sanığın adres araştırmasını yapan kolluk görevlileri M. C. ve Ö. S. tarafından düzenlenen 22.7.2008 tarihli tutanakta: “Ertur Yapı Kooperatifi, … Blok Kat …, No:… sayılı yerde sanığın ikamet etmediği, adreste T. Ö. ve S. H. isimli şahısların ikamet ettiği, çevreden ve komşulardan sorulduğunda sanığın tanınmadığının … ” belirtildiği,
Mahkemece 11.11.2008 tarihli duruşmada sanığın savunmasının tespiti için hakkında CYY’nın 199 ve 98. maddeleri gereğince yakalama emri çıkartıldığı,
Sanık hakkında çıkarılan yakalama emrinin 19.1.2009 günü infaz edildiği,. 19.1.2009 günü yakalanan sanık hakkında re’sen celse açılarak savunmasının saptandığı ve sanığın salıverilerek duruşmanın 26.2.2009 gününe bırakıldığı,
Sanığın savunmasının saptandığı 19.1.2009 tarihli duruşmada, yine adresinin Ertur Yapı Kooperatifi, … Blok Kat:…, No:… Dadaşkent/Erzurum olarak tutanağa geçirildiği,
26.2.2009 günü ise sanığın yokluğunda karar verilerek, gerekçeli kararın yine bu adrese tebliğe çıkarıldığı,
24.4.2009 günü bu adrese giden Posta Dağıtıcısı tarafından, tebligat mazbatasına “Gösterilen adreste muhatabın tanınmadığı, D. A. H.’nun sözlü beyanıyla anlaşılmış ilgili mahalle muhtarlığında kaydı olmadığı … ” gerekçesiyle tebligat evrakının mahkemesine iade edildiği, Mahkemece bu kez aynı adrese 7201 Sayılı Tebligat Yasasının 35. maddesi gereğince gerekçeli kararın tebliğe çıkarıldığı, tebligat görevlisinin 16.5.2009 günü bu adresin kapısına tebligat evrakını yapıştırarak tebliğ işlemini gerçekleştirdiği,
Hükmün 26.5.2009 tarihinde kesinleştirilerek 27.5.2009 tarihinde infaza gönderildiği,
Sanığın 3.8.2009, 12.10.2009 tarihli dilekçelerine Yakutiye Kaymakamlığı İlçe Nüfus Müdürlüğünden almış olduğu “Yerleşim Yeri ve Diğer Adres Belgesi” başlıklı belgeleri sunduğu, bu belgelerden Sanığın Erzurum, Aziziye İlçesi, Abdulhamit Mahallesi, E… Sokak, Dış Kapı No: …, Kapı No: … sayılı yerde oturduğu bilgilerine yer verildiği, sanığın hükümün kendisine tebliğ edilmediğini belirterek, temyiz istemi ve infazın durdurulması talebinde bulunduğu,
Sanığın temyiz isteminin Erzurum 2. Asliye Ceza Mahkemesince 28.9.2009 gün ve 412-130 sayı ile, 5271 Sayılı CYY’nın 296/1. maddesi uyarınca red edildiği, sanığa 9.10.2009 tarihinde tebliğ edilen red kararının da sanık tarafından yasal süresi içinde 12.10.2009 tarihinde temyiz edildiği, Özel Dairece yapılan incelemede, temyiz isteminin reddine ilişkin kararın onandığı, anlaşılmaktadır.
“Adres Değiştirmenin Bildirilmesi Mecburiyeti” başlığını taşıyan 7201 Sayılı Tebligat Yasasının 35. maddesi; “Kendisine veya adresine kanunun gösterdiği usullere göre tebliğ yapılmış olan kimse, adresini değiştirirse, yenisini hemen tebliği yaptırmış olan kaza merciine bildirmeye mecburdur. Bu takdirde bundan sonraki tebliğler bildirilen yeni adrese yapılır.
Adresini değiştiren kimse yenisini bildirmediği ve yeni adres tebliğ memurunca da tespit edilemediği takdirde tebliğ olunacak evrakın bir nüshası eski adrese ait binanın kapısına asılır ve asılma tarihi, tebliğ tarihi sayılır.
Bundan sonra eski adrese çıkarılan tebliğler muhataba yapılmış sayılır.
Daha önce tebligat yapılmamış olsa bile, taraflar arasında yapılan, imzası resmi merciler önünde ikrar olunmuş sözleşmelerde belirtilen adresler ile kamu kurum ve kuruluşları ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına, ticaret sicillerine ve esnaf ve sanatkarlar sicillerine verilen en son adreslerdeki değişiklikler hakkında da bu madde hükümleri uygulanır” hükmünü taşımaktadır. Tebligat Yasası’nın 35. maddesinin 1, 2 ve 3. fıkraları uyarınca yapılan tebliğin geçerli olabilmesi için, ilgilinin kendisine veya adına tebliğ yapılabilecek kimselere bu adreste yasanın gösterdiği usullere göre tebliğ yapılmış olması, ilgilinin adresini değiştirmesine karşın yeni adresini yargı yerine bildirmemesi ve yeni adresin tebliğ memurunca da tespit edilememesi gerekmektedir. Somut olayda, sanığın soruşturma aşamasında saptanan “Ertur Yapı Kooperatifi, … Blok Kat …, No: … Dadaşkent/Erzurum” adresinde kendisine hiçbir tebliğ yapılmamış olup, sanığın bu adreste ikamet etmediği, duruşma davetiyesine ilişkin tebliğ belgesine verilen yanıt, kolluk görevlileri M. C. ve Ö. S. tarafından düzenlenen 22.7.2008 tarihli tutanak ve 24.4.2009 tarihli tebligat mazbatasına verilen meşruhatla sabittir. Bu itibarla 16.5.2009 tarihinde yapılan tebliği 7201 Sayılı Tebligat Yasasının 35. maddesinin 1, 2 ve 3. fıkraları kapsamında geçerli saymak olanaksızdır.
Sanığın savunmasının saptandığı 19.1.2009 tarihli oturumda adresi, “Ertur Yapı Kooperatifi, … Blok Kat:…, No:… Dadaşkent/Erzurum” olarak saptanmış ise de, bu belirleme 7201 Sayılı Kanunun 35. maddesinin 4. fıkrası kapsamında kabul edilemez, zira sanığın saptanan bu adreste ikamet etmediği daha önceden yapılan araştırma ile sabittir. Nitekim mahkemece de, bu adreste sanığa tebliğ yapılamaması sebebiyle hakkında yakalama kararı çıkarılarak, savunması saptanabilmiştir. Hal böyle iken tutanaktaki bu beyanın sehven yazıldığının kabulünde zorunluluk bulunduğundan, 7201 Sayılı Tebligat Yasasının 35/4. maddesi hükmünün de somut olayda uygulanma olanağı bulunmamaktadır.
Görüldüğü gibi 7201 Sayılı Tebligat Yasası’nın 35. maddesi gereğince sanığa gerekçeli kararın tebliği, maddenin uygulanma koşulları bulunmadığından geçersiz olup, sanığın öğrenme üzerine yaptığı temyiz isteminin, aynı Yasanın 32. maddesi gereğince yasal süresinde yapıldığının kabulünde zorunluluk bulunmaktadır.
Bu itibarla Yerel Mahkemece temyiz isteminin reddine ilişkin verilen karar ile bu kararı onayan Özel Daire ilamı isabetsiz olup, Yargıtay C. Başsavcılığı itirazının kabulüyle Yargıtay 4. Ceza Dairesinin 23.6.2010 gün ve 12215-12321 sayılı, temyiz isteminin reddine ilişkin yerel mahkeme kararının onanmasına ilişkin kararının kaldırılmasına, dosyanın temyiz incelemesi için Yargıtay 4. Ceza Dairesine gönderilmesine karar verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan dört Kurul Üyesi, yapılan tebliğin yasaya uygun olduğu gerekçesi ile itirazın reddi yönünde oy kullanmışlardır.
SONUÇ : Açıklanan nedenlerle,
1-) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2-) Yargıtay 4. Ceza Dairesinin 23.6.2010 gün ve 12215-12321 Sayılı onama kararının KALDIRILMASINA,
3-) Dosyanın temyiz incelemesi için Yargıtay 4. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 7.12.2010 günü yapılan müzakerede oyçokluğuyla karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2009/5-56
K. 2009/70
T. 24.3.2009
• TEBLİGAT ( Vekilin Bulunması Halinde Tebligatın Vekile Yapılmasının Şart Olduğu – Belli Bir Yerde Devamlı Olarak Mesleğini İcra Edenler O Yerde Bulunmadıkları Takdirde Tebliğ Aynı Yerdeki Daimi Memur veya Müstahdemlerinden Birine Yapılacağı )
• USULSÜZ TEBLİGAT ( Dava Sırasında Bildirilmiş Ayrı Bir Adresi Bulunan Vekilin Kendisine Yapılması Gereken Tebligat Katılanın Adresine Gönderilmiş ve Orada Bulunan Evrak Memurunca Tebellüğ Edilmiş Olduğundan Somut Olayda Yapılan Tebligatın Geçersiz Olduğu )
• VEKİLE TEBLİGAT ( Vekilin Bulunması Halinde Tebligatın Vekile Yapılmasının Şart Olduğu – Belli Bir Yerde Devamlı Olarak Mesleğini İcra Edenler O Yerde Bulunmadıkları Takdirde Tebliğ Aynı Yerdeki Daimi Memur veya Müstahdemlerinden Birine Yapılacağı )
• BİLDİRİLMİŞ AYRI BİR ADRESİ BULUNAN VEKİL ( Kendisine Yapılması Gereken Tebligat Katılanın Adresine Gönderilmiş ve Orada Bulunan Evrak Memurunca Tebellüğ Edilmiş Olduğundan Somut Olayda Yapılan Tebligatın Geçersiz Olduğu )
7201/m.11,17
ÖZET : 7201 sayılı Tebligat Yasasının 11. maddesi gereğince vekilin bulunması halinde, tebligatın vekile yapılması şarttır. Aynı Yasanın 17. maddesinde de belli bir yerde veya evde meslek ve sanat icra edenlere tebligatın nasıl yapılacağı düzenlenmiştir. Buna göre, belli bir yerde devamlı olarak mesleğini icra edenler, o yerde bulunmadıkları takdirde tebliğ aynı yerdeki daimi memur veya müstahdemlerinden birine yapılır.
Tebligat Yasasının 11 ve 17. maddelerine göre, dava sırasında bildirilmiş ayrı bir adresi bulunan vekilin kendisine yapılması gereken tebligat, katılanın adresine gönderilmiş ve orada bulunan evrak memurunca tebellüğ edilmiş olduğundan somut olayda, yapılan tebligat geçersizdir.
DAVA : 1233 sayılı Yazıcık Tarım Kredi Kooperatifi’nin müdürü olan Yaşar Uzunoğlu’nun 17.12.1982 ila 27.05.1993 tarihleri arasında, bir kısmı daha önceden ölmüş olan 438 kooperatif ortağı adına sahte borçlanma senedi düzenleyerek kredi çekmek ve kullanmak suretiyle zimmetine para geçirdiğinden bahisle, 765 sayılı TCY’nın 64, 203 ve 80. maddeleri uyarınca cezalandırılması istemiyle açılan kamu davasının yapılan yargılaması sonunda, Tokat Ağır Ceza Mahkemesince 16.05.2001 gün ve 131-146 sayı ile;
“… Sanığın “765 sayılı TCY’nın 202/1,80, 202/3 maddesinin 2. cümlesi ve 59/2. maddeleri uyarınca 3 yıl 10 ay 20 gün ağır hapis ve 570.947.777 lira ağır para cezası ile cezalandırılmasına, 765 sayılı TCY’nın 219/4. maddesi gereğince memuriyetten müebbeten mahrumiyetine …” hükmedilmiş, sanık müdafii tarafından temyiz edilen hüküm dosyayı inceleyen Yargıtay 5. Ceza Dairesinin 06.11.2002 gün ve 3589-7301 sayı ile;
“… Sanığın zimmetine geçirdiği paraları 26.04.1996 tarihinde tamamen kapattığı şeklindeki 08.05.2000 günlü Tarım Kredi Kooperatifi Sivas Bölge Birliği Müdürlüğü yazısından ödemenin 19.07.1996 günlü iddianame karşısında kamu davasının açılmasından önce yapıldığının kabulü ile TCK.nun 202/3. maddesi uyarınca cezasından 1/2 yerine 1/3 nispetinde indirim yapılması…” isabetsizliğinden bozulmuştur.
Bozma üzerine, Tokat Ağır Ceza Mahkemesince 27.10.2004 gün ve 42-235 sayı ile;
“… Sanığın 765 sayılı TCY’nın 202/1,80, 202/3 ve 59/2. maddeleri gereğince 2 yıl 11 ay ağır hapis ve 407.585.000 lira ağır para cezası ile cezalandırılmasına, 765 sayılı TCY’nın 219/4. maddesi uyarınca memuriyetten müebbetten mahrumiyetine…” hükmedilerek, hüküm sanık müdafii tarafından temyiz edildiğinde dosya Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca 24.11.2005 gün ve 13802 sayı ile; 5320 sayılı Yasanın 8/2. maddesi uyarınca mahalline iade edilmiştir. Tokat Ağır Ceza Mahkemesince bu kez 25.06.2007 gün ve 24-141 sayı ile;
“… Sanık Yaşar Uzunoğlu’nun 765 sayılı TCY’nın 202/1,80, 202/3,59/2,5252 sayılı Yasanın 5. ve 6. maddeleri uyarınca 2 yıl 11 ay hapis ve 407 YTL adli para cezası ile cezalandırılmasına, 765 sayılı TCY’nın 219/4. maddesi gereğince memuriyetten müebbetten mahrumiyetine…” hükmedildikten sonra; hüküm sanık müdafii ve müşteki Bahattin Yanık vekili tarafından temyiz edilmekle Tokat Ağır Ceza Mahkemesince 24.07.2007 gün ve 24-141 sayı ile; müdahillik istemi reddedilen müşteki vekilinin sözkonusu kararı temyiz etmeye yetkisi bulunmadığından, … müşteki Bahattin Yanık vekilinin temyiz talebinin CMK.nun 296. maddesi gereğince reddine,” karar verilmiş, bu hükmün Bahattin Yanık vekilince temyiz edilmesi üzerine yapılan inceleme sonunda ise, “temyizin reddine ilişkin hüküm” Yargıtay 5. Ceza Dairesinin 07.04.2008 gün ve 1598-3342 sayı ile onanmıştır.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca 29.05.2008 gün ve 259976 sayı ile;
“… Sanık hakkında uygulanacak kanunun; 765 sayılı TCK.nun 202/2, 80, 202/3, 59 ve 219 /son maddeleri gereğince kurulacak hüküm ile; 5237 sayılı TCK.nun 247/2, 43, 248/2, 62, 53. maddelerinin ve sahtecilik suçunun unsurlarının bulunup bulunmadığı ayrıca değerlendirilerek şartları varsa bu suçtan da hüküm kurulması suretiyle elde edilecek hükümler toplamının karşılaştırılması sonucu belirlenmesi gerekirken, eylemin basit zimmet olarak kabul edilmesi kanuna aykırı bulunmaktadır…” şeklindeki gerekçe ve “Yüksek Daire kararının kaldırılarak hükmün sanığın kazanılmış hakkı saklı kalmak kaydıyla bozulmasına karar verilmesi” istemiyle itiraz yasa yoluna başvurulması üzerine; Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nca 17.06.2008 gün ve 155-173 sayı ile;
“… 1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının değişik gerekçe ile kabulüne,
2- Tokat Ağır Ceza Mahkemesinin 24.07.2007 gün ve 24-141 sayılı temyizin reddine ilişkin ek kararının “temyiz yasa yolunun süresi ve şeklini” de kapsayan meşruhatla birlikte Bahattin Yanık vekiline tebliğ edilmesi,
3- Tokat Ağır Ceza Mahkemesinin 25.06.2007 gün ve 24-141 sayılı son hükmünün Tarım Kredi Kooperatifleri Sivas Bölge Birliği Müdürlüğü vekiline tebliğinin sağlanması, suretiyle, yöntemince başvuru olduğunda onların da değerlendirilebilmesi amacıyla dosyanın Tokat Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına tevdiine…” karar verilmiştir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararının kendisine tebliğ edilmesi üzerine, Bahattin Yanık vekili tarafından, 23.10.2008 tarihinde temyizin reddi kararına yönelik olarak temyiz dilekçesi verilmiştir.
Dosya Yargıtay 1. Başkanlığına gönderilmekle, Yargıtay Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır:
KARAR : 1233 sayılı Yazıcık Tarım Kredi Kooperatifi’nin müdürü olan sanık Yaşar Uzunoğlu’nun 17.12.1982 ila 27.05.1993 tarihleri arasında, bir kısmı daha önceden ölmüş olan 438 kooperatif ortağı adına sahte borçlanma senedi düzenleyerek kredi çekmek ve kullanmak suretiyle zimmetine para geçirmesi şeklinde gerçekleşen olayla ilgili olarak Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında ortaya çıkan uyuşmazlık; lehe yasanın belirlenmesine ilişkin ise de, Ceza Genel Kurulu Kararı uyarınca yapılan tebligatın usulüne uygun olup olmadığı konusunun öncelikle tartışılması gerekmektedir.
Dosya incelendiğinde; katılan Tarım Kredi Kooperatifleri Sivas Bölge Müdürlüğü’ne yapılması gereken tebligatın, katılanın dosyada adı ve adresi belli olan bir vekili bulunmasına rağmen evrak memuruna yapıldığı görülmektedir.
Oysa; dosyada, katılan Bölge Müdürlüğü tarafından Sivas 1. Noterliğinin 01.06.1995 gün ve 12382 sayılı vekaletnamesi ile vekil olarak atanan, duruşmalara katılan ve katılma talebinde bulunan Av. Galip Ergüt ile katılan Bölge Müdürlüğü arasındaki vekalet ilişkisinin sona erdiğine ilişkin herhangi bir bilgi veya belge bulunmamaktadır.
Katılan vekilinin adresi “Şenyurt Sitesi 3. kat No:308/SİVAS” olmasına rağmen, gerekçeli karar “Tarım Kredi Kooperatifleri Sivas Bölge Müdürlüğü/SİVAS” adresine gönderilerek, orada da “evrak memuru” sıfatıyla “Tahir Demirok” isimli kişi tarafından tebellüğ edilmiş, fakat tebligatın alt kısmına “Avukatı yerine” şerhi eklenmiştir.
7201 sayılı Tebligat Yasasının 11. maddesi gereğince vekilin bulunması halinde, tebligatın vekile yapılması şarttır. Aynı Yasanın 17. maddesinde de belli bir yerde veya evde meslek ve sanat icra edenlere tebligatın nasıl yapılacağı düzenlenmiştir. Buna göre, belli bir yerde devamlı olarak mesleğini icra edenler, o yerde bulunmadıkları takdirde tebliğ aynı yerdeki daimi memur veya müstahdemlerinden birine yapılır.
Şu halde; Tebligat Yasasının 11 ve 17. maddelerine göre, dava sırasında bildirilmiş ayrı bir adresi bulunan vekilin kendisine yapılması gereken tebligat, katılanın adresine gönderilmiş ve orada bulunan evrak memurunca tebellüğ edilmiş olduğundan somut olayda, yapılan tebligat geçersizdir.
Bu itibarla; dosyanın, 17.06.2008 gün ve 155-173 sayılı Ceza Genel Kurulu Kararının sonuç bölümünde yer alan “3” nolu paragraf gereğinin, “vekile tebligat yapılmak” suretiyle yerine getirilmesi için mahalline gönderilmesi gerekir.
SONUÇ : Açıklanan nedenlerle;
1- Katılan Sivas Tarım Kredi Kooperatifi Bölge Müdürlüğü vekili yerine, evrak memuruna yapılan TEBLİGATIN GEÇERSİZLİĞİNE,
2- Dosyanın Tokat Ağır Ceza Mahkemesinin 25.06.2007 gün ve 24-141 sayılı son hükmünün Tarım Kredi Kooperatifleri Sivas Bölge Müdürlüğü vekiline tebliğinin sağlanması suretiyle, yöntemince başvuru olduğunda onun da değerlendirilebilmesi amacıyla Tokat Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 24.03.2009 günü yapılan müzakerede oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2007/8-146
K. 2007/156
T. 26.6.2007
• KANUN YARARINA BOZMA ( Sanığa Usulsüz Tebligat Yapıldığından Mahkumiyet Hükmünün Kesinleşmediği – Başvurulamayacağı )
• USULSÜZ TEBLİGAT ( Sanığa Usulüne Uygun Tebligat Yapılmadığından Mahkumiyet Hükmünün Kesinleşmediği – Kanun Yararına Bozma Yoluna Başvurulamayacağı )
• MAHKUMİYET HÜKMÜNÜN KESİNLEŞMEMESİ ( Sanığa Usulüne Uygun Tebligat Yapılmadığından Mahkumiyet Hükmünün Kesinleşmediği – Kanun Yararına Bozma Yoluna Başvurulamayacağı )
1086/m.429
ÖZET : Sanığın Asliye Ceza Mahkemesine müracaat ederek, izinli geldiğini belirterek ifadesinin saptanmasını istemesi üzerine, Asliye Ceza Mahkemesince sanığın izinli döndüğü, 10 gün sonra yurtdışına gideceği ve duruşma günü hazır olamayacağı belirtilerek, savunmasının saptandığı ve yargılamanın önceden atılı bulunan tarihe ertelendiği, sanığın mahkumiyetine ilişkin hükmün de, yurtiçinde köyde birlikte ikamet ettiğini beyan eden dayısının imzasına tebliğ edildiği anlaşılmaktadır.
Bu bilgi ve belgelere göre, sanığın yurtdışında ikamet ettiği sabittir, bu nedenle yapılan tebliğ usulsüz olup, sanığın usulsüz yapılan tebliğden haberdar olduğuna ilişkin herhangi bir bilgi ve belge de bulunmaktadır. Yapılan tebliğin geçersiz olması nedeniyle mahkumiyet hükmü henüz kesinleşmemiştir. Kesinleşmeyen hükümler hakkında yasa yararına bozma yasayoluna başvurulamayacağından, Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının kabulü gerekir.
DAVA : Sanığın 5237 sayılı Yasanın 170/1-c, 62 ve 52. maddeleri uyarınca 3.000 YTL adli para cezası ile cezalandırılmasına, cezasının aynı maddenin 4. fıkrası uyarınca 1 er ay ara ile 10 eşit taksitte ödenmek üzere taksitlendirilmesine, taksitlerden birinin süresinde ödenmemesi halinde ödenmeyen adli para cezasının hapse çevrileceğinin ihtarına, emanette kayıtlı tabanca ve şarjörün müsaderesine ilişkin Tavşanlı Asliye Ceza Mahkemesince verilen 09.11.2006 gün ve 554-473 sayılı hükmü, Adalet Bakanlığının yasa yararına bozması istemi üzerine inceleyen Yargıtay 8. Ceza Dairesi 30.04.2007 gün ve 2007/3369-3318 sayı ile;
“… Silah niteliğinde bulunmayan kurusıkı tabanca ile havaya ateş etme eyleminin 765 sayılı TCY’nın 264/7 ve 5237 sayılı TCY’nın 170/1-c madde ve fıkrasında tanımlanan, içinde silah öğesi bulunan suç tipine uygun bulunmadığı gerekçeleriyle, Tavşanlı Asliye Ceza Mahkemesinin 09.11.2006 gün ve 554-473 sayılı kararının 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Yasası’nın 309. maddesi uyarınca kanun yararına bozulmasına, cezanın kaldırılmasına, dosyanın mahalline gönderilmesi için Yargıtay C.Başsavcılığına tevdiine…” karar verilmiştir.
Yargıtay C.Başsavcılığınca 08.06.2007 gün ve 50767 sayı ile;
Sanığın Almanya’da ikamet ettiği, soruşturma sırasındaki ifadesi, kovuşturma aşamasındaki savunması, tebligat evrakı ve zabıta araştırması ile sabittir. Mahkumiyet hükmüne ilişkin tebligat, sanığın soruşturma aşamasında misafir olarak bulunduğunu belirttiği ülkemizdeki adrese çıkarılmış ve tebliğ işlemi bu adreste birlikte oturduğunu beyan eden akrabası Coşkun Acar’a yapılmıştır. Bu tebliğ işlemi usulsüzdür. Dosya içerisinde, sanığın usulsüz tebligatı öğrendiğine ilişkin bir bilgi de bulunmamaktadır. Tebligatın usulsüz olması nedeniyle mahkumiyet hükmü henüz kesinleşmemiştir.
Mahkumiyet hükmünün kesinleşmemesi nedeniyle kanun yararına bozma isteminin reddi yerine yazılı şekilde karar verilmesi yasaya aykırıdır.
Kabule göre ise, sanığın kurusıkı tabanca ile havaya ateş etme eylemi, 5326 sayılı Kanunun 36/1. maddesinde yazılı 50 YTL idari para cezasını gerektiren kabahat niteliğindedir.
Bozma nedenine göre, Yerel Mahkeme hükmünü bozan Yargıtay Özel Dairesinin 5326 sayılı Yasanın 24. maddesini göz önünde bulundurmak suretiyle aynı Yasanın 36. maddesinin 1. fıkrası uyarınca idari para cezasına hükmetmesi, kabahat konusunu oluşturan eşyanın mülkiyetinin kamuya geçirilmesine ilişkin açık bir düzenlemeye yer verilmemiş olması nedeniyle kurusıkı tabanca ve eklerinin sahibine iadesi yerine, “cezanın kaldırılmasına” karar verilmesi de isabetsizdir, görüşleriyle itiraz yasayoluna başvurularak, Tavşanlı Asliye Ceza Mahkemesinin 09.11.2006 gün ve 554-473 sayılı kararının kesinleşmemesi sebebiyle Yargıtay 8. Ceza Dairesinin 30.04.2007 gün ve 3369-3318 sayılı bozma kararının kaldırılmasına ve Adalet Bakanlığının kanun yararına bozma isteminin reddine karar verilmesi isteminde bulunulmuştur.
Dosya Birinci Başkanlığa gönderilmekle, Yargıtay Ceza Genel Kurulunca okundu, gereği konuşulup düşünüldü:
KARAR : 1- Yargıtay Ceza Genel Kurulunca çözülmesi gereken uyuşmazlık; hükmün kesinleşip kesinleşmediği, dolayısıyla yasa yararına bozma isteminin koşullarının gerçekleşip, gerçekleşmediğinin belirlenmesi,
2- Gerçekleştiğinin saptanması halinde ise, hükümlünün cezasının kaldırılmasına mı, yoksa daha hafif cezaya mı hükmedilmesi,
Gerektiği noktalarında toplanmaktadır.
1- Hükmün kesinleşip kesinleşmediği, dolayısıyla yasa yararına bozma isteminin koşullarının gerçekleşip, gerçekleşmediğine yönelik değerlendirme;
a- Yasa yararına bozma yasayolunun genel koşulları;
Öğretide “olağanüstü temyiz” olarak da adlandırılan yasa yararına bozma yasayolunun koşulları ve sonuçları 5271 sayılı CYY’nın 309 ve 310. maddelerinde ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir.
5271 sayılı Yasanın 309. maddesinde Adalet Bakanlığına, 310. maddesinde ise Yargıtay C.Başsavcısına tanınan yasa yararına bozma başvuru yetkisi, hakim veya mahkemelerce verilip istinaf veya temyiz incelemesinden geçmeksizin kesinleşen karar veya hükümlerdeki hukuka aykırılığı gidermeyi amaçlayan olağan üstü bir yasa yoludur.
Bu şekilde kesinleşmiş bir karar veya hükümde hukuka aykırılık bulunduğunu öğrenen Adalet Bakanlığı, o karar veya hükmün Yargıtay’ca bozulması istemini, yasal nedenlerini açıklayarak, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı olarak bildirecektir. Bunun üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da hükmün veya kararın bozulması istemini içeren yazısına bu nedenleri aynen yazarak, Yargıtay ceza dairesine verecek, ileri sürülen nedenlerin Yargıtay’ca yerinde görülmesi halinde karar veya hüküm yasa yararına bozulacak, yerinde görülmezse istem reddedilecektir.
b- Hükmün kesinleşip, kesinleşmediğinin saptanması;
İncelenen dosyada; Sanık Adem Küçükilboğa’nın 05.09.2005 tarihinde şüpheli olarak saptanan beyanında, josefinmen str. 45881 Gelsenkirchen Almanya adresinde ikamet ettiğini beyan ettiği, C.Savcılığında da aynı şekilde Almanya’da ikamet ettiğini, Dümrekulu köyü-Tavşanlı’da misafir kaldığını söylediği, adına çıkarılan tebligatın yurt dışından olduğundan bahisle iade edilmesi üzerine, kolluk tarafından yapılan adres tahkikinde, düzenlenen 01.02.2006 tarihli tutanakta Almanya’da olduğunun saptanarak açık adresinin bildirildiği,
Sanığın 07.08.2006 tarihinde Asliye Ceza Mahkemesine müracaat ederek, izinli geldiğini belirterek ifadesinin saptanmasını istemesi üzerine, Tavşanlı Asliye Ceza Mahkemesince 07.08.2006 tarihinde, sanığın izinli döndüğü, 10 gün sonra yurtdışına gideceği ve duruşma günü hazır olamayacağı belirtilerek, 07.08.2006 tarihinde savunmasının saptandığı ve yargılamanın önceden atılı bulunan 09.11.2006 tarihine ertelendiği, sanığın mahkumiyetine ilişkin hükmün de, Dümrekulu köyü Tavşanlı/Kütahya adresinde, 08.12.2006 tarihinde birlikte ikamet ettiğini beyan eden dayısı Coşkun Acar imzasına tebliğ edildiği anlaşılmaktadır.
Bu bilgi ve belgelere göre, sanığın yurtdışında ikamet ettiği sabittir, bu nedenle yapılan tebliğ usulsüz olup, sanığın usulsüz yapılan tebliğden haberdar olduğuna ilişkin herhangi bir bilgi ve belge de bulunmaktadır. Yapılan tebliğin geçersiz olması nedeniyle 09.11.2006 gün ve 554-473 sayılı mahkumiyet hükmü henüz kesinleşmemiştir. Kesinleşmeyen hükümler hakkında yasa yararına bozma yasayoluna başvurulamayacağından, Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının kabulü ile, Özel Daire bozma kararının kaldırılıp, Adalet Bakanlığının yasa yararına bozma isteminin reddine, bu aşamada diğer itiraz nedeninin incelenmesine yer olmadığına karar verilmelidir.
SONUÇ : Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2- Yargıtay 8. Ceza Dairesinin 30.04.2007 gün ve 3369-3318 sayılı kararının KALDIRILMASINA,
3- Adalet Bakanlığının yasa yararına bozma isteminin REDDİNE,
4- Tavşanlı Asliye Ceza Mahkemesinin 09.11.2006 gün ve 554-473 sayılı hükmünün sanığa usulünce tebliği hususunda gereğinin mahalli mahkemesince ifasına, dosyanın Tavşanlı Asliye Ceza Mahkemesine gönderilmek üzere, Yargıtay C.Başsavcılığına tevdiine, 26.06.2007 günü oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2007/16-39
K. 2007/36
T. 20.2.2007
• TEBLİGAT ( Muhatap veya Onun Adına Tebliğ Yapılabilecek Olanlardan Hiçbiri Gösterilen Adreste Bulunmazsa Tebligat Memurunun Bu Kişilerin Adreste Bulunmama Sebebini Bilmesi Muhtemel Komşu Yönetici Kapıcı Muhtar İhtiyar Kurulu veya Meclisi Üyeleri Zabıta Amir ve Memurlarından Sorup Araştırması Gerektiği )
• ADRESTEN DEVAMLI OLARAK AYRILMA ( Muhataplar Bakımından da Yeni Adresini Tespit Edip Edememesine Göre 28. Maddede Belirtilen Diğer İşlemleri Gerçekleştirmesi Gerektiği )
• TEBLİĞ ANINDA ADRESTE BULUNMAMA ( Tebliğ Memurunun Tebliğ Olunacak Evrakı O Yerin Muhtar veya İhtiyar Heyeti veya Meclis Azasından Birine veyahut Zabıta Amir ve Memuruna İmza Karşılığında Teslim Etmesi Gerektiği )
• TEBLİĞ TARİHİ ( Tebliğ Anında Adreste Bulunmama Halinde İhbarnameyi Tebligat Yapılacak Adreste Kapıya Yapıştırması ve Bu Takdirde İhbarnamenin Kapıya Yapıştırıldığı Tarihin Tebliğ Tarihi Sayılacağının Dikkate Alınması Gerektiği )
7201/m.21
Tebligat Tüzüğü m.28,30
ÖZET : A- Muhatap veya onun adına tebliğ yapılabilecek olanlardan hiçbiri gösterilen adreste bulunmazsa, tebligat memurunun, bu kişilerin adreste bulunmama sebebini bilmesi muhtemel komşu, yönetici, kapıcı, muhtar, ihtiyar kurulu veya meclisi üyeleri, zabıta amir ve memurlarından sorup araştırması, muhatap adresten devamlı olarak ayrılmış veya ölmüşse, buna ilişkin beyanları tutanağa yazıp altını beyanda bulunanlara imzalatması, imzadan çekinmeleri halinde bu durumu yazarak imzalaması, devamında da muhatap ölmüşse tebliği çıkaran mercie iade etmesi, adresten devamlı olarak ayrılan muhataplar bakımından da yeni adresini tespit edip edememesine göre 28. maddede belirtilen diğer işlemleri gerçekleştirmesi gerekir.
B- Muhatap veya adına tebligat yapılacak kişiler o adreste bulundukları halde tebliğ anında orada mevcut değillerse tebliğ memurunun, tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti veya meclis azasından birine veyahut zabıta amir ve memuruna imza karşılığında teslim etmesi, Tüzüğe ekli 2 numaralı örneğe uygun düzenleyeceği ihbarnameyi tebligat yapılacak adreste kapıya yapıştırması ve ayrıca mümkün olduğu takdirde, durumu muhataba duyurmasını en yakın komşularından birine varsa yönetici veya kapıcıya da bildirmesi icap ettiği, bu takdirde ihbarnamenin kapıya yapıştırıldığı tarihin tebliğ tarihi sayılacağı dikkate alınmalıdır.
DAVA : Mal beyanında bulunmama eyleminden yargılanan Osman Kazım Dal’ın, ödeme emrinin usulüne uygun biçimde tebliğ edilmemesi nedeniyle beraatine ilişkin olarak İzmir 7. İcra Ceza Mahkemesinden verilen 15.05.2006 gün ve 249-1271 sayılı karara karşı şikayetçi vekilinin itirazı üzerine İzmir 4. Ağır Ceza Mahkemesi 23.05.2006 gün ve 341 Müt. sayı ile; “ödeme emri tebligatının geçerli olduğu” gerekçesiyle itirazın kabulüne, 7. İcra Ceza Mahkemesi kararının kaldırılmasına, İİY’nın 337. maddesi uyarınca Osman Kazım Dal’ın 10 gün disiplin hapsi ile cezalandırılmasına karar vermiştir.
Adalet Bakanı tarafından yasa yararına başvuruda bulunulması üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 16. Hukuk Dairesi 17.11.2006 gün ve 5133-7337 sayı ile;
“… Dosya kapsamına göre, ilamsız takiplere ilişkin ödeme emrini içerir tebligatın borçluya, Tebligat Kanunu’nun 21. ve Tebligat Tüzüğü’nün 28. maddesine aykırı olarak, muhatabın adresinde bulunmama gerekçesi ve adresine dönüp dönmeyeceği hususları maddede yazılı kimselerden sorulmamıştır. Bu şekilde yapılan tebliğin usulsüz olduğu gözetilmeksizin, itirazın reddi yerine yazılı şekilde kabulüne karar verilmesi isabetsizdir…” gerekçesiyle, İzmir 4. Ağır Ceza Mahkemesi kararını yasa yararına bozmuştur.
Yargıtay C.Başsavcılığı 06.02.2007 gün ve 180183 sayı ile;
“Somut olayda, tebligat memuru tarafından muhatap borçlunun ve onun adına tebliğ yapılabilecek kimselerin o an için adreste bulunmadıklarının saptandığı, muhatabın adreste bulunmama nedenini bilmesi muhtemel komşusunun, muhatabın ‘nereye gittiğini bilmediği’ yönündeki beyanının tutanağa geçirilmesini müteakip tebligat evrakının mahalle muhtarına imza karşılığında teslim edildiği, 2 numaralı örneğe uygun düzenlenen ihbarnamenin muhatap borçlunun kapısına yapıştırıldığı ve komşusuna haber verildiği, bu suretle tebligat işlemlerinin Tebligat Kanununun 21, Tebligat Tüzüğü’nün 28 ve 30. maddeleri hükümlerine uygun olarak gerçekleştirildiği,” görüşüyle itiraz ederek, Özel Daire kararının kaldırılmasına, Adalet Bakanının yasa yararına bozma isteminin reddine karar verilmesini istemiştir.
Dosya Yargıtay 1. Başkanlığına gönderilmekle, Ceza Genel Kurulu’nca okundu, gereği konuşulup düşünüldü:
KARAR : Hukuka uygun yöntemle derlenen bilgi ve belgelere göre;
1- Yargılama konusu maddi olayda;
“Borçlu Osman Kazım Dal aleyhine İzmir 12. İcra Müdürlüğünün 2005/13672 sayılı dosyasında gerçekleştirilen icra takibi sırasında ödeme emrinin tebliğe çıkartıldığı, 23.12.2005 tarihinde tebligat belgesinin arkasına belirli bölümleri el yazısı ile doldurulmuş olarak kaşeyle, ‘muhataba aranan saatlerde adreste rastlanmadığı, nereye gittiğini bilmesi muhtemel apartman komşusu Naime Tuna’ya soruldu, nereye gittiğini bilmediği anlaşıldı, bu nedenle evrak Basın Sitesi Muhtarlığına teslim edilip muhatabın kolayca görebileceği kapısına 2 nolu haber kağıdı hazırlanıp yapıştırıldı. Komşusu Naime Tuna’ya haber verildi. Apartman komşusu Naime Tuna sözlü beyanını imzalamaktan imtina etti.’ şerhinin konulduğu, Basın Sitesi Mahalle Muhtarı Necati Ergün’ün kaşesi, mührü ve imzasının bulunduğu bölümde de, “Tebligat yapılanın kaydı var’ şerhine yer verildiği”, bu tebligatı takiben ödeme yapmaması üzerine mal beyanında bulunmama eylemi nedeniyle borçlu hakkında dava açıldığı,
2- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi ile Yargıtay C.Başsavcılığı arasında oluşan ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nca çözümlenmesi gereken hukuki ihtilafın;
Borçluya gönderilen ödeme emrinin usulüne uygun biçimde tebliğ edilip edilmediğinin belirlenmesinden ibaret bulunduğu,
3- Genel Kurul’ca yapılan değerlendirmede;
A- Tebligat Yasası’nın 21 ve Tebligat Tüzüğü’nün tebliğ imkansızlığını düzenleyen 28. maddesine göre, muhatap veya onun adına tebliğ yapılabilecek olanlardan hiçbiri gösterilen adreste bulunmazsa, tebligat memurunun, bu kişilerin adreste bulunmama sebebini bilmesi muhtemel komşu, yönetici, kapıcı, muhtar, ihtiyar kurulu veya meclisi üyeleri, zabıta amir ve memurlarından sorup araştırması, muhatap adresten devamlı olarak ayrılmış veya ölmüşse, buna ilişkin beyanları tutanağa yazıp altını beyanda bulunanlara imzalatması, imzadan çekinmeleri halinde bu durumu yazarak imzalaması, devamında da muhatap ölmüşse tebliği çıkaran mercie iade etmesi, adresten devamlı olarak ayrılan muhataplar bakımından da yeni adresini tespit edip edememesine göre 28. maddede belirtilen diğer işlemleri gerçekleştirmesi gerektiği,
B- Muhatap veya adına tebligat yapılacak kişiler o adreste bulundukları halde tebliğ anında orada mevcut değillerse Tüzüğün 30. maddesine göre işlem yapılması lazım geldiği, bu durumda tebliğ memurunun, tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti veya meclis azasından birine veyahut zabıta amir ve memuruna imza karşılığında teslim etmesi, Tüzüğe ekli 2 numaralı örneğe uygun düzenleyeceği ihbarnameyi tebligat yapılacak adreste kapıya yapıştırması ve ayrıca mümkün olduğu takdirde, durumu muhataba duyurmasını en yakın komşularından birine varsa yönetici veya kapıcıya da bildirmesi icap ettiği, bu takdirde ihbarnamenin kapıya yapıştırıldığı tarihin tebliğ tarihi sayılacağı,
C- Somut olayda;
a- Gerek muhtarlık kayıtlarına dayanılarak tebligat belgesi arkasına konulan açıklamadan, gerekse sonradan yapılan kolluk araştırmasına verilen yanıttan, adına ödeme emri gönderilen borçlunun esasen tebligat tarihinde o adreste oturduğu ancak tebliğ anında konutunda bulunmadığı saptandığına,
b- Tebliğ memurunca, tebliğ evrakı imza karşılığı mahalle muhtarına teslim edilip 2 nolu haber kağıdı kapıya yapıştırıldıktan sonra, durumu muhataba bildirmesi için en yakın komşusu Naime Tuna’ya da haber verildiğine göre;
Borçluya gönderilen ödeme emrinin Tebligat Yasası’nın 21. ve Tebligat Tüzüğü’nün 28 ile 30. maddelerine uygun biçimde tebliğ edildiğinin ancak borçlunun süresi içinde mal beyanında bulunmadığının kabulü gerektiği,
Görüş ve kanaati benimsenmekle;
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Daire kararının kaldırılmasına, Adalet Bakanının yasa yararına bozma isteminin reddine karar verilmesi gerekmiştir.
SONUÇ : Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2- Yargıtay 16. Hukuk Dairesinin 17.11.2006 gün ve 5133-7337 sayılı kararının KALDIRILMASINA,
3- Adalet Bakanının yasa yararına bozma isteminin REDDİNE,
4- Dosyanın mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına tevdiine, 20.02.2007 günü yapılan müzakerede oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2006/4-316
K. 2006/308
T. 19.12.2006
• UYARLAMA KARARI ( C.Savcısının ve Hükümlünün Yokluğunda Verildiği – Karar Hükümlünün Bilinen Son Adresi Yerine Terk Ettiği Önceki Adresinde Tebligat Yasasının 35. Maddesine Göre Usulsüz Tebliğ EdildiğindenTebligatın Geçersiz Olduğu )
• C.SAVCISININ VE HÜKÜMLÜNÜN YOKLUĞUNDA VERİLEN KARAR ( Karar Hükümlünün Bilinen Son Adresi Yerine Terk Ettiği Önceki Adresinde Tebligat Yasasının 35. Maddesine Göre Usulsüz Tebliğ Edildiğinden Tebligatın Geçersiz Olduğu )
• USULSÜZ TEBLİGAT ( C.Savcısının ve Hükümlünün Yokluğunda Verilen Kararın Hükümlünün Bilinen Son Adresi Yerine Terk Ettiği Önceki Adresinde Tebligat Yasasının 35. Maddesine Göre Tebliğ Edilmesi )
7201/m.35
ÖZET : Uyarlama kararının başlığında C.savcısının adı Hakim ve Katip adları ile birlikte yazılmış ise de, yargılamanın evrak üzerinde yapıldığı, kararın giriş kısmında C.savcısının mütalaasının alındığının belirtildiği, duruşma yapıldığına ilişkin herhangi bir açıklık ve tutanak bulunmadığı, dolayısıyla sanığın beraatine ilişkin uyarlama kararının C.savcısının ve hükümlünün yokluğunda verildiği anlaşılmaktadır.
Bu karar, hükümlünün bilinen son adresi yerine, terk ettiği önceki adresinde Tebligat Yasasının 35. maddesine göre usulsüz tebliğ edilmiştir. Bu nedenle tebligat geçersizdir.
DAVA : Erkan Altun’un kavgada korkutmak amacıyla silah gösterme suçundan 765 sayılı TCY’nın 466/1 ve 647 sayılı Yasanın 4. maddesi uyarınca 420 YTL ağır para cezası ile cezalandırılmasına, ilişkin İzmir 12. Asliye Ceza Mahkemesinden verilen 22.03.2005 gün ve 873-6482 sayılı hüküm temyiz edilmeyerek kesinleşmiştir.
5237 sayılı TCY’nın yürürlüğe girmesi üzerine yerel mahkemede duruşma açılmaksızın evrak üzerinde gerçekleştirilen uyarlama yargılaması sonunda 23.06.2005 gün ve 873-682 sayılı ek kararla;
“Yüklenen fiilin 5237 sayılı Yasada suç olarak tanımlanmadığı” gerekçesiyle, Erkan Altun’un beraatine, itirazı kabul olmak üzere karar verilmiştir.
İzmir C.Başsavcılığının 19.09.2005 havale tarihli bir yazı ile itiraz etmesi üzerine Yerel Mahkeme bu kez 21.09.2005 gün ve 873-682 sayı ile;
“Erkan Altun’un eyleminin 5237 sayılı Yasanın 106/2-a maddesinde düzenlenen suçu oluşturduğu, anılan maddedeki yaptırımın 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası öngördüğü ve sanık lehine olmadığı” gerekçesiyle, itirazın kabulüne, 23.06.2005 gün ve 873-682 sayılı ek kararın iptaline, mahkemenin 22.03.2005 gün ve 873-682 sayılı 420 YTL ağır para cezasına ilişkin ilamının aynen infazına, yasa yolu açık olmak üzere karar vermiştir.
Adalet Bakanı tarafından yasa yararına bozma isteminde bulunulması üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 4. Ceza Dairesi 04.11.2006 gün ve 2006/5344-14844 sayı ile;
“Tebliğnamede ‘tüm dosya kapsamına göre; 765 sayılı Kanun’un 466. maddesinde düzenlenen kavgada korkutmak maksadıyla silah göstermek suçu, 5237 sayılı Kanun’da düzenlenmemiş olmakla birlikte, sanığın müsnet suçtan beraatine dair anılan mahkemenin 23.06.2005 tarihli ve 2004/873 esas, 2005/682 sayılı ek kararına itirazın, 5271 sayılı Kanun’un 268. maddesinde düzenlenen süreler geçirildikten sonra 16.09.2005 tarihinde yapılmış olduğu gözönüne alınmaksızın itirazın kabulü ile ek kararın iptaline karar verilmesinde isabet görülmemiştir’ denilmektedir.
5271 sayılı CMK.nun itiraz usulü ve inceleme merciini düzenleyen 268. maddesine göre;
1- Hakim veya mahkeme kararına karşı itiraz, kanunun ayrıca hüküm koymadığı hallerde 35 inci maddeye göre ilgililerin kararı öğrendiği günden itibaren yedi gün içinde kararı veren mercie verilecek dilekçe veya tutanağa geçirilmek koşulu ile zabıt katibine beyanda bulunmak suretiyle yapılır. Tutanakla tespit edilen beyanı ve imzayı mahkeme başkanı veya hakim onaylar. 263 üncü madde hükmü saklıdır.
2- Kararına itiraz edilen hakim veya mahkeme, itirazı yerinde görürse kararını düzeltir; yerinde görmezse en çok üç gün içinde, itirazı incelemeye yetkili olan mercie gönderir.
Bu maddede açıkça belirlendiği gibi, itiraz süresi kararın verilmesi veya yoklukta verilmiş ise ilgililerin öğrenmesi tarihinden itibaren 7 gündür. C.Başsavcılığının bütünlük arzetmesi nedeniyle, bir C.savcısının huzurunda verilen karar, o yerdeki tüm savcılar için süreyi başlatıcı etki yapacaktır. Dosya içeriğine göre, C.savcısının yeniden inceleme talebi üzerine mahkeme 23.06.2005 tarihli kararda, C.savcısının da adı yazılmak suretiyle ek kararını vermiştir. O yer C.Başsavcı vekili ise, bu karara 18.08.2005 tarihinde itiraz etmiştir. Bu durumda mahkemece yapılacak iş, itirazın süresinde yapılmaması nedeniyle reddine olmak gerekirken, eski kararın aynen infazına karar verilmesi yasaya aykırıdır.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının kanun yararına bozma isteği doğrultusunda düzenlendiği tebliğnamedeki düşünce yukarıda belirtilen nedenlerle yerinde görüldüğünden, sanık Erkan Altun hakkında İzmir 12. Asliye Ceza Mahkemesi’nce verilip kesinleşen 21.09.2005 tarih ve 2004/873 esas ve 2005/682 ek karar sayılı kararın 5271 sayılı CMK.nun 309. maddesi uyarınca bozulmasına, müteakip işlemlerin yerel mahkemesince yerine getirilmesine” karar vermiştir.
Yargıtay C.Başsavcılığı ise 04.12.2006 gün ve 60754 sayı ile;
“Somut olayda, mahkemenin kesin hükümde değişiklik davası nedeniyle evrak üzerinde inceleme sonucu verdiği 23.06.2005 tarihli ek kararı hüküm niteliğinde olup, temyiz yasa yoluna tabi bulunmaktadır. Bu karar, sanığın mahkemeye bildirdiği son adresi yerine, tebliğ için önceki adresine gönderilmiş olduğundan, yapılan tebligat usulsüzdür, öncelikle sanığa yeniden tebligat yapılmalıdır.
Ayrıca, mahkeme 23.6.2005 tarihli ek kararında kanun yolunun süresini belirtmemiş, yasa yolunu da yanlışlıkla itiraz olarak göstermiştir. Bu karara karşı Cumhuriyet savcısının itirazı üzerine mahkemece 21.9.2005 günlü ek karar verilmiştir. Cumhuriyet savcısının 23.06.2005 tarihli ek karara yönelik başvurusu, temyiz başvurusu niteliğindedir. Bu durumda mahkeme yasa yolunda hataya düşüldüğünü saptayarak, yasa yolunun temyiz olduğuna işaretle inceleme yapılabilmesi için dosyayı Yargıtay’a göndermesi gerekirken, kendisini görevli ve yetkili sayarak başvuruyu sonuçlandırmıştır. Başvuruyu inceleme hususunda yetkili bulunmayan yerel mahkemenin verdiği bu karar hukuken geçersizdir.
Mahkemenin 23.06.2005 tarihli ek kararı, hükümlüye usulüne uygun olarak tebliğ edilmemesi ve Cumhuriyet savcısının bu karara karşı temyiz başvurusunda bulunması nedeniyle kesinleşmemiş bulunmaktadır. Kesinleşmeyen kararların kanun yararına bozma yolu ile incelenmesi mümkün değildir. Bu nedenle somut olayda, kanun yararına bozma isteminin reddine karar verilmesi, Mahkemenin 23.06.2005 günlü ek kararının hükümlüye tebliğ işleminin tamamlanmasını müteakip Cumhuriyet savcısının 18.09.2005 tarihli başvurusu nedeniyle dosyanın temyiz incelemesi yapılması için Yargıtay’a gönderilmesi gerekmektedir.” görüşü ile itiraz ederek, Özel Daire kararının kaldırılmasına, yasa yararına bozma isteminin reddine karar verilmesini istemiştir.
Dosya Yargıtay 1. Başkanlığına gönderilmekle, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nca okundu, gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : Erkan Altun’un kavgada silah teşhiri suçundan 765 sayılı TCY’nın 466/1 ve 647 sayılı Yasanın 4. maddesi uyarınca 420 YTL ağır para cezası ile cezalandırılmasına ilişkin hükmün kesinleşmesinden sonra evrak üzerinde değişiklik yargılaması yapan mahkeme, 23.06.2005 gün ve 873-682 sayılı ek karar ile; kavgada korkutmak maksadıyla silah çekme eyleminin 5237 sayılı Yasada suç olarak düzenlenip yaptırıma bağlanmadığı gerekçesiyle, Erkan Altun’un atılı suçtan beraatine karar vermiş, bu karara karşı itiraz yasa yoluna başvurulabileceğini açıklamıştır.
İzmir C.Başsavcılığının 19.09.2005 havale tarihli dilekçe ile itiraz etmesi üzerine başvuruyu kendisi sonuçlandıran yerel mahkeme 21.09.2005 gün ve 873-682 sayı ile; itirazın kabulüne, 23.06.2005 gün ve 873-682 sayılı ek kararın iptaline, mahkemenin 22.03.2005 gün ve 873-682 sayılı 420 YTL ağır para cezasına ilişkin ilamının aynen infazına karar vermiştir.
Bu karara yönelik olarak Adalet Bakanının yasa yararına başvuruda bulunması üzerine Özel Daire, itirazın CYY’nın 268. maddesinde belirtilen süre geçirildikten sonra yapıldığını gerekçe göstererek, yerel mahkemenin 21.09.2005 tarihli son kararının yasa yararına bozulmasını kararlaştırmıştır.
Yargıtay C.Başsavcılığı ise, 23.06.2005 günlü ek kararda başvurulacak yasa yolunun temyiz yerine hatalı biçimde “itiraz” olarak gösterildiğini, dolayısıyla Cumhuriyet savcısının 19.09.2005 havale tarihli yasa yolu başvurusunun temyiz olarak kabulü gerekirken, Yerel Mahkemenin başvuruyu itiraz olarak değerlendirip merciye göndermeksizin bizzat verdiği kararın hukuken geçersiz bulunduğunu, ayrıca ek kararın hükümlünün en son adresi yerine önceki adresine tebliğ edildiğini, dolayısıyla geçersiz tebligat nedeniyle uyarlama kararının henüz kesinleşmediğini, bu durumda yasa yararına bozma başvurusunun incelenmesi koşullarının oluşmadığını ileri sürerek itiraz etmiştir.
Görüleceği üzere çözümü gereken hukuki sorun, yasa yararına bozma isteminde bulunma koşullarının oluşup oluşmadığına ilişkindir.
CYY’nın 309. ve 310. maddelerinde düzenlenen ve olağanüstü bir denetim muhakemesi olan yasa yararına bozma başvurusunun incelenebilmesi için, denetimi istenen kararın Yargıtay’ca incelenmeksizin kesinleşmiş bulunması gereklidir. Olağan yasa yoluna başvurulmasına karşın bu yolla henüz denetlenmediği veya başvuru olmamakla birlikte buna olanak bulunduğu için henüz kesinleşmemiş olan bir karara karşı yasa yararına bozma istenemeyeceği gibi, yasa yolundaki hatalı başvuru nedeniyle denetim muhakemesinin yetkisiz merci tarafından gerçekleştirildiği hallerde, bu mercinin verdiği kararın hukuki geçerliliği bulunmadığından, bu tür kararlara karşı da yasa yararına bozma istenemeyecektir. Bu durumda, olağan yasa yolu başvurusunun, doğru yasa yolunu incelemekle görevli ve yetkili merci tarafından sonuçlandırılması gerekir.
Somut olayda;
Uyarlama kararının başlığında C.savcısının adı Hakim ve Katip adları ile birlikte yazılmış ise de, yargılamanın evrak üzerinde yapıldığı, kararın giriş kısmında C.savcısının mütalaasının alındığının belirtildiği, duruşma yapıldığına ilişkin herhangi bir açıklık ve tutanak bulunmadığı, dolayısıyla sanığın beraatine ilişkin uyarlama kararının C.savcısının ve hükümlünün yokluğunda verildiği anlaşılmaktadır.
Bu karar, hükümlünün bilinen son adresi yerine, terk ettiği önceki adresinde Tebligat Yasasının 35. maddesine göre usulsüz tebliğ edilmiştir. Bu nedenle tebligat geçersizdir. Öte yandan, evrak üzerinde verilmesine karşın C.savcılığına da tebliğ edilmeyen bu kararda yasa yolu süresi belirtilmemiş, yöntem bildirilmemiş, başvurulacak yasa yolu ise “temyiz” yerine “itiraz” olarak gösterilmiştir. Sonrasında, İnfaz Bürosuna bir yazı yazılarak, Erkan Altun’un beraatine karar verildiği belirtilip ilamın bila infaz iadesi istenilmiş ise de, yazı ekinde ek karar gönderilmemiştir.
Yine, İzmir C.Başsavcılığı aracılığıyla gönderilmek üzere Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğüne yazı yazılmış ve ekine tali karar fişi ile mahkemenin 23.06.2005 tarihli ek kararı konulmuş ise de, bu yazının rutin bir yazışma işlemi niteliğinde bulunduğu, yazışmaların C.savcılığı aracılığıyla gerçekleştirilmesi yolundaki bilinen uygulamanın bir benzeri olduğu, C.savcılığının salt bu üst yazı havalesi nedeniyle tebliğ yerine geçecek biçimde karara muttali olmuş sayılamayacağı anlaşılmaktadır.
Ancak İzmir C.Başsavcılığı bu karara, sonradan Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce yazılan ve içeriğinde; ekte gönderilen uyarlama kararının hatalı olduğu, eylemin yeni yasada da suç olarak değerlendirildiği, bu nedenle beraat kararı verilmemesi lazım geldiği yolunda uyarı taşıyan ve karara karşı yasa yoluna başvurulmasını öneren yazısı nedeniyle muttali olmuştur. Dolayısıyla, bu ıttıla üzerine 19.09.2005 tarihinde yaptığı başvuru süresindedir. Yerel Mahkemenin bu istemi, temyiz başvurusu olarak değerlendirmesi ve incelenmek üzere dosyayı Yargıtay’a göndermesi gerekirken, itiraz başvurusu olarak kabul edip bizzat çözüme bağlamak suretiyle verdiği 21.09.2005 tarihli ek karar hukuken geçerli değildir. 23.06.2005 tarihli önceki ek karara yönelik henüz çözüme kavuşturulmamış bir temyiz başvurusu mevcut olduğu gibi, itiraz üzerine verilen 21.09.2005 tarihli kararın hukuki geçerliliği de bulunmamaktadır. Hukukun geçerliliği olmayan bir karara karşı da yasa yararına bozma istenemeyeceği açıktır.
Bu itibarla; Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının kabulü ile, Özel Daire kararının kaldırılmasına, yasa yararına bozma isteminin reddine, öncelikle 23.06.2005 günlü ek kararın ve Yerel C.savcısının temyiz başvurusu olarak kabulü gereken 19.09.2005 havale tarihli dilekçesinin hükümlüye yerel mahkemece tebliğinin sağlanması, ardından da C.savcısının bu başvurusu nedeniyle Özel Dairece temyiz incelemesi yapılabilmesi için iade edilmek üzere dosyanın Yerel Mahkemeye gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.
SONUÇ : Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2- Yargıtay 4.Ceza Dairesinin 04.11.2006 gün ve 5344-14844 sayılı yasa yararına bozma kararının
KALDIRILMASINA,
3- Adalet Bakanının, İzmir 12. Asliye Ceza Mahkemesinin 21.09.2005 tarih ve 873-682 sayılı ek kararına yönelik yasa yararına bozma isteminin REDDİNE,
4- İzmir 12. Asliye Ceza Mahkemesinin 23.06.2005 gün ve 873-682 sayılı ek kararı ile C.savcısının temyiz dilekçesinin hükümlüye tebliğini takiben İzmir C.Savcısının bu karara yönelik başvurusunun temyizen incelenebilmesi bakımından dosyanın Yargıtay’a iade edilmek üzere mahalline gönderilmesi için Yargıtay C.Başsavcılığına TEVDİİNE, 19.12.2006 günü oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2002/4-154
K. 2002/282
T. 2.7.2002
• USULSÜZ TEBLİGAT ( Muhatabın Tebligat Yapılacak Yerde Olmaması )
• YEDİEMİNLİK GÖREVİNİ SUİSTİMAL SUÇU ( 4616 Sayılı Yasa Uyarınca Davanın Kesin Hükme Bağlanmasının Ertelenmesi )
• 4616 SAYILI YASANIN UYGULAMA ALANI ( Yedieminlik Görevini Suistimal Suçunun 4616 Sayılı Yasanın Kapsamı Dışında Bırakılan Suçlardan Olmaması-Davanın Ertelenmesi )
• DAVANIN KESİN HÜKME BAĞLANMASININ ERTELENMESİ ( Yedieminlik Görevini Suistimal Suçunun 4616 Sayılı Yasanın Kapsamı Dışında Bırakılan Suçlardan Olmaması Nedeniyle )
• ERTELEME ( Yedieminlik Görevini Suistimal Suçunun 4616 Sayılı Yasanın Kapsamı Dışında Bırakılan Suçlardan Olmaması-Davanın Kesin Hükme Bağlanmasının Ertelenmesi )
765/m.276
4616/m.1/4,1/5
7201/m.8,29,30
ÖZET : 1- Tebligatın yapılacağı sırada gösterilen adreste muhatap veya onun adına tebliğ yapılacak kimselerden hiçbiri bulunmazsa tebligat evrakının kime teslim edileceği, tebligat memurunun sırayla hangi işlemleri yapacağı açıkça düzenlenmiştir. Komşuya haber verme keyfiyeti, eğer mümkün ise söz konusu olacaktır ki amaç muhatabın haberdar olmasını sağlamaktır. Muhatap veya onun adına tebligat yapılabilecek kimseler yalnızca tebliğ saati itibariyle adreste bulunmamakta, esasen o adreste ikamet etmektedirler. Bu nedenle o an için adreste bulunmamama nedeninin tebligat evrakında açıklanmasına gerek bulunmadığı gibi, yasal düzenlemede de bu yönde bir hükme yer verilmemiştir.
2- Yedieminlik görevini suistimal suçu bir yıla kadar hapis cezasını gerektirmektedir. Sanığa yüklenen suçun vasıf ve niteliğine, eylemin 23 Nisan 1999 tarihinden önce gerçekleştirilmiş olmasına, yedieminlik görevini suistimal suçunun 4616 sayılı Yasanın 1 inci maddesinin 5 inci bendinde sayılan kapsam dışı suçlar arasında yer almamasına göre, bu Yasanın 1 inci maddesine 4758 sayılı Yasa ile eklenen 4 üncü bendi uyarınca davanın kesin hükme bağlanmasının ertelenmesine yer olup olmadığının Yerel Mahkemece değerlendirilmesinde zorunluluk bulunmamaktadır.
DAVA : Yedieminlik görevini suistimal suçundan sanık Cafer Y.’ın beraatine ilişkin Eskişehir 4.Asliye Ceza Mahkemesince 16.3.1999 gün ve 1235-80 sayı ile verilen kararın C.Savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine, dosyayı inceleyen Yargıtay 4.Ceza Dairesince 5.6.2000 gün ve 2000/3737-4829 sayı ile;
“Tebligat Yasasının 21 ve Tüzüğün 28. maddesine göre adreste bulunmayan sanığın kapısına ihbar yapıştırmak ve imza ve isim belirtilmek suretiyle muhtara tebligat bırakmak ve komşusuna haber vermek suretiyle Yasaya uygun işlem yapılmasına karşın, “…tebligat parçasında adreste bulunmama nedeninin belirtilmemesi ve haber bırakılan komşunun adının tebligata yazılmaması..” gerekçesiyle tebligatın usulüne uygun olmadığı kabul edilip yediemin sanığın beraatine karar verilmesi” isabetsizliğinden hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
Yerel Mahkeme ise 4.10.2000 gün ve 676-685 sayı ile; “Tebligat parçasında Tebligat Yasasının 21 ve Tüzüğünün 28. maddesine göre sanığa tebligat yapıldığı sırada adresinde bulunmama nedeninin belirtilmemiş olması ve komşusunun da imzasının alınmaması karşısında yapılantebligatın geçerli olmadığı ve bu nedenle sanığın satıştan haberinin bulunmadığı” gerekçesiyle önceki hükümde direnmiştir.
Bu kararın da C.Savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya, Yargıtay C.Başsavcılığının “bozma” istekli 26.12.2001 günlü tebliğnamesiyle 4. Ceza Dairesine ve Özel Dairece Birinci Başkanlığa gönderilmekle CEZA GENEL KURULUnca okundu, gereği konuşulup düşünüldü:
KARAR : Borçlu-sanık Cafer Y. hakkında alacaklı vekilince yürütülen icra takibi sırasında, taşınır malların haczedilip kendisine yediemin sıfatıyla bırakıldığı, bu malların açık artırma yöntemiyle satılarak paraya çevrilmesine karar verilip sanık adına, şartname ve satış gününün yer aldığı meşruhatlı tebligat evrakının çıkarıldığı, dönen tebligat parçasında aynen; “Tebliğ saatinde muhatabın evinde kimse bulunmadığından tebligat muhtar Ali U. imzasına tebliğ edildi 2 nolu ihbar kapısına asıldı, komşusuna haber verildi. 17.11.1997” ibaresinin yazılı olduğu ve satış günü hacizli malların satış yerine getirilmediği anlaşılmaktadır.
Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, açıklanan bu somut olayda sanığa, hacizli malları satış yerinde hazır etmesi için çıkartılan meşruhatlı tebligatın usulünce tebliğ edilip edilmediği, özde yüklenen yedieminliği suistimal suçunun unsurları itibariyle oluşup oluşmadığının belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümünde sağlıklı bir hukuki çözüme ulaşabilmek için bu konudaki yasal düzenlemenin incelenmesinde yarar vardır.
Tebligat Yasasının “Tebliğ İmkansızlığı ve Tebellüğünden İmtina” başlığını taşıyan 21 inci maddesinde; “Kendisine tebligat yapılacak kimse veya yukarıdaki maddeler mucibince tebligat yapılabilecek kimselerden hiçbiri gösterilen adreste bulunmaz veya tebellüğden imtina ederse, tebliğ memuru tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti azasından birine veyahut zabıta amir ve memuruna imza mukabilinde teslim eder ve tesellüm edenin adresini ihtiva eden ihbarnameyi gösterilen adresteki binanın kapısına yapıştırmakla beraber, adreste bulunmama halinde tebliğ olunacak şahsa keyfiyetin haber verilmesini de mümkün oldukça en yakın komşularından birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirilir. İhbarnamenin kapıya yapıştırıldığı tarih, tebliğ tarihi sayılır.” hükmü yer almaktadır.
Aynı konuda Tebligat Tüzüğünde ise, “Tebliğ İmkansızlığı” başlığını taşıyan 28 inci maddesinin son fıkrasında; “Muhatap ve onun yerine tebligat yapılacak kimseler, o adreste bulundukları halde tebliğin yapılacağı sırada orada mevcut değillerse 30 uncu maddeye göre muamele yapılır”;
30 uncu maddede de; “28 inci maddenin son fıkrasında ve 29 uncu maddede zikredilen ahvalde tebliğ memuru, tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti veya meclisi azasından birine veyahut zabıta amir veya memuruna imza mukabilinde teslim eder.
Tebliğ memuru, Tüzüğe ekli 2 numaralı örneğe uygun olarak düzenlenen ihbarnameyi gösterilen adresteki kapıya yapıştırır. Durumu muhataba duyurmasını mümkünse en yakın komşularından birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirir.
İhbarnamenin kapıya yapıştırıldığı tarih, tebliğ tarihi sayılır.” hükümlerine yer verilmiştir.
Bu hükümlerde, tebligatın yapılacağı sırada gösterilen adreste muhatap veya onun adına tebliğ yapılacak kimselerden hiçbiri bulunmazsa tebligat evrakının kime teslim edileceği, tebligat memurunun sırayla hangi işlemleri yapacağı açıkça düzenlenmiştir. Görüldüğü gibi komşuya haber verme keyfiyeti, eğer mümkün ise söz konusu olacaktır ki amaç muhatabın haberdar olmasını sağlamaktır. Muhatap veya onun adına tebligat yapılabilecek kimseler yalnızca tebliğ saati itibariyle adreste bulunmamakta, esasen o adreste ikamet etmektedirler. Bu nedenle o an için adreste bulunmamama nedeninin tebligat evrakında açıklanmasına gerek bulunmadığı gibi, yasal düzenlemede de bu yönde bir hükme yer verilmemiştir.
Bu yasal düzenlemeler ve açıklamalar ışığında somut olay ele alınıp değerlendirildiğinde;
Tebligat memuru tarafından muhatap ve onun adına tebliğ yapılabilecek kimselerin o an için adreste bulunmadıkları saptanınca, tebligat evrakının köy muhtarına teslim edilip imzasının alındığı, komşuya haber verildiği ve 2 nolu ihbarnamenin de borçlu-sanığın kapısına yapıştırıldığı açıkça anlaşılmaktadır. O halde tebligat memurunun bu işlemleri, Tebligat Yasasının 21 inci maddesine ve Tebligat Tüzüğünün 28 ve 30 uncu maddelerine uygun olarak gerçekleştirdiği sabittir. Bu nedenle Yerel Mahkemece, yasal düzenlemeye uymayan gerekçelerle tebligatın geçersiz sayılması ve dosya kapsamına uymayacak şekilde sanığın yüklenen yedieminliği suistimal suçundan cezalandırılması yerine beraatine karar verilmesi isabetsizdir.
Ancak, sanığın hukuki durumunun, direnme kararından sonra yürürlüğe giren 4616 sayılı Yasanın bazı hükümlerinin Anayasa Mahkemesinin, 27.10.2001 günlü Resmi Gazetede yayımlanan 18.7.2001 gün ve 4-332 sayılı kararıyla iptal edilmesi üzerine, iptal edilen hükümlerin yerine yeni hükümler getiren ve 23.5.2002 günlü Resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4758 sayılı Yasa kapsamında ele alınıp belirlenmesinde zorunluluk bulunmaktadır.
4758 sayılı Yasanın 1 inci maddesi ile 4616 sayılı Yasanın 1 inci maddesine eklenen 4 üncü bendinde; “23 Nisan 1999 tarihine kadar işlenmiş ve ilgili kanun maddesinde öngörülen şahsi hürriyeti bağlayıcı cezanın üst sınırı on yılı geçmeyen suçlardan dolayı haklarında henüz takibata geçilmemiş veya hazırlık soruşturmasına girişilmiş olmakla beraber dava açılmamış veya son soruşturma aşamasına geçilmiş olmakla beraber henüz hüküm verilmemiş veya verilen hüküm kesinleşmemiş ise, davanın açılması veya kesin hükme bağlanması ertelenir; varsa tutukluluk halinin kaldırılmasına karar verilir. Bu suçlarla ilgili dosya ve deliller, her bir suçun dava zamanaşımı süresinin sonuna kadar muhafaza edilir.
Erteleme konusu suçun dava zamanaşımı süresi içinde bu suç ile aynı cins veya daha ağır şahsi hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektiren bir suç işlendiğinde, erteleme konusu suçtan dolayı da dava açılır veya daha önce açılmış bulunan davaya devam edilerek hüküm verilir. Bu süre, erteleme konusu suç ile aynı cins veya daha ağır şahsi hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektiren bir suç işlenmeksizin geçirildiğinde, ertelemeden yararlanan hakkında kamu davası açılmaz; açılmış olan davanın ortadan kaldırılmasına karar verilir.
Bu bentle ilgili olarak bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren üç ay içinde dosyanın bulunduğu yargı merciine başvurmak suretiyle soruşturmaya veya davaya devam edilmesini istediklerini bildirenler hakkında soruşturma veya davaya devam olunur. Mahkûmiyet halinde verilen ceza, dava zamanaşımı süresince ertelenir. Bu süre için erteleme konusu suç ile aynı cins veya daha ağır şahsi hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektiren bir suç işlendiğinde ertelenen ceza da infaz edilir. Aynı süre, erteleme konusu suç ile aynı cins veya daha ağır şahsi hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektiren bir suç işlenmeksizin geçirildiğinde, mahkûmiyet vaki olmamış sayılır” hükmü yer almaktadır.
Somut olayda sanığın 12.1.1998 tarihinde işlediği iddia edilen ve Yerel Mahkemenin beraat hükmüne konu olan suç, TCY.nın 276 ıncı maddesinin 2 inci fıkrasında yazılı yedieminlik görevini suistimal suçu olup bir yıla kadar hapis cezasını gerektirmektedir. Ayrıca, bu suç 4616 sayılı Yasanın 1 inci maddesinin 5 inci bendinde sayılan kapsam dışı suçlar arasında da bulunmamaktadır.
Bu itibarla sanığa yüklenen suçun vasıf ve niteliğine, eylemin 23 Nisan 1999 tarihinden önce gerçekleştirilmiş olmasına, yedieminlik görevini suistimal suçunun 4616 sayılı Yasanın 1 inci maddesinin 5 inci bendinde sayılan kapsam dışı suçlar arasında yer almamasına göre, bu Yasanın 1 inci maddesine 4758 sayılı Yasa ile eklenen 4 üncü bendi uyarınca davanın kesin hükme bağlanmasının ertelenmesine yer olup olmadığının Yerel Mahkemece değerlendirilmesinde zorunluluk bulunmadığından hükmün bu nedenle bozulmasına karar verilmelidir.
SONUÇ : Açıklanan nedenlerle Yerel Mahkeme direnme hükmü isabetsiz olduğundan 4758 sayılı Yasayla değişik 4616 sayılı Yasa hükümleri uyarınca değerlendirme yapılmak üzere BOZULMASINA, dosyanın yerine gönderilmesi için Yargıtay C.Başsavcılığına tevdiine, 2.7.2002 günü tebliğnamedeki isteme uygun olarak oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 1994/4-207
K. 1994/231
T. 24.10.1994
• USULSÜZ TEBLİGAT ( Tebligatın Aralarında Menfaat Çatışması Olan Birine Yapılması )
• USULSÜZ TEBLİGAT ( Tebliğin Eşe Yapılması )
• EŞE YAPILAN TEBLİGAT
• YEDİEMİNİN YÜKÜMLÜLÜĞÜNDEN KAÇINMASI SUÇU
765/m.276
7201/m.16,39,54
ÖZET : Kural olarak tebligat, tebliğ yapılacak şahıs bulunmadığı takdirde birlikte oturan aile fertlerinden birine yapılacaktır. Ancak, “kendilerine tebliğ yapılması caiz olan kimselerin o davada hasım olarak ilgileri olduğu takdirde muhatap namına kendilerine tebliğ yapılamayacağı”da hükme bağlanmıştır.Buna göre borçlunun malları haczedilip yediemin olarak eşine bırakılması halinde ikisi arasında bir menfaat çatışması olacağından söz konusu hacizle ilgili tebliğler ilgisi olmayan eşe yapılamaz.
DAVA: Yediemin yükümlülüğünden kaçınma suçundan sanık F`nin TCY.nın 276/1, 647 sayılı Yasanın 4. maddeleri gereğince 550.000 lira ağır para cezası ile cezalandırılmasına ve bu cezasının ertelenmesine ilişkin, Babaeskl Asliye Ceza Mahkemesi`nce verilen 20.11.1992 gün, 198/267 sayılı hükmün sanık vekili tarafından temyizi üzerine; dosyayı inceleyen Yargıtay 4. Ceza Dairesi, 7.09.1993 gün, 6244-5779 sayı ile; “Haczedilen eşyayı belli günde satış yerine getirmesi için sanık adına çıkarılan tebliğ kağıdının borçlu olan kocaya tebliğ edildiğinin, koca tarafından da bu tebligatın sanığa bildirilmediğinin savunulmasına göre, bu husus araştırılmadan sanığın hükümlülüğüne karar verilmesi” isabetsizliğinden bozmuş,
Yerel Mahkeme, 12.11.1993 gün, 254/274 sayı ile; “7201 sayılı Yasa gereğince tebligat, tebliğ yapılacak şahıs bulunmadığı takdirde birlikte oturan aile fertlerinden birine yapılacaktır. 5584 sayılı Yasanın 17. maddesi uyarınca da, taahhütlü mektup, alıcısı bulunmadığı takdirde kendisiyle birlikte oturan ailesinden birine veya yetişkin olan birisine verilecektir. Satış günü ile ilgili tebligat sanıkla aynı çatı altında oturan eşine yapıldığından geçerlidir” gerekçesiyle önceki hükümde direnmiştir.
Bu hükmün de Yargıtay`ca incelenmesi, sanık vekili tarafından süresinde istenildiğinden, dosya; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı`nın “onama” istemli 23.6.1994 güntü tebliğnamesiyle Birinci Başkanlığa gönderilmekle; Ceza Genel Kurulu`nca okundu, gereği konuşulup düşünüldü:
KARAR: Kocasının borcu nedeniyle haczedilen ve yediemin olarak kendisine bırakılan mahcuz malları, tebliğe rağmen satış yerinde hazır bulundurmadığından bahisle sanığın cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Sanık, C. Savcılığı ve duruşmada alınan beyanlarında, satış yer ve zamanını bilmediği için eşyaları götüremediği, satış gününü bildirir davetiyenin tebliğ edilmediğini savunmuştur.
Mahcuz malların belli gün ve saatte satış mahallinde hazır bulundurulmasına ilişkin icra memurluğu muhtırası, 13.7.1992 tarihinde, sanığın eşine, yani icra dosyasının borçlusuna tebliğ edilmiştir.
Yediemin yükümlülüğünden kaçınma suçunun oluşması için; usulüne uygun tebligata rağmen mahcuz malların satış mahallinde hazır bulundurulmaması, sanığın satış gününü bilmesine rağmen kendisine teslim edilen eşyaları hazır bulundurmayarak, satışa bilerek engel olması gerekir.
7201 sayılı Tebligat Yasasının 16. maddesi gereğince sanığın eşine tebliğ olunan satış gününü bildirir muhtıranın, aynı Yasanın 54. maddesi uyarınca en kısa zamanda muhatabı olan sanığa verilmesi gerekmektedir. Sanık ise aşamalarda, tebliğ evrakını almadığını savunmuş ve bu konuda bir araştırma yapılmamıştır.
Öte yandan, tebligatı alan sanığın eşi, icra dosyasında borçlu olup haczolunan ve sanığa teslim edilen malların sahibidir. Bu nedenle yediemin olan eşi ile çıkarları çatışmaktadır. Yedieminin satış gününü öğrenerek eşyaları satış yerine getirmesi ve satışın yapılması aleyhinedir. Tebligat Yasasının 39. maddesinde “kendilerine tebliğ yapılması caiz olan kimselerin o davada hasım olarak ilgileri olduğu takdirde muhatap namına kendilerine tebliğ yapılamayacağı”da hükme bağlanmıştır. Bu nedenle de, sanığın geçersiz olan tebligatı öğrenip öğrenmediğinin, tebligatı alan borçlu da dinlenmek suretiyle araştırılması ve sonucuna göre karar verilmesi gerektiğinden direnme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir.
SONUÇ: Açıklanan nedenlerle, Yerel Mahkeme direnme hükmünün BOZULMASINA, tebliğnamedeki onama isteyen düşünceye aykırı olarak, 24.10.1994 günü oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2014/27553
2017/2305
28.2.2017
DAVA : Dosya incelenerek gereği düşünüldü;
KARAR : 5237 Sayılı TCK’nın 53. maddesinin bazı bölümlerinin iptaline dair Anayasa Mahkemesi’nin 24/11/2015 tarihinde yürürlüğe giren 08/10/2015 gün ve 2014/140 esas, 2015/85 Sayılı kararı da nazara alınarak bu maddede öngörülen hak yoksunluklarının uygulanmasının sanıklar hakkında verilen hapis cezalarının infazı aşamasında gözetilmesi mümkün görülmüştür.
I-)Suça sürüklenen çocuk hakkında mala zarar verme suçundan kurulan hükme yönelik temyiz incelenmesinde;
Mala zarar verme suçundan doğrudan hükmolunan adli para cezasının miktar ve türüne göre; 14.04.2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak aynı gün yürürlüğe giren 31.03.2011 tarih ve 6217 Sayılı Kanun’un 26. maddesiyle 5320 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’a eklenen geçici 2. maddesi gereğince doğrudan hükmolunan 3000 TL dahil adli para cezasına mahkumiyet hükümlerinin temyizi mümkün olmadığından suça sürüklenen çocuk müdafiinin temyiz isteğinin 1412 Sayılı CMUK’nın 317. maddesi gereğince istem gibi REDDİNE,
II-Sanıklar hakkında hırsızlık, mala zarar verme, konut dokunulmazlığını bozma suçlarından, suça sürüklenen çocuk hakkında hırsızlık ve konut dokunulmazlığını bozma suçlarından kurulan hükümlere yönelik temyiz itirazlarına gelince;
Sanık …’ın bilinen en son adresinin aynı zamanda MERNİS adresi olması ve sanık adına MERNİS adresine 28.06.2013 tarihinde gerekçeli kararın tebliğ imkansızlığı sebebiyle muhtara tebliğ edildiğinin anlaşılması
karşısında; 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 21/1. maddesine göre sanığın adreste bulunmaması halinde, tebliğ memurunun tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti azasından birine veyahut zabıta amir veya memurlarına imza mukabilinde teslim ederek ve tesellüm edenin adresini ihtiva eden ihbarnameyi gösterilen adresteki binanın kapısına yapıştırmakla beraber, adreste bulunmama halinde tebliğ olunacak şahsa keyfiyetin haber verilmesini de mümkün oldukça en yakın komşularından birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirmesi gerekirken; bu işlemler yapılmadan, sanığın MERNİS adresinde oturup oturmadığı veya MERNİS adresinden sürekli olarak ayrılıp ayrılmadığı tespit edilmeden doğrudan aynı Kanun’un 21/2. maddesine göre işlem yapılarak muhtara teslim edilmesi sebebiyle tebligatın usulsüz olduğu anlaşıldığından; sanığın öğrenme üzerine hükmü süresinde temyiz ettiği kabul edilerek yapılan incelemede;
SONUÇ : Yapılan duruşmaya, toplanan delillere, gerekçeye, hakimin kanaat ve takdirine göre temyiz itirazları yerinde olmadığından reddiyle hükümlerin istem gibi ONANMASINA, 28.02.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2016/1940
2016/3614
25.4.2016
DAVA : I-)Sanık … hakkında kurulan hükümlere yönelik temyiz itirazlarının incelenmesinde;
Sanığın, yokluğunda verilip sorgu ve aynı zamanda mernis adresi olan adresine 09.06.2014 tarihinde usulüne uygun tebliğ edilen hükmü 5320 Sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 Sayılı CMUK’nun 310. maddesinde öngörülen bir haftalık yasal süre geçtikten sonra 30.09.2014 tarihli dilekçeyle temyiz ettiği anlaşıldığından, temyiz isteminin ve yerinde görülmeyen eski hale getirme talebinin 5320 Sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 Sayılı CMUK’nun 317. maddesi uyarınca istem gibi REDDİNE,
II-Sanık … hakkında kurulan hükümlere yönelik temyiz itirazlarının incelenmesine gelince;
Yokluğunda verilen hükmün sanığın bilinen en son ve aynı zamanda adres kayıt sistemindeki adresine tebliği sırasında, sanığın adresten geçici ya da sürekli ayrılıp ayrılmadığı konusunda bir açıklama ve araştırma yapılmadan, en yakın komşularından birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirilmeden, “adresin kapalı olduğu açıklaması” ile yetinilip mahalle muhtarına tebliğ edildiği ve 2 numaralı haber kağıdının kapıya yapıştırıldığı anlaşıldığından tebligatın geçersiz olduğu ve eski hale getirme talebinin yerinde olduğu kabul edilerek yapılan incelemede;
1-)Sanık …’ın “2008 yılında …, … ve …’nın yanında çalışıyordum, bana kendilerinin üzerinde haciz olduğunu, bu sebeple şirket kuramadıklarını, benle ortak şirket kurup şirketi üzerime yapmak istediklerini söylediler, bende kabul ettim, diğer sanık …’ ı da bu şahıslar buldu ve birlikte Notere gittik, bu olayda benim herhangi bir suçum yoktur, ben şirketle hiç bir zaman ilgilenmedim, benden defter ve belgeler istendiğinde de ben …’nın yanına giderek defter ve belgeleri vermesini istedim, ancak bana defter ve belgelerin olmadığını söylediler, bende veremedim, bu şahıslar beni de mağdur etmiştirler” şeklindeki savunması, diğer sanık …’ın da “Ben …’e iş aramak için gitmiştim,… İlinde beni … karşıladı ve bana bir arkadaşının olduğunu ve arkadaşının şirketi olduğunu, orada çalışabileceğimi ancak noterde birkaç imza atmam gerektiğini söyledi, ben de … ile birlikte notere gittim, notere gittiğimizde sanık … de yanımızdaydı, ben…’a güvendiğim için noterde imzalattırılan evrakları okumadan imzaladım, hem … hem de … bana şirketin sadece sorumlusu olacağımı söylediler, daha sonra …’e gitmemi istediler ve 4-5 ay boyunca kendilerini aramamamı istediler, ben de kendilerini aramadım, onlar da beni aramadılar, bu yüzden ben de …’de kendime iş buldum ve …’e gitmedim, ben herhangi bir şekilde sahte fatura düzenlemedim, bu olay tamamen …’a güvendiğimden dolayı başıma gelmiştir.” şeklinde sanık …’ı teyit eder şekilde savunmada bulunmuş olması, sanıkların ortak gözüktükleri şirketin Bs formlarında satış yaptıkları anlaşılan …’un banka aracılığıyla ödediği mal bedellerinin sanığın vekalet verdiği … tarafından tahsil edilmesi, … ve …’nın ise sanığın şirketinin alımlarını yaptığı ve tamamen sahte fatura düzenlemek için kurulduğuna dair vergi inceleme raporları bulunan … limited ve … Metal Limited Şirketlerinin ortakları olması karşısında; gerçeğin kuşkuya yer vermeyecek şekilde belirlenmesi ve sahte fatura düzenleme eyleminin sanık … ve sanık … tarafından gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğinin belirlenmesi için sanık … ve … tarafından şirket faaliyetleriyle ilgili beyanname, şirkete ait bir belge düzenleyip düzenlemedikleri, müdür veya ortak sıfatıyla şirketten bir maaş ya da pay alıp almadıklarının araştırılması, …, …, …ve …’ın tanık olarak dinlenmesi, haklarında sanıkların ortağı oldukları mükellef şirketle bağlantılı vergi ve ceza soruşturmaları bulunup bulunmadığı ve mükellef şirketin faaliyetini gerçekte yürüten kişiler olup olmadıkları, sanıkların adı geçen kişilere ait şirketlerde ortaklıklarının bulunup bulunmadıklarının araştırılması, suça konu faturalar ve şirketin kuruluş aşamasındaki belgelerdeki imza ve yazıların aidiyeti bakımından bu kişiler ile sanıkların imza ve yazı örneklerinin alınarak bilirkişi incelemesi yaptırılması, şirketin fatura kestiği şirket yetkililerinin belirlenip tanık olarak dinlenmeleri, dosya içerisinde 2009, 2010 yıllarına ait çok sayıda fatura ile 2008 yılına ait 1 adet faturanın bulunduğu anlaşıldığından fatura ayrıntılarının Vergi Dairesi’nden sorularak dava açılan her takvim yılı için kanaat oluşturacak sayıda fatura aslı ya da onaylı suretinin de dosya arasına konulmasından sonra sonucuna göre sanığın hukuki durumunun değerlendirilmesi yerine eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması,
Kabule göre de;
2-)5271 Sayılı CMK’nun 225. maddesi uyarınca hükmün konusu, duruşmanın neticesine göre iddianamede gösterilen fiilden ibaret olup, bunun dışına çıkılarak davaya konu edilmeyen eylem esas alınarak hüküm kurulamayacağı halde sanık hakkında, vergi tekniği ve vergi suçu raporu ile kurum mütalasında yer almayıp iddianame ile de kamu davası açılmamış olan 2012 takvim yılında da sahte belge düzenlemek suçundan mahkûmiyetine hükmedilmesi,
SONUÇ : Yasaya aykırı, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu sebeple yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebepten dolayı 5320 Sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 Sayılı CMUK’nun 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, bozma kararının gerekçesine göre temyiz talebi reddedilen sanık …’a da sirayet ettirilmesine, 25.04.2016 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2016/3157
2016/2732
10.3.2016
DAVA : Dosya incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR : Sanığın yokluğunda verilen mahkûmiyet hükmüne dair tebligatın, Tebligat Kanun’un 21. maddesine göre en yakın komşuya haber verilmesi şartına uyulmaksızın tebliğ edilerek kesinleştirildiği anlaşılmakla; yapılan tebligat usulsüz olup, sanığın eski hale getirme ve temyiz isteğinin haklı, temyizin öğrenme üzerine ve süresinde olduğu anlaşılmakla; eski hale getirme konusunda karar verme yetkisi Yargıtay’a ait olup temyiz talebinin reddine dair 06.08.2015 tarihli ek kararın hukuki değerden yoksun olması sebebiyle bu karar kaldırılmak suretiyle yapılan incelemede,
Sanığın, katılandan satın aldığı mal karşılığında katılana suça konu sahte çeki düzenleyip vermek suretiyle sahtecilik ve dolandırıcılık suçlarını işlediğinin iddia olunduğu olayda;
1-)Sahtecilik suçundan kurulan hükme yönelik yapılan temyiz itirazlarının incelenmesinde;Sanığın, katılandan satın aldığı mal karşılığında sahte çek düzenlemek şeklindeki eyleminin sahtecilik suçunu oluşturduğuna yönelik kabülde isabetsizlik görülmemiştir.TCK’nın 53/1. maddesinde düzenlenen ve Anayasa Mahkemesi’nin 24.11.2015 tarih ve 29542 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 08.10.2015 tarih, 2014/140 E, 2015/85 Sayılı iptal kararının infaz aşamasında gözetilmesi mümkün görülmüştür.
Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, sanık müdafiinin yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle hükmün ONANMASINA,
2-)Dolandırıcılık suçundan kurulan hükme yönelik yapılan temyiz itirazlarının incelenmesinde;Sanığın, katılandan satın aldığı mal karşılığında katılana suça konu sahte çeki vermek şeklindeki eyleminin dolandırıcılık suçunu oluşturduğuna yönelik kabülde isabetsizlik görülmemiştir.5237 Sayılı TCK’nın 158. maddesinin 1. fıkrasının (e), (f), (j) ve (k) bentlerinde belirtilen nitelikli hallerde suçtan elde edilen haksız menfaati belli ise; TCK’nın 52. madde hükmü de gözetilmek sureti ile haksız menfaatin iki katından az olmayacak şekilde temel adli para cezası aynı Kanun’un 61. maddesi uyarınca gün olarak belirlenerek artırım ve indirimler gün üzerinden yapıldıktan sonra, ortaya çıkacak sonuç gün sayısı ile bir gün karşılığı 52/2. madde hükmü gereğince 20-100 TL arasında takdir edilecek miktarın çarpılması neticesinde sonuç adli para cezasının belirlenmesi gerekirken doğrudan elde edilen haksız menfaatin iki katı esas alınmak suretiyle ceza tayini sonucu etkilemediğinden bozma nedeni yapılmamıştır.Sanık müdafiinin yerinde görülmeyen diğer temyiz itirazlarının reddine, ancak;
a-)Katılanın, zararının sanık tarafından giderilmediği yönündeki 17.04.2015 tarihli beyanından sonra, sanığın 16.06.2015 tarihindeki beyanında “çek karşılığı olan 32.000 TL’yi mal ile birlikte …’e iade ettim, bunun iade edildiği banka kayıtlarında mevcuttur, daha sonra…’e kendi şirketimin 32.000 TL bedelli çekini verdim, ilave senetlerde verdim, daha sonra malları iade ederek alışverişimizi sonlandırdım” şeklinde beyanda bulunduğunun anlaşılması karşısında; katılana, zararının giderilip giderilmediği hususunun sorularak ve zararın hangi tarihte giderildiği hususu araştırılarak sonucuna göre TCK’nın 168. maddesinin uygulanıp uygulanmayacağının kararda tartışılmamış olması,b-TCK’nın 53/1. maddesinde düzenlenen hak yoksunluklarının uygulanması bakımından, Anayasa Mahkemesi’nin 24.11.2015 tarih ve 29542 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 08.10.2015 tarih, 2014/140 E, 2015/85 Sayılı iptal kararının uygulanması zorunluluğu,
SONUÇ : Bozmayı gerektirmiş, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan, hükmün bu nedenlerle, 5320 Sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 Sayılı CMUK’un 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 10/03/2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2016/116
2016/3545
1.3.2016
DAVA : Dosya incelenerek gereği düşünüldü;
KARAR : Yokluğunda hüküm kurulan sanık …’e 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 21. maddesi uyarınca 4.4.2014 tarihinde tebligat yapılmış ise de, tebligat evrakında, haber verilmesi gereken en yakın komşusunun isminin belirtilmemesi ve imzasının alınmaması sebebiyle yapılan tebligat usulsüz olduğundan, sanığın 26.10.2015 havale tarihli temyiz isteminin süresinde olduğu belirlenerek yapılan incelemede;
5237 Sayılı TCK’nın 53. maddesinin bazı bölümlerinin iptaline dair Anayasa Mahkemesi’nin 24.11.2015 tarihinde yürürlüğe giren 8.10.2015 gün ve 2014/140 esas, 2015/85 Sayılı kararı da nazara alınarak bu maddede öngörülen hak yoksunluklarının uygulanmasının infaz aşamasında gözetilmesi mümkün görülmüştür.
Sanık … hakkında kurulan hükümler ile suça sürüklenen çocuk … hakkında konut dokunulmazlığının ihlali suçundan kurulan hükme yönelik temyiz isteminin incelenmesinde;
Yapılan duruşmaya, toplanan delillere, gerekçeye, hâkimin kanaat ve takdirine göre temyiz itirazları yerinde olmadığından reddiyle hükümlerin istem gibi ONANMASINA,
Suça sürüklenen çocuk … hakkında hırsızlık ve mala zarar verme suçlarından kurulan hükümlere yönelik temyiz isteminin incelenmesinde;
Dosya içeriğine göre sair temyiz itirazları yerinde görülmemiştir, Ancak;
5237 Sayılı TCK’nın 50/3.maddesinde daha önce hapis cezası ile mahkûm olmayan 18 yaşını doldurmamış çocukların mahkûm edildiği bir yıl veya daha az süreli hapis cezalarının aynı maddenin birinci fıkrasında yazılı seçenek yaptırımlardan birine çevrileceği belirtilmiş, 5275 Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 106/4. maddesinde “Çocuklar hakkında hükmedilen adli para cezasının ödenmemesi halinde bu ceza hapse çevrilemez, bu takdirde onbirinci fıkra hükmü uygulanır.” şeklinde düzenleme yapılmıştır.
Her ne kadar 5237 Sayılı TCK’nın 50/6. maddesinde seçenek tedbirin yerine getirilmemesi halinde tedbire çevrilen kısa süreli hapis cezasının tamamen veya kısmen infazına karar verileceği belirtilmiş ise de, yukarda açıklanan düzenlemeler karşısında 5237 Sayılı TCK’nın 50/6. maddesinin çocuklar yönünden uygulanamayacağı, hükmolunan seçenek tedbirin yerine getirilmemesi halinde diğer seçenek tedbirlerden birine veya adli para cezasına karar verilebileceği sonucuna varılmaktadır.
Bu itibarla kısa süreli hapis cezasından çevrilen seçenek tedbirin yerine getirilmemesi halinde hapis cezasının tamamen veya kısmen infaz edileceği ihtarı yapılamayacağı gözetilmeden yazılı şekilde karar verilmesi,
SONUÇ : Bozmayı gerektirmiş, suça sürüklenen çocuk müdafinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebepten dolayı BOZULMASINA, ancak bu aykırılığın aynı Kanun’un 322. maddesine göre düzeltilmesi mümkün olduğundan, “Taksitlerden birinin ödenmemesi durumunda kalan tüm taksitlerin SSÇ’dan tahsili ile ödenmeyen para cezasının hapse çevrilmesine,” dair bölümün hüküm fıkrasından çıkartılmasına karar verilmek suretiyle, diğer yönleri usul ve yasaya uygun bulunan hükmün DÜZELTİLEREK ONANMASINA, 1.3.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2015/9527
2016/1875
15.2.2016
DAVA : Yerel Mahkemece verilen hükümler temyiz edilmekle, kararların nitelik, ceza türü, süresi ve suç tarihine göre dosya görüşüldü:
KARAR : Sanığa, 7201 Sayılı Tebligat Kanununun 21. maddesine göre yapılan ilk tebligatın komşusuna haber verilmemesi sebebiyle usulüne uygun olmadığı, anlaşılmakla; temyizin süresinde olduğunun kabulüyle yapılan incelemede;
1-)Sanık hakkında hırsızlık suçundan kurulan hükme yönelik temyiz isteminin incelenmesinde;
Müştekiye ait 3 plaka sayılı, evin önündeki otoparkta kilitli vaziyette bulunan aracı kelebek camını kırarak kapılarını açıp çalmaya kalkışan sanığın eylemi 5237 Sayılı TCK’ nın 142/1-b. maddesinde düzenlenen suçu oluşturmasına rağmen yazılı şekilde karar verilmesi sonuç ceza değişmeyeceğinden, bozma nedeni yapılmamıştır.
Anayasa Mahkemesi’nin karar tarihinden sonra 24.11.2015 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 08.10.2015 gün, 2014/140 Esas ve 2015/85 Karar sayılı TCK’nın 53. maddesinin bazı bölümlerinin iptaline dair kararının infazda gözetilmesi olanaklı görülmüştür.
Yapılan duruşmaya, toplanan delillere, gerekçeye, hakimin kanaat ve takdirine göre sanık C.. T.. ‘nun temyiz itirazı yerinde olmadığından reddiyle, eleştiri dışında usul ve yasaya uygun olan hükmün ONANMASINA,
2-)Sanık hakkında mala zarar verme suçundan kurulan hükme yönelik temyiz isteminin incelenmesinde;
Mağdura ait 3 plaka sayılı aracı çalmak için sanık tarafından araç camının kırıldığı, düz kontak yapabilmek için direksiyon altındaki kutunun söküldüğü anlaşılmakla, malın çalınması sırasında eşyaya verilen zarardan dolayı ayrıca mala zarar verme suçundan ceza verilmeyeceğinin gözetilmemesi,
SONUÇ : Bozmayı gerektirmiş, sanık ..’nun temyiz itirazı bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan, hükmün bu sebepten dolayı isteme aykırı olarak BOZULMASINA, 15/02/2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2015/19569
2015/8320
17.12.2015
DAVA : Dosya incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR : Sanığın yokluğunda verilen mahkûmiyet hükmüne dair tebliğatın, Tebliğat Kanunun 21. maddesine göre en yakın komşuya haber verilmesi şartına uyulmaksızın tebliğ edilerek kesinleştirildiği anlaşılmakla; yapılan tebligat usulsüz olup, sanığın eski hale getirme ve temyiz isteğinin haklı, temyizin öğrenme üzerine ve süresinde olduğu anlaşılmakla; eski hale getirme konusunda karar verme yetkisi Yargıtay’a ait olup temyiz talebinin reddine dair 26.11.2013 tarihli ek kararın hukuki değerden yoksun olması sebebiyle bu karar kaldırılmak suretiyle yapılan incelemede,
Temyize gelmeyen sanık …’in katılana Giresun televizyonunda çalıştığını, yeni bir mağaza açtıklarını ve hediye dağıttıklarını söyleyerek katılana bir zarf verdiği, bir müddet sonra kendisini şirketin müdürü olarak tanıtan sanığın geldiği ve birlikte zarfı açtıkları ve sanıkların zarftan fırın çıktığını ve size bilgisayarda getireceğiz ayrıca 200 TL indirim çeki kazandınız şeklinde beyanda bulunarak katılandan 440 TL aldıkları ve katılana gerçek piyasa değeri 190 TL olan fırın ve tencere sattıklarından ve sanıkların aynı yöntemle şikayetçi… da piyasa değerlerinin çok üzerinde mutfak eşyası satarak 495 TL meblağlı sözleşme imzalattıklarından fikir ve eylem birliği içerisinde dolandırıcılık suçunu işlediklerinin iddia olunduğu olayda; sanığın, temyize gelmeyen diğer sanık ile birlikte hileli ve aldatıcı hareketlerle katılan ile şikayetçinin zararına kendi yararına haksız menfaat temin ettiğinden eylemlerinin dolandırıcılık suçunu oluşturduğuna yönelik mahkemenin kabulünde bir isabetsizlik görülmemiştir.
Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, sanığın yerinde görülmeyen diğer temyiz itirazlarının reddine, ancak;
5237 Sayılı TCK’nın 53/1. maddesinde düzenlenen hak yoksunluklarının, Anayasa Mahkemesi’nin 24.11.2015 tarih ve 29542 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 8.10.2015 tarih, 2014/140 E, 2015/85 Sayılı iptal kararı doğrultusunda infaz aşamasında gözetilmesi mümkün görülmekle beraber, maddenin (b) fıkrasında yer alan “ve diğer siyasi hakları kullanmaktan” şeklindeki ibarenin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi ve ayrıca TCK’nın 53. maddesinin 3. fıkrası uyarınca 53/1-c bendindeki “velayet hakkından; vesayet veya kayyımlığa ait bir hizmette bulunmaktan” yoksunluğun sanığın sadece kendi altsoyu yönünden koşullu salıverme tarihine kadar süreceği, altsoyu haricindekiler yönünden ise hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar devam edeceğinin gözetilmemiş olması sebebiyle bu hususlar,
SONUÇ : Bozmayı gerektirmiş, sanığın temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükümlerin 5320 Sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 Sayılı CMUK’nın 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, ancak yeniden yargılama yapılmasını gerektirmeyen bu hususların aynı Kanun’un 322. maddesi uyarınca düzeltilmesi mümkün bulunduğundan, TCK’nın 53/1. maddesinin uygulanmasına dair (c) bendinin hükümlerden çıkartılarak yerine “TCK’nın 53. maddesinin 3. fıkrası uyarınca 1. fıkranın (c) bendinde yer alan kendi alt soyu üzerindeki velayet, vesayet veya kayyımlık yetkilerinin koşullu salıverilme tarihine, altsoyu haricindekiler yönünden ise hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar yoksun bırakılmasına” cümlesinin eklenmesi ve TCK’nın 53/1. maddesinin (b) bendinin uygulanmasına dair kısımlarda yer alan “ve diğer siyasi hakları kullanmaktan” ibaresinin tamamen çıkartılması suretiyle sair yönleri usul ve yasaya uygun bulunan hükümlerin DÜZELTİLEREK ONANMASINA, 17.12.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2015/7823
2015/17286
22.6.2015
DAVA : Yerel mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle; başvurunun nitelik, ceza türü, süresi ve suç tarihine göre dosya okunduktan sonra Türk Milleti adına gereği görüşülüp düşünüldü;
KARAR : Sanık müdafii 25.03.2014 tarihli dilekçesinde sanığa gönderilen tebligattan komşularının haberinin olmadığı, bilgi kağıdının kapıya yapıştırılmadığı ve muhtarın müvekkilini bilgilendirmediği,
Sanığın da haberi olmadığı böylece yapılan tebligatın usulsüz olduğunu öne sürdüğüne göre, 5271 Sayılı MK.nun 42/1.maddesi uyarınca temyiz talebini de içeren eski hale getirme istemi konusunda karar verme yetkisi dairemize ait bulunduğundan mahkemenin eski hale getirme talebi hakkında verdiği 28.03.2014 tarihli 2013/381 esas, 2013/896 karar sayılı ek-karar hukuken geçersiz ve yok hükmünde olup, bu konuda verilen ek karar kaldırılarak yapılan incelemede;
Sanığın adreste bulunmama sebebi gösterilmeyen, ve haber verilen komşunun adı soyadı imzası bulunmayan 05.02.2014 tarihli tebligatla yapılan gerekçeli karar tebliğinin 7201 Sayılı Tebligat Yasasına uygun yapılmadığı anlaşılmakla, eski hale getirme talebinin kabulüyle öğrenme üzerine sanık müdafıinin temyiz istemi yasal süresinde kabul edilerek 23.12.2013 tarihli hükme yönelik yapılan incelemede;
SONUÇ : Yapılan duruşmaya, toplanan ve karar yerinde açıklanan delillere, gösterilen gerekçeye ve takdire göre sanık müdafıinin yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle hükmün ONANMASINA, 22.06.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2014/12208
2014/14626
9.7.2014
DAVA : Yerel mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle; başvurunun nitelik, ceza türü, süresi ve suç tarihine göre dosya okunduktan sonra Türk Milleti adına gereği görüşülüp düşünüldü;
KARAR : 1-5271 sayılı CMK’nın 42/1.maddesi uyarınca; eski hale getirme isteği hakkında karar verme görevi temyiz incelemesini yapacak Dairemize ait olup, sanık müdafii temyiz talebi ile beraber eski hale getirme talebinde de bulunduğundan yerel mahkemenin 06.06.2012 tarihli ve 2011/540 Esas 2011/104 sayılı süreden sonra yapılan temyiz talebinin reddine dair kararı hukuken geçersiz ve yok hükmünde kabul edilip, kaldırılarak, sanık müdafiinin 29.05.2012 tarihli eski hale getirme istemine yönelik yapılan incelemede;
Sanığın mernis adresinden taşınmış olduğu da belirtilerek doğrudan Tebligat Kanunu 21.maddesi gereğince, komşuya da haber verilmeden 27.03.2012 tarihinde yapılan tebligat usulsüz olup, bu nedenle sanık müdafiinin karardan 28.05.2012 tarihinde haberdar olunduğu yönündeki beyanı da yerinde görüldüğünden eski hale getirme talebi kabul edilerek Mersin 3.Asliye Ceza Mahkemesinin 15.02.2012 tarihli mahkumiyet kararına yönelik temyiz incelenmesinde;
10.05.2011 tarihli olay, yakalama ve muhafaza altına alma ve teslim tutanağına göre sanığın ikametgahında aramada 15 adet 6 kg’lık dolu O.., 5 adet 6 kg’lık dolu A .. 2 adet 1.5 kg’lık dolu O.., 2 adet 650 gr’lık dolu C.., 230 adet boş C.. ambalajı 334 adet boş O.. ambalajı, 5 adet boş A.. ambalajı, 1 adet silikon tabanca 35 adet dolu silikon tüpü, 1 adet ambalaj makinesi ve aracının içinde 39 adet 6 kg’lık dolu O.. ve 11 adet 6 kg’lık dolu A..markalı deterjanlar ve ürünler bulunmuştur.
Sanığa atılı marka hakkına tecavüz suçunun 556 sayılı KHK’nin 5833 sayılı yasa ile değişik 61/A-6 maddesi gereğince soruşturma ve kovuşturması şikayete bağlıdır.
Omo, omomatik markaları hakkında Ü.. N.V (Ü..S.. ve Tic. A.Ş.) adına Avukat M..Y.. tarafından şikayet dilekçesi verildiği, dosyada mevcut vekaletnamesinin Türk şirketi adına olduğu ünilever San. Ve Tic. A.Ş. Vekili Av. E.. A..’ın talimat mahkemesinde katılma talebinde bulunduğu, ancak bu vekilin dosyada vekaletnamesinin olmadığı,
Calgon, calgonit markaları hakkında R… B… T.. M..San. Tic. A.Ş. Vekili Av. T.. K.. şikayetçi olup, aynı şirket adına talimat mahkemesinde Av. Ç.. S.. katılma talebinde bulunduğu ve her iki vekilinde dosyada vekaletnamelerinin olmadığı,
A.., arielmatik markaları hakkında The P.. G..& C..Tük. Malz. San.Tic. A.Ş. Vekili Av.S.. M.. demiryürek’in talimat mahkemesinde 12.09.2011 tarihinde katılma talebinde bulunmasına rağmen bu şirketler adına vekaletname veya yetki belgesinin olmadığı gözetilerek
Türk Patent Enstitüsünden suç konu markalara ait marka tescil belgeleri celbedilip adı geçen markaların sahiplerinin belirlenmesi, yabancı şirketler adına tescilli iseler bu firmaların şikayet eden veya yargılamaya katılma talep eden firmalara suç tahinde geçerli lisans sözleşmeleri ile marka hakkının devri olup olmadığı veya şikayet eden veya katılma talep eden vekillere yabancı şirketler tarafından verilmiş vekaletname veya yetki belgelerinin bulunup bulunmadığı araştırılarak, şikayet eden ve yargılamaya katılma talep eden ve dosyada vekaletnameleri bulunmayan adı geçen vekillerin de varsa vekaletname veya yetki belgelerinin temin edilmesinden sonra şikayet ve yargılamaya katılma haklarının bulunup bulunmadığı tespit edilerek sonucuna göre sanığın hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekirken eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi,
Kabul ve uygulamaya göre;
2-Aynı gün yapılan aramada farklı firmalar adına tescilli markaların taklidi olan ürünlerin bulunması karşısında, sanığın eyleminin 5237 sayılı TCK’nın 43.maddesinin birinci ve ikinci fıkraları gereğince bir suç işleme kararının icrası kapsamında aynı suçun birden fazla kişiye karşı tek bir fiile işlenmesi sebebiyle zincirleme suç kapsamında kaldığı gözetilmeden karar verilmesi,
3-Suçun işleniş bicimi, suç konusunun önem ve değeri tamamen haksız çıkar sağlama amacına yönelik suç sebep ve saiki, fiilden sonraki davranışları gözetilerek alt sınır ceza yeterli görüldüğü belirtildiği halde takdiren ve teşdiden asgari had aşılıp yazılı şekilde ceza tayinini suretiyle hükümde çelişkiye düşülmesi,
SONUÇ : Yasaya aykırı, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden hükmün 5320 sayılı Yasa’nın 8/1.maddesi gereğince yürürlükte bulunan 1412 sayılı CMUK.nun 321.maddesi uyarınca BOZULMASINA, başka bir suçtan tutuklu veya hükümlü bulunmadığı takdirde bu suçtan TAHLİYESİNE 09.07.2014 günü oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2010/1942
2011/36617
17.10.2011
DAVA : Dosya incelenerek gereği düşünüldü;
KARAR : 1-) Sanık Ayhan Aydın’a 16.7.2007 tarihinde 7201 Sayılı Tebligat Kanununun 21. maddesi uyarınca yapılan temyiz isteminin reddine dair karar tebliği, muhatabın adreste bulunmama nedeninin araştırılmaması ve komşusuna haber verilmemesi sebebiyle usulsüz olduğundan öğrenme üzerine bu kararı 3.9.2007 tarihinde temyiz eden sanık Ayhan Aydın’ın temyiz isteminin yasal süresinde olduğu belirlenerek yapılan incelemede:
Sanığın mala zarar verme suçundan kurulan hükme yönelik temyiz isteminin reddine dair 28.6.2007 gün ve 2004/132 esas-2007/73 Sayılı kararda bir isabetsizlik görülmediğinden, bu karara yönelik temyiz itirazlarının reddiyle, temyiz isteminin reddine dair kararın istem gibi ONANMASINA,
2-) Sanık Kaan Aydın’ın daha önce kasıtlı bir suçtan mahkum olduğu anlaşıldığından, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilmesi için aranan, 5271 Sayılı C.M.K.nun 231/6. maddesinin (a) bendinde yazılı “kasıtlı bir suçtan mahkum olmama” koşulunun bulunmaması nedeniyle, hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilemeyeceği belirlenerek, bu sanık elektrik enerjisi suçundan kurulan hükme yönelik temyiz isteminin incelenmesinde:
Gerekçeli karar başlığında, sanık Kaan Aydın’ın doğum tarihinin 24.8.1967 yerine 20.3.1978 olarak yanlış yazılması mahallinde düzeltilmesi mümkün maddi hata olarak kabul edilmiştir.
Yapılan duruşmaya toplanan delillere, gerekçeye, hakimin kanaat ve takdirine göre temyiz itirazları yerinde olmadığından reddiyle hükmün istem gibi ONANMASINA,
Sanık Ayhan Aydın hakkında tehdit suçundan kurulan hükme yönelik temyiz isteminin incelenmesinde:
Hükümden sonra 8.2.2008 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak aynı gün yürürlüğe giren 5728 Sayılı Kanunun 562. maddesiyle değişik 5271 Sayılı C.M.K.nun 231. maddesi uyarınca ve bu maddenin 6. fıkrasına 25.7.2010 tarihinde yürürlüğe giren 6008 Sayılı Kanunun 7. maddesiyle eklenen cümle de gözetilerek; hükmolunan cezanın tür ve süresine göre hükmün açıklanmasının geri bırakılıp bırakılmayacağı hususunun değerlendirilmesinde zorunluluk bulunması.
SONUÇ : Bozmayı gerektirmiş, sanık Ayhan Aydın’ın temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan diğer yönleri incelenmeyen hükmün bu sebeplerden dolayı istem gibi BOZULMASINA, temyiz harcının istenmesi halinde iadesine, 17.10.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Yapılan tebligatta borçlunun adreste bulunmama sebebi ve tevziat saatlerinden sonra dönüp dönmeyeceği tespit edilmediği gibi, haber verildiği belirtilen komşusunun imzasının alınmadığı, imzadan imtina durumunun da belirlenmediği görüldüğünden tebliğ işlemi 7201 Sayılı Kanunun 21/1 maddesi ile Tebligat Tüzüğünün 28. Maddesi hükümlerine aykırı olup usulsüzdür. Tebligat Tüzüğünün 28. Maddesi tebliğ memuruna ilgilinin neden adreste bulunmadığını tahkik etme görevini yüklemiştir.HGK 25.01.2006,2005/2-772/17 Sayılı Kararı
TK’nın 21/1 maddesine göre tebliğe çalışıldığı, anılan tebliğ mazbatasında muhatabın adresten geçici mi ya da sürekli mi ayrıldığının, adreste bulunmama sebebinin ve tevziat saatlerinden sonra dönüp dönmeyeceğinin Tebligat Yönetmeliği’nin 35 maddesi gereğince, aynı yönetmeliğin 30.maddesinde sayılardan kişilerden sorularak tespit edilmediği görülmüştür. Bu hali ile tebliğ işlemi 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 21/1 ve 23/7 . Maddeleri ile Tebligat Yönetmeliğinin 30.ve 35. Maddeleri hükümlerine uygun yapılmamış olmakla usulsüzdür.Y12HD.10.04.2014,2014/8115,2014/10629
Yönetmeliğin 30. Maddesi, tebliğ memuruna ilgilinin neden adreste bulunmadığını tahkik etme görevini yüklemiştir.Buna göre tebliğ memuru tahkik etmekle kalmayıp, tevsike yönelik yaptığı tahkikatın sonucunu Tebligat Kanunu’nun 23/7. Ve Tebligat Yönetmeliğinin 35/f bendi gereğince tebliğ evrakına yazacak ve maddede açıkça belirtildiği üzere ilgilisine imzalatacaktır. Ancak bu şekilde yapılan işlemin usulüne uygun olup olmadığı hakim tarafından denetlenebilir. Muhatabın tebliğ adresinde ikamet etmekle birlikte kısa ya da uzun süreli ve geçici olarak adreste bulunmadığının, tevziat saatlerinden sonra geleceğinin beyan ve bunun tevsik edilmesi halinde ancak, maddede sayılanlardan, örneğin muhtara imza karşılığı tebliğ edilip, 2 numaralı fişin kapıya yapıştırılması ve komşunun durumdan haberdar edilmesi işlemlerine geçilebilecektir. Y12HD.08.04.2014,2014/7875,2014/10307
Tebligat parçasında, aranılan adreste muhataba rastlanmadı, komşudan soruldu, muhatabın nerede olduğu ve ne zaman döneceğinin bilinmediği öğrenildi denilerek muhtara tebliğ yapıldığı, komşu Ali D…’e haber verildiği, isim ve imzadan kaçındığı ve haber kağıdı kapıya yağıştırılıp evrakın mahalle muhtarına teslim edildiğine dair şerh düşülmüş ise de, dağıtım saatlerinde davalının nerede olduğu belirtilmemiştir. Yukarıda belirtilen düzenlemeler uyarınca davalıya yapılan gerekçeli karar tebliği usulüne uygun değildir. Y4HD.18/11/2013,2012/18912,2013/17966
Tebliğ evrakında muhatabın neden adreste bulunmadığı adresten kısa süreli mi yoksa uzun süreli mi ayrıldığına ilişkin bir kayıt bulunmamaktadır. Tebliğ işlemi usulsüzdür YHGK.12.06.2013,2013/12-19,2013/817
YARGITAY
SEKİZİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas | : 2016/21933 |
Karar | : 2017/192 |
Tarih | : 16.01.2017 |
- İCRA EMRİNİN BORÇLU ASİLE TEBLİĞİ ZORUNLUDUR
- İCRA ÖDEME EMRİNİN VEKİLE TEBLİĞ ZORUNLULUĞU
- 1136 s. AK
- 41
- 6100 s. Hukuk Muhakemeleri K
- 73
- 81
- 82
- 83
- 2004 s. İİK
- 61
- 76
- 338
- 7201 s. Tebligat K
- 11
ÖZET
YARGITAY
SEKİZİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas | : 2015/8382 |
Karar | : 2017/9464 |
Tarih | : 21.06.2017 |
Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş olup hükmün davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü.
K A R A R
Borçlu vekili, borçlunun kendisini vekil ile temsil ettirmesine rağmen borçlu asile yapılan icra emri tebliğinin usulsüz olduğunu açıklayarak takibin iptaline karar verilmesini istemiştir.
Mahkeme’ce, borçlu adına çıkartılan tebligatın usulsüz olduğu gerekçesiyle tebligatın iptaline karar verilmiştir. Hüküm, alacaklı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
HMK’nun 73, 81, 82, 83, Avukatlık Kanunu’nun 41, Tebligat Kanunu’nun 11. maddeleri gereğince vekille takip edilen işlerde vekile tebligat zorunludur.
Ne var ki vekile tebliğ zorunluluğunun bulunması asile tebligat yapılması lüzumunu ortadan kaldırmaz. Şöyle ki; İİK’nun 76. maddesinde düzenlenen mal beyanında bulunmamak suçu, 338. maddesinde düzenlenen hakikate muhalif beyanda bulunma suçu gibi icra-iflas suçlarında borçlunun cezalandırılabilmesi için icra emrinin borçlunun vekiline değil, kendisine tebliğ edilmiş olması gerekir. (Prof. Dr. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. baskı, cilt 2, sh: 1280) Cezaların şahsiliği kuralı gereğince borçlu asilin cezai yönden sorumlu tutulabilmesi için icra emrinin borçlu asile tebliği zorunludur.
Somut olayda, borçlunun vekil ile temsil edilmesi nedeniyle icra takibinde tebliğ işlemlerinin adı geçenin vekiline yapılmadığı asile yapıldığı anlaşılmıştır. Bu durumda icra emrinin asile tebliğ işlemi usulsüz olmayıp, vekile de icra emrinin tebliğ edilmemesi noktasında tebliğ işlemi eksikliği söz konusudur.
O halde Mahkeme’ce, yasal sürelerin vekile tebliğ ile başlayacağı göz önüne alınarak icra emrinin vekile tebliği işleminin sağlanması yönünde hüküm kurulması ve bununla yetinilmesi gerekirken, yazılı gerekçeyle borçlu asil adına çıkartılan tebligatın iptaline karar verilmesi isabetsizdir.
SONUÇ: Alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile Mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, taraflarca İİK’nun 366/3. maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 10 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, 21.06.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
YARGITAY
SEKİZİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas | : 2015/11471 |
Karar | : 2017/14044 |
Tarih | : 30.10.2017 |
Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş olup hükmün davalı tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü.
KARAR
Borçlu vekili; takibe konu dayanak ilamda vekil edeninin vekil marifeti ile temsil edildiğini icra emrinin ise vekile değil asile tebliğ edildiğini belirterek usulsüz tebligatın iptalini talep etmiştir. Mahkemece şikayetin kabulü ile icra emrinin iptaline karar verilmiş, karar alacaklı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
HMK’nun 73, 81, 82, 83, Avukatlık Kanunu’nun 41., Tebligat Kanunu’nun 11. maddeleri gereğince vekille takip edilen işlerde vekile tebligat zorunludur. Anılan bu düzenlemeler gereğince tebligatın vekile yapılması ile yasal süreler işlemeye başlar, yine bu tarihe göre takip kesinleştirilerek takibe devam işlemleri yapılır.
Ne var ki vekile tebliğ zorunluluğunun bulunması asile tebligat yapılması lüzumunu ortadan kaldırmaz. Şöyle ki, 2004 sayılı İcra-İflas Kanunu’nun 76. maddesinde mal beyanında bulunmamak suçu, 338. maddesinde düzenlenen hakikate muhalif beyanda bulunma suçu gibi icra-iflas suçlarında borçlunun cezalandırılabilmesi için icra emrinin borçlunun vekiline değil, kendisine tebliğ edilmiş olması gerekir. (Prof. Dr. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. baskı, cilt 2, sh: 1280) Cezaların şahsiliği kuralı gereğince borçlu asilin cezai yönden sorumlu tutulabilmesi için icra emrinin borçlu asile tebliği zorunludur.
Bu durumda icra emrinin asile tebliğ işlemi usulsüz olmayıp, vekile de tebliğ edilmemesi noktasında tebliğ işlemi eksikliği söz konusudur. O halde Mahkemece, icra emrinin vekiletebliği suretiyle eksikliğin ikmali yönünde hüküm kurulması gerekirken, yazılı gerekçeyle şikayetin kabulü ile borçlu asile tebliğ edilen 05.08.2014 tarihli icra emrinin iptaline karar verilmesi doğru değildir.
SONUÇ: Alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366. ve 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, taraflarca İİK’nun 366/3. maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 10 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, 30.10.2017 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
YARGITAY
ONİKİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas | : 2018/2016 |
Karar | : 2018/6338 |
Tarih | : 19.06.2018 |
- İCRA EMRİNİN VEKİLE TEBLİĞ EDİLMEMESİ
- 7201 s. Tebligat K
- 11
- Tebligat Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelik
- 18
ÖZET
YARGITAY
SEKİZİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas | : 2014/25788 |
Karar | : 2015/790 |
Tarih | : 16.01.2015 |
- ASİLE TEBLİGAT
- ŞİKAYET
- VEKİLLE TAKİP EDİLEN İŞLERDE TEBLİGAT
- 6100 s. Hukuk Muhakemeleri K
- 73
- 81
- 82
- 83
- 2004 s. İİK
- 76
- 7201 s. Tebligat K
- 11
ÖZET
YARGITAY
SEKİZİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas | : 2014/21149 |
Karar | : 2015/22878 |
Tarih | : 21.12.2015 |
Alacaklı tarafından borçlu aleyhine ilama dayalı olarak başlatılan takipte, borçlu vekili İcra Mahkemesi’ne başvurusunda, icra emrinin vekil değil asile tebliğ edildiğini, icra emrinde alacağın hangi aylara ilişkin olduğunun belirtilmediğini ileri sürerek icra emrinin iptalini istemiştir.
Mahkemece, vekil varken asile tebligat yapılmasının usulsüz olduğu gerekçesiyle icra emrinin iptaline karar verilmiştir. Hüküm alacaklı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 11, Avukatlık Kanunu’nun 41 ve HMK’nun 73, 81, 82 ve 83. maddeleri gereğince vekil ile takip edilen işlerde tebligatın vekile yapılması zorunludur.
Ne var ki vekile tebliğ zorunluluğunun bulunması asile tebligat yapılması lüzumunu ortadan kaldırmaz. Şöyle ki 2004 sayılı İcra-İflas Kanunu’nun 76. maddesinde mal beyanında bulunmamak suçu, 338. maddesinde düzenlenen hakikate muhalif beyanda bulunma suçu gibi icra-iflas suçlarında borçlunun cezalandırılabilmesi için icra emrinin borçlunun vekiline değil, kendisine tebliğ edilmiş olması gerekir. (Prof. Dr. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. baskı, cilt 2, sh: 1280) Cezaların şahsiliği kuralı gereğince borçlu asilin cezai yönden sorumlu tutulabilmesi için icra emrinin borçlu asile tebliği zorunludur. Şikayete konu Gaziosmanpaşa 1. İcra Müdürlüğü’nün 2013/11033 Esas sayılı takip dosyasında takip dayanağı ilamda borçlunun vekili olduğu halde icra emrinin borçlu asile tebliğ edildiği anlaşılmaktadır. Bu durumda icra emrinin asile tebliğ işlemi usulsüz olmayıp, vekile de icra emrinin tebliğ edilmemesi noktasında tebliğ işlemi eksikliği söz konusudur. Ancak, icra emrinin borçlu asile tebliğ edilmesinden sonra, borçlu vekilinin yasal süresi içerisinde icra mahkemesine başvurarak, tebligatın asile gönderilmediğinden bahisle, icra emrinin iptali istemi yanında takibin esası ile ilgili itiraz ve şikayetlerini de ileri sürdüğü görüldüğünden, adı geçenin tebligatın usulsüzlüğü nedeniyle icra emrinin iptalini talep etmesinde hukuki yararı kalmamıştır. Bu durumda icra emrinin iptali gerekmez. Mahkemece, yazılı gerekçelerle bu yöne ilişkin şikayetin reddi gerekirken kabulü doğru değildir. Borçlunun diğer şikayet nedenleri hakkında inceleme yapılmaması ise, temyiz edenin sıfatı nedeniyle bozma nedeni yapılmamıştır.
SONUÇ: Alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile Mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366. ve 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, taraflarca İİK’nun 366/3. maddeleri gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 10 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine ve 25,20 TL peşin harcın istek halinde temyiz edene iadesine 21.12.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
YARGITAY
ONİKİNCİ CEZA DAİRESİ
Esas | : 2014/23098 |
Karar | : 2015/16100 |
Tarih | : 21.10.2015 |
Taksirle yaralama suçundan sanığın mahkumiyetine ilişkin hüküm, sanık müdafii tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek gereği düşünüldü:
Katılan kendisini vekil ile temsil ettirmesine rağmen hükmün bizzat katılana tebliğ edildiği, vekiline tebliğ edildiğine dair belgeye dosya içinde rastlanmadığı, 7201 sayılı Tebligat Kanunun 11. maddesi gereğince vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligatın vekile yapılmasında zorunluluk bulunduğundan, gerekçeli karar vekile tebliğ edilmiş ise belgesinin dosyaya konulması; edilmemiş ise tebliğinin sağlanması ve kararı temyiz etmesi halinde, temyiz dilekçesi de eklenip bu hususta ek tebliğname düzenlendikten sonra iadesinin temini için dosyanın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na TEVDİİNE, 21.10.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
YARGITAY
SEKİZİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas | : 2015/5259 |
Karar | : 2017/4424 |
Tarih | : 27.03.2017 |
KARAR
Dosyanın heyetçe yapılan incelenmesinden; gerekçeli kararın davacı asile tebliğ edildiğine dair tebligat parçasının bulunduğu, vekile tebliğine dair tebligat mazbatasına rastlanmadığı, oysa davacı 3. kişinin vekil ile temsil edildiği, HMK’nun 73, 81, 82, 83, Avukatlık Kanunu’nun 41., Tebligat Kanunu’nun 11. maddeleri gereğince, vekille takip edilen işlerde vekiletebligat zorunluluğu bulunduğundan gerekçeli kararın davacı 3. kişi vekiline 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun ilgili hükümleri uyarınca tebliğ edilerek temyiz sürelerinin beklenilmesi, ondan sonra temyiz incelemesi yapılmak üzere gönderilmesi için dosyanın Mahal Mahkemesi’ne GERİ ÇEVRİLMESİNE, 27.03.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
YARGITAY
YİRMİİKİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas | : 2014/23434 |
Karar | : 2014/27177 |
Tarih | : 02.10.2014 |
Vekaletname sunulduktan sonra tebligatların vekile yapılması gerekir. Vekil ile takip edilen davada asil duruşmada bizzat bulunsa dahi tebliğin ona değil, vekiline yapılması zorunludur. Vekile çıkarılan tebligat, kendisine veya kendisi yerine sekreteri veya katibine tebliğ edilmelidir. Ancak isticvap, yemin gibi şahsa bağlı işlemlerde, tebligatın vekile değil, bizzat bu işlemi yapacak asile yapılması kanuni zorunluluktur.
Somut olayda, davalı G.. İnş. Tem. Tah. Tic. A.Ş. Davada vekil ile temsil edildiği halde gerekçeli karar davalı şirket vekili yerine davalı şirkete tebliğ edilmiştir. Hükmün tefhiminin, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 297. maddesindeki unsurları içerir biçimde yapılmadığı gibi, gerekçeli kararın da davalı G.. İnş. Tem. Tah. Tic. A.Ş. vekiline tebliğ edilmediği anlaşılmış olup, kararın yöntemince davalı vekiline tebliğ edilerek temyiz süresi beklendikten sonra gönderilmek üzere dosya mahkemesine geri çevrilmesi gerekir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan sebeplerle dava dosyasının mahkemesine GERİ ÇEVRİLMESİNE, temyiz itirazlarının bu noksanlık giderilip dosya geldikten sonra incelenmesine 02.10.2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.
YARGITAY
ONİKİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas | : 2016/23223 |
Karar | : 2017/952 |
Tarih | : 24.01.2017 |
Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki borçlu tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:
Borçlunun, taşınmaz satış ilanının, kıymet takdirine itiraz davasında da yer alan vekili var iken asil olarak kendisine tebliğ edilmesinin usul ve yasaya aykırı olduğunu ileri sürerek, 12/04/2016 tarihinde yapılan taşınmaz ihalesinin feshi istemiyle icra mahkemesine başvurduğu, mahkemece, ihalenin yapıldığı talimat dosyasında borçlunun vekil ile temsil edildiğine ilişkin belge bulunmadığı gerekçesiyle talebin reddine karar verildiği görülmüştür.
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 11 ve Tebligat Kanunu’nun Uygulanmasına Dair Yönetmeliğin 18. maddeleri gereğince vekil ile takip edilen işlerde, tebligatın vekile yapılması zorunludur.
Somut olayda; borçlu vekili Av. …’ın, . İcra Hukuk Mahkemesi’nin 21/01/2016 tarih ve 2015/1104 Esas 2016/94 Karar sayılı kıymet takdirine itiraz davasında borçlu vekili olduğu ve ilgili kararın talimat dosyası içeriğinde yer aldığı görülmektedir. Bu durumda, yukarıda açıklanan maddeler gereğince, satış ilanının vekile tebliği gerekir. Talimat icra dosyasına ayrıca vekaletname sunulmamış olması, borçlunun takipte vekille temsil edildiği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Ayrıca, vekilin satış kararından önce azledildiğine veya vekalet görevinden çekildiğine dair bir belge de bulunmamaktadır.
Emredici nitelikteki düzenlemelerden kaynaklanan yasal zorunluluğa aykırı olarak, vekili varken asile gönderilen satış ilanı tebligatı yok hükmünde olup sonuç doğurmaz.
İİK’nun 127. maddesi uyarınca satış ilânının bir suretinin borçluya, borçlu vekille temsil edilmekte ise vekiline tebliği zorunlu olup, bu zorunluluğun yerine getirilmemesi tek başına ihalenin feshi nedenidir.
O halde, mahkemece, İİK’nun 127. maddesi gereğince ihalenin feshine karar verilmesi gerekirken, talebin reddi yönünde hüküm tesisi isabetsizdir.
SONUÇ : Borçlunun temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 24.01.2017 gününde oybirliğiyle karar verildi.
YARGITAY
ONBEŞİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas | : 2016/4264 |
Karar | : 2018/525 |
Tarih | : 12.02.2018 |
Davacı … ile davalılar … vs. arasındaki davadan dolayı ….. 3. Asliye Hukuk Hakimliğince verilen 22.03.2016 gün ve 2013/384-2016/352 sayılı hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı vekilitarafından istenilmekle dosyadaki kağıtlar okundu gereği konuşulup düşünüldü:
– K A R A R –
Temyiz incelemesi yapılmak üzere dosya Dairemize gönderilmiş ise de dosya üzerinde yapılan incelemede;
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 11 ve Tebligat Kanunu’nun Uygulanmasına Dair Yönetmeliğin 18. maddeleri gereğince vekil ile takip edilen işlerde, tebligatın vekile yapılması zorunludur. Emredici nitelikteki bu düzenlemelerden kaynaklanan yasal zorunluluğa aykırı olarak, vekili varken asile gönderilen tebligatlar yok hükmünde olup sonuç doğurmayacağı,
Somut olay incelendiğinde; davacı …’nın davayı avukatı … aracılığı ile takip etmesine rağmen davacı vekiline hiç tebliğ yapılmadan gerekçeli karar ve temyiz dilekçesinin davacı asilin mernis adresine tebliğ edildiği, Tebligat Kanunu’nun 11. ve Tebligat Kanunu’nun Uygulanmasına Dair Yönetmeliğin 18. maddeleri gereğince davacı …’ya gerekçeli karar ve temyiz dilekçesinin usulüne uygun tebliğ edilmediği anlaşılmıştır.
Mahkeme kararı ve davalının temyiz dilekçesinin davacı … vekili Av. …’e tebliğ edilip temyiz süresinin geçmesi beklendikten ve temyiz halinde gerekli işlemler tamamlandıktan sonra gönderilmek üzere dosyanın mahalline GERİ ÇEVRİLMESİNE, 12.02.2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.
YARGITAY
ONİKİNCİ CEZA DAİRESİ
Esas | : 2014/11586 |
Karar | : 2015/5628 |
Tarih | : 01.04.2015 |
Trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçundan; TCK’nın 179/2, 51/1-3-7. maddeleri gereğince mahkûmiyet
Taksirle yaralama ve trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçlarından sanığın mahkumiyetine ilişkin hükümler, mahalli Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek gereği düşünüldü:
Kovuşturma evresinde sanığın kendisini vekaletnameli bir vekil ile temsil ettirmesine rağmen hükmün bizzat sanığa tebliğ edildiği, vekiline tebliğ edildiğine dair belgeye dosya içinde rastlanmadığı, 7201 sayılı Tebligat Kanunun 11. maddesi gereğince vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligatın vekile yapılmasında zorunluluk bulunduğundan, gerekçeli kararın adı geçen vekile tebliğ edilmiş ise belgesinin dosyaya konulması, tebliğ edilmemiş ise tebliğinin sağlanması; ayrıca olay nedeniyle yaralanan 1999 doğumlu mağdur … ve 2010 doğumlu …’ya CMK’nın 234/2 maddesi uyarınca yargılama aşamasında zorunlu vekil atanmadığı anlaşıldığından yaşı küçük mağdurlara zorunlu vekil atanmasının ve gerekçeli hükmün atanacak vekile ve sanık müdafiine tebliği ile kararı temyiz etmeleri durumunda, temyiz dilekçesi ile bu hususta düzenlenecek ek tebliğnamenin de eklenerek iadesinin temini için dosyanın mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 01.04.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
YARGITAY
İKİNCİ CEZA DAİRESİ
Esas | : 2014/34254 |
Karar | : 2017/4883 |
Tarih | : 02.05.2017 |
Dosya incelenerek gereği düşünüldü;
Sanık …’a müdafi atanması konusunda yasal bir zorunluluk bulunmadığı, sanığın ihbar sonrası talimat mahkemesinin 06/05/2013 tarihli duruşmasında, müdafi talebinin olmadığını beyan etmesine rağmen sanığa sorguda atanan Av. …’a gerekçeli kararın tebliğ edildiği ve hükmün sanık müdafii tarafından temyiz edildiği, gerekçeli kararın sanık …’a da tebliğ edilmediği ve sanığın kendisine zorunlu müdafi olarak görevlendirilen Av. …’ın atandığından haberdar edilmediğinin anlaşılması karşısında;
Ayrıntıları Ceza Genel Kurulunun 18.03.2008 günlü 2008/9-7-56 ve 13.05.2008 günlü 2008/10-101-113 sayılı kararlarında açıklandığı üzere, kendisine zorunlu müdafii atandığından sanığın haberdar edilmediği durumlarda, zorunlu müdafine yapılan tefhim veya tebliğin kendisine bağlanan hukuki sonuçları doğurmayacağı, bu durumda zorunlu müdafi sanığın lehine gibi görünen bazı işlemler yapmış olsa da; örneğin temyiz dilekçesi vermiş olsa dahi, hükmün sanığın kendisine de tebliğ edilmesi gerektiği ve somut olayda sanığın kendisine tebliğ yapılmadığı anlaşılmakla; sanığa gerekçeli kararın tebliğ edilmesi, temyiz dilekçesi vermesi halinde dilekçesi ile birlikte incelenmek üzere iadesinin mahallince sağlanması için dosyanın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına GÖNDERİLMESİNE, 02/05/2017 gününde oybirliğiyle karar verildi.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
Esas | : 2011/6-155 |
Karar | : 2011/172 |
Tarih | : 12.07.2011 |
- 5271 s. Ceza Muhakemesi K
- 150
- 156
- 2709 s. Anayasa
- 36
ÖZET
Sanıklar E.K. ve M.M.O.’nun hırsızlık suçundan 5237 sayılı TCY’nın 142/2-d, 43 ve 143. maddeleri uyarınca 9 yıl 12 ay hapis, konut dokunulmazlığını ihlal suçundan aynı Yasanın 116/2-4. maddesi uyarınca 2 yıl hapis cezası ile cezalandırılmalarına ve hak yoksunluklarına ilişkin, Bursa 9. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 11.12.2007 gün ve 2390-1141 sayılı hüküm, sanıklar tarafından temyiz edilmekle, Yargıtay 6. Ceza Dairesince 11.03.2009 gün ve 18308-5289 sayı ile; “Yokluklarında verilip 13.02.2008 tarihinde savunmanlarına tebliğedilen karara karşı yasal süresinden sonra sanık M.M.O.’nun 21.02.2008 ve sanık E.K.’nin ise 22.02.2008 tarihinde yaptıkları temyiz yasa yolu başvurusunun 5320 sayılı Yasa’nın 8/1. maddesi yollaması ile 1412 sayılı CMUY’nın 317. maddesi uyarınca reddine” karar verilmiştir. Yargıtay C.Başsavcılığı ise 13.06.2011 gün ve 158215 sayı ile; “Yargıtay 6. Ceza Dairesi ile Cumhuriyet Başsavcılığımız arasında gerek tebliğnamenin düzenlendiği gerekse kararın verildiği aşamada herhangi bir uyuşmazlık mevcut olmamasına karşın zaman içerisinde değişen ve giderek istikrar kazanan içtihatlar ışığında itiraza konu edilen uyuşmazlık; sanıkların ve atandığından haberleri olmadıkları müdafinin yokluğunda verilen hükmün zorunlu müdafie tebliğ edildiği ve hükmün kendilerine zorunlu müdafii atandığından haberdar edilmeyen sanıklar tarafından, bu müdafie tebliğden itibaren yasal temyiz süresi dolduktan sonra yaptıkları temyiz talebinin süresinde sayılıp sayılmayacağına ilişkindir.
Şu durumda incelenmesi gereken ön sorun; sanıklara baroca tayin edilmiş bulunan zorunlu müdafi huzurunda verilen kararın ayrıca sanıkların kendilerine de tebliğ edilmesinin gerekip gerekmeyeceği ile ilgilidir. Yukarıda ana hatları ile belirlenen uyuşmazlığın çözümü için bu husustaki düzenlemeler ve bu düzenlemelerle ilgili olarak yerleşik uygulamalarda benimsenen ilkeler ışığında somut olayımıza baktığımızda; Sanıklar haklarında hırsızlık suçundan Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 21.11.2000 tarihli iddianame ile kamu davasının açılması üzerine Bursa 9. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından yapılan yargılama sırasında 21.04.2005 tarihli oturumda Baro Başkanlığına müzekkere yazılarak sanıklara müdafi tayini istenmiş, 19.07.2005 tarihinde Baro Başkanlığınca sanıklar müdafi olarak görevlendirilen Avukat Ö.B. 08.12.2005, 09.05.2006, 26.09.2006, 30.11.2006, 19.12.2006 ve 22.03.2007 tarihli oturumlara iştirak etmesine rağmen sanıkların bu oturumlarda kendilerine atanan müdafi ile bir araya gelmedikleri gibi dosyada kendilerini temsil eden müdafiden haberdar edildiklerine dair herhangi bir belgeye rastlanılamamış, sanıkların katılmadığı oturumlarda sanıkları temsil eden zorunlu müdafi tarafından sanıklar lehine taleplerde bulunulmuş, hüküm de yine son oturumda baroca tayin edilmiş bulunan müdafiin yokluğunda tefhim edilmiştir.
Avukat Ö.B.’ye 13.02.2008 tarihinde hüküm tebliğ edilmiş, sanıklar 1 haftalık yasal temyiz süresi geçtikten sonra 21.02.2008 ve 22.02.2008 tarihli dilekçeleri ile (süresinden sonra) kararı temyiz etmiştir. Sonrasında dosya Cumhuriyet Başsavcılığımıza intikal etmiştir. Cumhuriyet Başsavcılığımızca temyiz davasının süresinde açılmaması nedeniyle temyiz talebinin reddine karar verilmesi talep edilmiş, Yargıtay 6. Ceza Dairesi de aynı gerekçelerle yerel mahkeme kararının onanmasına karar vermiştir. Sanıklar hakkındaki hükmün bu şekilde temyiz incelemesi yapılmaksızın kesinleştiği kabul edilerek dosyanın mahalline iade edilmesinden sonra sanıklar tarafından verilen çeşitli tarihli dilekçeler sonuç itibariyle ret kararına karşı sanıklar lehine itiraz yoluna başvuru talebi olarak değerlendirilmiştir.
Suç tarihinde yürürlükte bulunan 765 sayılı TCK’nın 493/1. maddesinin üst haddinin 5 yıl hapis cezasını gerektirmesi nedeniyle, 5271 sayılı Yasanın 5560 sayılı Yasanın 21. maddesiyle yapılan değişiklikten önceki hükmü gereğince sanıklar için bir müdafi atanması zorunludur. Bu durumda, zorunlu müdafinin 5271 sayılı Yasanın 156/1-b maddesi gereğince mahkemenin istemi üzerine baroca atanması gerekmekte olup, olayımız açısından üst sınırı 5 yıl hapis cezası olan hırsızlık suçuyla ilgili olarak yapılmakta olan yargılama sırasında mahkemenin istemi ile baroca zorunlu müdafi olarak Avukat Ö.B.’nin tayin edilmiş olmasında herhangi bir usulsüzlük bulunmamaktadır. İtiraza konu uyuşmazlığa benzer bir olayda Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 18.03.2008 tarih, 2008/8-9 E-2008/58 sayılı kararında; 1- Zorunlu müdafi atamasının yapıldığı tarih itibarıyla yürürlükte bulunan usul hükümlerine göre tayin edilmiş zorunlu müdafie yapılan tefhim ve tebliğ, aynen vekaletnameli müdafie yapıldığında olduğu gibi hukuki sonuçlarını doğurur. Ancak; bunun ön şartı, kendisine bir zorunlu müdafii atandığından sanığın haberdar edilmiş olmasıdır.
2- Sanığın zorunlu müdafi azletme ve değiştirilmesini isteme hakkı bulunmaktadır.
3- Kendisine zorunlu müdafi atandığından haberdar olan sanık buna ses çıkarmazsa, zorunlu müdafiin yapmış olduğu ve kendisinin açıkça karşı çıkmadığı tüm tasarrufların sonuçlarına katlanmak zorundadır.
4- Kendisine zorunlu müdafi atandığından sanığın haberdar edilmediği durumlarda ise; zorunlu müdafie yapılmış bulunan tefhim ve tebliğ kendisine bağlanan hukuki sonuçları doğurmaz. Bu durumda, velev ki zorunlu müdafi sanığın lehine gibi görünen bazı işlemleri yapmış olsa -örneğin temyiz dilekçesi vermiş olsa- dahi, hükmün sanığın kendisine de tebliğ edilmesi ve kendisine yapılan tebliğ üzerine sanık tarafından temyiz dilekçesi verilmesi halinde, temyiz davasının kabul edilmesi gerekir’ şeklinde bir sonuca varılmıştır.
Kaldı ki 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK’nın 150/3. maddesi gereğince zorunlu müdafi tayini için sanıklara isnat edilen suçun cezanın üst haddinin 5 yıl hapis cezasını gerektirmesinin aranmasına karşın, 18.12.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5560 sayılı Kanunun 21. maddesi ile yapılan değişlikten sonra isnat olunan suçun asgari haddinin 5 yıl hapis cezasından fazla olması şartının getirildiği görülmektedir. Somut olayımızda sanıklar isnat edilen suçun cezasının alt haddinin 5 yıl hapsin altında olması nedeniyle hüküm tarihi itibariyle zorunlu müdafi atanmasına gerek de bulunmamaktadır. Sonuç itibariyle Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 11.03.2009 tarih ve 2008/18308 esas 2009/5289 karar sayılı temyiz talebinin reddine ilişkin kararı, yukarıda ana hatlarıyla gösterilen kanuni düzenlemelere ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 18.03.2008 tarih ve 2008/8-9 esas sayılı kararına aykırılık teşkil etmektedir” görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurarak, Özel Daire kararının kaldırılmasına ve dosyanın Özel Daireye gönderilmesine karar verilmesi isteminde bulunmuştur.
Dosya Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık, temyiz isteminin süresinde olup olmadığının saptanması açısından; zorunlu müdafie yapılmış olan tebligatın kendilerine zorunlu müdafii atandığından haberdar edilmeyen sanıklar açısından temyiz süresini başlatıp başlatmayacağı ile hükümde yasa yolu bildiriminin usulüne uygun şekilde yapılıp yapılmadığının belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya içeriğinden;
Bursa Cumhuriyet Başsavcılığınca sanıklar M.M.O., E.K., İ.A. ve M.B. hakkında hırsızlık ve konut dokunulmazlığını ihlal suçlarından kamu davasının açıldığı,
Yargılama aşamasında sanıkların savunmalarının müdafi olmaksızın alındığı, 5271 sayılı CYY’nın yürürlüğe girmesi üzerine, yerel mahkemece 21.06.2005 tarihli oturumda; “sanıkların üzerlerine atılı suçun niteliği, sevk maddesindeki cezanın üst sınırı itibarıyla CYY’nın 150. maddesi gereğince müdafi tayin etme zorunluluğu bulunmakla, sanıklara müdafi tayin edilmesi için baro başkanlığına yazı yazılmasına” karar verildiği, Bursa Barosu tarafından 19.07.2005 tarihinde Av. Ö.B.’nin tüm sanıklar için müdafii olarak atandığı ve adı geçenin 08.12.2005, 09.05.2006, 26.09.2006, 30.11.2006, 19.12.2006 ve 22.03.2007 tarihli duruşmalara katıldığı, müdafiin hazır bulunduğu bu oturumlara sanıkların katılmadıkları, Sanıkların hırsızlık suçundan 5237 sayılı TCY’nın 142/2-d, 43 ve 143. maddeleri uyarınca 9 yıl 12 ay hapis, konut dokunulmazlığını ihlal suçundan da aynı Yasanın 116/2-4. maddesi uyarınca 2 yıl hapis cezası ile cezalandırılmalarına karar verildiği, Sanıkların ve müdafilerinin yokluğunda kurulan hükümdeki yasa yolu bildiriminin, “Sanıkların yokluğunda, talebe uygun tefhim/tebliğden itibaren 7 gün içinde yasal yollar açık olmak üzere verilen karar açıkça okunup usulen anlatıldı ” şeklinde olduğu, Yoklukta verilen mahkumiyet hükmünün sanıklar müdafii Av. Ö.B.’ye 13.02.2008 tarihinde sanık M.M.O.’ya ise 19.02.2008 tarihinde tebliğ edildiği, sanık .E.K.’ye ise hükmün tebliğ edilmediği, sanık M.M.O.’nun 22.02.2008 sanık .E.K.’nin ise 21.02.2008 günlü dilekçeleri ile yaptıkları temyiz istemlerinin, Özel Dairece süresinde yapılamadığı gerekçesiyle reddine karar verildiği, Anlaşılmaktadır. Somut olayda; sanıkların yargılandıkları 5237 sayılı TCY’nın 493/1. maddesindeki yaptırım 3 yıldan 8 yıla kadar hapis; 5237 sayılı TCY’nda bu maddenin karşılığını teşkil eden 142/1-d maddesinde ise 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezasıdır. Dolayısıyla, sanıklara müdafi tayin edilen 19.07.2005 tarihi itibarıyla yürürlükte bulunan 5271 sayılı CYY’nın 150/3. maddesi uyarınca sanıklar için bir müdafiin atanması zorunludur. 5271 sayılı CYY’nın 150/3. maddesinde hükmün verildiği 11.12.2007 tarihinden önce 06.12.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5560 sayılı Yasanın 21. maddesiyle yapılan değişiklikle, daha önce üst sınırı beş yıl ve daha fazla hapis cezasını gerektiren suçlarla ilgili geçerli olan müdafi atama zorunluluğu, alt sınırı 5 yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlardan yapılan yargılamalara hasredilmiştir. Yargılama sırasında atama tarihi itibarıyla, 5271 sayılı CYY’nın 150/3 ve 156/1-b maddesi uyarınca mahkemenin istemi üzerine üst sınırı 5 yılın üzerinde olan nitelikli hırsızlık suçuyla ilgili olarak baroca zorunlu müdafi tayin edilmesinde bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
5271 sayılı CYY’nın 150. maddesinin 1, 2 ve 3. fıkraları birlikte değerlendirildiğinde, gerek sanığın mahkemeden talep etmesi ile atanan müdafi ile zorunlu olarak atanan müdafiarasında; gerekse aynı Yasanın 2. maddesindeki tanıma bakıldığında, Ceza Yargılaması Yasası anlamında zorunlu (veya istek üzerine atanan) müdafii ile vekaletnameli müdafiarasında her hangi bir fark bulunmamaktadır. Bununla birlikte, 5271 sayılı CYY’nda ve Avukatlık Yasası’nda, atanmış müdafilikle ilgili ayrıntılı bir düzenlemeye yer verilmemiş olup 5271 sayılı CYY’nın 150/son madde ve fıkrası ile bu konudaki ayrıntılar çıkarılacak yönetmeliğe bırakılmıştır.
Bu konuda çıkarılması öngörülen Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Müdafi ve Vekillerin Görevlendirilmeleri ile Yapılacak Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin Yönetmelik, görevlendirme tarihi olan 19.07.2005 tarihinden daha sonra, fakat hüküm tarihi olan 11.12.2007 tarihinden önce, 02.03.2007 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu nedenle, zorunlu müdafi ataması hukuka uygun olmakla birlikte, zorunlu müdafiin çalışma, görevinin sona ermesi, sorumluluğunun sınırları ve sanıklarla ilişkileri konusunda yönetmelik hükümlerinin de dikkate alınması gerekmektedir. Yönetmeliğin 5. maddesinin 3. fıkrasına göre, sanıklara çıkarılmış bulunan duruşma davetiyesi “tebliğ tarihinden itibaren yedi gün içinde müdafii bulunup bulunmadığını bildirmesi, bildirimde bulunmadığı takdirde barodan bir müdafi görevlendirmesinin isteneceği …” meşruhatını içermelidir.
Zorunlu müdafiin atanmış ve sanığın bunu kabul etmiş ya da bu atamaya karşı herhangi bir itirazda bulunmamış olduğu durumlarda; vekaletnameli müdafie yapılan tefhim ve tebliğde olduğu gibi, zorunlu müdafie yapılan tefhim ve tebliğin de kendisine bağlanan tüm hukuki sonuçları doğuracağını kabul etmek gerekir. Başka bir deyişle, böyle durumlarda asile ayrıca tebligat yapılmasına gerek olmayacaktır. Dolayısıyla; somut olayda yönetmeliğin hüküm tarihinden önce yürürlüğe girmiş olması nedeniyle, sanıkların “tebliğ tarihinden itibaren yedi gün içinde müdafilerinin bulunup bulunmadığını bildirmeleri, bildirimde bulunmadıkları takdirde barodan bir müdafi görevlendirmesinin isteneceği” şerhini de içeren bir davetiye ile duruşmalara davet edilmemiş olmaları Yönetmeliğe aykırıdır. Bu nedenle sanıkların kendilerine zorunlu müdafi atandığından haberlerinin olduğu söylenemeyeceğinden, hükmün sanıklara da tebliğ edilerek, temyiz dilekçesi vermeleri halinde, temyiz davasına bakılması adalete uygun düşecektir. Olaya başka bir açıdan bakıldığında; Anayasanın 36. maddesinde yer alan; “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir” şeklindeki düzenlemenin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin, “adil yargılanma hakkı”nı düzenleyen 6. maddesinin 3. fıkrasının (b) ve (c) bentlerinde; “Her sanık en azından aşağıdaki haklara sahiptir: a)….; b) Savunmasını
hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak;
c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir avukatın yardımından yararlanmak ve eğer avukat tutmak için mali olanaklardan yoksunsa ve adaletin selameti gerektiriyorsa mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanabilmek…” biçimindeki düzenleme ile birlikte değerlendirilmesi halinde varılması gereken sonuç; savunma hakkının,
temel insan hakları arasında yer alan hak arama hürriyetinin bir gereği olduğu ve avukat tutma hakkının da savunma hakkından ayrı düşünülemeyeceği gerçeğidir. Bu durumda, mevzuatımızda zorunlu müdafilik sistemini öngören yasanın amacı, kendisini savunmak için yeterli maddi olanağı bulunmayanların bu hakkı kullanamamalarından kaynaklanabilecek muhtemel hak kayıplarının önlenmesi, dolayısıyla da savunma hakkının etkin kullanılabilmesinin sağlanması suretiyle, adil yargılanmanın gerçekleştirilmesidir. Bunun doğal sonucu olarak, parası olan sanık nasıl ki vekaletname verdiği avukatı serbestçe tayin edebiliyorsa, parası olmayan sanığın da aynı şekilde avukatını serbestçe belirleyebilmesi, en azından kendisine tayin edilen avukatı beğenmediğinde değiştirme hakkının bulunması, daha da ötesi, görülmeye başlayacak davada kendisine bir avukat atandığının sanığa bildirilmesi gereklidir. Kendisine avukat atandığını dahi bilmeyen ya da kendisine avukat atanmakla birlikte beğenmediği takdirde bu avukatın değiştirilmesini isteme hakkına sahip bulunmayan bir sanığın, bu avukatın tüm tasarruflarından sorumlu tutulması gerektiğini veya bu avukatın yaptığı tüm işlemleri peşinen kabul etmiş sayılacağını söylemek nasıl olanaklı değilse, böyle bir durumda savunma hakkının tam anlamıyla kullanılabileceğini düşünmek de olası değildir.
Şu halde, kendisine zorunlu müdafi atandığının sanığa bildirilmediği ve sanığın bu konudaki iradesine değer verilmediği ya da sanığın bu konudaki iradesinin dosya kapsamından anlaşılamadığı durumlarda hükmün müdafi yanında sanığın kendisine de tebliğinin adil yargılanma hakkının bir gereği olduğu kabul edilmelidir. Özellikle vurgulamak gerekirse, bu durum Tebligat Hukuku ile değil, münhasıran vazgeçilemez ve göz ardı edilemez nitelikteki savunma hakkı ve daha geniş anlamda da adil yargılanma hakkı ile ilgilidir. Bu nedenle, çözümün tebligata ilişkin hükümler yerine, savunma hakkına ilişkin düzenlemelerde aranması gerekir.
Kendisine zorunlu müdafi atandığının sanığa bildirilmiş ve sanığın da buna ses çıkarmamış olduğu durumlarda; zorunlu müdafie yapılan tefhim veya tebliğ işlemlerinin aynen vekaletnameli müdafide olduğu gibi geçerli olacağı ve gerek tefhime, gerekse tebliğe bağlı olan sürelerin işlemeye başlayacağı hususunda duraksama yaşanmamaktadır. Böyle durumlarda Tebligat Yasasının 11. maddesi uyarınca işlem yapılması gerekeceğinden, tebligat asile değil müdafie yapılmalıdır. Aksi halde, zorunlu müdafiliğe yasanın arzu etmediği anlamda simgesel bir anlam yüklenmiş olur ki, bu kabul birçok karmaşayı da birlikte getirecektir.
Konuya bu açıklamalar ışığında bakıldığında şu sonuçlara varılmaktadır:
1- Zorunlu müdafi atamasının yapıldığı tarih itibarıyla yürürlükte bulunan usul hükümlerine göre tayin edilmiş zorunlu müdafie yapılan tefhim ve tebliğ, aynen vekaletnameli müdafie yapıldığında olduğu gibi hukuki sonuç doğurur. Ancak; bunun ön şartı, kendisine bir zorunlu müdafi atandığından sanığın haberdar edilmiş olmasıdır.
2- Kendisine zorunlu müdafi atandığından haberdar olan sanık buna itiraz etmezse, zorunlu müdafiin yapmış olduğu ve kendisinin açıkça karşı çıkmadığı tüm tasarrufların sonuçlarına katlanmak durumundadır.
3- Kendisine zorunlu müdafi atandığından sanığın haberdar edilmediği durumlarda ise; zorunlu müdafie yapılmış bulunan tefhim ve tebliğ kendisine bağlanan hukuki sonuçları doğurmaz.
Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 18.03.2008 gün ve 7-56 ile, 24.11.2009 gün ve 164-275 sayılı kararları başta olmak üzere birçok kararları da bu doğrultudadır.
Somut olayda, sanıklar kendilerine zorunlu müdafi olarak görevlendirilen Av. Ö.B.’nin atandığından haberdar edilmedikleri gibi, zorunlu müdafiin hazır bulunduğu hiçbir duruşmaya da katılmamışlardır.
Yoklukta kurulan hüküm de müdafi Av. Ö.B.’ye 13.02.2008, sanık M.M.O.’ya 19.02.2008 tarihinde tebliğ edilmiş, ancak sanık E.K.’ye tebliğ edilmemiştir.
Zorunlu müdafie yapılan tebliğ, kendisine zorunlu müdafii atandığından haberdar edilmeyen sanıklar açısından hukuki sonuç doğurmayacağından, Av. Ö.B.’ye 13.02.2008 günü yapılan tebliğle sanıklar açısından temyiz süresi de başlamayacaktır.
Kaldı ki, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazında belirtilmemiş olmakla birlikte, yerel mahkeme hükmündeki yasa yolu şeklini, merciini ve 7 günlük sürenin tefhimden itibaren mi, yoksa tebliğden itibaren mi başlayacağını hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açıkça belirtmeyen yasa yolu bildirimi de, Ceza Genel Kurulunun duraksamasız kararlarına göre eksik ve yanıltıcı niteliktedir. Bu itibarla, temyiz isteminin reddine ilişkin Özel Daire kararı isabetli bulunmadığından kaldırılmasına, sanık E.’nin 21.02.2008 ve sanık M.’nin 22.02.2008 tarihli temyiz dilekçeleri süresi içinde verilmiş olduğundan temyiz incelemesi yapılmak üzere dosyanın Özel Daireye gönderilmesine karar verilmelidir.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2- Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 11.03.2009 gün ve 18308-5289 sayılı temyizin reddine ilişkin kararının KALDIRILMASINA,
3- Dosyanın, temyiz incelemesinin yapılması için Yargıtay 6. Ceza Dairesi’ne gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 12.07.2011 günü yapılan müzakerede oybirliği ile karar verildi.
YARGITAY
ALTINCI CEZA DAİRESİ
Esas | : 2020/9072 |
Karar | : 2021/10852 |
Tarih | : 08.06.2021 |
MAHKEMESİ :Asliye Ceza Mahkemesi
SUÇ : Nitelikli hırsızlık
HÜKÜMLER : Mahkumiyet
Mahalli mahkemece verilen hükümler temyiz edilmekle dosya incelenerek, gereği düşünüldü:
Sanıklardan …’in talimat mahkemesince 23.02.2015 tarihinde savunması alındığı sırada en son bildirdiği adresine tebligat
Y.2.CD, E. 2017/3631, K. 2017/11553, T. 09.11.2017: “….Tebligat Kanunu’nun 22. maddesine göre muhatap yerine kendisine tebliğ yapılacak kimsenin görünüşüne nazaran onsekiz yaşından aşağı olmaması ve bariz bir surette ehliyetsiz bulunmaması lazımdır”şeklindeki yasal düzenlemeye aykırı biçimde usulsüz şekilde aynı konutta oturmadığı tespit edilen sanığın görünüşüne göre 15 yaşını bitirmiş yeğenine yapılan tebligatın usulsüz olduğu, sanığın öğrenme üzerine hükmü süresinde temyiz ettiği kabul edilerek ve 19.12.2013 tarih 2012/799-2013/626 E-K sayılı ek karar kaldırılarak yapılan temyiz incelemesinde;….”
Y.2.CD, E. 2014/17947, K. 2014/29695, T. 10.12.2014: “….Elektronik ortamda UYAP-MERNİS’ten alınan nüfus kayıt örneği incelendiğinde tebligatın yapıldığı tarih itibariyle A. K.’nın 17 yaşında olduğu görülmektedir. Ayrıca köy muhtarı tarafından düzenlenen ve komşulardan iki kişinin imzasının da bulunduğu 03.07.2008 tarihli tutanakta A. K.’nın okuma yazma bilmediğinin belirtilmiş olması dikkate alındığında, 7201 sayılı Kanun’un 22. ve 24. maddelerinde belirtilen yöntemlere aykırı olarak A. K.’ya yapılan tebligat işlemi geçersiz olup, 07.05.2008 tarihli hükme yönelik sanık müdafiinin temyiz isteminin süresinde olduğu kabul edilerek yapılan incelemede…”
Y.7.CD, E. 2014/11258, K. 2014/15392, T. 16.09.2014: “…Tebligat Kanunu’nun 22.maddesine göre “muhatap yerine kendisine tebliğ yapılacak kimsenin görünüşüne nazaran onsekiz yaşından aşağı olmaması ve bariz bir surette ehliyetsiz bulunmaması lazımdır” amir hükmüne aykırı olarak sanık …’in gıyabında verilen kararın sanığın kayden 17 yaşında olan kızına tebliğ edildiğinden tebliğin usulsüz olduğuna ve öğrenme üzerine temyizin süresinde yapıldığı gözetilerek, mahkemece verilen 09.04.2012 tarih 2011/621-2012/25 E.K. sayılı temyiz isteminin reddine ilişkin ek karar kaldırılarak yapılan incelemede;…”
Y.2.CD, E. 2014/36971, K. 2017/6428, T. 01.06.2017: “…Yokluğunda hüküm kurulan suça sürüklenen çocuk …’in aynı konutta oturan kardeşine Tebligat Kanunu’nun 16. maddesi uyarınca 09/01/2014 tarihinde tebligat yapılmış ise de, anılan Kanun’un 22. maddesine göre “Muhatap yerine kendisine tebliğ yapılacak kimsenin görünüşüne nazaran onsekiz yaşından aşağı olmaması ve bariz bir surette ehliyetsiz bulunmaması lazımdır.”şeklindeki düzenleme ile tebligat yapılan…’in tebligat tarihinde 11 yaşında olduğunun anlaşılması karşısında yapılan tebligat usulsüz olduğundan, suça sürüklenen çocuğun 19/03/2014 havale tarihli temyiz isteminin öğrenme üzerine süresinde olduğu kabul edilerek ve temyiz isteminin reddine dair 20/03/2014 tarihli ek karar kaldırılarak yapılan incelemede;…”
Y.14.HD, E. 2015/9474, K. 2017/2216, T. 23.03.2017: “…Somut olayda; dava dilekçesinin, davalılar …, …, … vasisi … ve …’nin bilinen en son adreslerine tebliğe çıkarılıp bilinen en son adreslerin tebligata elverişli olmadığının anlaşılması veya tebligat yapılamaması halinde, muhatapların adres kayıt sisteminde bulunan yerleşim yeri adresleri, bilinen en son adresleri olarak kabul edilip tebligatların buraya yapılacağı hükmü gözardı edilerek ilk seferde bu davalıların mernis adreslerine Tebligat Kanunu’nun 21/2. maddesine göre yapılan tebligatların usulüne uygun olmadığı, davalılar … ve …’na ise dava dilekçesi, aynı konutta birlikte oturan imzasına tebliğ edilmişse de muhatap yerine kendisine tebliğ yapılacak kimsenin görünüşüne nazaran onsekiz yaşından aşağı olmadığı ve bariz bir surette ehliyetsiz bulunmadığının tebligat parçasına şerh edilmediğinden tebligatın usulüne uygun olmadığı anlaşılmaktadır. O halde mahkemece, öncelikle duruşma açılarak şikayetçiye ve karşı tarafa (alacaklıya) anılan konudaki delillerini sunmaları için imkan tanınmalı, borçlu adına tebligat yapılan kızı Zehra’nın tanık olarak dinlenmek suretiyle görünüşüne nazaran onsekiz yaşından aşağı olup olmadığı ve bariz bir surette ehliyetsiz olup olmadığı değerlendirildikten ve Gaziosmanpaşa İcra Ceza Mahkemesi’nin 2007/3459 Esas sayılı dosyasında borçluya tebligat yapılıp yapılmadığı ve şikayetin süresinde olup olmadığı belirlendikten sonra oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken evrak üzerinde eksik inceleme ile ve alacaklı tarafın delilleri toplanmadan yazılı şekilde sonuca gidilmesi isabetsizdir….” Ayrıca bkz.; Yargıtay 12. Hukuk Dairesi E. 2008/5220 K. 2008/7804 T. 15.04.2008.
Y.12.HD, E. 2016/15949, K. 2017/7777, T. 22.05.2017: “….7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun “Aynı konutta oturan kişilere veya hizmetçiye tebligat” başlıklı 16. maddesinde; “Kendisine tebliğ yapılacak şahıs adresinde bulunmazsa tebliğ kendisi ile aynı konutta oturan kişilere veya hizmetçilerinden birine yapılır” hükmü, Tebligat Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmeliğin 25. maddesinde de; “Kendisine tebligat yapılacak kişi adresinde bulunmazsa tebliğ, kendisi ile aynı konutta oturan kişilere veya hizmetçilerinden birine yapılır” düzenlemesi yer almaktadır. Yine bahsi geçen Kanunun “Yaş ve ehliyet şartı” başlıklı 22. maddesinde; “Muhatap yerine kendisine tebliğ yapılacak kimsenin görünüşüne nazaran onsekiz yaşından aşağı olmaması ve bariz bir surette ehliyetsiz bulunmaması lazımdır.” hükmüne, “Tebliğ mazbatası” başlıklı 23. maddesinin 5. bendinde de; “Tebliğ bir mazbata ile tevsik edilir. Bu mazbatanın:…Tebliğin kime yapıldığını ve tebliğ muhatabından başkasına yapılmış ise o kimsenin adını, soyadını, adresini ve 22. madde gereğince tebellüğe ehil olduğunu, …ihtiva etmesi lazımdır.” hükmüne yer verilmiştir. Mevcut bu mevzuat karşısında, öncelikle kendisine tebliğ yapılacak şahsın adreste bulunmadığı tespit edilerek mazbataya yazılmalı, daha sonra aynı konutta oturan kişilere veya hizmetçilerinden birine tebligat yapılmalıdır. Muhatap yerine tebligat yapılan kişinin de tebellüğe ehil olduğunun mazbataya yazılması gerekmektedir. Somut olayda, borçlu adına yapılan ödeme emri tebliğine ilişkin tebliğ mazbatasının incelenmesinde; ödeme emrinin, 31.03.2014 tarihinde; “Aynı konutta oturan ehil kişi dayısı … imzasına tebliğ edildi.” açıklaması ile Tebligat Kanunu’nun 16. maddesine göre tebliğ edilmek istendiği anlaşılmaktadır. Anılan mevzuat gereği, ödeme emrinin tebliğ memurunca, muhatap borçlunun adreste bulunup bulunmadığı tespit ve tevsik edilmeksizin doğrudan aynı konutta kalan dayısına tebliğ edilmesi usulsüzdür. Tebliğ işleminin usulsüzlüğü iddiasının yasal dayanağı İİK’nun 16. maddesi olup, bu yöndeki şikayetin, aynı maddenin 1.fıkrası uyarınca takipten haberdar olunduğu tarihten itibaren 7 gün içerisinde icra mahkemesine yapılması zorunludur. 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 32. maddesi gereğince, tebliğ usulüne aykırı yapılmış olsa bile, muhatabı tebliğ işleminden haberdar olmuş ise geçerli sayılır. Bu durumda, aksine bir belge bulunmadığı sürece, muhatabın beyan ettiği öğrenme tarihi, tebliğ tarihi olarak kabul edilir. O halde mahkemece, borçlunun ödeme emri tebliğ işleminin usulsüzlüğüne ilişkin şikayetinin kabulü ile tebliğ tarihinin 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 32. maddesi uyarınca, borçlunun öğrenme tarihi olarak beyan ettiği 12.10.2015 tarihi olarak düzeltilmesine karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçeyle istemin reddi yönünde hüküm tesisi isabetsizdir….”
Y.7.CD, E. 2019/172, K. 2019/18181, T. 19.02.2019: “…Sanık müdafiinin 06.02.2018 tarihli temyiz dilekçesinin eski hale getirme talebi olarak kabulü ile 5271 sayılı CMK’nun 42. maddesi uyarınca temyiz talebini de içeren eski hale getirme istemi konusunda karar verme yetkisinin Dairemize ait bulunduğu gözetilerek, Gıyabi kararın sanık …’in dosya kapsamına göre bilinen en son adresi olan ve yargılama aşamasında bildirilen adresine 7201 sayılı Yasanın 10. maddesi hükmüne uygun olarak tebliğ edilmesi, bu adrese çıkartılacak tebligatın bila-tebliğ edilmesi, halinde ise 6099 sayılı Yasa ile değişik 7201 sayılı Yasanın 21/2. maddesi uyarınca MERNİS adresine tebligat yapılması gerekirken, doğrudan mernis adresine yapılan tebligatın usulüne uygun olmadığı anlaşılmakla, eski hale getirme talebinin kabulü ile öğrenme üzerine sanık müdafiinin temyiz isteği süresinde kabul edilerek yapılan incelemede;…”
Y.2.CD, E. 2019/2153, K. 2019/6664, T. 04.04.2019: “…Gerekçeli kararın sanığın MERNİS adresine tebliğe çıkartıldığı,dosya kapsamına göre, 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 21 ve Tebligat Tüzüğü’nün, 28.maddeleri uyarınca, muhatap veya muhatap adına tebliğ yapılabilecek olanlardan hiçbiri gösterilen adreste bulunmazsa, tebliğ memurunun, adreste bulunmama sebebini bilmesi muhtemel komşu yönetici, kapıcı, muhtar, ihtiyar kurulu veya meclis üyeleri, zabıta amir ve memurlarından tahkik ederek beyanlarını tebliğ tutanağına yazıp altını imzalatması, imzadan çekinmeleri halinde de bu durumu yazarak imzalaması ve yaptığı bu araştırma sonucunda muhatap ve onun adına tebligat yapılabilecek kimseler o adreste bulundukları halde tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar ve ihtiyar heyeti veya meclis azasından birine veyahut zabıta amir veya memuruna imza mukabilinde teslim etmesi ve Tüzüğe ekli 2 örnek numaralı ihbarnameyi muhatabın kapısına yapıştırarak, durumu en yakın komşusundan birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirmesi gerektiği, somut olayda tebliğ evrakının muhtara bırakıldığı hususunun en yakın komşusundan birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirilmediğinin anlaşılması karşısında, tebligatın usulüne uygun olmadığı, dolayısıyla sanığın eski hale getirme isteminin kabulü ile öğrenme üzerine yapmış olduğu 14.12.2018 tarihli temyiz isteminin süresinde olduğu kabul edilerek yapılan incelemede;…”
Y.2.CD, E. 2019/2153, K. 2019/6664, T. 04.04.2019: “….Gerekçeli kararın sanığın MERNİS adresine tebliğe çıkartıldığı,dosya kapsamına göre,…..somut olayda tebliğ evrakının muhtara bırakıldığı hususunun en yakın komşusundan birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirilmediğinin anlaşılması karşısında, tebligatın usulüne uygun olmadığı,dolayısıyla sanığın eski hale getirme isteminin kabulü ile öğrenme üzerine yapmış olduğu 14.12.2018 tarihli temyiz isteminin süresinde olduğu kabul edilerek yapılan incelemede;…”;
Y.15.CD, E. 2017/194 K. 2019/405 T. 06.02.2019: “….Tebligat Kanunu’nun 21/1. maddesine göre, muhatabın geçici olarak adreste bulunmaması veya tebellüğden imtina etmesi halinde, tebliğ memurunun tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti azasından birine veyahut zabıta amir veya memurlarına imza mukabilinde teslim edip tesellüm edenin adresini ihtiva eden ihbarnameyi gösterilen adresteki binanın kapısına yapıştırmakla beraber, adreste bulunmama durumunda tebliğ olunacak şahsa keyfiyetin haber verilmesini de mümkün oldukça en yakın komşularından birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirmesinin gerektiği ve muhatabın adreste hiç oturmadığının veya adresten sürekli ayrıldığının tespiti halinde ise MERNİS adresine 21/2. maddesine göre tebligat yapılabileceği nazara alındığında, 21. madde kapsamında tebligat yapılabilmesi için öncelikle muhatabın MERNİS adresinde oturup oturmadığı, oturuyor ise dağıtım sırasında adreste bulunup bulunmadığı araştırılıp, adreste bulunmama halinde ise sebebi ve adresten geçici ya da sürekli ayrılıp ayrılmadığı hususunun tespitinin gerektiği; sanık …’ın bilinen en son adresinin aynı zamanda MERNİS adresi olup, yokluğunda verilen hükmün tebliği için bu adrese gönderilen evrakın 22/07/2013 tarihinde Tebligat Kanunu’nun 21/2. maddesine göre tebliğ edildiği olayda; yukarıda açıklanan şekilde herhangi bir işlem yapılmaksızın, doğrudan Tebligat Kanunu’nun 21/2. maddesine göre yapılan tebliğin usulsüz olduğu, sanık …’ın eski hale getirme talebinin haklı nedenlere dayandığı, temyiz talebinin öğrenme üzerine ve süresinde olduğu kabul edilerek yapılan incelemede,…”
Y.10. CD, E. 2013/9548, K. 2018/3604, T. 18.4.2018: “…28/10/2009 tarih 2008/412 esas ve 2009/758 karar sayılı denetimli serbestlik tedbirine dair kararın sanığın talimatla alınan savunmasında belirttiği “… Mah. 24. Sok. No:38 D:9 …” adresine tebliğe çıkarıldığı, çıkarılan tebligatın sanığın belirtilen adresten taşındığı gerekçesiyle iade edildiği, iade üzerine kararın bu kez aynı adrese Tebligat Kanunu’nun 35. maddesine göre 25.12.2009 günü tebliğ edildiği ancak 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 10. maddesinin 1. fıkrasına göre tebligatın bilinen en son adrese yapılması gerektiği, dosyada bulunan sanığın talimatla alınan savunmasına ekli 17.02.2009 tarihli dilekçesine göre sanığın bilinen en son adresinin “… Mah. 56. Sok. No:3/4 …” olduğu anlaşıldığından, sanığa usulüne uygun olarak tebliğ edilmeyen kararın kesinleşmediği, bu sebeple daha sonra verilen 20/02/2013 tarihli kararın yok hükmünde olduğu, sanığın 11.03.2013 tarihli kanun yoluna başvurma dilekçesinin 28/10/2009 tarihli denetimli serbestlik tedbiri kararına yönelik olduğu kabul edilerek yapılan incelemede…”
Bilinen en son adres kavramı, yerleşim yerinden farklıdır; daha geniş bir içeriğe sahiptir. Bkz.; Berkin. Tatbikatçılara Medeni Usul Hukuku Rehberi, İstanbul 1981, s. 345; Üstündağ, s. 430. Yerleşim yeri, bir kimsenin sürekli olarak kendisine yaşam alanı olarak belirlediği yerde kalma niyetiyle oturduğu yer olarak tanımlanabilir (TMK. m. 19,I). Bilinen son adresin süreklilik arz etmesi kavramı, kişinin orada oturmasını gerektirmemektedir. İlgilinin iş yeri adresi, bilinen son adres niteliği taşıyabilir. Bilinen en son adresin tespitinde, tebliğ isteyenin beyanı, muhatabın veya diğer ilgililerin bildirimleri veya mevcut olan belgeler ışığında değerlendirilmelidir. Bkz.; Şeker, Hilmi: “Uyum’un Takip Versiyonu, Yenilik mi Yinelemek mi?”, ABD. 2012/3, s. 380.
Y.12.HD, E. 2010/21608, K. 2010/23111, T. 12.10.2010: “….Mahkemece yaptırılan araştırma sonucunda şikayete konu tebligatı alan C. A.’ın şikayetçilerle birlikte aynı binada, fakat ayrı ayrı dairelerde oturdukları anlaşılmış olup, bu husus karar gerekçesinde mahkemece kabul edilmiştir. Aynı çatı altında ikamet etmekten kastın aynı bina içinde ikamet etmek olmadığı, aynı binada ayrı ayrı dairelerde ikamet eden kişinin aldığı tebligatın TK’nun 16. maddesi şartlarına aykırı olup, şikayetin kabul edilmesi gerektiği halde tebligatı alanın şikayetçilere yakınlık derecesi ve bu kişi ile görüşmediklerinin şikayetçiler tarafından ispatlanamadığı gerekçeleri ile şikayetin reddi yönünde hüküm tesisi isabetsizdir…”
Y.12.HD, E. 2011/14175, K. 2011/13741, T. 30.06.2011: “…Borçlu F.A.S. adına çıkartılan satış tebligatı; ‘‘Muhatabın eşinin isteği üzerine evrak Silivri PTT dağıtım merkezinde muhatabın alışverişe gittiğini beyan eden eşi T. imzasına tebliğ edildi’‘ şeklinde yapılmıştır. Tebligat bu şekli ile Tebligat Kanunu’nun 16. maddesine aykırıdır. Zira bu maddeye göre aynı konutta oturan kişiye tebligat yapılabilmesi için, kendisine tebliğ yapılacak şahsın adresinde bulunmaması şartının gerçekleşip gerçekleşmediği, tebligat adresine gidilmeden anlaşılamaz. Nitekim Tebligat Tüzüğünün 14/2. maddesinin; ‘‘Tebliğ yapılacak şahıs, tebliği çıkartan mercie veya PTT merkezine veyahut tebliğ memuruna müracaat ederse kendisine tebligat yapılır’‘ hükmü gereği de PTT merkezinde tebligat sadece muhatabın kendisine yapılabilir. Bu nedenlerle borçluya yapılan tebligat usulsüz olup, dairemizin yerleşik içtihatlarına göre borçluya satış ilanının usulüne uygun tebliğ edilmemiş olması tek başına ihalenin feshi sebebidir. O halde mahkemece şikayetin kabulü ile ihalenin feshine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde istemin reddi isabetsizdir….”
Y.17.HD, E.2005/11050, K.2006/1531, T.01.03.2006: “…KARAR: Dosya üzerinde yapılan inceleme sonunda verilen temyiz isteğinin reddine dair kararın sanıkla aynı konutta oturup oturmadığı belirtilmeden “V.S., oğluna” biçimde tebliğinin Tebligat Kanununun 16. maddesine aykırı olması karşısında, karar tebliği hukuken geçersiz olduğundan ıttıla üzerine yapılan temyizin süresinde olduğu anlaşılarak yapılan incelemede; Sanığın yokluğunda verilen mahkumiyet kararının aynı konutta oturup oturmadığı belirlenmeden “V.S., oğluna” biçiminde tebliğinin Tebligat Kanunu’nun 16. maddesine aykırı olması karşısında, karar tebliği hukuken geçersiz bulunduğundan ıttıla üzerine yapılan temyizin süresinde olduğu kabul edilerek temyiz isteminin süre yönünden reddine dair 25.04.2005 gün ve 2004/7229 Esas, 2005/929 Karar sayılı ek kararının ortadan kaldırılması ile mahkumiyet hükmüne yönelik olarak yapılan incelemede:…”
Y.15.HD, E. 2018/2252, K. 2018/3001, T. 10.07.2018: “…7201 sayılı Tebligat Kanunu 16. maddesinde yer alan “Kendisine tebliğ yapılacak şahıs adresinde bulunmazsa tebliğ kendisi ile aynı konutta oturan kişilere veya hizmetçilerinden birine yapılır.” düzenlemesi gereği gerçek kişilere yapılacak tebligat ancak aynı konutta oturan kişiye veya hizmetçiye yapılabilecektir. Yapılan incelemede dosyada asıl ve birleşen dosya davalısı …’a yapılan tebligatların muhatabın çarşıda olması nedeniyle işçisi…’a tebliğ edildiği şerhinin düşüldüğü, adresin muhatabın merniste kayıtlı ikamet adresi olması nedeniyle işyeri niteliğinde olmayan muhatap adresinde işçi sıfatıyla… isimli şahsa yapılan tebligatın usule aykırı olduğu anlaşılmıştır. Açıklanan nedenlerle asıl ve birleşen dosya davalısı …’a yapılan tebligat geçersiz olup, bu durum savunma hakkının kısıtlanması sonucunu doğurduğundan, usulüne uygun tebliğ yapılmadan, 6100 sayılı HMK’nın 27. maddesinde düzenlenen hukuki dinlenilme hakkını ihlal eder şekilde adı geçen birleşen davalının savunma hakkı kısıtlanarak davanın esası hakkında karar verilmesi doğru olmayıp, hükmün sair yönleri incelenmeksizin bu yönden bozulmasına karar verilmesi gerekmiştir…”YHGK’nun 07/04/1982 tarih ve 1377-337 sayılı kararı.
Y.20.HD, E.2017/2103, K.2018/7264, T.12.11.2018: “…Davalı …, tebligatı alan kardeşi … ile aralarında husumet bulunduğunu ve adı geçen ile birlikte aynı çatı altında yaşamadıklarını ileri sürmüş, mahkemece bu konuda herhangi bir araştırma yapılmadığı görülmüştür. O halde, mahkemece borçlunun ileri sürdüğü oğlu ile aynı çatı altında oturup oturmadığı iddiasının tarafların delilleri toplanmak ve gerekirse kolluk marifetiyle araştırılarak oluşacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir.
Y.17.CD, E. 2016/13107, K. 2018/13719, T. 01.11.2018: “…7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun “Aynı konutta oturan kişilere veya hizmetçiye tebligat” başlıklı 16. maddesinde, kendisine tebliğ yapılacak şahıs adresinde bulunmazsa tebliğin, kendisi ile aynı konutta oturan kişilere veya hizmetçilerinden birine yapılacağı düzenlenmiştir. İncelenen dosyada sanık …’nin yokluğunda verilen kararın, 13/05/2014 tarihinde kardeşine tebliğ edildiği, tebligat parçasına “Aynı konutta sakin kardeşi … tebliğ edildi” şeklinde şerh düşüldüğü, ancak sanığın adreste bulunmama sebebi ile tebligatı alan kardeşinin tebligatı almaya ehil olup olmadığının belirtilmediği, bu nedenle sanık adına yapılan tebliğin usulsüz olduğu, temyiz dilekçesinin öğrenme üzerine verildiği ve süresinde olduğu kabul edilerek yapılan incelemede;…”
Y.12.CD, E. 2017/1696, K. 2018/10939, T. 19.11.2018: “….Gerekçeli kararın sanığın savunmasında belirtmiş olduğu … Köyü,…, … adresine 01/05/2014 tarihinde sanıkla aynı konutta oturan amcasına tebliğ edildiği belirtilmiş ise de, sanığın uyaptaki nüfus kayıt sisteminde yapılan araştırmada, sanığın … adı altında amcasının olmayıp aynı isimde bir kardeşinin olduğu, yine sistemden yapılan sorgulamada, kardeşinin “… Mahallesinde…’da” sanığın ise …’de oturduğunun tespit edildiği, … İlçe Jandarma görevlilerinin yaptığı adres araştırmasında da tebligat tarihi olan 01/05/2014 tarihi, öncesi ve sonrasında sanığın tebligatta adları geçen kişilerle birlikte oturmayıp farklı evlerde ikamet ettiklerinin tespit edildiğinin belirtilmesi karşısında; Tebligat Kanunu’nun 16. maddesinde belirtilen ”kendisine tebliğ yapılacak şahıs adresinde bulunmazsa tebliğ, kendisiyle aynı konutta oturan kişilere ya da hizmetçilere yapılır” düzenlemesine aykırı olarak usulüne uygun tebligatın yapılmadığı anlaşılarak elinde olmayan sebeplerle temyiz süresini kaçıran sanığın eski hale getirme talebinde bulunduğu, bunun üzerine mahkemece ek karar ile eski hale getirme talebinin kabulüne karar verilerek, temyiz incelemesi için dosyanın Dairemize gönderildiği anlaşılmakla, 5320 sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 sayılı CMUK’un 311.maddesi hükmüne göre, eski hale getirme istemiyle birlikte temyiz talebinde de bulunulması halinde, inceleme merciinin Yargıtay’ın ilgili dairesi olduğu gözetilerek, yerel mahkemenin eski hale getirme talebinin temyiz talebi niteliğinde olduğuna ve sanık müdafiinin temyiz talebinin kabulüne ilişkin 02.03.2015 tarihli ek kararı hukuki değerden yoksun kabul edilip bu karar kaldırılmak suretiyle yapılan incelemede…”
Y.3.HD, E. 2017/10009, K. 2018/12572, T. 10.12.2018: “….Yargılamanın sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi, iddia ve savunma ile ilgili delillerin eksiksiz toplanıp tartışılabilmesi, itirazların yapılabilmesi, davanın süratle sonuçlandırılabilmesi, öncelikle tarafların duruşma gününden usulünce haberdar edilmesi ve böylece taraf teşkilinin sağlanması ile mümkündür. Bu yolla kişi, hangi yargı merciinde duruşması bulunduğuna, hakkındaki iddia ve isnatların nelerden ibaret olduğuna, yargılamanın safahatına, duruşmanın hangi tarihte yapılacağına, verilen kararın ne olduğuna, Tebligat Kanununda açıklanan usule uygun tebligat yapılması ile vakıf olabilecektir.6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 27. maddesinde “Hukuki dinlenilme hakkı” düzenlenmiştir. Buna göre davanın taraflarının yargılama ile ilgili bilgi sahibi olma, açıklama ve ispat hakkı bulunmaktadır. Maddenin gerekçesinde açıklandığı üzere bu hak Anayasanın 36. maddesinde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının en önemli unsurudur. İddia ve savunma hakkı olarak da bilinen bu hak, tarafların yargılama konusunda tam bilgi sahibi olmalarını, açıklama ve ispat hakkını tam ve eşit olarak kullanabilmelerini, yargı organlarının da bu açıklamaları dikkate alarak gereği gibi değerlendirme yapıp karar vermelerini zorunlu kılmaktadır. Hakim tarafları dinlemeden veya açıklama ve ispat hakkını kullanmaları için kanuna uygun biçimde davet etmeden hükmünü veremez. (YHGK.’nun 2009/52 Esas, 2009/105 Karar sayılı kararı)Taraf teşkili mahkemece resen ele alınması gereken bir husustur. Mahkemenin, dava dilekçesini ve duruşma gününü taraflara kendiliğinden tebliğ edip taraf teşkilini sağlaması, Usul Kanunu’nun amir hükmü gereğidir. (…23.11.2011 gün ve 11-554 Esas-684 Karar)7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 16.maddesi hükmüne göre, “kendisine tebliğ yapılacak şahıs adresinde bulunmazsa tebliğ kendisi ile aynı konutta oturan kişilere veya hizmetçilerinin birine yapılır”. Muhatap adına tebliği alacak kişinin, muhatap ile aynı konutta birlikte oturmuş, orayı adres olarak seçmiş olması şarttır. Buna göre; yazılı yasa hükmünde belirtilen şahıslara muhatap adına tebligatın yapılabilmesi için, bu kişilerin muhatap ile aynı konutta oturuyor olması ve tebligat yapılan yeri adres olarak seçmiş olması gerekmektedir. Aksi halde bir başka ifadeyle yazılı şartları taşımayan kişilere tebliğ yapılması halinde, tebliğ usulsüz olacaktır. Temyiz incelemesine konu dosyanın incelenmesi neticesinde; dava dilekçesinin sunulmasından sonra mahkemece, dilekçenin davalı adına ve adresine tebliğe çıkartıldığı, dönen tebligat parçasından tebligatın davalının işte olduğu belirterek, aynı konutta oturan kardeşi … ‘e yapıldığı anlaşılmıştır.Yukarıda yazılı yasa hüküleri ve açıklamalar ışığında somut olay ele alındığında…
T.C.
YARGITAY
19. HUKUK DAİRESİ
ESAS NO. 2015/16385
KARAR NO. 2016/287
KARAR TARİHİ. 19.1.2016
USULSÜZ TEBLİGAT – MUHATABIN ADRESİNDE BULUNMAMASI HALİNDE TEBLİGAT
7201/m. 21
ÖZET : Adreste bulunmama halinde tebliğ olunacak şahsa keyfiyetin haber verilmesi, mümkün oldukça en yakın komşularından birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirilmesi gerektiğinden kime haber verildiği hususu somutlaştırılmaksızın yapılan tebilgatın usulüne göre yapılmadığının kabulü gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki menfi tespit davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:
KARAR : Davacı asiller, davacılardan …’ in davalıdan haricen bir araç aldığını, ancak bu aracın noterden devrini üzerine almadan haricen sattığını, bu araca karşılık davalıya davacı …’ in borçlu, diğer davacı …’ ın kefil olduğu, 20.08.2010 vade tarihli 4.000-TL bedelli senedin verilmiş olduğunu, senet borcu henüz ödenmeden davacı …’in dava dışı …’ den … marka başka bir aracı haricen aldığını, davalı …’a olan senet borcuna karşılık davalı ile anlaşarak trafik kaydı … üzerine olan bu aracın davalıya … aracılığı ile noterden de devredildiğini, bu sırada dava konusu senet istenmesine rağmen davalının senedi vermediğini, daha sonra senedi İcra Müdürlüğü’nün 2011/566 sayılı icra dosyasında takibe koyduğunu belirterek, senetten dolayı borçlu olmadıklarının tespiti ile takibin iptaline, davalı aleyhine kötüniyet tazminatına karar verilmesini talep ve dava etmişlerdir.
Davalı asil, davacılara 1998 model …marka minibüs sattığını, karşılığında 4.000-TL ve 10.000-TL bedelli bonoları aldığını, bonoların ödenmediği gibi, sattığı aracın da davacılar tarafından bir galeriye satıldığını öğrendiğini, davacıların başka araç vereceklerini söylemeleri üzerine alacağına karşılık 10.000-TL bedelle … marka aracın kendisine devredildiğini, ancak kendisinin başlangıçta davacılara verdiği minibüsün 14.000-TL değerinde olup, … marka aracın devrine karşılık 10.000-TL lik bonoyu iade ettiğini, zira bu aracın değerinin bu olduğunu, dava konusu bono bedeli olan 4.000-TL’ lik alacağı ödenmediğinden de bonoyu takibe koyduğunu beyanla, davanın reddine ve davacılar aleyhine tazminata karar verilmesini talep etmiştir.
Mahkemece yapılan yargılama sonucunda, davanın kambiyo senedinden dolayı borçlu olunmadığının tespiti istemine ilişkin olup, davacı tarafın borcun ödeme nedeniyle düştüğünü ileri sürdüğü ve ispat yükünün davacı tarafta olduğu, bu kapsamda davacıların takibe dayanak 4.000-TL bedelli senede karşılık noterde düzenlenmiş 3 Kasım 2010 tarihli, satıcısı dava dışı …, alıcısı davalı … olan resmi araç satış sözleşmesini ibraz ettiği, ayrıca yemin deliline de dayanmış olduğundan, yemin teklif etme hakkının hatırlatıldığı, süresinde sunulan yemin metninin davalı asil adına tebliğ edilmesine rağmen, davalının gelip yemin etmemiş olmakla yemin konusu vakıaları ikrar etmiş olduğu gerekçeleriyle, davanın kabulü ile İcra Müdürlüğü’ nün 2011/566 sayılı takip dosyasına konu 25/08/2010 tarihli 4.000-TL’lik senetten dolayı davacıların borçlu olmadıklarının tespitine, asıl alacak üzerinden %20 tazminatın davalıdan alınarak davacı tarafa ödenmesine karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Davalıya çıkartılan yemin davetiyesinin Tebligat Kanunu’ nun 21. maddesindeki usule uygun olarak tebliğ edilmediği tebligat evrakının içeriğinden anlaşılmıştır. Zira, dosya kapsamına göre mahkemece davalının mernis adresi tespit edilip tebligata da mernis adresi olduğu şerhi düşülmediği halde davalının mernis adresi imiş gibi tebligat yapıldığı ve ayrıca adreste bulunmama halinde tebliğ olunacak şahsa keyfiyetin haber verilmesinin de mümkün oldukça en yakın komşularından birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirileceği hükmünün gereği yapılmadan, kime haber verildiği hususu somutlaştırılmaksızın tebligat yapıldığı görülmüştür. Açıklanan nedenlerle mahkemece, davalıya usulüne uygun olarak yemin davetiyesi çıkarılıp sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ : Yukarıda belirtilen nedenlerle hükmün davalı yararına BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, peşin harcın istek halinde iadesine, 19.01.2016 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2014/27553
2017/2305
28.2.2017
DAVA : Dosya incelenerek gereği düşünüldü;
KARAR : 5237 Sayılı TCK’nın 53. maddesinin bazı bölümlerinin iptaline dair Anayasa Mahkemesi’nin 24/11/2015 tarihinde yürürlüğe giren 08/10/2015 gün ve 2014/140 esas, 2015/85 Sayılı kararı da nazara alınarak bu maddede öngörülen hak yoksunluklarının uygulanmasının sanıklar hakkında verilen hapis cezalarının infazı aşamasında gözetilmesi mümkün görülmüştür.
I-)Suça sürüklenen çocuk hakkında mala zarar verme suçundan kurulan hükme yönelik temyiz incelenmesinde;
Mala zarar verme suçundan doğrudan hükmolunan adli para cezasının miktar ve türüne göre; 14.04.2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak aynı gün yürürlüğe giren 31.03.2011 tarih ve 6217 Sayılı Kanun’un 26. maddesiyle 5320 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’a eklenen geçici 2. maddesi gereğince doğrudan hükmolunan 3000 TL dahil adli para cezasına mahkumiyet hükümlerinin temyizi mümkün olmadığından suça sürüklenen çocuk müdafiinin temyiz isteğinin 1412 Sayılı CMUK’nın 317. maddesi gereğince istem gibi REDDİNE,
II-Sanıklar hakkında hırsızlık, mala zarar verme, konut dokunulmazlığını bozma suçlarından, suça sürüklenen çocuk hakkında hırsızlık ve konut dokunulmazlığını bozma suçlarından kurulan hükümlere yönelik temyiz itirazlarına gelince;
Sanık …’ın bilinen en son adresinin aynı zamanda MERNİS adresi olması ve sanık adına MERNİS adresine 28.06.2013 tarihinde gerekçeli kararın tebliğ imkansızlığı sebebiyle muhtara tebliğ edildiğinin anlaşılması karşısında; 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 21/1. maddesine göre sanığın adreste bulunmaması halinde, tebliğ memurunun tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti azasından birine veyahut zabıta amir veya memurlarına imza mukabilinde teslim ederek ve tesellüm edenin adresini ihtiva eden ihbarnameyi gösterilen adresteki binanın kapısına yapıştırmakla beraber, adreste bulunmama halinde tebliğ olunacak şahsa keyfiyetin haber verilmesini de mümkün oldukça en yakın komşularından birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirmesi gerekirken; bu işlemler yapılmadan, sanığın MERNİS adresinde oturup oturmadığı veya MERNİS adresinden sürekli olarak ayrılıp ayrılmadığı tespit edilmeden doğrudan aynı Kanun’un 21/2. maddesine göre işlem yapılarak muhtara teslim edilmesi sebebiyle tebligatın usulsüz olduğu anlaşıldığından; sanığın öğrenme üzerine hükmü süresinde temyiz ettiği kabul edilerek yapılan incelemede;
SONUÇ : Yapılan duruşmaya, toplanan delillere, gerekçeye, hakimin kanaat ve takdirine göre temyiz itirazları yerinde olmadığından reddiyle hükümlerin istem gibi ONANMASINA, 28.02.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2016/1940
2016/3614
25.4.2016
DAVA : I-)Sanık … hakkında kurulan hükümlere yönelik temyiz itirazlarının incelenmesinde;
Sanığın, yokluğunda verilip sorgu ve aynı zamanda mernis adresi olan adresine 09.06.2014 tarihinde usulüne uygun tebliğ edilen hükmü 5320 Sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 Sayılı CMUK’nun 310. maddesinde öngörülen bir haftalık yasal süre geçtikten sonra 30.09.2014 tarihli dilekçeyle temyiz ettiği anlaşıldığından, temyiz isteminin ve yerinde görülmeyen eski hale getirme talebinin 5320 Sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 Sayılı CMUK’nun 317. maddesi uyarınca istem gibi REDDİNE,
II-Sanık … hakkında kurulan hükümlere yönelik temyiz itirazlarının incelenmesine gelince;
Yokluğunda verilen hükmün sanığın bilinen en son ve aynı zamanda adres kayıt sistemindeki adresine tebliği sırasında, sanığın adresten geçici ya da sürekli ayrılıp ayrılmadığı konusunda bir açıklama ve araştırma yapılmadan, en yakın komşularından birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirilmeden, “adresin kapalı olduğu açıklaması” ile yetinilip mahalle muhtarına tebliğ edildiği ve 2 numaralı haber kağıdının kapıya yapıştırıldığı anlaşıldığından tebligatın geçersiz olduğu ve eski hale getirme talebinin yerinde olduğu kabul edilerek yapılan incelemede;
1-)Sanık …’ın “2008 yılında …, … ve …’nın yanında çalışıyordum, bana kendilerinin üzerinde haciz olduğunu, bu sebeple şirket kuramadıklarını, benle ortak şirket kurup şirketi üzerime yapmak istediklerini söylediler, bende kabul ettim, diğer sanık …’ ı da bu şahıslar buldu ve birlikte Notere gittik, bu olayda benim herhangi bir suçum yoktur, ben şirketle hiç bir zaman ilgilenmedim, benden defter ve belgeler istendiğinde de ben …’nın yanına giderek defter ve belgeleri vermesini istedim, ancak bana defter ve belgelerin olmadığını söylediler, bende veremedim, bu şahıslar beni de mağdur etmiştirler” şeklindeki savunması, diğer sanık …’ın da “Ben …’e iş aramak için gitmiştim,… İlinde beni … karşıladı ve bana bir arkadaşının olduğunu ve arkadaşının şirketi olduğunu, orada çalışabileceğimi ancak noterde birkaç imza atmam gerektiğini söyledi, ben de … ile birlikte notere gittim, notere gittiğimizde sanık … de yanımızdaydı, ben…’a güvendiğim için noterde imzalattırılan evrakları okumadan imzaladım, hem … hem de … bana şirketin sadece sorumlusu olacağımı söylediler, daha sonra …’e gitmemi istediler ve 4-5 ay boyunca kendilerini aramamamı istediler, ben de kendilerini aramadım, onlar da beni aramadılar, bu yüzden ben de …’de kendime iş buldum ve …’e gitmedim, ben herhangi bir şekilde sahte fatura düzenlemedim, bu olay tamamen …’a güvendiğimden dolayı başıma gelmiştir.” şeklinde sanık …’ı teyit eder şekilde savunmada bulunmuş olması, sanıkların ortak gözüktükleri şirketin Bs formlarında satış yaptıkları anlaşılan …’un banka aracılığıyla ödediği mal bedellerinin sanığın vekalet verdiği … tarafından tahsil edilmesi, … ve …’nın ise sanığın şirketinin alımlarını yaptığı ve tamamen sahte fatura düzenlemek için kurulduğuna dair vergi inceleme raporları bulunan … limited ve … Metal Limited Şirketlerinin ortakları olması karşısında; gerçeğin kuşkuya yer vermeyecek şekilde belirlenmesi ve sahte fatura düzenleme eyleminin sanık … ve sanık … tarafından gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğinin belirlenmesi için sanık … ve … tarafından şirket faaliyetleriyle ilgili beyanname, şirkete ait bir belge düzenleyip düzenlemedikleri, müdür veya ortak sıfatıyla şirketten bir maaş ya da pay alıp almadıklarının araştırılması, …, …, …ve …’ın tanık olarak dinlenmesi, haklarında sanıkların ortağı oldukları mükellef şirketle bağlantılı vergi ve ceza soruşturmaları bulunup bulunmadığı ve mükellef şirketin faaliyetini gerçekte yürüten kişiler olup olmadıkları, sanıkların adı geçen kişilere ait şirketlerde ortaklıklarının bulunup bulunmadıklarının araştırılması, suça konu faturalar ve şirketin kuruluş aşamasındaki belgelerdeki imza ve yazıların aidiyeti bakımından bu kişiler ile sanıkların imza ve yazı örneklerinin alınarak bilirkişi incelemesi yaptırılması, şirketin fatura kestiği şirket yetkililerinin belirlenip tanık olarak dinlenmeleri, dosya içerisinde 2009, 2010 yıllarına ait çok sayıda fatura ile 2008 yılına ait 1 adet faturanın bulunduğu anlaşıldığından fatura ayrıntılarının Vergi Dairesi’nden sorularak dava açılan her takvim yılı için kanaat oluşturacak sayıda fatura aslı ya da onaylı suretinin de dosya arasına konulmasından sonra sonucuna göre sanığın hukuki durumunun değerlendirilmesi yerine eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması,
Kabule göre de;
2-)5271 Sayılı CMK’nun 225. maddesi uyarınca hükmün konusu, duruşmanın neticesine göre iddianamede gösterilen fiilden ibaret olup, bunun dışına çıkılarak davaya konu edilmeyen eylem esas alınarak hüküm kurulamayacağı halde sanık hakkında, vergi tekniği ve vergi suçu raporu ile kurum mütalasında yer almayıp iddianame ile de kamu davası açılmamış olan 2012 takvim yılında da sahte belge düzenlemek suçundan mahkûmiyetine hükmedilmesi,
SONUÇ : Yasaya aykırı, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu sebeple yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebepten dolayı 5320 Sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 Sayılı CMUK’nun 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, bozma kararının gerekçesine göre temyiz talebi reddedilen sanık …’a da sirayet ettirilmesine, 25.04.2016 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2016/3157
2016/2732
10.3.2016
DAVA : Dosya incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR : Sanığın yokluğunda verilen mahkûmiyet hükmüne dair tebligatın, Tebligat Kanun’un 21. maddesine göre en yakın komşuya haber verilmesi şartına uyulmaksızın tebliğ edilerek kesinleştirildiği anlaşılmakla; yapılan tebligat usulsüz olup, sanığın eski hale getirme ve temyiz isteğinin haklı, temyizin öğrenme üzerine ve süresinde olduğu anlaşılmakla; eski hale getirme konusunda karar verme yetkisi Yargıtay’a ait olup temyiz talebinin reddine dair 06.08.2015 tarihli ek kararın hukuki değerden yoksun olması sebebiyle bu karar kaldırılmak suretiyle yapılan incelemede,
Sanığın, katılandan satın aldığı mal karşılığında katılana suça konu sahte çeki düzenleyip vermek suretiyle sahtecilik ve dolandırıcılık suçlarını işlediğinin iddia olunduğu olayda;
1-)Sahtecilik suçundan kurulan hükme yönelik yapılan temyiz itirazlarının incelenmesinde;Sanığın, katılandan satın aldığı mal karşılığında sahte çek düzenlemek şeklindeki eyleminin sahtecilik suçunu oluşturduğuna yönelik kabülde isabetsizlik görülmemiştir.TCK’nın 53/1. maddesinde düzenlenen ve Anayasa Mahkemesi’nin 24.11.2015 tarih ve 29542 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 08.10.2015 tarih, 2014/140 E, 2015/85 Sayılı iptal kararının infaz aşamasında gözetilmesi mümkün görülmüştür.
Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, sanık müdafiinin yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle hükmün ONANMASINA,
2-)Dolandırıcılık suçundan kurulan hükme yönelik yapılan temyiz itirazlarının incelenmesinde;Sanığın, katılandan satın aldığı mal karşılığında katılana suça konu sahte çeki vermek şeklindeki eyleminin dolandırıcılık suçunu oluşturduğuna yönelik kabülde isabetsizlik görülmemiştir.5237 Sayılı TCK’nın 158. maddesinin 1. fıkrasının (e), (f), (j) ve (k) bentlerinde belirtilen nitelikli hallerde suçtan elde edilen haksız menfaati belli ise; TCK’nın 52. madde hükmü de gözetilmek sureti ile haksız menfaatin iki katından az olmayacak şekilde temel adli para cezası aynı Kanun’un 61. maddesi uyarınca gün olarak belirlenerek artırım ve indirimler gün üzerinden yapıldıktan sonra, ortaya çıkacak sonuç gün sayısı ile bir gün karşılığı 52/2. madde hükmü gereğince 20-100 TL arasında takdir edilecek miktarın çarpılması neticesinde sonuç adli para cezasının belirlenmesi gerekirken doğrudan elde edilen haksız menfaatin iki katı esas alınmak suretiyle ceza tayini sonucu etkilemediğinden bozma nedeni yapılmamıştır.Sanık müdafiinin yerinde görülmeyen diğer temyiz itirazlarının reddine, ancak;
a-)Katılanın, zararının sanık tarafından giderilmediği yönündeki 17.04.2015 tarihli beyanından sonra, sanığın 16.06.2015 tarihindeki beyanında “çek karşılığı olan 32.000 TL’yi mal ile birlikte …’e iade ettim, bunun iade edildiği banka kayıtlarında mevcuttur, daha sonra…’e kendi şirketimin 32.000 TL bedelli çekini verdim, ilave senetlerde verdim, daha sonra malları iade ederek alışverişimizi sonlandırdım” şeklinde beyanda bulunduğunun anlaşılması karşısında; katılana, zararının giderilip giderilmediği hususunun sorularak ve zararın hangi tarihte giderildiği hususu araştırılarak sonucuna göre TCK’nın 168. maddesinin uygulanıp uygulanmayacağının kararda tartışılmamış olması,b-TCK’nın 53/1. maddesinde düzenlenen hak yoksunluklarının uygulanması bakımından, Anayasa Mahkemesi’nin 24.11.2015 tarih ve 29542 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 08.10.2015 tarih, 2014/140 E, 2015/85 Sayılı iptal kararının uygulanması zorunluluğu,
SONUÇ : Bozmayı gerektirmiş, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan, hükmün bu nedenlerle, 5320 Sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 Sayılı CMUK’un 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 10/03/2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2016/116
2016/3545
1.3.2016
DAVA : Dosya incelenerek gereği düşünüldü;
KARAR : Yokluğunda hüküm kurulan sanık …’e 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 21. maddesi uyarınca 4.4.2014 tarihinde tebligat yapılmış ise de, tebligat evrakında, haber verilmesi gereken en yakın komşusunun isminin belirtilmemesi ve imzasının alınmaması sebebiyle yapılan tebligat usulsüz olduğundan, sanığın 26.10.2015 havale tarihli temyiz isteminin süresinde olduğu belirlenerek yapılan incelemede;
5237 Sayılı TCK’nın 53. maddesinin bazı bölümlerinin iptaline dair Anayasa Mahkemesi’nin 24.11.2015 tarihinde yürürlüğe giren 8.10.2015 gün ve 2014/140 esas, 2015/85 Sayılı kararı da nazara alınarak bu maddede öngörülen hak yoksunluklarının uygulanmasının infaz aşamasında gözetilmesi mümkün görülmüştür.
Sanık … hakkında kurulan hükümler ile suça sürüklenen çocuk … hakkında konut dokunulmazlığının ihlali suçundan kurulan hükme yönelik temyiz isteminin incelenmesinde;
Yapılan duruşmaya, toplanan delillere, gerekçeye, hâkimin kanaat ve takdirine göre temyiz itirazları yerinde olmadığından reddiyle hükümlerin istem gibi ONANMASINA,
Suça sürüklenen çocuk … hakkında hırsızlık ve mala zarar verme suçlarından kurulan hükümlere yönelik temyiz isteminin incelenmesinde;
Dosya içeriğine göre sair temyiz itirazları yerinde görülmemiştir, Ancak;
5237 Sayılı TCK’nın 50/3.maddesinde daha önce hapis cezası ile mahkûm olmayan 18 yaşını doldurmamış çocukların mahkûm edildiği bir yıl veya daha az süreli hapis cezalarının aynı maddenin birinci fıkrasında yazılı seçenek yaptırımlardan birine çevrileceği belirtilmiş, 5275 Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 106/4. maddesinde “Çocuklar hakkında hükmedilen adli para cezasının ödenmemesi halinde bu ceza hapse çevrilemez, bu takdirde onbirinci fıkra hükmü uygulanır.” şeklinde düzenleme yapılmıştır.
Her ne kadar 5237 Sayılı TCK’nın 50/6. maddesinde seçenek tedbirin yerine getirilmemesi halinde tedbire çevrilen kısa süreli hapis cezasının tamamen veya kısmen infazına karar verileceği belirtilmiş ise de, yukarda açıklanan düzenlemeler karşısında 5237 Sayılı TCK’nın 50/6. maddesinin çocuklar yönünden uygulanamayacağı, hükmolunan seçenek tedbirin yerine getirilmemesi halinde diğer seçenek tedbirlerden birine veya adli para cezasına karar verilebileceği sonucuna varılmaktadır.
Bu itibarla kısa süreli hapis cezasından çevrilen seçenek tedbirin yerine getirilmemesi halinde hapis cezasının tamamen veya kısmen infaz edileceği ihtarı yapılamayacağı gözetilmeden yazılı şekilde karar verilmesi,
SONUÇ : Bozmayı gerektirmiş, suça sürüklenen çocuk müdafinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebepten dolayı BOZULMASINA, ancak bu aykırılığın aynı Kanun’un 322. maddesine göre düzeltilmesi mümkün olduğundan, “Taksitlerden birinin ödenmemesi durumunda kalan tüm taksitlerin SSÇ’dan tahsili ile ödenmeyen para cezasının hapse çevrilmesine,” dair bölümün hüküm fıkrasından çıkartılmasına karar verilmek suretiyle, diğer yönleri usul ve yasaya uygun bulunan hükmün DÜZELTİLEREK ONANMASINA, 1.3.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2015/9527
2016/1875
15.2.2016
DAVA : Yerel Mahkemece verilen hükümler temyiz edilmekle, kararların nitelik, ceza türü, süresi ve suç tarihine göre dosya görüşüldü:
KARAR : Sanığa, 7201 Sayılı Tebligat Kanununun 21. maddesine göre yapılan ilk tebligatın komşusuna haber verilmemesi sebebiyle usulüne uygun olmadığı, anlaşılmakla; temyizin süresinde olduğunun kabulüyle yapılan incelemede;
1-)Sanık hakkında hırsızlık suçundan kurulan hükme yönelik temyiz isteminin incelenmesinde;
Müştekiye ait 3 plaka sayılı, evin önündeki otoparkta kilitli vaziyette bulunan aracı kelebek camını kırarak kapılarını açıp çalmaya kalkışan sanığın eylemi 5237 Sayılı TCK’ nın 142/1-b. maddesinde düzenlenen suçu oluşturmasına rağmen yazılı şekilde karar verilmesi sonuç ceza değişmeyeceğinden, bozma nedeni yapılmamıştır.
Anayasa Mahkemesi’nin karar tarihinden sonra 24.11.2015 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 08.10.2015 gün, 2014/140 Esas ve 2015/85 Karar sayılı TCK’nın 53. maddesinin bazı bölümlerinin iptaline dair kararının infazda gözetilmesi olanaklı görülmüştür.
Yapılan duruşmaya, toplanan delillere, gerekçeye, hakimin kanaat ve takdirine göre sanık C.. T.. ‘nun temyiz itirazı yerinde olmadığından reddiyle, eleştiri dışında usul ve yasaya uygun olan hükmün ONANMASINA,
2-)Sanık hakkında mala zarar verme suçundan kurulan hükme yönelik temyiz isteminin incelenmesinde;
Mağdura ait 3 plaka sayılı aracı çalmak için sanık tarafından araç camının kırıldığı, düz kontak yapabilmek için direksiyon altındaki kutunun söküldüğü anlaşılmakla, malın çalınması sırasında eşyaya verilen zarardan dolayı ayrıca mala zarar verme suçundan ceza verilmeyeceğinin gözetilmemesi,
SONUÇ : Bozmayı gerektirmiş, sanık ..’nun temyiz itirazı bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan, hükmün bu sebepten dolayı isteme aykırı olarak BOZULMASINA, 15/02/2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2015/19569
2015/8320
17.12.2015
DAVA : Dosya incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR : Sanığın yokluğunda verilen mahkûmiyet hükmüne dair tebliğatın, Tebliğat Kanunun 21. maddesine göre en yakın komşuya haber verilmesi şartına uyulmaksızın tebliğ edilerek kesinleştirildiği anlaşılmakla; yapılan tebligat usulsüz olup, sanığın eski hale getirme ve temyiz isteğinin haklı, temyizin öğrenme üzerine ve süresinde olduğu anlaşılmakla; eski hale getirme konusunda karar verme yetkisi Yargıtay’a ait olup temyiz talebinin reddine dair 26.11.2013 tarihli ek kararın hukuki değerden yoksun olması sebebiyle bu karar kaldırılmak suretiyle yapılan incelemede,
Temyize gelmeyen sanık …’in katılana Giresun televizyonunda çalıştığını, yeni bir mağaza açtıklarını ve hediye dağıttıklarını söyleyerek katılana bir zarf verdiği, bir müddet sonra kendisini şirketin müdürü olarak tanıtan sanığın geldiği ve birlikte zarfı açtıkları ve sanıkların zarftan fırın çıktığını ve size bilgisayarda getireceğiz ayrıca 200 TL indirim çeki kazandınız şeklinde beyanda bulunarak katılandan 440 TL aldıkları ve katılana gerçek piyasa değeri 190 TL olan fırın ve tencere sattıklarından ve sanıkların aynı yöntemle şikayetçi… da piyasa değerlerinin çok üzerinde mutfak eşyası satarak 495 TL meblağlı sözleşme imzalattıklarından fikir ve eylem birliği içerisinde dolandırıcılık suçunu işlediklerinin iddia olunduğu olayda; sanığın, temyize gelmeyen diğer sanık ile birlikte hileli ve aldatıcı hareketlerle katılan ile şikayetçinin zararına kendi yararına haksız menfaat temin ettiğinden eylemlerinin dolandırıcılık suçunu oluşturduğuna yönelik mahkemenin kabulünde bir isabetsizlik görülmemiştir.
Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, sanığın yerinde görülmeyen diğer temyiz itirazlarının reddine, ancak;
5237 Sayılı TCK’nın 53/1. maddesinde düzenlenen hak yoksunluklarının, Anayasa Mahkemesi’nin 24.11.2015 tarih ve 29542 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 8.10.2015 tarih, 2014/140 E, 2015/85 Sayılı iptal kararı doğrultusunda infaz aşamasında gözetilmesi mümkün görülmekle beraber, maddenin (b) fıkrasında yer alan “ve diğer siyasi hakları kullanmaktan” şeklindeki ibarenin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi ve ayrıca TCK’nın 53. maddesinin 3. fıkrası uyarınca 53/1-c bendindeki “velayet hakkından; vesayet veya kayyımlığa ait bir hizmette bulunmaktan” yoksunluğun sanığın sadece kendi altsoyu yönünden koşullu salıverme tarihine kadar süreceği, altsoyu haricindekiler yönünden ise hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar devam edeceğinin gözetilmemiş olması sebebiyle bu hususlar,
SONUÇ : Bozmayı gerektirmiş, sanığın temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükümlerin 5320 Sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 Sayılı CMUK’nın 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, ancak yeniden yargılama yapılmasını gerektirmeyen bu hususların aynı Kanun’un 322. maddesi uyarınca düzeltilmesi mümkün bulunduğundan, TCK’nın 53/1. maddesinin uygulanmasına dair (c) bendinin hükümlerden çıkartılarak yerine “TCK’nın 53. maddesinin 3. fıkrası uyarınca 1. fıkranın (c) bendinde yer alan kendi alt soyu üzerindeki velayet, vesayet veya kayyımlık yetkilerinin koşullu salıverilme tarihine, altsoyu haricindekiler yönünden ise hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar yoksun bırakılmasına” cümlesinin eklenmesi ve TCK’nın 53/1. maddesinin (b) bendinin uygulanmasına dair kısımlarda yer alan “ve diğer siyasi hakları kullanmaktan” ibaresinin tamamen çıkartılması suretiyle sair yönleri usul ve yasaya uygun bulunan hükümlerin DÜZELTİLEREK ONANMASINA, 17.12.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2015/7823
2015/17286
22.6.2015
DAVA : Yerel mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle; başvurunun nitelik, ceza türü, süresi ve suç tarihine göre dosya okunduktan sonra Türk Milleti adına gereği görüşülüp düşünüldü;
KARAR : Sanık müdafii 25.03.2014 tarihli dilekçesinde sanığa gönderilen tebligattan komşularının haberinin olmadığı, bilgi kağıdının kapıya yapıştırılmadığı ve muhtarın müvekkilini bilgilendirmediği,
Sanığın da haberi olmadığı böylece yapılan tebligatın usulsüz olduğunu öne sürdüğüne göre, 5271 Sayılı MK.nun 42/1.maddesi uyarınca temyiz talebini de içeren eski hale getirme istemi konusunda karar verme yetkisi dairemize ait bulunduğundan mahkemenin eski hale getirme talebi hakkında verdiği 28.03.2014 tarihli 2013/381 esas, 2013/896 karar sayılı ek-karar hukuken geçersiz ve yok hükmünde olup, bu konuda verilen ek karar kaldırılarak yapılan incelemede;
Sanığın adreste bulunmama sebebi gösterilmeyen, ve haber verilen komşunun adı soyadı imzası bulunmayan 05.02.2014 tarihli tebligatla yapılan gerekçeli karar tebliğinin 7201 Sayılı Tebligat Yasasına uygun yapılmadığı anlaşılmakla, eski hale getirme talebinin kabulüyle öğrenme üzerine sanık müdafıinin temyiz istemi yasal süresinde kabul edilerek 23.12.2013 tarihli hükme yönelik yapılan incelemede;
SONUÇ : Yapılan duruşmaya, toplanan ve karar yerinde açıklanan delillere, gösterilen gerekçeye ve takdire göre sanık müdafıinin yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle hükmün ONANMASINA, 22.06.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2014/12208
2014/14626
9.7.2014
DAVA : Yerel mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle; başvurunun nitelik, ceza türü, süresi ve suç tarihine göre dosya okunduktan sonra Türk Milleti adına gereği görüşülüp düşünüldü;
KARAR : 1-5271 sayılı CMK’nın 42/1.maddesi uyarınca; eski hale getirme isteği hakkında karar verme görevi temyiz incelemesini yapacak Dairemize ait olup, sanık müdafii temyiz talebi ile beraber eski hale getirme talebinde de bulunduğundan yerel mahkemenin 06.06.2012 tarihli ve 2011/540 Esas 2011/104 sayılı süreden sonra yapılan temyiz talebinin reddine dair kararı hukuken geçersiz ve yok hükmünde kabul edilip, kaldırılarak, sanık müdafiinin 29.05.2012 tarihli eski hale getirme istemine yönelik yapılan incelemede;
Sanığın mernis adresinden taşınmış olduğu da belirtilerek doğrudan Tebligat Kanunu 21.maddesi gereğince, komşuya da haber verilmeden 27.03.2012 tarihinde yapılan tebligat usulsüz olup, bu nedenle sanık müdafiinin karardan 28.05.2012 tarihinde haberdar olunduğu yönündeki beyanı da yerinde görüldüğünden eski hale getirme talebi kabul edilerek Mersin 3.Asliye Ceza Mahkemesinin 15.02.2012 tarihli mahkumiyet kararına yönelik temyiz incelenmesinde;
10.05.2011 tarihli olay, yakalama ve muhafaza altına alma ve teslim tutanağına göre sanığın ikametgahında aramada 15 adet 6 kg’lık dolu O.., 5 adet 6 kg’lık dolu A .. 2 adet 1.5 kg’lık dolu O.., 2 adet 650 gr’lık dolu C.., 230 adet boş C.. ambalajı 334 adet boş O.. ambalajı, 5 adet boş A.. ambalajı, 1 adet silikon tabanca 35 adet dolu silikon tüpü, 1 adet ambalaj makinesi ve aracının içinde 39 adet 6 kg’lık dolu O.. ve 11 adet 6 kg’lık dolu A..markalı deterjanlar ve ürünler bulunmuştur.
Sanığa atılı marka hakkına tecavüz suçunun 556 sayılı KHK’nin 5833 sayılı yasa ile değişik 61/A-6 maddesi gereğince soruşturma ve kovuşturması şikayete bağlıdır.
Omo, omomatik markaları hakkında Ü.. N.V (Ü..S.. ve Tic. A.Ş.) adına Avukat M..Y.. tarafından şikayet dilekçesi verildiği, dosyada mevcut vekaletnamesinin Türk şirketi adına olduğu ünilever San. Ve Tic. A.Ş. Vekili Av. E.. A..’ın talimat mahkemesinde katılma talebinde bulunduğu, ancak bu vekilin dosyada vekaletnamesinin olmadığı,
Calgon, calgonit markaları hakkında R… B… T.. M..San. Tic. A.Ş. Vekili Av. T.. K.. şikayetçi olup, aynı şirket adına talimat mahkemesinde Av. Ç.. S.. katılma talebinde bulunduğu ve her iki vekilinde dosyada vekaletnamelerinin olmadığı,
A.., arielmatik markaları hakkında The P.. G..& C..Tük. Malz. San.Tic. A.Ş. Vekili Av.S.. M.. demiryürek’in talimat mahkemesinde 12.09.2011 tarihinde katılma talebinde bulunmasına rağmen bu şirketler adına vekaletname veya yetki belgesinin olmadığı gözetilerek
Türk Patent Enstitüsünden suç konu markalara ait marka tescil belgeleri celbedilip adı geçen markaların sahiplerinin belirlenmesi, yabancı şirketler adına tescilli iseler bu firmaların şikayet eden veya yargılamaya katılma talep eden firmalara suç tahinde geçerli lisans sözleşmeleri ile marka hakkının devri olup olmadığı veya şikayet eden veya katılma talep eden vekillere yabancı şirketler tarafından verilmiş vekaletname veya yetki belgelerinin bulunup bulunmadığı araştırılarak, şikayet eden ve yargılamaya katılma talep eden ve dosyada vekaletnameleri bulunmayan adı geçen vekillerin de varsa vekaletname veya yetki belgelerinin temin edilmesinden sonra şikayet ve yargılamaya katılma haklarının bulunup bulunmadığı tespit edilerek sonucuna göre sanığın hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekirken eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi,
Kabul ve uygulamaya göre;
2-Aynı gün yapılan aramada farklı firmalar adına tescilli markaların taklidi olan ürünlerin bulunması karşısında, sanığın eyleminin 5237 sayılı TCK’nın 43.maddesinin birinci ve ikinci fıkraları gereğince bir suç işleme kararının icrası kapsamında aynı suçun birden fazla kişiye karşı tek bir fiile işlenmesi sebebiyle zincirleme suç kapsamında kaldığı gözetilmeden karar verilmesi,
3-Suçun işleniş bicimi, suç konusunun önem ve değeri tamamen haksız çıkar sağlama amacına yönelik suç sebep ve saiki, fiilden sonraki davranışları gözetilerek alt sınır ceza yeterli görüldüğü belirtildiği halde takdiren ve teşdiden asgari had aşılıp yazılı şekilde ceza tayinini suretiyle hükümde çelişkiye düşülmesi,
SONUÇ : Yasaya aykırı, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden hükmün 5320 sayılı Yasa’nın 8/1.maddesi gereğince yürürlükte bulunan 1412 sayılı CMUK.nun 321.maddesi uyarınca BOZULMASINA, başka bir suçtan tutuklu veya hükümlü bulunmadığı takdirde bu suçtan TAHLİYESİNE 09.07.2014 günü oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA DAİRESİ
2010/1942
2011/36617
17.10.2011
DAVA : Dosya incelenerek gereği düşünüldü;
KARAR : 1-) Sanık Ayhan Aydın’a 16.7.2007 tarihinde 7201 Sayılı Tebligat Kanununun 21. maddesi uyarınca yapılan temyiz isteminin reddine dair karar tebliği, muhatabın adreste bulunmama nedeninin araştırılmaması ve komşusuna haber verilmemesi sebebiyle usulsüz olduğundan öğrenme üzerine bu kararı 3.9.2007 tarihinde temyiz eden sanık Ayhan Aydın’ın temyiz isteminin yasal süresinde olduğu belirlenerek yapılan incelemede:
Sanığın mala zarar verme suçundan kurulan hükme yönelik temyiz isteminin reddine dair 28.6.2007 gün ve 2004/132 esas-2007/73 Sayılı kararda bir isabetsizlik görülmediğinden, bu karara yönelik temyiz itirazlarının reddiyle, temyiz isteminin reddine dair kararın istem gibi ONANMASINA,
2-) Sanık Kaan Aydın’ın daha önce kasıtlı bir suçtan mahkum olduğu anlaşıldığından, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilmesi için aranan, 5271 Sayılı C.M.K.nun 231/6. maddesinin (a) bendinde yazılı “kasıtlı bir suçtan mahkum olmama” koşulunun bulunmaması nedeniyle, hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilemeyeceği belirlenerek, bu sanık elektrik enerjisi suçundan kurulan hükme yönelik temyiz isteminin incelenmesinde:
Gerekçeli karar başlığında, sanık Kaan Aydın’ın doğum tarihinin 24.8.1967 yerine 20.3.1978 olarak yanlış yazılması mahallinde düzeltilmesi mümkün maddi hata olarak kabul edilmiştir.
Yapılan duruşmaya toplanan delillere, gerekçeye, hakimin kanaat ve takdirine göre temyiz itirazları yerinde olmadığından reddiyle hükmün istem gibi ONANMASINA,
Sanık Ayhan Aydın hakkında tehdit suçundan kurulan hükme yönelik temyiz isteminin incelenmesinde:
Hükümden sonra 8.2.2008 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak aynı gün yürürlüğe giren 5728 Sayılı Kanunun 562. maddesiyle değişik 5271 Sayılı C.M.K.nun 231. maddesi uyarınca ve bu maddenin 6. fıkrasına 25.7.2010 tarihinde yürürlüğe giren 6008 Sayılı Kanunun 7. maddesiyle eklenen cümle de gözetilerek; hükmolunan cezanın tür ve süresine göre hükmün açıklanmasının geri bırakılıp bırakılmayacağı hususunun değerlendirilmesinde zorunluluk bulunması.
SONUÇ : Bozmayı gerektirmiş, sanık Ayhan Aydın’ın temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan diğer yönleri incelenmeyen hükmün bu sebeplerden dolayı istem gibi BOZULMASINA, temyiz harcının istenmesi halinde iadesine, 17.10.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
19. CEZA DAİRESİ
E. 2016/2683
K. 2017/8879
T. 30.10.2017
* YANLIŞ TEBLİGAT ADRESİ BİLDİRME ( Sanığın MERNİS Adresi Olarak İlgili Adresi Gösterip Göstermediği ve Sanığın İlgili Dönemde Anılan Adreste Oturup Oturmadığı Zabıta Aracılığıyla Tespit Edilmeden Eksik Kovuşturma İle Yetinilerek Sanık Hakkında 7201 S. K.Uyarınca Mahkumiyet Kararı Verilmesinin Hatalı Olduğu )
* ZABITA ARACILIĞI İLE ADRES TESPİTİ ( Tebligat Yapılacak Hallerde Adresi Yanlış Bildirmek – Sanığın Savunmasında 2007-2008 Yılları Arasında İlgili Adreste Oturmasına Rağmen İşlerinin Kötü Gitmesi Babasını Kaybetmesi ve Aile Fertleri İle Arasının Bozulması Üzerine Bu Adresten Taşınmak Zorunda Kaldığı Şeklindeki Savunması Göz Önüne Alındığında 2007-2008 Yılları Arası Sanığın MERNİS Adresi Olarak Bu Adresi Gösterip Göstermediği ve Sanığın Bu Dönemde Anılan Adreste Oturup Oturmadığı Zabıta Aracılığıyla Tespit Edileceği ) 7201/m.53
ÖZET : Tebligat yapılacak hallerde isim veya adresi yanlış bildirmek suçundan kurulan hükmün incelenmesinde;
Sanığın savunmasında, 2007-2008 yılları arasında bu adreste oturmasına rağmen işlerinin kötü gitmesi, babasını kaybetmesi ve aile fertleri ile arasının bozulması üzerine bu adresten taşınmak zorunda kaldığı şeklindeki savunması göz önüne alındığında, 2007-2008 yılları arası sanığın MERNİS adresi olarak bu adresi gösterip göstermediği ve sanığın bu dönemde anılan adreste oturup oturmadığı zabıta aracılığıyla tespit edilmeden, eksik kovuşturma ile yetinilerek sanık hakkında 7201 Sayılı Kanun uyarınca mahkumiyet kararı verilmesi, hatalıdır.
DAVA : Yerel Mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle; başvurunun süresi,kararın niteliği ve suç tarihine göre dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi.
Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;
Yerel Mahkeme tarafından Selçuklu İlçe Nüfus Müdürlüğüne yazılan 05/12/2013 tarihli müzekkerede, sanığın MERNİS adresi olarak bildirdiği “Sancak Mahallesi Ödül Sokak Gülşehir Sitesi No… ve Sancak Mahallesi Ödül Sokak Gülşehir Sitesi No:… Selçuklu/ Konya” adresinde 2009 – 2013 yılları arasında kimlerin oturduğu, bu adresi kimlerin MERNİS adresi olarak bildirdiği, İcra Müdürlüğünce Ödeme Emri ile Yenileme Emrinin gönderildiği 22/02/2012 tarihi ile hacze gidilen 08/10/2012 tarihlerinde bu adreste kimlerin oturduğu ve buna dair belgelerin mahkemeye ibrazının istendiği, Nüfus Müdürlüğünce gönderilen cevabi yazıda ise, belirtilen adreste 10/07/2008 tarihinden itibaren … ve ailesinin oturduğunun tespit edildiği bildirilerek, … tarafından yapılan beyan belgesinin gönderildiğinin görüldüğü, sanığın ise savunmasında, 2007-2008 yılları arasında bu adreste oturmasına rağmen işlerinin kötü gitmesi, babasını kaybetmesi ve aile fertleri ile arasının bozulması üzerine bu adresten taşınmak zorunda kaldığı şeklindeki savunması göz önüne alındığında, 2007-2008 yılları arası sanığın MERNİS adresi olarak bu adresi gösterip göstermediği ve sanığın bu dönemde anılan adreste oturup oturmadığı zabıta aracılığıyla tespit edilmeden, eksik kovuşturma ile yetinilerek sanık hakkında yazılı şekilde 7201 Sayılı Kanun uyarınca mahkumiyet kararı verilmesi,
SONUÇ : Kanuna aykırı ve sanık müdafiinin temyiz nedenleri bu itibarla yerinde görüldüğünden tebliğnameye aykırı olarak HÜKMÜN 5320 Sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 Sayılı CMUK’nın 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın mahkemesine gönderilmesine, 30.10.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
VEKİL İLE TAKİP EDİLEN DAVADA ASİL DURUŞMADA BİZZAT BULUNSA DAHİ TEBLİĞİN ONA DEĞİL, VEKİLİNE YAPILMASI ZORUNLUDUR
Vekaletname sunulduktan sonra tebligatların vekile yapılması gerekir. Vekil ile takip edilen davada asil duruşmada bizzat bulunsa dahi tebliğin ona değil, vekiline yapılması zorunludur
T.C.
Yargıtay
9. Hukuk Dairesi
2020/4757 E. , 2021/1975 K.
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ:İş Mahkemesi
DAVA TÜRÜ: ALACAK
Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle, temyiz talebinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:
Y A R G I T A Y K A R A R I
Davacı İsteminin Özeti: Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; müvekkilinin davalı işyerinde 09.10.2005 tarihinden 20.11.2010 tarihine kadar şoför olarak çalıştığını, 20.11.2010 tarihinde, görevi başında iken davalı işveren tarafından hiçbir gerekçe gösterilmeksizin, sözlü bir şekilde işine son verildiğini iddia ederek bir kısım işçilik alacaklarının davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı Cevabının Özeti:
Davalı şirket vekili cevap dilekçesinde özetle; davacının taleplerinin zamanaşımına uğradığını ve hukuki dayanaktan yoksun olduğunu savunarak davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Mahkeme Kararının Özeti:
Mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Temyiz:
Karar davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.Gerekçe:Savunma hakkı Anayasa’mızın hak arama hürriyeti başlıklı 36. maddesinde “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” düzenlemesi ile açıkça hüküm altına alınmıştır.İddia ve savunma hakkı, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Hukuki Dinlenilme Hakkı” başlıklı 27. maddesi ile usul hukukumuza yansıtılmıştır. Anılan maddenin birinci fıkrasında davanın taraflarının kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip oldukları belirtildikten sonra maddenin ikinci fıkrasında bu hakkın “açıklama ve ispat hakkı”nı da içerdiği vurgulanmıştır. Davanın taraflarının usul hukuku hükümlerine aykırı olarak açıklama ve ispat hakkını kullanmalarının kısıtlanması, iddia ve savunma hakkının kısıtlanması sonucunu doğurur.6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 27. maddesinde yer bulan “Hukuki Dinlenilme Hakkı” gereğince davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer ilgilileri, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip olup, bu hakkın yargılama ile ilgili olarak bilgi sahibi olunmasını, açıklama ve ispat hakkını, mahkemenin, açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesini ve kararların somut ve açık olarak gerekçelendirilmesini içermektedir. Mahkeme, iki tarafa eşit şekilde hukukî dinlenilme hakkı tanıyarak hükmünü vermelidir. Anayasanın 36. maddesinde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının en önemli unsuru olan hukukî dinlenilme hakkı, adil yargılanma hakkı içinde teminat altına alınmıştır. Bu hakka, tarafın hâkime meramını anlatma hakkı ya da iddia ve savunma hakkı da denilmektedir. Ancak, hukukî dinlenilme hakkı, bu ifadeleri de kapsayan daha geniş bir anlama sahiptir. Bu hak çerçevesinde, tarafların gerek yargı organlarınca gerekse karşı tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur. Kişinin kendisinden habersiz yargılama yapılarak karar verilmesi, kural olarak mümkün değildir.Bu kapsamda hukuki dinlenilme hakkının, bilgilenme/bilgilendirme, açıklama yapma, yargı organlarınca dikkate alınma ve kararların gerekçeli olması gibi hususları içerdiği açıktır. Bilgilenme hakkı, yargılamanın içeriğine dair tam bir bilgi sahibi olmanın yanında gerek karşı tarafın gerekse de yargı organlarının dosya içeriğine yapmış oldukları işlemleri öğrenmelerini kapsar. Bilgilenme/bilgilendirme hakkının etkin biçimde kullanılabilmesi için gönderilecek tebligat ve davetiyelerde kanunda öngörülmüş şekil şartlarına sıkı sıkıya uyulması gerekmektedir. Ayrıca bu hak sadece davanın başındaki iddia ve savunmalar açısından değil yargılamanın her aşamasında dikkate alınmalıdır. Bu kapsamda devam eden bir yargılamada, tarafların açıklamaları için bilgilendirme yeterli olmayıp yargılamada yer alan diğer kişilerin (tanık, bilirkişi gibi) açıklamaları açısından da önemlidir. Bilgilenme hakkının usulüne uygun kullanımı ile tarafların haklarında öğrendikleri isnat ve iddialara karşı beyanda bulunabilme, davaya yönelik bilgi ve belge verebilme yani açıklama yapma hakkı da hukuki güvenceye bağlanmaktadır. Böylece davanın her iki tarafına eşit şekilde açıklama yapma hakkı tanınması ile adaletin görünür kılınması sağlanacaktır. Açıklamada bulunma hakkı, tarafların, yazılı veya sözlü şekilde iddia ve savunmalara karşı itirazda bulunabilme, davaya ilişkin beyanda bulunmalarını sağlar.
Yukarıda açıklandığı gibi dava ile ilgili olan kişilerin davaya ilişkin bir işlemi öğrenebilmesi için, tebligatın usulüne uygun olarak yapılması gerekmektedir. Vekaletname sunulduktan sonra tebligatların vekile yapılması gerekir. Vekil ile takip edilen davada asil duruşmada bizzat bulunsa dahi tebliğin ona değil, vekiline yapılması zorunludur. Vekile çıkarılan tebligat, kendisine veya kendisi yerine sekreteri veya katibine tebliğ edilmelidir. Ancak isticvap, yemin gibi şahsa bağlı işlemlerde, tebligatın vekile değil, bizzat bu işlemi yapacak asile yapılması yasal zorunluluktur.
Somut uyuşmazlıkta; yargılama sırasında davalı şirket vekillerinin 07.02.2012 tarihli cevap dilekçesi ile beraber vekâletnamelerini sunduğu görülmüştür. Vekâletname sunulduktan sonra tebligatların vekile yapılması gerekirken, dosya kapsamında bir vekillikten çekilme dilekçesi veya azilname bulunmamasına rağmen, yargılamada, bilirkişi raporu ile davacının ıslah dilekçesinin davalı vekili yerine davalı şirketin kendisine tebliğ edildiği anlaşılmıştır. Bu durum, 6100 sayılı HMK’nın 27. maddesinde düzenlenen hukuki dinlenilme hakkının ihlali olup, kararın salt bu nedenle bozulması gerekmiştir.Sonuç:Temyiz olunan kararın yukarıda açıklanan sebepten dolayı BOZULMASINA, bozma sebebine göre davalının esasa ilişkin temyiz itirazlarının bu aşamada incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan temyiz harcının istek halinde davalıya iadesine, 25.01.2021 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
YARGITAY 12. HUKUK DAİRESİ KARARI; TEBLİĞ İŞLEMİNİN USULSÜZLÜĞÜ İDDİASININ MAHKEMECE RE’SEN NAZARA ALINAMAMASI
T.C.
SONUÇ : Borçlunun temyiz itirazlarının reddi ile sonucu doğru mahkeme kararının yukarda yazılı sebeplerle İİK’nun 366. ve HUMK’nun 438. maddeleri uyarınca ONANMASINA, alınması gereken 27,70 TL temyiz harcından, evvelce alınan harç varsa mahsubu ile eksik harcın temyiz edenden tahsiline, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 21.01.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2012/19-779
K. 2013/355
T. 13.3.2013
DAVA : Taraflar arasındaki “itirazın iptali” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir 1. Sulh Hukuk Mahkeme’since davanın kabulüne dair verilen 14.12.2010 gün ve 1257/1382 E., K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 19. Hukuk Dairesi’nin 26.10.2011 gün ve 3278/13260 E., K sayılı ilamı ile;
( … Davacı vekili, müvekkilinin hamili olduğu çeklerin karşılığının çıkmaması üzerine müvekkilinin davalı bankanın İzmir Kemeraltı Şubesine bankanın sorumlu olduğu miktarın tahsili amacıyla müracaat ettiğini, olumsuz cevap üzerine davalı banka aleyhine başlatılan icra takibinin yetkiye ve borca itiraz sonucu durduğunu ileri sürerek itirazın iptali ile takibin devamına ve icra inkar tazminatına karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, davanın yetkisiz mahkemede açıldığını, Aydın mahkemelerinin yetkili olduğunu, takibe konu çeklerin takas odası aracılığıyla ibraz edildiğini belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece yapılan yargılama sonucunda, davalının icra dairesinin ve mahkemenin yetkisine yönelik itirazının yerinde görülmediği, her ne kadar 3167 sayılı yasa yürürlükten kalkmış ise de 5941 sayılı yasanın 8/4. maddesi ile “ Takas odaları aracılığıyla ibraz edilmiş çekler için, üçüncü maddenin üçüncü fıkrasında belirlenen sorumluluk miktarı dahil kısmi ödeme yapılmaz. Bu durum muhatap bankanın sorumluluk tutarını ödeme yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Ancak takas odaları aracılığıyla ibraz edilen çekin, hesapta yeterli karşılığının olmadığının belirlenmesi halinde muhatap banka tarafından hesapta bulunan kısmi karşılık tutarı, çeki ibraz eden hamil lehine 15 gün süre ile bloke edilir.” şeklinde düzenleme getirildiği, dolayısıyla davalı bankanın karşılıksız çekler karşılığı sorumluluk miktarından sorumlu olduğu gerekçeleriyle davanın kabulüne takibe vaki itirazın iptaline, asıl alacağa yasal faiz tahakkuk ettirilmek üzere takibin devamına ve icra inkar tazminatına karar verilmiş, hüküm davalı vekilince temyiz edilmiştir.
5491 Sayılı Çek Kanun’un geçici 1. maddesinin 3. bendinde; Bankaların müşterilerine verdikleri eski çek defterleriyle ilgili olarak, 3167 sayılı Kanun hükümlerinin uygulanmasına devam olunacağı hükme bağlanmıştır. 3167 sayılı yasanın 6. maddesi uyarınca takas odaları aracılığıyla ibraz edilen çeklerde aynı yasanın 10. maddesindeki miktarlar ödenmez. Dava konusu çeklerin muhatap bankadan başka bankalara ibraz edildiği anlaşıldığından anılan yasanın 6. maddesi uyarınca bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru değildir… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, itirazın iptali istemine ilişkindir.
Mahkemece, icra takibine vaki itirazın haksız olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Davalı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde gösterilen nedenlerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece, önceki kararda direnilmiş; hükmü temyize davalı vekili getirmiştir.
Hukuk Genel Kurulunda uyuşmazlığın esasının görüşülmesinden önce ön sorun olarak; Sulh Hukuk Mahkemesi kararlarının 8 gün içinde temyiz edilebilmesine rağmen yerel mahkemece kısa kararda temyiz süresinin “iki hafta” olarak belirtilmiş olması nedeniyle davalı vekilinin kararın tebliğinden 11 gün sonra verdiği temyiz dilekçesinin kabul edilme imkânının olup olmadığı değerlendirilmiştir.
Öncelikle yasada öngörülen süreler, bunların yargılamaya etkisi ve yargısal uygulamanın irdelenmesi gereklidir.
Bir davanın açılmasıyla başlayan yargılama faaliyetinde, karara ulaşmak bakımından, mahkeme ve taraflarca yapılması gereken belirli işlemler vardır ve her işlemin belli bir zaman aralığında yapılması gerekmektedir. Usul hükümleri ile normatif bir değer kazanan bu zaman aralıklarına süre denilmektedir. Böylece usul işlemlerinin yapılması zamansal olarak tarafların ya da mahkemenin arzularına, inisiyatifine bırakılmamış olmaktadır.
Bir uyuşmazlık mahkemeye taşınmış olmakla, kamu alanına, toplumun da çıkarını ilgilendiren bir platforma aktarılmış olmaktadır. Bu nedenle bir davanın makul sürede sona erdirilmesinde en az taraflar kadar toplumun da yararı vardır.
Şu halde, süreye ilişkin normların kabulüyle medeni usul hukukunda gerçekleştirilmek istenen amaçlar; adaletin bir an önce sağlanması, keyfiliğin önlenmesi, mahkemenin aynı işle uzun süre meşgul olmasının, başka ifadeyle diğer dava ve işlere yeterince zaman ayıramaz duruma düşürülmesinin önlenmesi; uluslar üstü ve ulusal nitelikteki emredici normlar uyarınca davanın makul sürede sonuçlandırılmasının sağlanması, yargılamanın belli bir düzen ve kestirilebilir bir zamansallıkla yürütülmesi, başka bir anlatımla yargılamanın adil şekilde yapılmasının sağlanması olarak özetlenebilir.
Sürelerin önemli bir kısmı, taraflar için konulmuş sürelerdir. Taraflar, bu süreler içinde belli işlemleri yapabilirler veya yapmaları gerekir. Bu süre içinde yapılamayan işlemler, tekrar yapılamaz ve süreyi kaçıran taraf aleyhine sonuç doğurur. Taraflar için konulmuş süreler, kanunda belirtilen süreler ve hâkim tarafından belirtilen süreler olmak üzere ikiye ayrılır. Kanunda belirtilen süreler, kanun tarafından öngörülmüş sürelerdir. Cevap süresi, temyiz süresi gibi. Bu süreler kesindir ve bir işlemin kanuni süresi içinde yapılıp yapılmadığı, mahkemece re’sen gözetilir. Hâkimin tespit ettiği süreler ise, kural olarak kesin değildir. ( Kuru, Baki, Prof. Dr.; Arslan, Ramazan, Prof. Dr.; Yılmaz, Ejder, Prof. Dr.; Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı, 6100 sayılı HMK’na Göre Yeniden Yazılmış 22. Baskı, Ankara 2011, s.749 ).
Hâkim, kendi tayin etmiş olduğu süreyi, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ( HMK )’nun 90/2. maddesine göre iki tarafı dinledikten sonra haklı nedenlere dayanarak, azaltıp çoğaltabilir. Hâkim, tayin ettiği sürenin, kesin olduğuna da karar verebilir ( HMK m.94/2, HUMK m.163 ).
Yukarıda da belirtildiği üzere hakim tarafından da sürenin belirlenebildiği durumlar var olmakla birlikte kanunda belirlenen süreler üzerinde Hakimin tasarruf yetkisi bulunmamaktadır. Eş söyleyişle kanun öngördüğü bir süre hakim tarafından uzatılıp kısaltılamaz. Temyize ilişkin süreler de yasa tarafından düzenlenen kesin sürelerdir ve resen gözetilmesi gerekir.
6100 sayılı HMK’nun geçici 3. maddesinin ( 1 ). fıkra hükmü; “Bölge adliye mahkemelerinin, 26/9/2004 tarihli ve 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanunun geçici 2 nci Maddesi uyarınca Resmî Gazete’de ilan edilecek göreve başlama tarihine kadar, 1086 sayılı Kanunun temyize ilişkin yürürlükteki hükümlerinin uygulanmasına devam olunur.” şeklindedir.
1086 Sayılı HUMK’nın 437. maddesini yeniden düzenleyen 5236 sayılı kanunun 16 md. öncesindeki hali “Sulh mahkemesi kararlarına karşı temyiz süresi sekiz gündür. Bu süre ilamın usulen taraflardan herbirine tebliği ile işlemeye başlar….” şeklindedir.
Genel Kurul görüşmeleri sırasında bir kısım üyelerce; mahkeme kararında yanlış belirtilen sürenin davanın tarafını yanıltmasından kaynaklanan hak kaybının önlenmesinin gerektiğini ve temyiz incelemesinin yapılmasının gerektiğini belirtmişler iseler de kurul çoğunluğunca bu görüş kabul edilmemiştir.
Yukarıda açıklanan yasal mevzuat çerçevesinde sulh hukuk mahkemelerinde verilen hükümler için temyiz süresi direnme kararın tebliğ edildiği 11.05.2010 tarihi itibariyle 8 gün olup, mahkemece bu sürenin “iki hafta” olarak değiştirilmesi mümkün değildir.
Bu itibarla, direnme kararını temyiz edildiği 22.05.2012 tarihi itibariyle ( 8 ) günlük yasal temyiz süresi dolduğundan temyiz isteminin süre yönünden reddinin gerektiğine kurul çoğunluğunca karar verilmiştir.
Hal böyle olunca, davalı vekilinin temyiz dilekçesinin reddi gerekir.
SONUÇ : Yukarıda yer alan açıklamalara göre 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 26.09.2004 tarih ve 5236 Sayılı Kanunla yapılan değişiklik öncesi yürürlükteki şekliyle 437/1. maddesi gereğince davalı vekilinin temyiz dilekçesinin süre yönünden REDDİNE, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanunun 440/III-2 maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 13.03.2013 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2012/19-580
K. 2012/1105
T. 12.12.2012
• ALACAK DAVASINDA GEÇERSİZ TEBLİĞAT YAPILMASI ( Temyiz Süresini Geçirilmesi Nedeniyle Karar Düzeltme Talebi/Direnme Kararının Davacıya Usulüne Uygun OlarakTebliğ Edilmediği – Davacı Vekili Yerine Başka Bir Avukata Tebliğat Yapıldığı )
• MUHATABIN GEÇİCİ OLARAK BAŞKA YERE GİTMESİ ( Davacı Vekilinden Başka Bir Avukata Yapılan Tebliğatının Geçersiz Olduğu )
• TEBLİĞATIN YAPILDIĞI AVUKATIN DAVACI VEKİLİNİN MEMUR YA DA MÜSTAHDEMİ SIFATI BULUNMADIĞI ( Tebliğatın Yapıldığı Av. S’nin Aynı Binada Başka Bir Vergi Kaydı ile Bürosu Bulunduğu – Davacı Vekiline Yapılmayan Tebliğatın Yasal Olmadığının Kabulü )
• GEÇERSİZ TEBLİĞAT ( Temyiz Süresinin Başladığının ya da Temyiz Süresinin Geçirildiğinin Kabul Edilemeyeceği )
• DİRENME KARARININ HUKUKİ OLUP OLMADIĞI ( Hüküm Sonucu Kısmında Gerekçeye Ait Herhangi Bir Söz Tekrar Edilmeksizin İsteklerin Her Biri Hakkında Açık ve Tereddüt Mahal Vermeyecek Şekilde Hüküm Kurulması Gereği – Kararın Gerekçeli Olması )
• MAHKEMENİN DİRENME KARARININ YETERSİZ OLDUĞU ( Sadece “Direnilmesine” Denilerek Önceki Karara Atıf Yapılmakla Yetinilmesinin Hatalı Olduğu – Direnme Kararının HGK’nun İncelemesine Olanak Verir Mahiyette Gerekçeli Olması Gereği )
• MAHKEME KARARININ AÇIK VE TEREDDÜTE MAHAL VERMEYECEK ŞEKİLDE OLMASI GEREĞİ ( Taraflara Yüklenen Borçlar ve Tanınan Hakların Sıra Numarası Altında Açık ve Anlaşılır ve İnfazda Şüphe Uyandırmayacak Şekilde Kararda İfade Edilmesi Gereği )
6100/m. 73,294,297
7201/m. 11,17,29
ÖZET : Dava, alacak istemine ilişkindir.Mahkemece istemin reddine karar verilmiş ve temyiz istemi üzerine karar esastan bozulmuştur.Bozma üzerine mahkemece ilk kararda direnilmiş; direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz istemi üzerine yapılan inceleme sonunda, yasal temyiz süresi geçtikten sonra ibraz edilen temyiz dilekçesinin reddine karar verilmiş, davacı vekil karar düzeltme isteminde bulunmuştur.Mevcut hukuki düzenlemeler dikkate alınarak dava değerlendirildiğinde davacı vekilinin, “… Sivas” adresinde mesleğini icra etmektedir. Direnme kararı Avukat E.’ye, “…Sivas” adresine tebliğe çıkarılmış, “tebliğat evrakı işçisi ( üzeri çizilmiş ),memur ( üzeri çizilmiş ), amiri ( üzeri çizilmiş ) Av. S. imzasına 23.08.2011 tarihinde tebliğ edilmiştir” şekliyle tebliğedilmiştir.Dosya kapsamına göre “Av S.” davacı vekili değildir ve yine dosya kapsamına göre aynı binada 501 numaralı işyerine ait vergi kaydı da bulunmaktadır. Av. S’nin 7201 S.K. 17. M. belirtilen “daimi memur veya müstahdem” niteliğinde olmadığına göre tebligat işleminin geçersiz olduğu tartışmasız olup, geçersiz tebligat nedeni ile temyiz süresinin başladığının vetemyiz süresinin kaçırıldığının kabul edilmesi doğru değildir.Bu nedenle karar düzeltme isteminin kabulü ile Hukuk Genel Kurulu’na ait 01.02.2012 gün 2012/19-60-45 sayılı bozma kararının kaldırılıp işin esasının incelenmesine karar verilmiştir. İşin esasına geçilmeden önce önsorun olarak usulüne uygun bir direnme kararının var olup olmadığı tartışılmıştır.Mahkeme kararlarında nelerin yazılacağı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 297. maddesinde belirtilmiştir.Hüküm sonucu kısmında gerekçeye ait her hangi bir söz tekrar edilmeksizin isteklerin her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların sıra numarası altında açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gerekir.Mahkemece aslolan kısa kararda yukarıda açıklanan mevzuata uygun hüküm fıkrası oluşturulmamış sadece “direnilmesine ” denilerek önceki karara atıf yapılmakla yetinilmiştir.Bu durumda, yukarıda açıklanan ilkeler çerçevesinde usulün öngördüğü anlamda oluşturulmuş bir hüküm bulunmadığı gibi, direnme kararlarını denetleyen Hukuk Genel Kurulu tarafından incelenebilecek nitelikte teknik anlamda bir direnme hükmü de bulunmadığı her türlü duraksamadan uzaktır.Şu durumda, dosya kapsamı dikkate alınarak taraflara yüklenen borç ve tanınan hakkın sıra numarası altında belirtildiği açık, infazda şüphe ve tereddüt uyandırmayacak biçimde, usulün aradığı niteliklere haiz kısa karar ve buna uygun gerekçeli karar oluşturulmasıdır.Mahkemenin, yukarıda ayrıntılarıyla açıklanan biçimde usulün öngördüğü niteliklere haiz bulunmayan kısa kararı usul ve yasaya uygun değildir.
DAVA : Taraflar arasındaki davadan dolayı, bozma üzerine direnme yoluyla; Kangal Asliye Hukuk Mahkemesinden verilen 04.05.2011 gün ve 2011/50 E., 2011/87 K. sayılı karara karşı yapılan temyiz isteminin reddini kapsayan ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 01.02.2012 gün, 2012/19-60 E., 2012/45 K. sayılı ilamın, karar düzeltme yoluyla incelenmesi davacı vekili tarafından verilen dilekçe ile istenilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca dilekçe, 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440.maddesi gereğince, düzeltilmesi istenen ilam ve dosyadaki ilgili bütün kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : 1-Dava alacak istemine ilişkindir.
Mahkemece istemin reddine karar verilmiş, davacı vekilinin temyiz istemi üzerine Yargıtay 19. Hukuk Dairesinin 03.05.2010 gün ve 2009/7412-5365 sayılı kararı ile esastan bozulmuştur.
Bozma üzerine mahkemece ilk kararda direnilmiş; direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz istemi üzerine yapılan inceleme sonunda, Hukuk Genel Kurulu’na ait 01.02.2012 gün 2012/19-60-45 sayılı karar ile yasal temyiz süresi geçtikten sonra ibraz edilen temyizdilekçesinin reddine karar verilmiş, davacı vekil karar düzeltme isteminde bulunmuştur.
Temyiz isteminin süresinde yapılıp yapılmadığının tespit edilebilmesi için öncelikle direnme kararının belirli bir yerde meslek icra eden davacı avukatına usulüne uygun olarak tebliğ edilip edilmediğinin üzerinde durulması gereklidir.
7201 sayılı Tebligat Kanununun 11., Avukatlık Kanununun 41. ve Hukuk Muhakemeleri Kanununun 73. maddeleri gereğince vekil ile takip edilen işlerde tebligatın vekile yapılması zorunludur.
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun “Belli bir yerde veya evde meslek ve sanat icrası” başlıklı 17. maddesinde; “belli bir yerde devamlı olarak meslek veya sanatını icra edenler, o yerde bulunmadıkları takdirde tebliğ aynı yerdeki daimi memur veya müstahdemlerinden birine… yapılır.” denilmektedir.
Tebliğ tarihi itibariyle yürürlükte olan Tebligat Tüzüğü’nün “Meslek ve sanat erbabına tebligat” başlıklı 23. maddesinde, belli bir yerde devamlı olarak meslek veya sanatını icra edenlerin, o yerde bulunmadıkları takdirde tebliğin aynı yerdeki daimi memur veya müstahdemlerinden birine yapılacağı, Tebligat Rehberinin “Muhatabın Geçici Olarak Başka Yere Gitmesi” başlıklı 59. maddesine göre de; muhatap adına kendilerine tebliğ yapılacağı gösterilen kişilerin, muhatabın geçici olarak başka yere gittiğini belirtmeleri halinde, keyfiyet ve beyanda bulunanın hüviyetinin tebliğ mazbatasına yazılarak altının beyan yapana imzalatırılacağı ve tebliğ evrakının bu kişilere verileceği, bu kişilerin tebliğ evrakını kabule mecbur olduğu, kendisine tebliğyapılacak kimsenin geçici olarak başka bir yere gittiğini belirten kimsenin beyanını imzadan kaçınması halinde posta memurunun beyana göre gerekli şerhi vererek imzalayacağı düzenlenmiştir.
Mevcut düzenleme dikkate alındığında belli bir yerde devamlı olarak meslek veya sanatını icra edenler, o yerde bulunmadıkları takdirde bunlara yapılacak tebliğ, o kişinin aynı yerdeki daimi memur veya müstahdemlerinden birine yapılmalıdır. Bir başka deyişle muhatabın daimi işçisi şeklinde yapılan tebligatın geçerli olabilmesi için, muhatap adına tebligat yapılan kişinin gerçekte muhatabın daimi işçisi olması ve muhatabın bulunamaması halinde ise yukarıda mevzuatta belirtilen şekli işlemlerin yerine getirilerek tebligatın yapılması gereklidir. Aksi takdirde yapılan tebligat usulsüzdür.
25.01.2012 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Tebligat Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmeliğin “Muhatabın geçici olarak başka yere gitmesi” başlıklı 29. maddesinde de; tebliğ yapılacak olanın geçici olarak başka yere gittiğini belirtmesi halinde, tebliğ memurunun muhatabın hangi sebeple adresten geçici olarak ayrıldığını, beyanda bulunanın adı ve soyadı ile sıfatını tebliğ tutanağına yazacağı, tebliğ tutanağını beyanda bulunana imzalattıracağı ve tebliğ edilecek evrakı beyanda bulunana vereceği ve bu kişilerin, tebliğ evrakını kabule mecbur olduğu, bu kişilerin beyanlarını imzadan kaçınmaları ve tebliğ evrakını kabul etmemeleri durumunda, tebliğ memurunun bu hususu tutanağa yazarak imzalayacağı ve tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti üyesinden birine ya da kolluk amir veya memurlarına imza karşılığında teslim edeceği ve teslim ettiği kişinin adresini içeren ihbarnameyi gösterilen adresin kapısına yapıştıracağı belirtilmiştir.
Somut olayda; davacı vekili, “… Sivas” adresinde mesleğini icra etmektedir. Direnme kararı Avukat E.’ye, “…Sivas” adresine tebliğe çıkarılmış, “tebliğat evrakı işçisi ( üzeri çizilmiş ),memur ( üzeri çizilmiş ), amiri ( üzeri çizilmiş ) Av. S. imzasına 23.08.2011 tarihinde tebliğ edilmiştir” şekliyle tebliğ edilmiştir.
Dosya kapsamına göre “Av S.” davacı vekili değildir ve yine dosya kapsamına göre aynı binada 501 numaralı işyerine ait vergi kaydı da bulunmaktadır.
Yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler dikkate alındığında tebligat yapılan Av. S’nin 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 17. maddesinde belirtilen “daimi memur veya müstahdem” niteliğinde olmadığına göre 23.08.2011 tarihli tebligat işleminin geçersiz olduğu tartışmasız olup, geçersiz tebligat nedeni ile temyiz süresinin başladığının ve temyiz süresinin kaçırıldığının kabul edilmesi doğru değildir.
Bu nedenle karar düzeltme isteminin kabulü ile Hukuk Genel Kurulu’na ait 01.02.2012 gün 2012/19-60-45 sayılı bozma kararının kaldırılıp işin esasının incelenmesine karar verilmiştir.
2-İşin esasına geçilmeden önce önsorun olarak usulüne uygun bir direnme kararının var olup olmadığı tartışılmıştır.
Mahkeme kararlarında nelerin yazılacağı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 297. maddesinde belirtilmiştir. Hüküm sonucu kısmında gerekçeye ait her hangi bir söz tekrar edilmeksizin isteklerin her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların sıra numarası altında açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gerekir.
HMK’nun 294. maddesinin 3 fıkrasında ise “Hükmün tefhimi herhalde hüküm sonucunun duruşma tutanağına geçirilerek okunması suretiyle olur” hükmüne yer verilmiştir.
Ayrıca, bozma kararı ile ilk hüküm hayatiyetini yitirdiğinden ona atıf suretiyle hüküm tesisinin yukarıda açıklanan kurallara uygun düşmeyeceği de aşikardır.
Nitekim Yargıtay’ın yerleşmiş görüşü de bu yöndedir ( Hukuk Genel Kurulu’nun 19.6.1991 gün 323-391 sayılı; 10.09.1991 gün 281-415 sayılı; 25.9.1991 gün 355-440 sayılı; 05.12.2007 gün 981-936 sayılı; 23.01.2008 gün 29-4 sayılı; 05.10.2011 gün 607-604 kararları ).
Somut olaya gelince; mahkemece aslolan kısa kararda yukarıda açıklanan mevzuata uygun hüküm fıkrası oluşturulmamış sadece “direnilmesine ” denilerek önceki karara atıf yapılmakla yetinilmiştir.
Bu durumda, yukarıda açıklanan ilkeler çerçevesinde usulün öngördüğü anlamda oluşturulmuş bir hüküm bulunmadığı gibi, direnme kararlarını denetleyen Hukuk Genel Kurulu tarafından incelenebilecek nitelikte teknik anlamda bir direnme hükmü de bulunmadığı her türlü duraksamadan uzaktır.
Şu durumda mahkemece yapılacak iş; dosya kapsamı dikkate alınarak taraflara yüklenen borç ve tanınan hakkın sıra numarası altında belirtildiği açık, infazda şüphe ve tereddüt uyandırmayacak biçimde, usulün aradığı niteliklere haiz kısa karar ve buna uygun gerekçeli karar oluşturulmasıdır.
Mahkemenin, yukarıda ayrıntılarıyla açıklanan biçimde usulün öngördüğü niteliklere haiz bulunmayan kısa kararı usul ve yasaya uygun değildir.
Direnme kararının bu nedenle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ : Yukarıda ( 1 ) numaralı bentte açıklanan nedenlerle, 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440.maddesi gereğince yapılan karar düzeltme incelemesi sonunda davacı vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü ile, Hukuk Genel Kurulu’nun 01.02.2012 tarih ve 2012/19-60 E, 45 K.sayılı kararının kaldırılmasına, direnme kararının yukarıda ( 2 ) numaralı bentte gösterilen değişik nedenden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı H.U.M.K.’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, istek halinde temyiz peşin harcın yatırana geri verilmesine, aynı Kanun’un 440/III. maddesi uyarınca karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12.12.2012 gününde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2014/4-896
K. 2016/332
T. 16.3.2016
• MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT DAVASI ( Haksız Eylem Sebebiyle/Davacının Zararının Maddi Tazminat Miktarının Belirlenmesine Dair Bilirkişi Raporu İle Tespit Edildiği – Davacı Vekili Tebliğ Tarihinden On Bir Gün Sonra Davayı Islah Ettiğinden Islaha Konu Talebin Zamanaşımına Uğradığının Kabul Edilemeyeceği )
• HAKSIZ FİİL ( Davacının Zararının Maddi Tazminat Miktarının Belirlenmesine Dair Bilirkişi Raporu İle Tespit Edildiği – Söz Konusu Bilirkişi Raporu Davacı Vekiline TebliğEdildiğine Göre Bir Yıllık Zamanaşımı Süresinin Zararın Öğrenildiği Tebliğ Tarihinden İtibaren Hesaplanması Gerektiği )
• ZAMANAŞIMININ KESİLMESİ ( Dava Açılmakla Fazlaya Dair Haklar Yönünden Zamanaşımı Kesilmediğinden Kısmi Islaha Karşı Zamanaşımı Definin İleri Sürülmesinde Bir Usulsüzlük Bulunmadığı – Maddi ve Manevi Tazminat Davası )
• ADLİ TIP RAPORU ( Maluliyete Dair Raporunun Davacıya Tebliğ Tarihi Esas Alınarak Islaha Konu Talebin Zamanaşımına Uğradığı Sonucuna Varıldığı – Adli Tıp Kurumunun Raporunda Yaralanma Sebebiyle Oluşan Maluliyet Oranı Belirlenmiş Olup Zarar Miktarına Dair Bir Tespit İçermediğinden Zararın Öğrenilmesi Olgusuna Esas Alınamayacağı )
• ISLAH ( Bir Yıllık Zamanaşımı Süresinin Zararın Öğrenildiği Tebliğ Tarihinden İtibaren Hesaplanması Gerektiği – Davacı Vekili Tebliğ Tarihinden On Bir Gün Sonra Davayı Islah Ettiğinden Islaha Konu Talebin Zamanaşımına Uğradığının Kabul Edilemeyeceği )
6100/m.107,109
818/m.60
ÖZET : Dava, haksız eylem sebebiyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Davacının gerçekleşen haksız eylem sebebiyle davalı aleyhine fazlaya dair haklarını saklı tutarak maddi ve manevi tazminat davası açtığı, maluliyet oranının tespitine dair Adli Tıp raporunun tebliğinden sonra maddi tazminat yönünden davayı kısmen ıslah ettiği, ıslah talebine karşı davalı vekilinin zamanaşımı def’inde bulunduğu görülmektedir. Dava açılmakla fazlaya dair haklar yönünden zamanaşımı kesilmediğinden kısmi ıslaha karşı zamanaşımı def’inin ileri sürülmesinde bir usulsüzlük bulunmadığından yerel mahkemenin bu yöne dair direnme gerekçesi isabetlidir. Ne var ki mahkemece BK.nun 60. maddesinde düzenlenen 1 yıllık zamanaşımı süresi hesaplanırken zararın öğrenildiği tarih olarak Adli Tıp Kurumunun maluliyete dair raporunun davacıya tebliğ tarihi esas alınarak ıslaha konu talebin zamanaşımına uğradığı sonucuna varıldığı görülmektedir. Adli Tıp Kurumunun söz konusu raporunda yaralanma sebebiyle oluşan maluliyet oranı belirlenmiş olup zarar miktarına dair bir tespit içermediğinden zararın öğrenilmesi olgusuna esas alınamaz. Davacının zararı maddi tazminat miktarının belirlenmesine dair bilirkişi raporu ile tespit edilmiştir. Sözkonusu bilirkişi raporu davacı vekiline tebliğedildiğine göre 1 yıllık zamanaşımı süresinin zararın öğrenildiği tebliğ tarihinden itibaren hesaplanması gerekir. Davacı vekili tebliğ tarihinden on bir gün sonra davayı ıslah ettiğinden ıslaha konu talebin zamanaşımına uğradığı kabul edilemez. Mahkemece, davacının maddi tazminata yönelik ıslahının süresinde yapılmadığı gerekçesiyle ıslah edilen tazminat miktarı bakımından davanın zamanaşımı sebebiyle reddine karar verilmiş olması ve bu kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
DAVA : Taraflar arasındaki “maddi ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 02.10.2012 gün ve 2006/265 E-2012/379 K sayılı kararın incelenmesi tarafların vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 14.11.2013 gün ve 2012/17640 E-2013/17728 K sayılı ilamı ile;
( … Davacı M. F. Ç. vekili tarafından, davalı M. E. aleyhine 09/06/2006 gününde verilen dilekçeyle haksız fiil sebebiyle maddi ve manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne dair verilen 02/10/2012 tarihli kararın Yargıtay’ca incelenmesi davacı ve davalı vekilleri tarafından süresi içinde istenilmekle temyizdilekçelerinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü:
KARAR : 1- )Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre davalının tüm, davacının asağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları reddedilmelidir.
2- )Davacının diğer temyiz itirazına gelince;
Dava, haksız fiilden kaynaklanan maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Yerel mahkemece; davanın kısmen kabulüne karar verilmiş; hüküm, taraflarca temyiz edilmiştir.
Davacı, davalının haksız eylemi nedeni ile malul kaldığını ileri sürerek maddi ve manevi tazminat isteminde bulunmuş, 24/08/2012 tarihli dilekçeyle de maddi tazminat talebini ıslah ederek artırmıştır. Davalı, kusursuz olduğunu beyanla davanın reddini talep etmiş, ıslahla artırılan bölümün de zamanaşımına uğradığını ve reddi gerektiğini savunmuştur.
Mahkemece; davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, maddi tazminat isteminin ıslahla artırılan kısmının zamanaşımı sebebiyle reddine karar verilmiştir.
Yürürlükte bulunan 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu 176. maddesinde “Taraflardan her biri yapmış olduğu usul işlemlerini kısmen veya tamamen ıslah edebilir. Aynı davada, taraflar ancak bir kez ıslah yoluna başvurabilir” şeklinde yine aynı kanunun 177. maddesinde “Islah, tahkikatın sona ermesine kadar yapılabilir” biçiminde düzenleme getirilmiştir. Dava dilekçesinde belirtilen dava konusunun ( müddeabihin ) ıslah yoluyla artırılması ek dava niteliğinde olmayıp dava dilekçesinin kısmi ıslahı niteliğindedir. Islah kurumu yasada ayrıca düzenlenmiş olması ve kendine özgü kurallarının olması sebebiyle ek dava niteliğinde kabul edilemeyeceğinden asıl davaya karşı ileri sürülebilecek zamanaşımı defi, ıslah edilen kısma karşı ileri sürülemez. Davacı, süresi içinde tazminat davası açtığından ve sadece miktar yönünden davasını ıslah ettiğinden ıslah ile artırılan miktara dair talebin süresinde olduğunun kabulü gerekir.
Açıklamalar doğrultusunda; mahkemece ıslah ile artırılan maddi tazminat miktarı yönünden zamanaşımına uğradığı gerekçesi ile red kararı verilmesi doğru bulunmamış, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir … ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda,
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava,haksız eylem sebebiyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.
Davacı vekili; 28.06.2003 tarihinde davacı konutunda iken davalının kapıyı çaldığını,davacının kapıyı açması üzerine davalının nedensiz bir şekilde davacıya küfür ve hakaret ederek onu darpettiğini, parmağını ısırarak 1/4 ünü kopardığını, ceza yargılaması sonucunda davalı hakkında mahkumiyet kararı verildiğini, meslek lisesinin elektronik bölümünde öğretmen olarak görev yapan davacının parmağında meydana gelen yaralanma sebebiyle verimliliğinin düştüğünü,emekli olmak zorunda kaldığını,olay sebebiyle itibar kaybına uğradığını,evini satarak başka yere taşındığını belirterek haksız fiil nedeni ile fazlaya dair haklarını saklı tutarak şimdilik 1.000 YTL maddi tazminat ile 9.000 YTL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesini istemiş,24.08.2012 harç tarihli ıslah dilekçesi ile de bakiye maddi tazminat miktarı olan 7.913.00TL için davayı ıslah ettiğini bildirmiştir.
Davalı vekili ; olay günü aynı apartmanda davacı ile aynı katta oturan kız arkadaşının evine girerken davacının, davalının kız arkadaşına sözlü tacizde bulunması üzerine tartışma çıktığını, kız arkadaşının evine girerek kapıyı kapatmak istedikleri sırada davacının parmağının kapıya sıkışarak tırnak hizasından koptuğunu, davalının kusurunun bulunmadığını belirterek davanın reddini savunmuş, ıslah talebine karşı ise zamanaşımı def’inde bulunmuştur.
Mahkemece; davacının bilirkişi raporu doğrultusunda ıslah ile arttırdığı miktar yönünden talebinin maluliyetle ilgili adli tıp raporundan 07.05.2009 tarihinde haberdar olduğu halde ıslah dilekçesini 23.08.2012 tarihinde verdiği, zararı öğrenme tarihinden itibaren 1 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu, davalının eylemi nedeni ile davacının parmağının kopması sonucu davacının çekmiş olduğu üzüntü sebebiyle bir miktar manevi tazminata hükmolunması gerektiği belirtilerek davacının ıslah ile arttırdığı miktar yönünden talebinin zamanaşımı nedeni ile reddine, davacının maddi ve manevi tazminat talebinin kısmen kabulü ile, 1.000 TL maddi tazminatın, 3000 TL manevi tazminatın olay tarihi olan 28.06.2003 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile davalıdan alınıp davacıya verilmesine, davacının fazla taleplerinin reddine karar verilmiştir.
Davacı vekili ile davalı vekilinin temyizi üzerine hüküm, Özel Dairece yukarda yazılı gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece; ”Zamanaşımı alacağın varlığını değil istenebilirliğini ortadan kaldırır. BK. 133. Maddesinde zamanaşımını kesen sebepler arasında dava açılması da sayılmıştır. Kısmi davada zamanaşımını yalnızca dava edilen kısım için kesilir. Henüz açılmayan ve daha sonra ıslahla arttırılan bölüm için zamanaşımı işlemeye devam eder. 6100 Sayılı HMK 107. maddesinde düzenleme altına alınan belirsiz alacak davası ve tespit davasında davacının iddianın genişletilmesi yasağı olmadan, karşı tarafın rızasına ve ıslaha gerek kalmaksızın talep sonucunu arttırabileceği kabul edilmiş, gerekçesinde de dava ile ilk dava tarihinde zamanaşımının kesileceği belirtilmiştir. Aynı Kanunun 109. maddesindeki kısmi davada zamanaşımının kesileceği yönünde bir açıklama yoktur. Davamızda davacının maluliyetle ilgili adli tıp raporundan 07.05.2009 tarihinde haberdar olduğu, ıslah dilekçesinin 23.08.2012 tarihinde verildiği, zararı öğrenme tarihinden itibaren BK. 60/1 maddesindeki 1 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu ” gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararını davacı vekili temyiz etmektedir.
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ıslah dilekçesi ile talep edilen tazminata karşı zamanaşımı def’inin ileri sürülmesinin mümkün olup olmadığı, varılacak sonuca göre, davacının ıslah dilekçesi ile talep ettiği maddi tazminat yönünden zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmediği noktasında toplanmaktadır.
Hukuk Genel Kurulunun 06.03.2013 gün ve 2012/4-824 E., 2013/305 K.; Hukuk Genel Kurulunun 22.10.2014 gün ve 2014/4-840 E., 2014/837 K. sayılı ilamlarında da belirtildiği üzere, kavram olarak ıslah; taraflardan birinin yapmış olduğu usul işleminin tamamen veya kısmen düzeltilmesine denir ( HUMK. m.83 ); ( Baki, Kuru:Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6.Baskı, C.IV, İstanbul 2001, s.3965 ) Islah müessesesi, dava değiştirme, başka deyişle iddia ve müdafaanın değiştirilmesi veya genişletilmesi yasağını bertaraf eden bir imkandır. Zira bu suretle, aslında yasal itiraz ile karşılaşılabilecek olan herhangi bir taraf muamelesi, ıslah kurumu yardımı ile artık bu itirazı davet etmeksizin yapılabilmektedir ( Saim Üstündağ:Medeni Yargılama Hukuk, C.I-II, B.5, İstanbul 1992, s.534 ).
Islahın konusunun tarafların yapmış oldukları usul işlemleri olduğu için, ıslahla düzeltilecek usul işlemlerinin neler olduğundan da söz etmek gerekir. Gerek öğreti, gerekse Yargıtay uygulaması davanın değiştirebileceğini ve genişletilebileceğini aynı şekilde savunmanın genişletilebileceğini ilke olarak kabul etmektedir. Yine müddeabihin artırılıp artırılmayacağı hususu da bir usul işlemi olup, ıslahın konusudur ( Baki, Kuru:age, s.4035 ).
Islahın amacı, yargılama sürecinde, şekil ve süreye aykırılık sebebiyle ortaya çıkabilecek maddi hak kayıplarını ortadan kaldırmak olduğundan, hak ve alacağı bu sürecin dışında ortadan kaldırmış olan işlemlerin, yani maddi hukuk işlemlerinin ıslah yoluyla düzeltilebilmesi elbette ki mümkün değildir. Bir başka deyişle, maddi hakkı sona erdiren maddi hukuk işlemleri, ıslahla düzeltilemez. Feragat, kabul, sulh gibi işlemler, velev ki dava içinde yapılsın, asıl hakkı ortadan kaldırdıklarından, usul işlemi olduğu kadar ( davayı etkilediği için usul işlemidir ) maddi hukuk işlemi mahiyetini de taşımaktadır ve bu sebeple, bu işlemlerin ıslah yoluyla düzeltilmesi imkansızdır. Çünkü ıslah, yargılama hukukunun şekle ve süreye bağlılığından kaynaklanan zımni hak kayıplarının telafisi için öngörülmüş bir müessesedir. Açık bir irade beyanı ile terk edilen haklar, maddi gerçeğin şekle feda edilmesi gibi bir sonuç doğurmadığı için, ıslahın konusu olamaz.
Bilindiği gibi, HUMK’nun 87.maddesinin son cümlesindeki “müddei ıslah suretiyle müddeabihi tezyit edemez” hükmü Anayasa Mahkemesi’nin 20.07.1999 tarih ve E:1999/1, K:1999/33 Sayılı kararı ile iptal edilmiştir. Bundan böyle davacı, dava dilekçesinde gösterdiği müddeabihini ( davalı muvafakat etmese bile ) aynı dava içinde ıslah yolu ile artırabilecektir. Bu düzenleme, davacının ilk dava dilekçesinde saklı tuttuğu fazlaya dair hakkını ek bir dava ile istemesine engel olmayacaktır.
Davanın tamamen ıslahı, dava dilekçesinden itibaren bütün usul işlemlerinin yapılmamış sayılmasını gerektirir ( HUMK.m.87 ). Gerek öğretide, gerekse yerleşik yargısal kararlarda, davanın tamamen ıslahında yeni bir dava açılmamış sayılacak, tamamen ıslah edilen dava ilk açılan davanın devamı niteliğinde olduğundan, bunun doğal sonucu olarak, zamanaşımı, hak düşürücü süre ilk davanın açıldığı tarihteki duruma göre dikkate alınacaktır. Onun için davanın tamamen ıslahında ıslah olunan dava, ilk dava gününde açılmış sayılacaktır ( Baki, Kuru:age., s.3998 vd; Sabri Şakir, Ansay; Yargılama Usulleri, 1960 baskı sh:194 vd.; İlhan, Postacıoğlu:Medeni Usul Hukuku Dersleri, 1975 Baskı, s.460 vd,; Saim, Üstündağ:Medeni Yargılama Hukuku Esasları, 1973 Baskı, s.335 vd.; aynı yöndeki HGK’nun 18.12.1957 gün E:2/66, K:64; 30.1.2002 gün E:2002/2-63, K:23;3.7.2002 gün ve E:2002/9-564, K:572; 5.3.2003 gün ve E:2003/9-76, K:126;06.03.2013 gün ve E:2012/4-824, K:2013/305 Sayılı ilamları ).
Davanın kısmen ıslahı durumunda ise davacı; kısmi davada saklı tuttuğu fazlaya dair haklarını, ek bir dava açarak isteyebileceği gibi, müddeabihin arttırılmasını önleyen yasal düzenlemenin yukarda belirtilen Anayasa Mahkemesi’nin kararı ile ortadan kalkmasından yararlanarak müddeabihi aynı davada kısmi ıslah dilekçesi verip harcını yatırmak suretiyle arttırabilecektir.
Bu aşamada açıklanması gereken diğer bir husus zamanaşımının kesilmesi konusudur.
Bir davanın açılması halinde zamanaşımı kesilir ( Mülga 818 Sayılı BK.m.133/2 ). Ancak, kesilen zamanaşımı, kesilme tarihinden başlayarak yeniden işler ( Mülga 818 Sayılı BK.m.135/1 ). Dava ile kesilmiş zamanaşımı, davanın devamı süresinde taraflardan birinin yargılamaya dair her bir işleminden ve hâkimin her emir ve hükmünden itibaren yeniden cereyana başlar.
Öğretide, kısmi davada dava edilmeyen alacak kesimi için, fazlaya dair hakkın saklı tutulmuş olmasının zamanaşımını kesmeyeceği kabul edilmektedir ( Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, Altıncı Baskı, Cilt:II s.1541 vd.; Pekcanıtez Hakan/Atalay Oğuz/Özekes Muhammet, Hukuk Muhakemeleri Kanununa Göre Medeni Usul Hukuku, 12.Bası, s.321 ). Kısmi dava açılması halinde zamanaşımı yalnız alacağın kısmi davaya konu yapılan miktarı için kesilir ( HGK’nun 20.3.1968 gün ve E:1968/9-210, K:151; 3.7.2002 gün ve E:2002/9-564, K:572; 9.10.2002 gün ve E:2002/9-809, K:802; 06.03.2013 gün ve E:2012/4-824, K:2013/305 Sayılı ilamları ).
Öte yandan olay tarihinde yürürlükte bulunan 818 Sayılı Borçlar Kanunu’nun 60. maddesinde “zarar ve ziyan yahut manevi zarar namıyla nakdi bir meblağ tediyesine müteallik dava, mutazarrır olan tarafın zarara ve failine ıttıla tarihinden itibaren bir sene ve her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunmaz. Şu kadar ki zarar ve ziyan davası, ceza kanunları mucibince müddeti, daha uzun müruru zamana tabi cezayı müstelzim bir fiilden neşet etmiş olursa şahsi davaya da o müruruzaman tatbik olunur…” hükmü yer almaktadır.
Buna göre haksız fiillerle ilgili üç tür zamanaşımı öngörülmektedir. Bunlar; bir yıllık kısa zamanaşımı; on yıllık uzun zamanaşımı ile olağanüstü nitelikteki ceza zamanaşımıdır. Haksız fiil sebebiyle tazminat alacakları bir yıllık kısa zamanaşımına tabi tutulmuş olup, anılan maddeye göre bir yıllık süre “mutazarrır olan tarafın zarara ve failine ıttılaı tarihinden itibaren” işlemeye başlayacaktır. Zamanaşımı süresinin başlaması için zarar görenin hem zararı hem de failini öğrenmesi gerekmektedir. Bunlardan sadece birinin öğrenilmesi kısa zamanaşımı süresinin işlemesi için yeterli değildir.
Zarar, zarar verici fiil veya olayın zarar görenin hukuki varlık ve değerleri üzerindeki olumsuz etki ve sonuçları olarak tanımlanabilir. Zamanaşımının işlemeye başlaması için zarar verici olayın değil zararın miktarının öğrenilmesi gerekir. Zarar miktarını bilmeyen davacı rastgele bir miktar üzerinden dava açmak zorunda kalacak ya da zamanaşımı baskısıyla rastgele bir miktar üzerinden davasını ıslah etmek zorunda kalacaktır. Zararından daha yüksek bir miktar için dava açtığında ya da davayı ıslah ettiğinde reddedilen kısım yönünden avukatlık ücreti ve yargılama gideri ödemeye maruz kalacak, zararından daha düşük bir miktar yönünden dava açtığında ya da davayı ıslah ettiğinde ise dava açmakla amaçladığı hakkına tam olarak kavuşamayacaktır. Bu sebeple zarar miktarının öğrenilmiş olması zamanaşımının işlemeye başlaması için zorunludur.
Bu ilkeler ve açıklamalar ışığında somut olaya dönüldüğünde; davacının 28.06.2003 tarihinde gerçekleşen haksız eylem sebebiyle davalı aleyhine 09.06.2006 tarihinde fazlaya dair haklarını saklı tutarak maddi ve manevi tazminat davası açtığı, maluliyet oranının tespitine dair Adli Tıp raporunun 07.05.2009 tarihinde tebliğinden sonra 24.08.2012 tarihinde maddi tazminat yönünden davayı kısmen ıslah ettiği,ıslah talebine karşı davalı vekilinin zamanaşımı def’inde bulunduğu görülmektedir. Dava açılmakla fazlaya dair haklar yönünden zamanaşımı kesilmediğinden kısmi ıslaha karşı zamanaşımı def’inin ileri sürülmesinde bir usulsüzlük bulunmadığından yerel mahkemenin bu yöne dair direnme gerekçesi isabetlidir.
Ne var ki mahkemece BK.nun 60. maddesinde düzenlenen 1 yıllık zamanaşımı süresi hesaplanırken zararın öğrenildiği tarih olarak Adli Tıp Kurumunun maluliyete dair raporunun davacıyatebliğ tarihi esas alınarak ıslaha konu talebin zamanaşımına uğradığı sonucuna varıldığı görülmektedir. Adli Tıp Kurumunun sözkonusu raporunda yaralanma sebebiyle oluşan maluliyet oranı belirlenmiş olup zarar miktarına dair bir tespit içermediğinden zararın öğrenilmesi olgusuna esas alınamaz.Davacının zararı maddi tazminat miktarının belirlenmesine dair 07.08.2012 tarihli bilirkişi raporu ile tespit edilmiştir. Sözkonusu bilirkişi raporu 13.08.2012 tarihinde davacı vekiline tebliğ edildiğine göre 1 yıllık zamanaşımı süresinin zararın öğrenildiği 13.08.2012 tarihinden itibaren hesaplanması gerekir. Davacı vekili 24.08.2012 tarihinde davayı ıslah ettiğinden ıslaha konu talebin zamanaşımına uğradığı kabul edilemez.
Hal böyle olunca; mahkemece, davacının maddi tazminata yönelik ıslahının süresinde yapılmadığı gerekçesiyle ıslah edilen tazminat miktarı bakımından davanın zamanaşımı sebebiyle reddine karar verilmiş olması ve bu kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Direnme kararı yukarda açıklanan bu değişik gerekçe ile bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarda gösterilen değişik nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istenmesi halinde temyiz peşin harcının yatırana iadesine, 16.03.2016 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2015/120
K. 2015/313
T. 13.10.2015
DAVA : Alacaklısını zarara uğratmak kasdiyle mevcudunu eksiltmek suçundan sanığın 2004 Sayılı İİK’nun 331 ve 5237 Sayılı TCK’nun 52. maddeleri uyarınca 6 ay hapis ve 2.000 Lira adli para cezası ile cezalandırılmasına ilişkin, … İcra Ceza Mahkemesince verilen … gün ve … sayılı hükmün sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay … Ceza Dairesince …. gün ve …. sayı ile;
“…Sanık müdafiinin yüzüne karşı verilen hükümde temyiz süresinin kararın tebliğinden itibaren iki hafta olarak gösterilmesi, sanık müdafiine gerekçeli kararın 27.08.2012 tarihinde tebliğedilip, temyiz isteminin 10.09.2012 tarihinde yapılması karşısında, kararda temyiz hakkının başlama ve süresinin yanlış gösterilmesinin sanık aleyhine değerlendirilemeyeceğinden, sanık müdaafiinin temyiz isteminin süresinde olduğu kabul edilerek, tebliğnamedeki düşünceye iştirak edilmemiştir.
Şikâyet dilekçesinde özetle, borçlu sanık …’in taşınmazına, sanık … lehine alacaklıyı zarara sokmak kastıyla ipotek tesis edildiğinden, sanıkların İİK’nun 331. maddesi uyarınca cezalandırılmaları istemiyle şikâyette bulunulduğu, hükümden sonra şikâyetçi vekilinin 23.07.2012 havale tarihli dilekçesi ile sanıklardan … hakkındaki şikâyetten vazgeçtiği, mahkemenin 03.08.2012 tarihli ek kararı ile de şikâyetten vazgeçme nedeni ile sanıklardan … hakkındaki cezanın İİK’nun 354. maddesi uyarınca düşürülmesine karar verildiği, sanıklara atılı suçun iştirak halinde işlendiği, 5237 Sayılı TCK’nun 73/5. maddesi uyarınca iştirak halinde işlenen suçlarda sanıklardan birisi hakkındaki vazgeçmenin, diğerine de sirayet edeceğinin gözetilmemesi” sebebiyle bozulmasına karar verilmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 18.11.2014 gün ve 389622 sayı ile;
“1412 Sayılı CMUK’nun 310. maddesi uyarınca, … günü yüze karşı verilmiş olan karara yönelik temyiz isteminin tefhimden itibaren bir haftalık süre içerisinde yapılması gerekmekte olup, sanık müdafii bir haftalık süreden sonra 10.09.2012 günü temyiz başvurusunda bulunmuştur. Her ne kadar kararda başvurulacak kanun yoluna dair bildirimde, sürenin başlangıcının tebliğolarak gösterilmiş bulunması ve tebliğden itibaren iki hafta içerisinde temyiz edilebileceğinin belirtilmesinin yanıltıcı mahiyette olduğu, ileri sürülebilirse de, bu husus sanık müdafii açısından bir yanılgı oluşturmayacağından kanun yolu süresinin işlemeye başlamasını engellemeyecektir.
Zira, mesleği bir kamu hizmeti niteliğindeki avukatlık olan, sanıkların savunmasını üstlenen; savunma ve kanun yollarına başvuru için yeterli düzeyde hukuki bilgiye sahip olan müdafiintemyiz süresinin, kararın yüze karşı verildiği hallerde tefhimden itibaren işlemeye başlayacağını bilmemesi düşünülemeyeceğinden, kanun yolu bildirimindeki bu eksiklik müdafii açısından bir yanılgı ve bu bağlamda hakkın kullanılması yönünde bir engel oluşturmayacaktır. Kaldı ki, sanıklar müdafii süresinden sonra verdiği temyiz dilekçesinde temyiz süresinin başlangıcı konusunda kendisinin yanılgıya düşürüldüğü yönünde bir iddiası da olmamıştır. Nitekim Ceza Genel Kurulunun 08.05.2012 gün ve 129-182 ile 27.12.2011 gün ve 377-301 Sayılı kararları başta olmak üzere birçok kararında da aynı sonuca ulaşılmıştır.
Bu itibarla, sanık müdafiinin kanuni süreden sonra gerçekleşen temyiz talebinin 1412 Sayılı CMUK’nun 5320 Sayılı Kanun’un 8/1. maddesi uyarınca halen yürürlükte bulunan 310 ve 317. maddeleri uyarınca reddine karar verilmesi gerekmektedir” görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurmuştur.
CMK’nun 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay … Ceza Dairesince … gün ve … sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
KARAR : İtirazın kapsamına göre inceleme sanık … hakkında kurulan hükümle sınırlı olarak yapılmıştır.
Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; icra ceza mahkemesince sanık müdafii ve şikayetçi vekilinin yüzüne karşı tefhim olunan hükmün kanun yolu bildirimindeki temyiz süresi ve sürenin başlangıcıyla ilgili hatanın eski hale getirme sebebi olarak kabul edilip edilmeyeceğinin ve buna bağlı olarak da sanık müdafinin temyizinin süresinde olup olmadığının belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamından;
Sanık hakkında alacaklısını zarara uğratmak kasdiyle mevcudunu eksiltmek suçundan İİK’nun 331. maddesi uyarınca cezalandırılması talebiyle açılan davada şikayetçi vekili ve sanık müdafiinin hazır bulunduğu … tarihli duruşmada mahkûmiyet kararı verildiği,
Tefhim edilen hükümdeki kanun yolu bildiriminin; “davacının vekilinin ve davalı vekilinin huzurunda, iş bu kararın tebliğinden itibaren iki hafta içerisinde Yargıtay’da temyiz yolu açık olmak üzere verilen karar açıkça okunup usulen anlatıldı” şeklinde olduğu,
Kararın … tarihinde müşteki vekili ve sanık müdafiinin huzurunda tefhim olunmasına karşın gösterilen kanun yolu bildirimi uyarınca 27.08.2012 tarihinde sanık müdafine tebliğ edildiği, sanık müdafin de hükmü 10.09.2012 havale tarihli dilekçeyle temyiz ettiği,
Anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlığın isabetli bir biçimde çözümlenebilmesi için öncelikle 2004 Sayılı İcra ve İflas Kanununda yer alan suçlara dair verilen hükümlerin tâbi olduğu kanun yolları ile ilgili bilgi verilmesinde yarar bulunmaktadır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 13.02.2007 gün ve 16-28 Sayılı kararı başta olmak üzere birçok kararında vurgulandığı üzere; 5237 Sayılı TCK’da, cürüm-kabahat ayrımına son verilmesi üzerine, bu sistem ve yaptırım değişikliğinin zorunlu sonucu olarak, özel kanunlardaki yaptırım sisteminin de 5237 Sayılı Kanuna uyarlanması amacıyla 5252 Sayılı Kanun’un 7. maddesiyle kanunlarda, yaptırımı hafif hapis ve hafif para cezası olarak öngörülen eylemler ve buna bağlı olarak İcra ve İflas Kanununda yaptırımı hafif hapis olarak öngörülen eylemler idari para cezasını gerektiren kabahatlere dönüştürülmüştür.
Ancak, bu genel uyarlama hükmünün yetersiz olduğunu gören kanun koyucu, 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5358 Sayılı Kanun ile İcra ve İflas Kanununun 16. babı kapsamındaki fiilleri ikili bir ayrıma tâbi tutarak, bir kısım eylemleri suç olarak düzenleyip, hapis ve adlî para cezası şeklinde yaptırıma bağlamış, diğer bir kısım eylemleri ise, kabahat olarak düzenlenmek suretiyle, yaptırımlarını disiplin veya tazyik hapsi şeklinde belirlemiştir. Bir kısım suçların resen takibi öngörülmüş, diğer bir kısım suçların takibi ise şikâyet şartına bağlanmış, bu husus suç tanımının yer aldığı maddelerde; “Bu suçlar alacaklının şikâyeti üzerine takip olunur”, “alacaklının şikâyeti üzerine”, “ilgilinin şikâyeti üzerine”, “zarar gören alacaklının şikâyeti üzerine” ibareleriyle açıkça belirtilmiştir.
İcra ve İflas Kanunundaki yaptırım sistemi ilgili yapılan bu değişikliklere karşın, bu kanundaki suçlar bakımından kabul edilen özel muhakeme usulünü düzenleyen maddelerde köklü herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. Bu sebeple İİK’da düzenlenen suçlar bakımından, yeni dönemde de, 5271 Sayılı CMK hükümlerinin değil, 2004 Sayılı İcra ve İflas Kanunun ilgili hükümleri uygulanmalıdır.
Ancak atıf yapılan hallerde CMK hükümlerinin uygulanabileceği açıktır. Diğer taraftan İcra ve İflas Kanununda kendine özgü bir özel yargılama sisteminin öngörülmüş olması, bu kanunda düzenlenen suçlara dair yargılama işlemlerinin ceza muhakemesi faaliyeti olmadığı anlamına gelmemekte olup, aksine sınırlayıcı bir hüküm bulunmadığı takdirde ve özel kanunun amaç ve prensiplerine uygun düştüğü ölçüde ceza muhakemesi kural ve ilkelerinin İİK’da düzenlenen suçlara dair yapılan yargılamalarda da kıyasen uygulanması mümkündür.
2004 Sayılı İcra ve İflas Kanunundaki bu kanunda yer alan suçlara dair verilen hükümlerin tâbi olduğu kanun yolları ilgili düzenlemelere bakıldığında “itiraz” başlıklı 353. maddesinde;
“İcra mahkemesinin verdiği tazyik ve disiplin hapsine dair kararlara karşı, tefhim veya tebliğ tarihinden itibaren yedi gün içinde itiraz edilebilir. Mahkeme itirazı incelemesi için dosyayı o yerde icra mahkemesinin birden fazla dairesinin bulunması hâlinde, numara olarak kendisini izleyen daireye, son numaralı daire için birinci daireye, o yerde icra mahkemesinin tek dairesi bulunması hâlinde asliye ceza mahkemesine, icra mahkemesi hâkimi ile asliye ceza mahkemesi hâkiminin aynı hâkim olması hâlinde ise en yakın asliye ceza mahkemesine gönderir. İtiraz incelemesi neticesinde verilen karar kesindir.
İcra mahkemesinin bu Bapta yer alan suçlardan dolayı verdiği hükümlerle ilgili olarak 4.12.2004 tarihli ve 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun kanun yollarına dair hükümleri uygulanır” hükmünün yer aldığı görülmektedir.
Bu düzenleme uyarınca, icra mahkemesince disiplin veya tazyik hapsini gerektiren fiiller sebebiyle verilen kararlara karşı başvurulabilecek kanun yolu itirazdır. Suç olarak düzenlenen eylemlerden dolayı verilen hükümlerle ilgili olarak ise, 5271 Sayılı CMK’nun kanun yollarına dair hükümlerinin uygulanması öngörüldüğünden, bu suçlar sebebiyle CMK’nun 223. maddesinde hüküm olarak belirtilen beraat, ceza verilmesine yer olmadığı, mahkûmiyet, güvenlik tedbirine hükmedilmesi, davanın reddi ve düşmesi kararları ile adli yargı dışındaki bir yargı merciine yönelik görevsizlik kararları temyiz kanun yoluna tâbidir.
İİK’nun 353/2. maddesindeki atıf uyarınca temyiz kanun yolunun tatbikatında 5271 Sayılı CMK’nun kanun yollarına dair genel hükümlerinin ve 5320 Sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca bölge adliye mahkemeleri faaliyete geçinceye kadar halen yürürlükte bulunan 1412 Sayılı CMUK’nun temyize dair hükümlerinin (322. maddesinin dördüncü, beşinci ve altıncı fıkraları hariç olmak üzere, 305 ilâ 326. maddelerinin) uygulanması gerekmektedir.
Buna göre, 5271 Sayılı CMK’nun 260 vd. maddeleri uyarınca kural olarak icra mahkemesince verilen hükümleri; sanığın, müdafiinin, yasal temsilcisi ve eşinin, şikayetçinin, vekilinin ve yerel Cumhuriyet savcısının temyiz hakkı bulunmaktadır. İcra mahkemesinin kararlarına karşı temyiz yetkisi sadece o yer Cumhuriyet savcılarına ait olup 13.01.1936 gün ve 1935/107 esas, 1936/25 karar sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme kararı uyarınca Ağır Ceza (üst) Cumhuriyet savcılarının icra ceza mahkemesinin kararlarını temyize yetkileri yoktur. Ayrıca yerel Cumhuriyet savcılarının temyiz yetkisi şahsi hak taleplerini kapsamadığı açıktır.
5320 Sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca halen yürürlükte bulunan 1412 Sayılı CMUK’nun 310. maddesi uyarınca da temyiz süresi hükmün tefhiminden, tefhim edilmemiş ise tebliğinden itibaren başlamak üzere bir haftadır. İİK’nun 350. maddesi uyarınca icra mahkemesinde yapılan duruşmalarda Cumhuriyet savcısı hazır bulunmamakta ancak 352. maddesi uyarınca icra mahkemesince verilen kararın hülasasının Cumhuriyet savcısına bildirilmesi gerekmektedir. Bu sebeple Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 29.04.2003 gün ve 126-122 Sayılı kararında da açıklandığı üzere yerel Cumhuriyet savcıları bakımından temyiz süresi kararın savcılık makamına bildirilmesinden itibaren başlayacaktır.
Diğer taraftan İcra ve İflas Kanununun 89/4. maddesi uyarınca icra mahkemesine hem cezalandırma hem de tazminat istemiyle dava açılması mümkündür. Bu takdirde icra mahkemesi tazminat hakkındaki davayı genel hükümlere göre halledecektir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 11.03.1972 gün ve 496-192 Sayılı kararında da açıklandığı üzere icra mahkemesine tazminat ve cezalandırma talebiyle birlikte açılan davalarda mahkemenin sıfatının tayininde cezalandırma talebinin göz önünde tutulması gerekmekte olup, davaya ceza mahkemesi sıfatıyla bakılacak fakat aynı kararda hem ceza hem de tazminatla ilgili hüküm kurulmuş ise temyiz süresi ceza ve tazminat yönünden farklı olacaktır. Nitekim 2004 Sayılı İcra ve İflas Kanunundan kaynaklanan suçlara dair davaları uzun yıllar temyizen inceleyen Yargıtay 16. Hukuk ve 11. Ceza Dairelerince tazminat talebi ile ilgili verilen kararlar yönünden temyizsüresinin İİK’nun 364 ve 6100 Sayılı HMK’nun geçici 3 ile 5236 Sayılı Kanun’un geçici 2. maddeleri yollamasıyla 1086 Sayılı HUMK’nun 432. maddesi uyarınca gerekçeli kararın tebliğinden itibaren onbeş gün olduğu kabul edilmektedir.
Görüldüğü üzere, 2004 Sayılı İcra ve İflas Kanununda yer alan suçlara dair verilen hükümlerin tâbi olduğu kanun yolu bakımından kararın niteliği ve başvuran tarafın sıfatına göre değişen ve 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ile 1412 Sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununa göre karmaşık bir sistem kabul edilmiş olup, avukatlar da dahil olmak üzere başvurucuların kanun yolunda yanılmaları mümkündür. Bu sebeple bu suçlara dair verilen kararlarda kanun yolu bildiriminin hiçbir tereddüde yer vermeyecek biçimde açıkça belirtilmesi özellikle önem arzetmektedir.
Gelinen bu aşamada kanun yolu bildirimine dair mevzuatımızdaki hükümlerin üzerinde durulması gerekmektedir.
2709 Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 40/2. maddesininde; “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır” hükmüne yer verilmiş,
Bu düzenlemeye paralel olarak 5271 Sayılı CMK’nun 34/2. maddesinde; “Kararlarda, başvurulabilecek kanun yolu, süresi, mercii ve şekilleri belirtilir”,
231/2. maddesinde; “Hazır bulunan sanığa ayrıca başvurabileceği kanun yolları, mercii ve süresi bildirilir”,
232/6. maddesinde ise; “Hüküm fıkrasında, 223. maddeye göre verilen kararın ne olduğunun, uygulanan kanun maddelerinin, verilen ceza miktarının, kanun yollarına başvurma ve tazminat isteme olanağının bulunup bulunmadığının, başvuru olanağı varsa süresi vemerci-nin tereddüde yer vermeyecek şekilde açıkça gösterilmesi gerekir”,
Şeklindeki emredici düzenlemeler yer almıştır.
5271 Sayılı CMK’nun 40. maddesinin 1. fıkrasında da, kusuru olmaksızın bir süreyi geçirmiş olan kişinin, eski hale getirme isteminde bulunabileceği, 2. fıkrasında ise, kanun yoluna başvuru hakkının kendisine bildirilmemesi halinde, kişinin kusursuz sayılacağı belirtilmiştir
Anılan düzenlemelerden, hüküm ve kararlardaki kanun yolu bildiriminin; kanun yolu, mercii, şekli ve süresini de kapsaması zorunluluğu yanında, açıkça anlaşılabilir ve her türlü yanıltıcı ifadeden uzak olması gerektiği sonucuna varılmaktadır. Bu bildirimlerdeki temel amaç tarafların başvuru haklarını etkin bir biçimde kullanmalarının sağlanması ve bu eksiklik sebebiyle hak kayıplarına yol açılmamasıdır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus eksik veya yanılgılı bildirim sebebiyle bir hakkın kullanılmasının engellenip engellenmediğinin belirlenmesidir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
İcra ceza mahkemesince sanık müdafiinin yüzüne karşı tefhim olunan hükümde, temyiz süresi tefhimden itibaren başlamak üzere bir hafta olduğu halde, kanun yolu bildirimi “davacının vekilinin ve davalı vekilinin huzurunda, iş bu kararın tebliğinden itibaren iki hafta içerisinde Yargıtay’da temyiz yolu açık olmak üzere verilen karar açıkça okunup usulen anlatıldı” şeklinde yapılmış olup, bu bildirim temyizin süresi ve başlangıcı itibariyle açıkça yanıltıcı niteliktedir.
Her ne kadar mesleği bir kamu hizmeti niteliğindeki avukatlık olan ve sanığın savunmasını üstlenen; savunma ve kanun yollarına başvuru için yeterli düzeyde hukuki bilgiye sahip olan müdafinin icra mahkemesinin suça dair verdiği hükümlerde temyiz süresinin, kararın yüze karşı verildiği hallerde tefhimden itibaren işlemeye başlayacağını ve temyiz süresinin de bir hafta olduğunu bilmemesi düşünülemeyeceğinden, kanun yolu bildirimindeki bu eksiklik müdafii açısından bir yanılgı ve bu bağlamda hakkın kullanılması yönünde bir engel oluşturmayacağı söylenebilir ise de; açıklandığı üzere 2004 Sayılı İcra ve İflas Kanununda yer alan suçlara dair verilen hükümlerin tabi olduğu kanun yolu bakımından kararın niteliği ve başvuran tarafın sıfatına göre değişen ve 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ile 1412 Sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununa göre farklı ve biraz da karmaşık bir sistem kabul edilmiş olup, avukatlar da dahil olmak üzere başvurucuların kanun yolunda yanılmalarının mümkün olduğu kabul edilmelidir.
Bu nedenle, sanık müdafiinin 27.08.2012 tarihinde tebliğ aldığı hükme karşı 10.09.2012 tarihinde yaptığı temyiz başvurusunun, adli tatile rastlayan sürelerin işlemeyeceği de gözetildiğinde gösterilen kanun yolu bildirimine uygun olması sebebiyle süresinde olduğunun kabulü gerekmektedir. Bu nedenle, Özel Dairece katılan vekilinin temyiz talebinin süresinde kabul edilmesinde herhangi bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
Bu itibarla, yerinde olmayan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.
SONUÇ : Açıklanan nedenlerle,
1-) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının REDDİNE,
2-) Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 13.10.2015 tarihinde yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2013/11-669
K. 2014/160
T. 1.4.2014
• ÖZEL BELGEDE SAHTECİLİK SUÇU ( Temyiz Harcının Yatırılmamış Olması – Mevcut ve Mer’i Hukuki Düzenlemeler Karşısında Ceza Davalarında Temyizin Bir Şartı veya Reddi Sebebi Olmadığı )
• TEMYİZ HARCININ YATIRILMAMIŞ OLMASI ( Özel Belgede Sahtecilik Suçu – Temyiz Süresi İçerisinde Harcın Ödenmemesi Halinde Bu Husus Temyiz İsteminin Reddine Karar Verilmesini Gerektirmeyeceği )
• TEMYİZ HARCININ EKSİK YATIRILMIŞ OLMASI ( Özel Belgede Sahtecilik Suçu – Harcın Tahsili Amacıyla Bu Durumun Harçlar Kanunun 37. Md.si Uyarınca İlgili Vergi Dairesine Bildirilmesi İle Yetinileceği )
• TEMYİZ ŞARTI ( Temyiz Harcının Yatırılmamış Olması – Mevcut ve Mer’i Hukuki Düzenlemeler Karşısında Ceza Davalarında Temyizin Bir Şartı veya Reddi Sebebi Olmadığı/Harcın Tahsili Amacıyla Bu Durumun Harçlar Kanunun 37. Md.si Uyarınca İlgili Vergi Dairesine Bildirilmesi İle Yetinileceği )
1412/m.310
492/m.13/1,32,37,127
ÖZET : Sanık hakkında görülen dava özel belgede sahtecilik suçuna ilişkindir. Harcın yatırılmamış veya eksik yatırılmış olması mevcut ve mer’i hukuki düzenlemeler karşısında ceza davalarında temyizin bir şartı veya reddi sebebi olmadığından temyiz süresi içersinde harcın ödenmemesi halinde bu husus temyiz isteminin reddine karar verilmesini gerektirmeyecek ve harcın tahsili amacıyla bu durumun Harçlar Kanunun 37. maddesi uyarınca ilgili vergi dairesine bildirilmesi ile yetinilecektir. Bu itibarla, temyiz harcının yatırılmamasını temyiz isteminin reddi sebebi olarak değerlendirmeyen ve temyiz istemini kabul ederek yerel mahkeme hükmünü inceleyen Özel Daire kararında sonucu itibarıyla bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
DAVA : Özel belgede sahtecilik suçundan sanık M.’in 5237 sayılı TCK’nun 207/1, 62 ve 58. maddeleri uyarınca 10 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına, cezasının mükerrirlere özgü infaz rejimine göre çektirilmesine ilişkin, Denizli 4. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 24.11.2011 gün ve 206-572 sayılı hükmün sanık tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 04.07.2012 gün ve 2012/1996-13175 sayı ile;
“… 29.12.2011 gün ve 28157 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan ve yayımlanmasından başlayarak altı ay sonra yürürlüğe giren Anayasa Mahkemesinin 20.10.2011 gün ve 2011/54-142 sayılı kararı ile 6217 sayılı Kanunun 13. maddesi ile 492 sayılı Harçlar Kanununun ‘V. Temyiz, istinaf ve itiraz harçları’ kısmının ‘Yargıtay ceza dairelerine yapılacak temyiz başvurularında 40 TL’ biçimindeki ( b ) fıkrasının Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar verilmiş olması nedeniyle sanığın süresinde yaptığı temyiz isteminin kabulü gerekmiştir.
1- )Hükmün konusu, iddianamede gösterilen eylemden ibaret olup, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun ve Dairemizin yerleşik içtihatlarında açıklandığı üzere; bir olayın açıklanması sırasında başka bir olaydan söz edilmesi, o olay hakkında da dava açıldığını göstermeyeceği cihetle sanığın, …’de M. sahte kimlik fotokopisi ile abonelik sözleşmesi imzalayıp telefon hattı almak suretiyle özel belgede sahtecilik suçu işlediği iddiasıyla düzenlenen 05.04.2011 gün, 2011/3264-965 sayılı iddianamede, sanığın 27.04.2009 tarihinde İstanbul ilinde bir başka suçun takibi sırasında yakalandığında A. adına düzenlenmiş sahte kimliği ibraz edip, kendisini bu isimle tanıtmasından bahsedilmiş olmasının, A. ismine düzenlemiş sahte kimliği kullanmak suçundan dava açıldığını göstermeyeceği, 27.04.2009 tarihinde yakalandığında üzerinden pek çok sahte belge çıkan sanık hakkındaki soruşturma evrakının tefrik edilerek, suç yerleri itibariyle yetkisizlik kararları verilirken tüm evraklarda müşteki olarak A.’in isminin yazılmış olmasının, tüm suçların mağdurunun bu şahıs olduğu anlamına gelmeyeceği gibi sanığın, A.’e ait kimlik fotokopisini kullanması fiilinden dolayı Kadıköy Cumhuriyet Başsavcılığında işlem yapıldığı da gözetilmeden, 5271 sayılı CMK’nun 225. maddesine aykırı olarak iddianame konusu yapılmayan suçtan hüküm kurulması,
2- )M. adına telefon abonelik sözleşmesinin sahte olarak düzenlenmesi suçunun mağduru olmayan ve bu suçtan doğrudan doğruya zarar görmeyen A.’in davaya katılmasına karar verilmesi…”,
İsabetsizliklerinden bozulmasına karar verilmiştir.
Yargıtay C. Başsavcılığı ise 11.09.2012 gün ve 8584 sayı ile;
“… 1- )Ceza muhakemesi kuralları, yürürlükte bulunduğu sürece derhal uygulama ilkesi dikkate alınarak uygulanır. Bu ilkeden hareketle, bir hükmün temyiz edilme esas ve koşulları temyizyoluna başvuru tarihinde geçerli hukuk normlarına göre belirlenir.
6217 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 14.04.2011 tarihinden sonra, Cumhuriyet savcıları hariç, yapılan temyiz başvurularında, 02.07.1964 tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanununa göre, 40 TLtemyiz harcı yatırılmamış ve kararda da bu hususa ilişkin hatırlatmada bulunulmamışsa da, mahkemesince, temyiz edene, bu harcın makul bir sürede yatırılması ve hukuki sonuçlarını hatırlatan ihtaratı içeren bir tebligatın 15.12.2011 tarihinde sanığa tebliğ edildiği halde sanık tarafından eksikliğin ikmal edilmediği ve söz konusu yasal düzenlemenin 29.12.2011 gün ve 28157 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan ve yayımlanmasından başlayarak altı ay sonra 29.06.2012 tarihinde yürürlüğe giren Anayasa Mahkemesinin 20.10.2011 gün ve 2011/54-142 sayılı kararı ile 6217 sayılı Kanunun 13. maddesi ile 492 sayılı Harçlar Kanununun ‘IV. Temyiz, istinaf ve itiraz harçları’ kısmının ‘Yargıtay ceza dairelerine yapılacak temyiz başvurularında 40 TL’ biçimindeki ( b ) fıkrasının Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar verilmiş olmasına karşın temyiz tarihi itibariyle 6217 sayılı Kanununla değişik 492 sayılı Kanunun ilgili hükmünün halen mer’i olması nedeniyle temyiz isteminin reddi gerekir.
2 )Kabule göre de, kanun yolu muhakemesinin dar anlamda ceza davası olması nedeniyle Yargıtay Başsavcılığının esasa ilişkin görüşü ek tebliğnağme düzenlenerek sorulmaması ceza muhakemesinin temel ilkelerine de uygun düşmeyecektir…”,
Görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurmuştur.
CMK’nun 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 11. Dairesince 03.09.2013 gün ve 23429-1234 sayı ile; itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır:
KARAR : Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlıklar;
1- ) Temyiz harcını yatırmayan sanığın temyiz isteminin reddine karar verilmesinin gerekip gerekmediği,
2- ) Temyizin reddi yönünde görüş bildiren Yargıtay C.Başsavcılığının bu görüşünün benimsenmemesi halinde dosyanın esasına ilişkin de görüşü kapsayacak biçimde ek tebliğname düzenlenmesi istenilmeden temyiz incelemesi yapılıp yapılamayacağı,
Noktalarında toplanmaktadır.
İncelenen dosya kapsamından;
Yerel mahkemece 24.11.2011 tarihinde sanığın özel belgede sahtecilik suçundan mahkûmiyetine karar verildiği, sanığın öğrenme üzerine süresi içeresinde 30.11.2011 tarihli süre tutum dilekçesiyle hükmü temyiz ettiği, gerekçeli kararın 01.12.2011 tarihinde sanığa tebliğ olunduğu, gerekçeli kararda sanığın hükmü temyiz edebilmesi için temyiz harcı yatırması gerektiğine ilişkin herhangi bir açıklamanın yer almadığı, mahkemece 04.12.2011 tarihli yazı ile sanığa 40 TL temyiz harcını yatırması gerektiği, aksi takdirde temyiz harcını yatırmadığından dolayı kendisinin sorumlu olacağı şeklinde ihtaratta bulunulduğu, bu ihtaratın 07.12.2011 tarihinde sanığa tebliğ edildiği, mahkemece 13.12.2011 tarihli başka bir yazı ile yine aynı şekilde sanığatemyiz harcını yatırması gerektiğinin ihtar edildiği, bu yazının da 15.12.2011 tarihinde sanığa tebliğ olunduğu, her iki ihtaratta da sanığın hangi sürede temyiz harcını yatırması gerektiği ve yatırmadığı takdirde ne gibi bir işlem yapılacağının açıklanmadığı, sadece bundan dolayı sorumlu olacağı şeklinde genel bir ifade ile yetinildiği, sanığın tüm bu ihtarata rağmen temyizharcını yatırmadığı, bunun üzerine mahkemece 29.12.2011 tarihli form ile dosyanın Yargıtay C. Başsavcılığına gönderildiği, Yargıtay C. Başsavcılığınca düzenlenen 17.01.2012 gün ve 8584 sayılı tebliğnamede temyiz harcı yatırılmadığından temyizin reddi gerektiği görüşünün bildirildiği ve dosyanın esasına ilişkin herhangi bir görüş açıklanmadığı, Özel Dairece temyizistemi kabul edilerek usuli iki nedenden dolayı hükmün bozulmasına karar verildiği anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlık konularının sırasıyla ele alınmasında yarar bulunmaktadır.
1- ) Temyiz harcını yatırmayan sanığın temyiz isteminin reddine karar verilmesinin gerekip gerekmediği:
14.04.2011 gün ve 27905 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 6217 sayılı Yargı Hizmetlerinin Hızlandırılması Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 12. maddesi ile 492 sayılı Harçlar Kanunu’nun “Harçtan müstesna işlemler” başlıklı 13. maddesinin birinci fıkrasının ( i ) bendinde yer alan “Kamu adına C. savcıları tarafından Hukuk mahkemelerine açılan davalar” ibaresinden sonra gelmek üzere, “ve kanun yolu başvuruları ile ceza mahkemelerinden verilen kararlara karşı kanun yolu başvuruları” ibaresi, 13. maddesi ile de aynı Kanunun ( 1 ) Sayılı Tarifesinin “A – Mahkeme Harçları” bölümüne “Hukuk” ibaresinden sonra gelmek üzere “ceza” ibaresi eklenmiş ve “IV. Temyiz ve itiraz harçları” kısmı başlığı ile birlikte;
“IV. Temyiz, istinaf ve itiraz harçları:
a ) Yargıtay hukuk dairelerine yapılacak temyiz başvurularında 90 TL,
b ) Yargıtay Ceza Dairelerine yapılacak temyiz başvurularında 40 TL,
c ) Danıştaya yapılacak temyiz başvurularında 90 TL,
d ) Yürütmenin durdurulmasına ilişkin itirazlar dahil olmak üzere bölge idare mahkemelerine itirazen yapılacak başvurularda 50 TL,
e ) Bölge adliye mahkemeleri hukuk dairelerine yapılacak istinaf yolu başvurularında 50 TL,
f ) Bölge adliye mahkemeleri ceza dairelerine yapılacak istinaf yolu başvurularında 20 TL,
g ) İdarî yaptırımlar konusunda sulh ceza mahkemelerince verilen son karara karşı itirazen yapılacak başvurularda 20 TL,
h ) İcra mahkemelerinin kararlarına karşı itirazen yapılacak başvurularda 20 TL” şeklinde değiştirilmiştir.
Değişiklik gerekçesi, 6217 sayılı Kanunun genel gerekçesinde; “Tasarıyla mahkeme harçları yeniden düzenlenmekte ve özellikle ceza yargılaması kanun yoluna müracaatlarında harç alınması esası kabul edilerek yargılamayı uzatma amacına yönelik kanun yolu başvurularının önüne geçilmesi amaçlanmaktadır”, madde gerekçelerinde ise; “Tasarının çerçeve 13 üncü maddesiyle, özellikle ceza mahkemelerinin kararlarına karşı kanun yolu müracaatlarında harç getirildiğinden, maddeyle Cumhuriyet savcılarının bu tür müracaatlarında harç alınmamasına ilişkin düzenleme yapılmaktadır” ve “Maddeyle, mahkeme harçları yeniden düzenlenmekte ve ceza mahkemesi kararlarına karşı yapılacak kanun yolu başvurularından da harç alınması kabul edilmektedir. Başta Yargıtay olmak üzere yargı mercilerine yapılacak itiraz, istinaf ve temyiz yolu başvurularında harç alınması ile yargılamayı uzatmaya yönelik olarak yapılan başvuruların önlenmesi ve bu suretle yargı mercilerindeki iş yükünün azaltılması amaçlanmaktadır” biçiminde açıklanmıştır.
Anayasa Mahkemesinin 20.10.2011 gün ve 54-142 sayılı kararı ile ( 1 ) Sayılı Tarifenin “A- Mahkeme Harçları” bölümünün, “IV. Temyiz, istinaf ve itiraz harçları” kısmının “Yargıtay Ceza Dairelerine yapılacak temyiz başvurularında 40 TL” biçimindeki ( b ) fıkrasının, 01.11.2012 gün ve 64-168 sayılı kararı ile de, “Bölge adliye mahkemeleri ceza dairelerine yapılacak istinaf yolu başvurularında 20 TL”, “İdarî yaptırımlar konusunda sulh ceza mahkemelerince verilen son karara karşı itirazen yapılacak başvurularda 20 TL”, “İcra mahkemelerinin kararlarına karşı itirazen yapılacak başvurularda 20 TL” şeklindeki ( f ), ( g ) ve ( h ) fıkralarının Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar verilmiş ve uyuşmazlık konusu ( b ) fıkrası ile ilgili iptal kararı 29.06.2012 tarihinde, ( f ), ( g ) ve ( h ) fıkraları ile ilgili iptal kararı ise 03.09.2013 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Gerek bu iptal kararlarının yürürlüğe girmesinden önce gerekse yürürlüğe girmelerinden sonra kanun koyucu tarafından iptal kararları doğrultusunda yeni bir düzenleme yapılmamıştır.
Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra aynı zamanda uyuşmazlık konusunu teşkil eden kanunun yürürlükte kaldığı 14.04.2011-29.06.2012 tarihlerin arasında ceza mahkemelerinden verilen kararlara karşı yapılan temyiz başvurularında harç alınıp alınmayacağı ve temyiz harcını yatırmayanların temyiz isteminin reddine karar verilmesinin gerekip gerekmediği sorunu ortaya çıkmıştır.
Uyuşmazlığın çözümüne geçilmeden önce ülkemizde ceza davalarında harç uygulamasına ilişkin tarihsel süreç üzerinde durulmasında yarar bulunmaktadır.
Ülkemizde ceza davalarında harç uygulaması ilk defa 6217 sayılı Kanun ile getirilmemiştir. 492 sayılı Harçlar Kanunundan önce sırasıyla yürürlükte bulunan; 09.06.1934 gün ve 2503 sayılı Adliye Harç Tarifesi Kanunu ile 25.02.1952 gün ve 5887 sayılı Harçlar Kanununda da ceza davalarında harç alınması kabul edilmiştir. 2503 sayılı Kanunun 2. maddesinde, “Mahkemelere, Cumhuriyet müddeiumumilikler ile istintak ve icra ve iflâs dairelerine verilecek arzuhal ve lâyihaların ve ilişik olarak verilecek ve ibraz olunacak evrakın her birinden yirmi kuruş kaydiye ücreti alınır” şeklinde genel bir hükme yer verildikten sonra, 47 ila 67. maddelerinde ceza davalarında alınacak harçlar düzenlenmiş, “kayıt harcı”, “karar ve ilam harcı”, “ceza kararnamesi harcı”, “istinaf ve temyiz ilam harcı”, “diğer kanun yolları harcı”, “şahsî dava üzerine yapılan muhakemeden alınacak haraçlar”, “davaya müdahale harcı”, “suret harcı” gibi çeşitli harçlar öngörülmüş, karar ve ilam harçlarının belirlenmesinde hükmolunan cezanın miktarı esas alınmıştır. Örneğin; 50.001 kuruştan 75.000 kuruşa, yahut 1 seneden 2 seneye kadar hapis cezası mahkumiyetlerinde 2.800 kuruş harç alınması, temyiz mahkemesince temyiz dilekçesinin reddilmesi halinde 400, temyiz olunan hükmün bozulması halinde 500 kuruş maktu, hükmün onanması halinde ise asliye mahkemesince kaç kuruş ilam harcı alınacaksa o miktar harç alınması gibi. 5887 sayılı Harçlar Kanunu ile de ceza davalarında harç alınması uygulamasına devam olunmuş, Kanunun 1 ve 2. maddelerinde her nevi dâvalar ile mahkemeler, hâkimler ve savcılar ile ticaret sicil memurları tarafından yapılan muamelelerle avukatlık işlerinde bu kanun hükümlerine göre harç alınacağı belirtilmiş, 12 ila 21. maddeler arasında ceza davalarında alınacak harçlar gösterilmiş, ilk defa harç miktarları kanun metinlerine bırakılmıyarak ayrı tarifelere bağlanmış, ( 1 ) Sayılı Tarifede yargı harçları gösterilmiş, ceza davalarında alınacak harçlar “ilam harçları” ( hürriyeti bağlayıcı cezaya taallûk eden hükümlerden bir gün bir lira hesabıyla bulunacak miktar üzerinden, para cezasına dair verilen hükümlerden hüküm altına alınan para cezası miktarı üzerinden %10 ), “şahsi dâvalar ile takibi şikâyete bağlı suçlara ait dâvalardan alınacak harçlar”, “karar harçları” ve “temyiz harçları” ( Temyiz dilekçesinin mahallî mahkemesince veya Yargıtayca reddine dair verilen kararlarda 8 Lira, bir ceza ilâmının Yargıtayca bozulması halinde 10 Lira ) olarak sayılmıştır.
Öte yandan bu dönemde 1412 sayılı CMUK’nun 310. maddesinde temyizin şartlarından birinin temyiz eden ilgilinin bir hafta içesinde 10 Lira depo etmesi olduğu, tetkik neticesinde temyiz talebinin kabul edilebilir veya haklı olup olmadığına göre bu paranın ya iade edileceği ya da hazineye bırakılacağı, depo için muayyen olan müddetin temyiz istidasının ( dilekçesinin ) verildiği veya zabıt kâtibine beyanın yapıldığı günden başlayacağı, Cumhuriyet savcıları ile fakir olduklarına dair belediye ve köy ihtiyar heyetinden ilmühaber getirenlerle, bu hususta bölük komutan veya müessese amirlerinden ilmühaber getirenlerin ve kabahat işlerine taalluk eden hükümlerin temyiz olunmasında alakadarların para depo etmekten muaf oldukları, 305. maddesinde onbeş sene ve ondan yukarı hürriyeti bağlayıcı cezalara ait hükümlerin hiç bir harç ve masrafa tabi olmaksızın Yargıtayca re’sen tetkik olunacağı benimsenmiş, 317. maddesinde ise depo parasının yatırılmasına müteallik kanunî hükümlere riayet edilmemiş olması halinde temyiz mahkemesince temyiz dilekçesinin reddine karar verileceği düzenlenmiştir.
Ceza davalarında harç uygulamasına depo parası dışındaki harçlar bakımından 17.07.1964 tarihinde yürürlüğe giren 492 sayılı Harçlar Kanunu ile, depo parası bakımından ise 04.06.1985 tarihinde yürürlüğe giren 3206 sayılı Kanun ile son verilmiştir.
Ceza davalarında harçları kaldıran 492 sayılı Kanunun gerekçesinde; “Ceza dâvalarından alınacak harçlar ( şahsi haklarla ilgili dâvalar hariç ) ile avukatlık işlerine müteallik harçlar bütün olarak harç mevzuu dışına çıkarılmıştır. Gerçekten ceza dâvalarının bir harç mevzuu ve sebebi yapılması harçların dayandığı prensip ile bağdaştırılamamış, Devletin âmme menfaatine kullandığı ceza, tedip ve ıslah hakkının suçlulara yönelen bir harç mükellefiyeti meydana getiremeyeceği neticesine varılmıştır. Diğer taraftan ceza dâvası harçlarının gerçek bir fiskal değeri de bulunmamaktadır. Maliye idaresini fuzuli olarak işgal etmekte, küçük miktarlardan terekküp etmesine karşılık binlerce mükellefe taallûk etmektedir”, depo şartını kaldıran 3206 sayılı Kanunun gerekçesinde ise;“310 uncu maddede temyiz için yüz lira ( CMUK’nun yürürlüğe giren ilk halinde 10 lira olan depo parası 22.06.1979 tarihinde yürürlüğe giren 2248 sayılı Kanunla 100 Liraya çıkarılmıştır ) depo şartı öngörülmektedir. Kabahatlerde ve resen temyize tabi olan ölüm, müebbet ağır hapis ve on beş seneden ziyade hürriyeti bağlayıcı cezalarda bu depo şartı aranmadığı gibi, Cumhuriyet savcısının temyizleri ile fakir olduklarını belgeleyenlerin temyiz isteklerinde de bu şart söz konusu değildir. Diğer taraftan bu paranın veya fakirlik ilmühaberinin temyiz süresi içerisinde verilmesi temyiz hakkının kaybolmasına neden olmaktadır. Keza fakirlik ilmühaberindeki imza noksanlığı veya geçersizliği gibi hallerde de dosyanın ikmali için Yargıtay’dan mahalline gönderilmesi gibi davanın sonuçlandırılmasını uzatıcı nedenler ortaya çıkmaktadır. Bu mahzurların giderilmesi maksadıyla esasen cüzî miktarda olan depo şartı kaldırılmıştır” denilmiştir.
492 sayılı Kanun ve 3206 sayılı Kanunla ceza davalarındaki harca ilişkin hükümlerin yürürlükten kaldırılmasına karşın harç aranan döneme ilişkin örneğin; 1412 sayılı CMUK’nun 305. maddesindeki; “Ancak, onbeş sene ve ondan yukarı hürriyeti bağlayıcı cezalara ait hükümleri hiç bir harç ve masrafa tabi olmaksızın Yargıtayca re’sen tetkik olunur” ve 492 sayılı Harçlar Kanunun 13/f. maddesindeki; “İcra tetkik mercilerinin cezaya mütedair kararlarıyla bu kararların temyizi işlemleri ( harçtan muaftır )” şeklindeki gibi bazı düzenlemeler varlıklarını sürdürmüş ve yürürlükte kalmaya devam etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki 6217 sayılı Kanun yürürlüğe girince icra ceza davalarında ve re’sen temyize tâbi olan hükümlerde temyiz harcı alınması mümkün olmamıştır.
6217 sayılı Kanun ile, 492 sayılı Harçlar Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle kaldırılan ceza davalarında harç alınması uygulamasına yeniden dönülmüş ve Yargıtay Ceza Dairelerine yapılacak temyiz başvurularından 40 TL harç alınması hükme bağlanmıştır.
Esasında 6217 sayılı Kanun yürürlüğe girmeden önce 06.06.2008 gün ve 26898 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 5766 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 11. maddesinin ( d ) bendi ile 492 sayılı Harçlar Kanununa bağlı ( 1 ) Sayılı Tarifenin “A )Mahkeme Harçları” bölümünün sonuna eklenen “IV. Temyiz ve itiraz harçları” bölümünün “Yargıtay ve Danıştay’a yapılacak temyiz başvurularında 60 YTL” Temyiz ( başvuru ) harcı alınacağına ilişkin ( a ) fıkrasında “ceza davaları”, “hukuk davaları” gibi bir ayrım yapılmaması nedeniyle 5766 sayılı Kanunla ceza davalarında temyiz başvuru harcı getirilip getirilmediği konusunda tereddüt yaşanmış, Ceza Genel Kurulu’nun 31.03.2009 gün ve 248-92 sayılı kararı ile anılan hükmün sadece hukuk ve ticaret davalarıyla, idari davalarda ihtilafsız yargı konularında ve icra tetkik mercilerinde görülen işlerde söz konusu olabileceği, ceza davalarında ise mahkeme harçlarından ve dolayısıyla da temyiz ve itiraz harcı alınmasından bahsedilemeyeceği sonucuna ulaşılmıştır.
Ülkemizde ceza davalarında harç alınması uygulamasına ilişkin tarihsel süreç bu şekilde açıklandıktan sonra, uyuşmazlık konusu temyiz kanun yolu ile ilgili olduğundan kanun yolu kavramı ve sonrasında temyiz kanun yolu üzerinde durulması gerekmektedir.
Kanun yolları, yargılama makamları tarafından verilen ve hukuka aykırı veya yanlış olduğu ileri sürülen kararların, kural olarak, başka bir makam tarafından tekrar incelenmesini sağlayan yasal yollardır. ( Nur Centel-Hamide Zafer, Ceza Muhakemesi Hukuku, Beta Yayınevi, İstanbul 2013, 10. Baskı, s. 729 ) Böylece, varsa hukuka aykırılık veya yanlışlıkların giderilmesi, doğru ve adalete uygun kararlarla, taraflarda ve toplumda güven duygusunun güçlendirilmesi amaçlanmaktadır.
Kanun yoluna başvuru hakkı, adil yargılanma hakkının kapsamı içerisinde kabul edilmekte olup bu hakla ilgili gerek uluslararası mevzuatta, gerekse iç hukukumuzda bir çok hüküm bulunmaktadır.
Bu kapsamda örneğin; Anayasa’nın “Hak Arama Hürriyeti” başlığını taşıyan 36. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir”, “Temel Hak ve Hürriyetlerin Korunması” başlığını taşıyan 40. maddesinde ise; “ ( 1 ) Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlâl edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.
( 2 )Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır” hükümlerine yer verilmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek 7. Protokolün 2. maddesinde ise; “ ( 1 )Bir mahkeme tarafından cezai bir suçtan mahkum edilen her kişi, mahkumiyet ya da ceza hükmünü daha yüksek bir mahkemeye yeniden inceletme hakkına haiz olacaktır. Bu hakkın kullanılması, kullanılabilme gerekçeleri de dahil olmak üzere, kanunla düzenlenir.
( 2 ) Bu hakkın kullanılması, kanunda düzenlenmiş haliyle önem derecesi düşük suçlar bakımından ya da ilgilinin birinci derece mahkemesi olarak en yüksek mahkemede yargılandığı veya beraatini müteakip bunun temyiz edilmesi üzerine verilen mahkûmiyet hallerinde istisnaya tabi tutulabilir” hükmü bulunmaktadır. Bu sözleşme henüz TBMM tarafından onaylanmamakla birlikte hukukumuzun kaynaklarından biri olan hukukun evrensel prensipleri arasındaki yerini almıştır. Nitekim Ceza Genel Kurulunun bir çok kararında bu protokole atıf yapılmış ve protokolün AİHS’nin adil yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddesine yeni yorum getirdiği belirtilmiştir.
Bir hüküm veya karara karşı kanun yollarının açık olması kural, kapalı olması ise istisnadır. Bu istisna da hukuk devletinde kabulü mümkün meşru bir amaçla, Anayasanın 36. maddesinde düzenlenen “hak arama hürriyeti” ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen “mahkemeye erişim hakkı” nın özüne halel getirmeyecek biçimde orantılı olmalı ve kanunda açıkça düzenlenmiş bulunmalıdır.
Temyiz yolu, mahkemelerin uyuşmazlığı sona erdiren nitelikteki hükümlerinde bulunan kanuna aykırılıkların bozma veya düzeltme ( ıslah ) kararları ile giderilebilmesi bakımından kabul edilmiş olağan bir kanun yoludur. 1412 sayılı CMUK’nun 305. maddesi uyarınca maddede belirtilen veya sair kanunlarda kesin olduğu yazılı bulunan hükümler dışındaki tüm hükümlere karşı temyiz kanun yolu açıktır.
1412 sayılı CMUK’nun 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi gereğince halen yürürlükte bulunan 310. maddesi uyarınca temyiz incelemesinin yapılabilmesi için iki şartın varlığı gereklidir:
Bunlardan ilki süre şartıdır. Kanunun 310. maddesinde, genel kural olarak tarafların temyiz isteğinde bulunabilecekleri süre hükmün tefhiminden, tefhim edilmemişse tebliğinden başlamak üzere bir hafta olarak belirlenmiştir. Temyiz süresi 310. maddenin 3. fıkrasındaki farklı durum hariç olmak üzere, hükmün açıklanması sırasında hazır bulunanlar yönünden bu tarihte, yokluklarında hüküm verilenler yönünden ise gerekçeli kararın tebliği tarihinde başlar.
Temyiz davasının açılabilmesi için gerekli ikinci şart ise istek şartıdır. Yargılama hukukunun temel prensiplerinden olan “Davasız yargılama olmaz” ilkesine uygun olarak temyiz davası kendiliğinden açılmaz, bu konuda bir isteğin bulunması gereklidir. 1412 sayılı CMUK’nun halen yürürlükte bulunan 305. maddesinin 1. fıkrası ile bu kuraldan uzaklaşılmış ve bazı ağır mahkûmiyetlerde istek şartından sanık lehine vazgeçilerek, temyiz incelemesinin kendiliğinden yapılması kabul edilmiştir.
Gerek 1412 sayılı CMUK gerekse 5271 sayılı CMK’nda “süre” ve “istek” şartı dışında temyiz davası açılabilmesi için öngörülen başka bir şart bulunmamaktadır. Bu kapsamda temyizbaşvuru harcının yatırılması da temyizin şartlarından biri olarak sayılmamıştır.
1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun “Temyiz Talebinin Kabule Şayan Olmamasından Dolayı Hükmü Veren Mahkemece Reddi” başlığını taşıyan 315. maddesinin birinci fıkrasında ve “Yargıtayca Temyiz İsteğinin Reddi” başlığını taşıyan 317. maddesinde, temyiz talebinin reddi sebepleri;
1-Kanunî sürenin geçmesinden sonra temyiz başvurusunda bulunulmuş olması,
2-Kararın temyiz edilemeyecek nitelikte olması
3-Temyiz edenin temyiz hakkının bulunmaması ile sınırlı olarak sayılmıştır.
Kanunlarımızda sayılan bu nedenler dışında temyiz isteminin reddi için kabul edilmiş başka bir sebep yoktur.
Uyuşmazlıkla ilgili nihai çözüme varılmadan önce harç kavramı ve temyiz harcının ödenmemesi veya eksik ödenmesinin sonuçları üzerinde de durulmadır.
Harç, kamu kurum ve kuruluşlarının sunduğu hizmetlerden yararlananlardan, bu yararlanmaları karşılığı alınan bedeldir. Kamu hizmetlerinin genel ilke olarak ücretsiz sunulması esas olmakla birlikte sunulan kamu hizmetinden harç alınıp alınmayacağı kanunla düzenleme yapılmak şartıyla kanun koyucunun takdirindedir.
Yargı hizmetleri de, şüphesiz kamu kurumlarının sunduğu en önemli hizmetlerden birisi olup Anayasada yargı hizmetlerinin devletin harç alma yetkisi dışında tutulduğuna ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır. Bu itibarla kanun koyucu, yargı hizmetlerinin karşılığında bundan yararlananlardan harç alınması biçiminde bir düzenleme yapmak yetkisine sahiptir. Ancak ceza davalarını da içine alabilecek şekilde yapılması mümkün olan bu düzenlemenin Anayasanın 36/1 ve AİHS’in 6/1. maddelerinde korunan “mahkemeye erişim” hakkını ihlal etmemesi gerekir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bunun için belli kriterler benimsemiştir. Buna göre AİHM;
a ) Harcın miktarının makul olması,
c ) Harcın alınmasında haklı bir amacın olması,
d ) Ulaşılmak istenen amaç ile harç arasında orantı olması,
e ) Ödeme gücü olmayanlar bakımından etkili adlî yardım sisteminin olması kriterlerini dikkate almaktadır. ( Tolstoy-Miloslavsky/İngiltere, 13.6.1995, No: 18139/91; Kreuz/Polonya, 18.6.2001, No: 28249/95; Bakan/Türkiye, 12.6.2007, No: 50939/99; Ülger/Türkiye, 26.6.2007, No: 25321/02 ).
Nitekim Anayasa Mahkemesi de, 492 sayılı Harçlar Kanunu’nun ( 1 ) sayılı Tarifesinin “A ) Mahkeme Harçları” bölümünün 6217 sayılı Kanunun 13. maddesiyle değiştirilen “IV. Temyiz ve itiraz harçları” başlıklı kısmının ( b ), ( f ), ( g ) ve ( h ) fıkralarda kanun yolu başvurularında harç alınabileceği kuralıyla birlikte, ödeme gücü olmayanlara etkili adlî yardım sağlayacak bir sistemin öngürülmemiş olması ve yargılama giderlerinden muafiyet sağlayan adlî yardım düzenlemesinin yapılmaması ile hukukumuzda adlî yardıma ilişkin tek düzenleme olan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun ilgili hükümlerinin uygulanmasını sağlayacak herhangi bir atfın bulunmaması nedenleriyle kanun yolu başvurularında harç alınabileceği kuralının ödeme gücü olmayanlar bakımından mahkemeye erişim hakkını engelleyecek nitelikte olduğu gerekçesi ile Anayasa’nın 2, 5 ve 36. maddelerine aykırı görerek iptaline karar vermiştir.
Harcın ödenmemesinin sonuçlarına gelince; harcın ödenmemesi veya eksik ödenmesinin yaptırımı 492 sayılı Harçlar Kanununun 32 ve 127. maddelerinde “harç ödenmedikçe harca mevzu olan işlemin yapılmaması” şeklinde gösterilmiştir. Ancak harcın ödenmemesi sadece işlemin yapılmasını ya da yürütülmesini durdurmakta olup talebin reddini gerektirmemektedir.
6100 sayılı HMK’nun bölge adliye mahkemelerinin göreve başlama tarihinde uygulanılmasına başlanacak olan 344. maddesinde ve 6100 sayılı HMK’nun geçici 3 ve 5236 sayılı Kanunun geçici 2. maddeleri uyarınca bölge adliye mahkemelerinin göreve başlama tarihine kadar uygulanacak olan 1086 sayılı HMUK’nun 434. maddesinde harcın ödenmemesi veya eksik ödenmesi durumunda uygulanacak yöntem düzenlenmiştir.
6100 sayılı HMK’nun 344. maddesinde; ” ( 1 ) İstinaf dilekçesi verilirken, istinaf kanun yoluna başvuru harcı ve tebliğ giderleri de dâhil olmak üzere tüm giderler ödenir. Bunların hiç ödenmediği veya eksik ödenmiş olduğu sonradan anlaşılırsa, kararı veren mahkeme tarafından verilecek bir haftalık kesin süre içinde tamamlanması, aksi hâlde başvurudan vazgeçmiş sayılacağı hususu başvurana yazılı olarak bildirilir. Verilen kesin süre içinde harç ve giderler tamamlanmadığı takdirde, mahkeme başvurunun yapılmamış sayılmasına karar verir. Bu karara karşı istinaf yoluna başvurulması hâlinde, 346 ncı maddenin ikinci fıkrası hükmü kıyas yoluyla uygulanır”,
1086 sayılı HUMK’nun 434. maddesinde ( 5236 sayılı Kanunla değişiklikten önceki hali ); “Temyiz dilekçesi hangi mahkemeye verilmişse o mahkemece temyiz defterine kaydolunur ve temyiz edene ücretsiz bir alındı kağıdı verilir. Temyiz isteği, harca tabi değilse dilekçenin temyiz defterine kaydedildiği, harca tabi ise harcın yatırıldığı tarihte yapılmış sayılır. Temyiz dilekçesi verilirken gerekli harç ve giderlerin tamamı ödenir. Bunların eksik ödenmiş olduğu sonradan anlaşılırsa, kararı veren hakim veya mahkeme başkanı tarafından verilecek yedi günlük kesin süre içinde tamamlanması, aksi halde temyizden vazgeçmiş sayılacağı hususu temyiz edene yazılı olarak bildirilir. Verilen süre içinde harç ve giderler tamamlanmadığı takdirde, mahkeme kararın temyiz edilmemiş sayılmasına karar verir. Bu kararın da temyiz edilmesi halinde 432 nci maddenin son fıkrası hükmü kıyasen uygulanır” şeklinde hükümler yer almaktadır.
Yine 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 48. maddesinin 6. fıkrasındaki; “Temyiz dilekçesi verilirken gerekli harç ve giderlerin tamamının ödenmemiş olması halinde kararı veren; mahkeme veya Danıştay daire başkanı tarafından verilecek onbeş günlük süre içerisinde tamamlanması, aksi halde temyizden vazgeçilmiş sayılacağı hususu temyiz edene yazılı olarak bildirilir. Verilen süre içinde harç ve giderler tamamlanmadığı takdirde, mahkeme, ilk derece mahkemesi olarak davaya bakan Danıştay dairesi, kararın temyiz edilmemiş sayılmasına karar verir. Temyizin kanuni süre geçtikten sonra yapılması halinde de kararı veren mahkeme, ilk derece mahkemesi olarak davaya bakan Danıştay dairesi, temyiz isteminin reddine karar verir. Mahkemenin veya Danıştay dairesinin bu kararları ile bu maddenin 2 nci fıkrasında belirtilen temyiz isteminde bulunulmamış sayılmasına ilişkin kararlarına karşı, tebliğ tarihini izleyen günden itibaren yedi gün içinde temyiz yoluna başvurulabilir” şeklindeki hükümle de idari yargılama usulünde temyiz harcının yatırılma yöntemi açıklanmıştır.
Buna karşın ceza davalarında temyiz harcının hiç ödenmemesi veya eksik ödenmesi durumunda nasıl davranılacağına ilişkin gerek 6217 sayılı Kanunda gerekse 1412 sayılı CMUK ve 5271 sayılı CMK’nda bir hüküm bulunmamaktadır.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
6217 sayılı Kanun ile 492 sayılı Harçlar Kanunuyla yürürlükten kaldırılan ceza yargılamasında harç uygulamasına yeniden dönülmüş, ancak harcın ne zaman yatırılacağı, eksik veya hiç ödenmemesi durumunda ne yapılacağı, Cumhuriyet Savcıları dışında kimlerin harçtan muaf olduğu, ödeme gücü olmayanlara adlî yardımın nasıl sağlanacağı hususlarında bir düzenleme getirilmediği gibi, 1412 sayılı CMUK ve 5271 sayılı CMK’nda harç uygulamasın geçerli olduğu dönemlerde mevcut bulunan kuralların benzeri değişikler yapılmamış, belirtilen konulara ilişkin düzenlemeler içeren mer’i diğer kanunlara bir atıfta da bulunulmamıştır.
Bu durum karşısında belirsizliğin ortadan kaldırılması için 6100 sayılı HMK’nun geçici 3. ve 5236 sayılı Kanunun geçici 2. maddeleri uyarınca halen yürürlükte bulunan 1086 sayılı HMUK’nun 434. maddesi hükmünün kıyasen ceza davalarında da uygulanması düşünebilecek ise de; istisnai ve sınırlayıcı normlarda kıyas yapılması mümkün değildir. Temyizin şartları ve reddi sebepleri 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 310, 315 ve 317. maddelerinde sınırlı olarak sayılmış olup harcın ödenmemesi nedeniyle temyizin reddedileceğine dair bir hüküm bulunmadığından, temyizin reddine karar verilemeyecek, kanuni açık bir düzenleme ve atıf bulunmadıkça kıyas yoluyla böyle bir sonuca götürecek uygulama da yapılamayacaktır.
Harcın yatırılmamış veya eksik yatırılmış olması mevcut ve mer’i hukuki düzenlemeler karşısında ceza davalarında temyizin bir şartı veya reddi sebebi olmadığından temyiz süresi içersinde harcın ödenmemesi halinde bu husus temyiz isteminin reddine karar verilmesini gerektirmeyecek ve harcın tahsili amacıyla bu durumun Harçlar Kanunun 37. maddesi uyarınca ilgili vergi dairesine bildirilmesi ile yetinilecektir.
Bu itibarla, temyiz harcının yatırılmamasını temyiz isteminin reddi sebebi olarak değerlendirmeyen ve temyiz istemini kabul ederek yerel mahkeme hükmünü inceleyen Özel Daire kararında sonucu itibarıyla bir isabetsizlik bulunmamakta olup haklı nedene dayanmayan itirazın reddine karar verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul üyesi S. Bakıcı;
“T.C. Anayasası’nın 153. maddesi uyarınca, Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararları, Resmi Gazete’de yayımlandığı tarihte yürürlüğe girer ve mahkeme; iptal hükmünün yürürlüğe gireceği tarihi, yayımlandığı günden başlayarak bir yılı geçmeyecek şekilde ayrıca kararlaştırabilir.İptal kararları geriye yürümez.
Anayasa Mahkemesi’nin 29.12.2011 gün ve 28157 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 2011/54 esas, 2011/142 sayılı kararında belirtildiği üzere harç; kamu kurum ve kuruluşlarının sunduğu hizmetlerden yararlananlardan, bu yararlanmaları karşılığı alınan bedeldir. Anayasa’da yargı hizmetlerinin ücretsiz olarak verileceğine ve devletin harç alma yetkisi dışında tutulduğuna dair hüküm bulunmamaktadır. Ceza yargısı hizmetlerinden harç alınması yönünden Anayasal bir engel bulunmamaktadır. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi harç alınmasının Anayasa’nın 2 ve 36. maddelerine aykırı olmadığına karar vermiştir.
Anılan kararda da belirtildiği gibi harç alınması, AİHS’ne aykırı değildir. AİHS’ni imzalayan ülkelerde harç alındığı gibi miktarları da Türkiye’deki harçlarla kıyaslanamayacak derecede yüksek tutardadır. Bu nedenle; görüşmeler sırasında, harç alınmasının sözleşmenin adil yargılamaya ilişkin 6. maddesine aykırı olduğu, hüküm iptal edilmese dahi Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca harç alınamayacağına ilişkin görüşe iştirak etmek mümkün değildir. AİHM kararlarında harç alınmasının yasalarla düzenlenebileceği kabul edilmiştir. Sadece bu düzenlemede, “harç miktarının makul olması, harç alınmasında haklı bir amacın bulunması, ulaşılmak istenen amaç ile harç miktarı arasında orantı olması, ödeme gücü olmayanlar bakımından etkili adli yardım sisteminin varlığı” aranmıştır.
Anayasa Mahkemesi harç alınmasının Anayasaya aykırı olmadığını, sadece ödeme gücü olmayanlar için etkili adli yardım sağlayacak bir sistemin düzenlenmediğini, 6100 sayılı Yasaya bu yönden bir atıf yapılmadığını, ödeme gücü olmayanlar bakımından yasal düzenleme yapılması gerektiğini kabul ederek hükmü iptal etmiş ve yasal düzenlemenin yapılması için yasa koyucuya altı aylık bir süre vermiştir. Bu düzenleme yapılmadığından iptal kararı 29.06.2012 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu itibarla 29.06.2012 gününden sonra ceza yargısında temyizharcı alınmayacak, bu tarihe kadar harç alınmasına devam olunacaktır.
Kararın yayınlanması ile yürürlüğe girdiği tarih arasındaki altı aylık süre içerisinde harç alınıp alınmayacağının Anayasa Mahkemesinde de tartışıldığını, harç alınması gerektiğinin kabul edildiğini karar ve karşı oy yazısından anlamaktayız. Zira karşı oy yazısında, “süre verilmekle bu kararın altı ay daha hükmünü sürdüreceği ve Devletin Anayasa’ya aykırı olarak gelir toplanmasına izin verilmiş olacağı, bu nedenle süre verilmemesi gerektiği” belirtilmiştir. Çoğunluk, bu görüşe katılmadığına göre, karşı oyun aksine harç alınması gerektiğini kabul etmiştir.
Bu itibarla, Anayasa Mahkemesi’nin iptal nedeni ve gerekçesi ile Anayasa’nın 153. maddesi uyarınca iptal kararının geriye yürümeyip 6 ay sonra yani 29.06.2012 gününden itibaren uygulanmaya başlanması karşısında, bu tarihe kadar temyiz harcı alınması gerektiğinden sayın çoğunluk görüşüne iştirak edilmemiştir” görüşüyle,
Çoğunluk görüşüne katılmayan iki Genel Kurul Üyesi de; benzer düşüncelerle itirazın kabülüne karar verilmesi gerektiği yönünde karşıoy kullanmışlardır.
2- ) Temyizin reddi yönünde görüş bildiren Yargıtay C.Başsavcılığının bu görüşünün benimsenmemesi halinde dosyanın esasına ilişkin de görüşü kapsayacak biçimde ek tebliğname düzenlenmesi istenilmeden temyiz incelemesi yapılıp yapılamayacağı:
2797 sayılı Yargıtay Kanunun “Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı Başyardımcısı ile Yardımcılarının Görevleri” başlıklı 28. maddesi;
“Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı Başyardımcısı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının veya Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilinin vereceği görevleri yapar. Özel hükümler saklı kalmak kaydıyla Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Vekilinin yokluğunda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısına vekillik eder. Başyardımcının da bulunmadığı zamanlarda bu görevi en kıdemli Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıyardımcısı yapar.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıyardımcıları, kendilerine verilen dosyaların tebliğnamelerini, karar düzeltme ve itiraz yoluna başvurma işlemlerini Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı adına düzenler ve onun yerine imza ederler. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının vereceği diğer işleri görürler.
Zamanaşımı Türk Ceza Kanununun 102 nci maddesinin birinci fıkrasının ( 5 ) ve ( 6 ) numaralı bentleri kapsamında olan suçlara ilişkin dava dosyaları temyiz üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca tebliğname düzenlenmeksizin ilgili daireye gönderilir. Daire kararına karşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının karar düzeltme ve itiraz kanun yollarına başvurma yetkisi vardır” şeklinde düzenlenmiş,
Yargıtay İç Yönetmeliğinin 37. maddesinde ise;
“Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı yardımcılarının görevleri:
1- Verilen işleri süresinde ve eksiksiz inceleyip Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı adına düzenleyecekleri ve imza edecekleri tebliğnamelere bağlıyarak sonuçlandırmak,
2- Dairelerden çıkan ilâmları uygulama, içtihat ve tebliğnamelere uygunluk açılarından inceleyerek Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının görüşüne göre karar düzeltme veya itiraz yollarına gitmek,
3- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı başyardımcısı tarafından düzenlenecek sıraya göre Ceza Genel Kurulu ile dairelerin duruşmalarına katılarak düşüncesini bildirmek,
4- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı başyardımcısı tarafından düzenlenecek sıraya göre ceza dairelerinin günlük çalışmaları sona erinceye kadar çalışma saati dışında nöbet tutmak,
5- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından verilecek ve ayrıca kanun ve yönetmelikle verilen diğer görevleri yapmaktır” hükmüne yer verilmiştir.
Anılan kanun ve iç yönetmelik hükümleri uyarınca yerel mahkemelerce verilen kararların temyiz yoluyla incelenmesinde, Yargıtay C.Başsavcılığınca, o konudaki hukuki görüşün açıklandığı bir tebliğname düzenlenmesi zorunludur. Özel Dairelerce temyiz incelemesi yapılabilmesi için, temyiz konusu hakkında bir tebliğname düzenlenmiş olması ön şarttır. 1412 sayılı CMUK’nun 5320 sayılı Yasanın 8. maddesi uyarınca halen yürürlükte bulunan 316. maddesinin 3. fıkrasına göre de, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenecek bu tebliğnamenin, hükmü temyiz etmeleri veya aleyhlerine sonuç doğurabilecek görüş içermesi halinde sanık veya katılan ya da vekillerine dairesince tebliğ olunması da gerekir.
Yargıtay C.Başsavcılığınca düzenlenecek olan tebliğnamede usul ve esasa ilişkin tüm hususlarda görüş bildirilmesi yerinde bir uygulama olacaktır. Zira Özel Dairece uyuşmazlığın esasına girilmesine engel olarak gösterilen sebebin kabul edilmeyerek inceleme yapılması mümkündür. Ancak bununla birlikte Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığını, temyiz isteminin reddine karar verilmesi veya hükmün usuli nedenlerden bozulması gerektiğine ilişkin görüş belirtilen durumlarda, bu görüşün benimsenmeyerek esasa ilişkin temyiz incelemesi yapılması ihtimaline binaen dosyanın esası hakkında da görüş bildirmeye zorlayacak kanuni bir dayanak bulunmamaktadır.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Yargıtay C.Başsavcılığınca düzenlenen 09.12.2003 günlü tebliğnamede sanığın temyizinin reddi gerektiği yönünde bir görüş bildirildiğinden, Özel Dairece bu görüşün benimsenmeyerek esasa yönelik temyiz incelemesine geçilmeden önce Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığından dosyanın esasına ilişkin de görüşünü kapsayacak biçimde ek tebliğname düzenlenmesini isteme zorunluluğu bulunmadığının kabulü gerekmektedir.
Bu nedenle, ek tebliğname düzenlenmesine gerek görmeksizin temyiz incelemesi yapan Özel Dairenin uygulamasında herhangi bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
Bu itibarla, itirazın bu uyuşmazlık yönünden de reddine karar verilmelidir.
Bu uyuşmazlık konusuna ilişkin olarak çoğunluk görüşüne katılmayan altı Genel Kurul Üyesi; itirazın kabulü gerektiği düşüncesiyle karşı oy kullanmışlardır.
SONUÇ : Açıklanan nedenlerle;
1- )Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının her iki uyuşmazlık yönünden de REDDİNE,
2- )Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 01.04.2014 günü yapılan müzakerede her iki uyuşmazlık yönünden de oyçokluğuyla karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2015/10-827
K. 2016/33
T. 20.1.2016
DAVA : Taraflar arasındaki “iş (kurum işleminin iptali ) ” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İş Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 18/11/2013 gün ve 2013/1148 E. 2013/1341 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 08.05.2014 gün ve 2014/2175 E. 2014/10253 K. sayılı ilamıyla bozulmuş, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca dosya üzerinde yapılan ön inceleme sonunda gereği görüşüldü:
KARAR : Mahkemece verilen hüküm, temyiz edilmesi üzerine yukarda başlıkta belirtilen karar ile bozulmuştur. Bozma üzerine mahkemece ilk kararda direnilmiş, direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
İş mahkemeleri kararlarına karşı temyiz süresi 30/1/1950 tarih ve 5521 Sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 2/3/2005 tarih ve 5308 Sayılı Kanunla değişmeden önceki 8. maddesine göre belirlenmekte ise de, temyiz usul ve işlemlerinde 6100 Sayılı HMK’nın Geçici 3. maddesi yollamasıyla uygulanmakta olan 1086 Sayılı HUMK’nın hükümleri uygulanmaktadır.
Her ne kadar uygulamada iş mahkemesinde karşı temyiz yolu ile temyiz hakkı tanınmamakta ise de gerek iş hukuku mevzuatında gerekse de HUMK’nun temyize ait hükümlerinde bunu engelleyen bir hüküm bulunmadığı açıktır. Bu sebeple 6217 Sayılı Kanun’un 30.maddesiyle 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfiyla uygulanmakta olan 1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 433/1. maddesi gereğince temyiz dilekçesinin hüküm veren mahkeme aracılığı ile karşı tarafa tebliğ edilmesi ve karşı tarafatemyiz dilekçesine karşı cevap verme ve karşı temyiz isteminde bulunmak hakkının tanınması gereklidir.
Yukarıda yer alan açıklamalar doğrultusunda yapılan incelemede;
Davalı vekiline ait temyiz dilekçesinin davacı tarafa tebliğ edilmediği anlaşılmaktadır. Temyiz eden davalı vekili tarafından sunulan temyiz dilekçesinin, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nu “Geçici madde 3” atfiyla uygulanmakta olan HUMK’nun 433. maddesi gereğince davacı vekiline Tebligat Kanunu ve ilgili mevzuat dikkate alınarak tebliğ edilmeli ve yasal süre beklenildikten sonra Hukuk Genel Kurulu Başkanlığına gönderilmelidir.
Açıklanan sebeple eksiklik giderildikten sonra Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Başkanlığı’na gönderilmek üzere dosyanın mahkemesine geri çevrilmesi gerekmiştir.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan sebeple dosyanın mahkemesine GERİ ÇEVRİLMESİNE 20/01/2016 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2015/2-3037
K. 2015/2430
T. 4.11.2015
• BOŞANMA DAVASI ( Evlilik Birliğinin Sarsılması Sebebine Dayalı – Davalı Kendisine Usule Uygun Şekilde Verilen ve Sadece Delil Bildirmeye Yönelik Olan Kesin Sürede Delillerini Bildirmediğinden Davalının Delil Bildirme Hakkının Düştüğünün Gözetilmesi Gerektiği )
• KESİN SÜRE ( Yapılması Gereken İşlemi Süresinde Yapmayan Tarafın O İşlemi Yapma Hakkının Ortadan Kalkacağı – Mahkemece Davalı Vekiline Verilen Kesin Süre Sadece Delil Bildirmeye İlişkin Olup Ara Kararında Delil Avansının Gösterilmemiş Olmasının Bu Ara Kararını Geçersiz Kılmayacağı/Boşanma Davası )
• DELİL BİLDİRME HAKKI ( Boşanma – Kesin Süre İçinde Yapılması Gereken İşlemi Süresinde Yapmayan Tarafın O İşlemi Yapma Hakkının Ortadan Kalkacağı/Davalı Kendisine Usule Uygun Şekilde Verilen ve Sadece Delil Bildirmeye Yönelik Olan Kesin Sürede Delillerini Bildirmediğinden Davalının Delil Bildirme Hakkının Düştüğü )
• ARA KARAR ( Delil Bildirme İçin Tanınan Kesin Süre İçinde İkamesi Talep Edilecek Deliller İçin Avans Belirlenip Bunun da Gösterilmesi ve Belirlenen Avansın Aynı Kesin Süre İçinde Yatırılmasının Delil Bildirmeyle İlgili Ara Kararında Yer Alması Mecburiyeti Bulunmadığı – Boşanma Davası )
6100/m.94/3,324/1
ÖZET : Dava, evlilik birliğinin sarsılması sebebine dayalı boşanma isteğine ilişkindir. Kesin süre içinde yapılması gereken işlemi, süresinde yapmayan tarafın o işlemi yapma hakkı ortadan kalkar. Mahkemece davalı vekiline verilen kesin süre sadece “delil bildirmeye” ilişkin olup, ara kararında “delil avansının” gösterilmemiş olması, bu ara kararını geçersiz kılmaz. Delil bildirme için tanınan kesin süre içinde, ikamesi talep edilecek deliller için avans belirlenip, bunun da gösterilmesi ve belirlenen avansın aynı kesin süre içinde yatırılmasının delil bildirmeyle ilgili ara kararında yer alması mecburiyeti de bulunmamaktadır. Tarafların her birinin ikamesini talep ettiği delil için mahkemece avans belirlenip, bunun yatırılması için ayrıca kesin süre verilmesi mümkündür. Esasen davalıya delil bildirmesi için kesin süre verildiği sırada davalının ne tür deliller bildireceği, tanık bildirecekse kaç tanık bildireceği, tanıkların adresleri itibariyle mahkemece tanıkların davetiye ile mi çağrılacağı yoksa tanık beyanlarının talimat mahkemesi aracılığı ile mi alınacağı dolayısıyla ikamesi talep edilecek delilerin neler olacağı ve bu delillerin giderlerinin ne olacağı da mahkeme tarafından bilinmemektedir. Davalı kendisine usule uygun şekilde verilen ve sadece “delil bildirmeye” yönelik olan kesin sürede delillerini bildirmemiştir. O halde, davalının delil bildirme hakkı düşmüştür. Yukarıda açıklanan nedenlerle, usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararı yerindedir.
DAVA : Taraflar arasındaki “boşanma” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Manisa 2. Aile Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 03.04.2012 gün ve 2011/549 E. 2012/263 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 23.01.2013 gün ve 2012/14017 E. 2013/1573 K. sayılı ilamı ile;
( … Davalıya 09.02.2012 tarihli oturumda delillerini bildirmesi için kesin süre verilmiş, davalı 03.04.2012 tarihli dilekçe ile delillerini bildirmiştir. Mahkemece davalıya delillerini bildirmesi için verilen kesin süre, tanık ücretleri ve davetiye giderleri gösterilmediğinden sonuç doğurmaz. Davalı tanıklarının dinlenip, değerlendirilerek sonucu uyarınca karar vermek gerekirken eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmamıştır… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, evlilik birliğinin sarsılması sebebine dayalı boşanma isteğine ilişkindir.
Mahkemece, davalı vekilinin kesin süre içerisinde delillerini bildirmediği gerekçesi ile gösterdiği deliller toplanmamış, davacı tarafın sunduğu delillerle davanın kabulü ile boşanma kararı verilmiştir. Davalı vekilinin temyizi üzerine, Özel Dairece yukarıda yazılı gerekçe ile hüküm bozulmuş, Yerel Mahkeme önceki kararda direnmiştir.
Direnme kararını davalı vekili temyiz etmektedir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davalıya delillerini bildirmesi için verilen kesin sürede delil avansının gösterilmesinin gerekip gerekmediği, davalıya delillerini bildirmesi için verilen kesin sürenin usulüne uygun olup olmadığı, varılacak sonuca göre de davalının delil bildirme hakkının ortadan kalkıp kalkmadığı noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle ifade edilmelidir ki, eldeki dava 1086 sayılı HUMK döneminde açılan bir dava olsa da, davalıya delillerini bildirmesi için verilen kesin sürenin tarihi dikkate alındığında ortada tamamlanmamış bir işlem bulunduğuna göre HMK’nın 448. maddesi gereğince 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu hükümleri dikkate alınmalıdır.
İkinci olarak, kesin sürenin hukuki niteliğinin irdelenmesinde yarar vardır:
Bir davanın açılmasıyla başlayan yargılama faaliyetinde,karara ulaşmak bakımından, mahkeme ve taraflarca yapılması gereken belirli işlemler bulunmakta olup, her işlemin belli bir zaman aralığında yapılması gerekmektedir. Usul hükümleri ile normatif bir değer kazanan bu zaman aralıklarına süre denilmektedir. Böylece usul işlemlerinin yapılması zamansal olarak tarafların ya da mahkemenin arzularına, inisiyatifine bırakılmamış olmaktadır.
Mülga 1086 sayılı HUMK ile 6100 sayılı HMK’nda öngörülen süreler, nitelikleri bakımından, taraflar için ve mahkemeler için konulmuş süreler olmak üzere ikiye ayrılır:
Mahkemeler için öngörülen sürelerin, taraflar için öngörülen sürelerden farkı; sürenin geçirilmiş olmasının, o sürede yapılması öngörülen işlemin yapılma olanağını ortadan kaldırmamasıdır. Eş söyleyişle hakim, gecikmeli de olsa süreye bağlanmış olan işlemi yapabilir. Dolayısıyla, gecikmeli de olsa yapılan işlem, oluşturulan karar hukuken geçerlidir ve süresinde yapılmış gibi hukuki sonuç doğurur.
Sürelerin önemli bir kısmı, taraflar için konulmuş sürelerdir. Taraflar, bu süreler içinde belli işlemleri yapabilirler veya yapmaları gerekir. Bu süre içinde yapılamayan işlemler, tekrar yapılamaz ve süreyi kaçıran taraf aleyhine sonuç doğurur. Taraflar için konulmuş süreler; kanunda belirtilen süreler ve hakim tarafından belirtilen süreler olmak üzere ikiye ayrılır:
Kanunda belirtilen süreler; kanun tarafından öngörülmüş ( cevap süresi, temyiz süresi gibi ) süreler olup, bu süreler kesindir. Bir işlemin kanuni süresi içinde yapılıp yapılmadığı, mahkemece re’sen gözetilir.
Hakimin tespit ettiği süreler ise, kural olarak kesin değildir ( Kuru, Baki/ Arslan Ramazan/ Yılmaz, Ejder, Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı, 6100 sayılı HMK’na Göre Yeniden Yazılmış 22. Baskı, Ankara 2011, s.749 ).
Hakim, kendi tayin etmiş olduğu süreyi, HMK’nun 90/2. maddesine göre iki tarafı dinledikten sonra haklı nedenlere dayanarak, azaltıp çoğaltabilir ve bu sürenin, kesin olduğuna da karar verebilir ( HMK m.94/2, HUMK m.159 ).
Yukarıda da belirtildiği üzere ilke olarak, hakimin verdiği süre kesin olmayıp, kesinlik için şu iki koşuldan birinin varlığı zorunludur:
İlk koşul, hakimin kesin olduğunu belirtmeksizin verdiği ilk sürede işlemin yapılmaması nedeniyle ilgili tarafın yeniden süre talep hakkının varlığı karşısında, bu talep üzerine hakimin verdiği ikinci sürenin kesin olması ve bu kesinliğin yasadan kaynaklanmasıdır ( HUMK m.163, c.4, HMK. 94/2 ); bu halde, ikinci kez verilen sürenin kesin olduğu belirtilmemiş ve ihtar edilmemiş olsa dahi, sonuç değişmez.
İkinci halde ise; yasaya göre hakimin, tayin ettiği ilk sürenin kesin olduğuna da karar verebilmesidir ( HUMK m.163/3 c.3, HMK m. 94 ). Ancak, böyle bir durumda kesin sürenin hukuki sonuç doğurabilmesi için, buna ilişkin ara kararının yasaya ve içtihatlara uygun şekilde oluşturulması, hiçbir tereddüde yer vermeyecek derecede açık olması ve kesin süreye uyulmamasının sonuçlarının ilgili tarafa ihtar edilmesi gerekir.
Kesin süreye ilişkin ara kararının verilmesiyle karşı taraf lehine usulü kazanılmış hak doğmaktadır. Bu ilkenin doğal sonucu, yargısal kesin süreyle sadece tarafların değil, hakimin de bağlı olduğu, dolayısıyla hakimin bu tür bir ara kararından dönmesinin hukuken geçersiz olmasıdır.
Kısaca; ister kanun, ister hakim tarafından tayin edilmiş olsun, kesin süre içerisinde yerine getirilmeyen bir işlemin, bu süre geçtikten sonra yerine getirilmesi olanaklı değildir.
Öte yandan, mülga 1086 sayılı HUMK’nın 163. maddesi ile 6100 sayılı HMK’nın 94. maddesi uyarınca kesin süreye ilişkin ara kararının hiçbir duraksamaya yer vermeyecek biçimde açık olması, taraflara yüklenen yükümlülüklerin, yapılması gereken işlerin neler olduğunun ve her iş için yatırılacak ücretin hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde açıklanması gerekir. Ayrıca verilen sürenin amaca uygun, yeterli ve elverişli olması, kesin süreye uymamanın doğuracağı hukuki sonuçların açık olarak anlatılması ve anlatılanların tutanağa geçirilmesi, bunlara uyulmaması durumunda mevcut kanıtlara göre karar verilip, gerektiğinde davanın reddedileceğinin açıkça bildirilmesi suretiyle ilgili tarafın uyarılması gerektiği her türlü duraksamadan uzaktır. Bazı hallerde kesin sürenin kaçırılması, o delile veya hakka dayanamamak gibi ağır sonuçları birlikte getirmekte, davanın kaybedilmesine neden olmaktadır. Böyle bir durumda, geciken adaletin adaletsizlik olduğu düşünülerek, davaların uzamasını veya uzatılmak istenmesini engellemek üzere getirilen kesin süre kuralı, kanunun amacına uygun olarak kullanılmalı, davanın reddi için bir araç sayılmamalıdır. Bu cümleden olarak, kesin sürenin amacına uygun olarak kullanılması ve yeterli uzunlukta olmasının yanı sıra, tarafların yargılamadaki tutumları ile süreye konu işlemin özelliğinin de göz önünde bulundurulması gerekir. ( Benzer ilkelere YHGK’nın 18.02.1983 gün 1980/1-1284, 1983/141; 22.11.1972 gün 8/832, 935; 13.10.2010 gün 2010/17-510-485; 28.04.2010 gün 2010/2-221-241 ve 28.03.2012 gün 2012/19-55-2012-249 sayılı kararlarında da değinilmiştir. ) .
Delil avansı ile ilgili yasal düzenlemeye gelince; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun delil ikamesi için avans başlıklı 324 maddesinde ise “ ( 1 ) Taraflardan her biri ikamesini talep ettiği delil için mahkemece belirlenen avansı, verilen kesin süre içinde yatırmak zorundadır. Taraflar birlikte aynı delilin ikamesini talep etmişlerse, gereken gideri yarı yarıya avans olarak öderler.
( 2 ) Taraflardan birisi avans yükümlülüğünü yerine getirmezse, diğer taraf bu avansı yatırabilir. Aksi hâlde talep olunan delilin ikamesinden vazgeçilmiş sayılır.
( 3 ) Tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edemeyeceği dava ve işler hakkındaki hükümler saklıdır.”
Hükmü getirilmiştir.
03.04.2012 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan Hukuk Muhakemeleri Kanunu Yönetmeliğinin 45. maddesinde: “ ( 1 ) Davacı, yargılama harçları ile her yıl Bakanlıkça çıkarılacak gider avansı tarifesinde belirlenecek olan tutarı dava açarken mahkeme veznesine yatırmak zorundadır. Gider avansı, her türlü tebligat ve posta ücretleri, keşif giderleri, bilirkişi ve tanık ücretleri gibi giderler için davacıdan alınan meblağı ifade eder.
( 2 ) Adli yardım talebiyle açılan dava ve işlerde adli yardım konusunda bir karar verilinceye kadar harç, gider ve delil avansı alınmaz. Kanunlardaki özel hükümler saklıdır.
( 3 ) Gider avansının yeterli olmadığının dava sırasında anlaşılması halinde, mahkemece bu eksikliğin tamamlanması için davacıya iki haftalık kesin süre verilir. Dava şartı olan gider avansının yatırılmaması veya tamamlanmaması halinde, dava, dava şartı yokluğundan reddedilir.
( 4 ) Taraflardan her biri ikamesini talep ettiği delil için mahkemece belirlenen avansı, verilen kesin süre içinde yatırmak zorundadır. Delil avansı, tarafların dayandıkları delillerin giderlerini karşılamak üzere mahkemece belirlenen kesin süre içinde ödemeleri gereken meblağı ifade eder. Taraflar birlikte aynı delilin ikamesini talep etmişlerse, gereken gideri yarı yarıya avans olarak öderler. Taraflardan biri avans yükümlülüğünü yerine getirmediğinde, diğer taraf bu avansı da yatırabilir. Delil avansını yatırmayan taraf, o delilin ikamesinden vazgeçmiş sayılır. Tarafların üzerinde tasarruf edemeyecekleri dava ve işlerle, kanunlardaki özel hükümler saklıdır
( 5 ) Delil avansının ödenmesine, hâkim tarafından dilekçelerin verilmesi, ön inceleme aşaması veya tahkikatın başında karar verilir …”
Hükmü getirilmiştir.
Yönetmeliğin 45. maddesinde gider avansı ve delil avansı birlikte düzenlenmiş olup, gider avansının, her türlü tebligat ve posta ücretleri, keşif giderleri, bilirkişi ve tanık ücretleri gibi giderler için davacıdan alınan meblağı ifade ettiği, davacının, her yıl Bakanlıkça çıkarılacak gider avansı tarifesinde belirlenecek olan tutarı dava açarken mahkeme veznesine yatırmak zorunda olduğu, delil avansının ise tarafların dayandıkları delillerin giderlerini karşılamak üzere mahkemece belirlenen kesin süre içinde ödemeleri gereken meblağı ifade ettiği vurgulanmıştır.
Açıklanan ilkeler çerçevesinde somut olay değerlendirildiğinde;
Dava, 29.07.2011 tarihinde açılmış, dava dilekçesi ve duruşma günü davalıya 03.08.2011 günü tebliğ edilmiş, davalı vekili cevap süresinden sonra 31.10.2011 günü davaya cevap vermiştir.
Davalı vekiline “tüm delilerini bildirmesi” için 9.2.2012 tarihli oturumda yokluğunda “iki haftalık kesin mehil verilmesine” karar verildiği, ara kararına uyulmamasının doğuracağı sonucun kararda belirtildiği; kesin süreye ilişkin bu ara kararının 16.2.2012 tarihinde tebliğ edildiği, davalı vekilinin “tanıklarının isim ve adreslerini” ihtiva eden delil listesini ise, kesin süre sona erdikten sonra 03.04.2012 tarihinde mahkemeye verdiği anlaşılmaktadır. Kesin süre içinde yapılması gereken işlemi, süresinde yapmayan tarafın o işlemi yapma hakkı ortadan kalkar. ( HMK. m. 94/3 )Mahkemece davalı vekiline verilen kesin süre sadece “delil bildirmeye” ilişkin olup, ara kararında “delil avansının” gösterilmemiş olması, bu ara kararını geçersiz kılmaz. Delil bildirme için tanınan kesin süre içinde, ikamesi talep edilecek deliller için avans belirlenip, bunun da gösterilmesi ve belirlenen avansın aynı kesin süre içinde yatırılmasının delil bildirmeyle ilgili ara kararında yer alması mecburiyeti de bulunmamaktadır. Tarafların her birinin ikamesini talep ettiği delil için mahkemece avans belirlenip, bunun yatırılması için ayrıca kesin süre verilmesi mümkündür ( 6100 s. HMK. m. 324/1 ). Zira Yönetmeliğin 45/5.maddesinde de delil avansının ödenmesine, hakim tarafından dilekçelerin verilmesi, ön inceleme aşaması veya tahkikatın başında karar verilebileceği düzenlenmiştir. Esasen davalıya delil bildirmesi için kesin süre verildiği sırada davalının ne tür deliller bildireceği, tanık bildirecekse kaç tanık bildireceği, tanıkların adresleri itibariyle mahkemece tanıkların davetiye ile mi çağrılacağı yoksa tanık beyanlarının talimat mahkemesi aracılığı ile mi alınacağı dolayısıyla ikamesi talep edilecek delilerin neler olacağı ve bu delillerin giderlerinin ne olacağı da mahkeme tarafından bilinmemektedir. Davalı kendisine usule uygun şekilde verilen ve sadece “ delil bildirmeye” yönelik olan kesin sürede delillerini bildirmemiştir. O halde, davalının delil bildirme hakkı düşmüştür.
Yukarıda açıklanan nedenlerle, usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararı yerindedir.
Ne var ki, Özel Daire işin esasına yönelik temyiz itirazlarını incelememiş bulunduğundan, işin esasının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir.
SONUÇ : Açıklanan gerekçeyle direnme uygun bulunduğundan, davalı vekilinin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 2.HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, 04.11.2015 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2014/1-1570
K. 2015/2009
T. 30.9.2015
• ÖNCELİKLE TAPU MÜDÜRLÜĞÜNE BAŞVURMA ZORUNLULUĞU ( Tapu Kaydında Düzeltim İstenen Şahsın Hasımsız Alınan Mirasçılık Belgesine Dayalı Olarak İsminin Yanlış Yazıldığı ve Tescil İşlemi Yapıldığı – Davacının Öncelikle İlgili Tapu Müdürlüğüne Başvurması Eğer Talebinde İstediği Sonucu Alamazsa Daha Sonra Mahkemeye Başvurması Gerekeceği )
• TAPU MÜDÜRLÜĞÜNE ZORUNLU İDARİ BAŞVURU ( Tapu Kaydında Düzeltim İstenen Şahsın Hasımsız Alınan Mirasçılık Belgesine Dayalı Olarak İsminin Yanlış Yazıldığı ve Tescil İşlemi Yapıldığı – Davacının Öncelikle İlgili Tapu Müdürlüğüne Başvurması Gerektği )
• TAPU KAYDINDA DÜZELTİM ( Hasımsız Alınan Mirasçılık Belgesine Dayalı Olarak İsminin Yanlış Yazıldığı ve Tescil İşlemi Yapıldığı – Davacının Öncelikle İlgili Tapu Müdürlüğüne Başvurması Eğer Talebinde İstediği Sonucu Alamazsa Daha Sonra Mahkemeye Başvuracağı/Tapu Müdürlüğüne Zorunlu İdari Başvuru )
• HASIMSIZ ALINAN MİRASÇILIK BELGESİNE DAYALI İSMİN YANLIŞ YAZILARAK TESCİL EDİLMESİ ( Tapu Müdürlüğüne Zorunlu İdari Başvuru – Davacının Öncelikle İlgili Tapu Müdürlüğüne Başvurması Eğer Talebinde İstediği Sonucu Alamazsa Daha Sonra Mahkemeye Başvuracağı )
4721/m.702,1011,1013,1027
Tapu Sicil Tüzüğü/m.28,74
ÖZET : Uyuşmazlık; Tapu Sicil Tüzüğü gereğince öncelikle tapu müdürlüğüne başvurma zorunluluğunun bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır. Tapu kaydında düzeltim istenen şahsın hasımsız alınan mirasçılık belgesine dayalı olarak isminin yanlış yazıldığı ve tescil işlemi yapıldığı, böylece somut olayda Tüzüğün 74/3.maddesindeki koşulların oluştuğu Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşme sırasında kurul çoğunluğunca benimsenmiştir. Öyle ise; yeni Tapu Sicil Tüzüğünün Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdiği 17.8.2013 tarihinden sonra, davacının, mahkemeye müracaat etmeden, öncelikle ilgili tapu müdürlüğüne başvurması, eğer bu talebinde istediği sonucu alamazsa daha sonra mahkemeye başvurması gerekeceği tartışmasızdır. Hal böyle olunca; Yerel Mahkemece, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, yanılgılı gerekçeyle önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
DAVA : Taraflar arasındaki ” tapu kaydında düzeltim” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Samandağ Sulh Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 10.04.2014 gün ve 2013/543 E-2014/154 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1.Hukuk Dairesinin 27.05.2014 gün ve 2014/9154 E-2014/10354 K. sayılı ilamı ile;
( … Dava, tapu kaydına yanlış yazılan kimlik bilgilerinin düzeltilmesi isteğine ilişkin olup 20.11.2013 tarihinde açılmış, mahkemece esastan karar verilmiştir.
Taşınmazların, kadastro tespiti ya da tapuya tescili sırasında mülkiyet hakkı sahibinin adı, soyadı, baba adı gibi kimlik bilgilerinin kayda eksik ya da hatalı işlenmesi, kayıt düzeltme taleplerinin kaynağını oluşturur. Bu tür taleplerde kimlik bilgileri düzeltilirken, taşınmaz malikinin değişmemesi, diğer bir anlatımla mülkiyet aktarımına neden olunmaması gerekir.
Bu talepler, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 1027. maddesi gereğince mahkemeye yapılırsa, 6100 sayılı HMK’nın 382/2-ç-1 maddesi gereğince çekişmesiz yargı usulüne göre sulh hukuk mahkemesinde ve taşınmazın aynına ilişkin bulunduğundan, aynı Kanunun 12. maddesi uyarınca taşınmazın bulunduğu yer mahkemesinde görülür.
Bunun yanı sıra, 01.01.2002 tarihinde yürürlüğe giren TMK’nın 702. maddesinin son fıkrası gereğince ortaklardan her birinin topluluğa giren hakların korunmasını sağlayabileceği ve bu korumadan bütün ortakların yararlanabileceği öngörüldüğünden elbirliği mülkiyetinde, ortaklardan her hangi biri de tek başına tapuda murisin kimlik bilgileri ilgili olarak düzeltme isteyebilir.
Bununla birlikte, Bakanlar Kurulunun 22.7.2013 tarihli ve 2013/5150 sayılı kararı ile kabul edilen, 17.8.2013 tarihli ve 28738 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren yeni Tapu Sicil Tüzüğünün 28. maddesinde, kütük sayfası malik sütununda malikin adı ve soyadı, baba adı ile edinme nedeni, tarih ve yevmiye numarasının yazılacağı, tüzel kişilerin unvanlarının tam olarak yazılacağı ve paylı mülkiyette pay miktarı; paydaşların adı, soyadı ve baba adından sonraki kısımda, kesirli olarak gösterileceği ifade edilmiştir.
Aynı Tüzüğün 72. maddesinde, “Tapu sicilinde değişikliğin, hak sahibinin istemine ya da yetkili makam veya mahkeme kararına istinaden yapılabileceği” 74. maddesinde ise “Kütük, yevmiye defteri ve yardımcı sicillerde, belgelere aykırı basit yazım hatası yapıldığının tespit edilmesi hâlinde, müdür tarafından nedeni düzeltmeler sicilinde açıklanarak, re’sen düzeltme yapılacağı, istem belgesinde yapılan yanlışlık veya eksiklik düzeltilerek, belgenin uygun bir yerine yazılmak suretiyle taraflar ve tapu görevlilerince imzalanacağı ve sicilde buna uygun düzeltme yapılacağı, ana veya yardımcı siciller üzerinde yapılmış hata veya eksikliklerin, ilgililerce sunulan veya başka idarelerce düzenlenen belgelerden kaynaklanması hâlinde, ilgililerin gerçek durumu kanıtlayıcı belgelere dayalı başvuruları üzerine, istem, yevmiye defterine kaydedilerek gerekli düzeltme yapılacağı, kütük, yevmiye defteri ve yardımcı sicillerde, belgelere aykırı tescil veya esaslı yazım hatasının düzeltilebilmesi için ilgililerin yazılı olurunun alınması gerektiği, ilgililerden birisinin yazılı oluru olmazsa, bu durum beyanlar sütununda belirtilerek, 26.9.2011 tarih ve 659 sayılı Kanun Hükmünde Kararname hükümlerine göre işlem yapılacağı, yapılacak düzeltmeler hatalı yazımdan sonra hak sahibi olmuş kişilerin hakkını etkileyici nitelikte ise, bu hak sahiplerinin de yazılı olurlarının aranacağı, müdürlüğün ilgililerin bilgisi dışında yaptığı işlemleri tebliğ etmekle yükümlü” olduğu açıklanmıştır.
Tapu Sicil Tüzüğünün 75. maddesine göre, “Kadastro çalışmalarından kaynaklanan malikin veya hak sahibinin adı, soyadı ve baba adına ilişkin tapu kütüğündeki yazım hataları ilgilisinin başvurusu üzerine;
( 1 ) a ) Senetsizden tespitlerde; nüfus kayıt örneği ve taşınmazın bulunduğu belediye veya muhtarlıktan alınacak fotoğraflı ilmühaber,
b ) Kayda dayalı tespitlerde; dayanağı kayıt ve belgeler, incelenmek ve gerektiğinde tanık ve varsa tespit bilirkişileri dinlemek ve zeminde inceleme yapmak suretiyle istemin gerçek hak sahibinden geldiği belirlenirse, istemin yevmiye defterine kaydedilerek düzeltileceği;
( 2 ) Zeminde incelemenin, kadastro müdürlüğü teknik personeli ile birlikte yapılacağı ve inceleme neticesinde teknik rapor düzenleneceği, zeminde incelemede, komşu parsel malikleri, muhtar ve diğer ilgililer dinleneceği; vergi kaydı ve diğer her türlü bilgi ve belgeden yararlanılacağı,
( 3 ) Tapu sicilindeki bilgilerin güncellenmesi ve eksikliklerin giderilmesinde de yukarıdaki fıkraların uygulanacağı ve
( 4 ) Bu madde hükümleri uyarınca kayıt düzeltmeleri için müdürlüklere başvuru yapılmasının zorunlu olduğu”,
belirtilmektedir.
Yine aynı Tüzüğün 26. maddesine göre ise mevzuat ve bu Tüzükte yer alan hükümlere uygun olmayan ve 4721 sayılı Kanunun 1011 inci maddesine göre geçici tescil şerhine de imkân bulunmayan istemlerin geciktirilmeden, gerekçesi, itiraz yeri ve süresi de belirtilmek suretiyle reddedileceği, ret kararının, istem sahibine elden veya 11.2.1959 tarih ve 7201 sayılı Tebligat Kanunu hükümlerine göre tebliğ edileceği ve ret kararına, tebliğ tarihinden itibaren onbeş gün içinde müdürlüğün bağlı bulunduğu bölge müdürlüğüne, bölge müdürlüğünün kararına karşı da tebliğ tarihinden itibaren onbeş gün içinde Genel Müdürlüğe itiraz edilebileceği belirtilmektedir.
Yukarıda açıklanan yeni Tapu Sicil Tüzüğü hükümleri ve özelikle 75. maddesi nazara alındığında, tapu müdürlüklerine oldukça geniş yetkiler verilerek tapudaki hataların daha kısa bir sürede, idari yoldan düzeltilmesine imkân verildiği görülmektedir. Yine bu maddenin son fıkrasında ise “Bu madde hükümleri uyarınca kayıt düzeltmeleri için müdürlüklere başvuru yapılması zorunludur.” hükmü bulunmaktadır.
Bu hüküm hak arama özgürlüğünü kısıtlamamakta, aksine hak arayanlara haklarını çok daha kısa bir sürede, kolay, ucuz ve basit bir şekilde elde etme imkânı vermektedir. Hal böyle olunca, bu imkânın öncelikle tüketilmesi ve bu yolla bir sonuç alınamaması durumunda ilgilinin 4721 sayılı Türk Medeni Kanunun 1027. maddesi gereğince mahkemeye başvurması zorunluluğu bulunmaktadır
Bu nedenle, yeni Tapu Sicil Tüzüğünün Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdiği 17.8.2013 tarihinden sonra, davacının, mahkemeye müracaat etmeden, öncelikle ilgili tapu müdürlüğüne yukarıda açıklanan prosedüre uygun şekilde başvurması, eğer bu talebinde istediği sonucu alamazsa daha sonra mahkemeye başvurması gerekir.
Hal böyle olunca, Tapu Sicil Tüzüğü gereğince öncelikle tapu müdürlüğüne başvurma zorunluluğu getiren yasal prosedür izlenmeden doğrudan dava açıldığından, davanın usulden reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmesi doğru değildir… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, tapu kaydındaki ismin düzeltilmesi ve tescili istemlerine ilişkindir.
Davacı vekili, Samandağ Sulh Hukuk Mahkemesinde davalı Ğazi Teker hakkında ortaklığın giderilmesi davaları açıldığını, bu dosyalarda tapudaki isim yanlışlığının düzeltilmesi için kendilerine yetki verildiği, 2029, 2027, 2183 ve 2609 parsel sayısına kayıtlı taşınmazların tapuda Gazi Teker adına kayıtlı olduğunu, oysa ki adının “Ğazi” olduğunu ileri sürerek dava konusu tapu kayıtlarının nüfus kayıtlarına uygun olarak “Ğazi Teker” olarak düzeltilmesine ve bu şekliyle tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı vekili, davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
Mahkemece; Ğazi T.’in isminin veraset kararına yanlış yazıldığı ve tapu kaydına da yanlış kayıt edildiği, bu haliyle maddi hatanın var olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Hükmün davalı Tapu Sicil Müdürlüğü vekili tarafından temyizi üzerine;
Özel Dairece;” …davanın, tapu kaydına yanlış yazılan kimlik bilgilerinin düzeltilmesi isteğine ilişkin olduğu ve davanın 20.11.2013 tarihinde açıldığı, mahkemece esastan karar verildiği, bu nedenle, yeni Tapu Sicil Tüzüğünün Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdiği 17.8.2013 tarihinden sonra, davacının, mahkemeye müracaat etmeden, öncelikle ilgili tapu müdürlüğüne prosedüre uygun şekilde başvurması, eğer bu talebinde istediği sonucu alamazsa daha sonra mahkemeye başvurmasının gerekeceği, hal böyle olunca, Tapu Sicil Tüzüğü gereğince öncelikle tapu müdürlüğüne başvurma zorunluluğu getiren yasal prosedür izlenmeden doğrudan dava açıldığından, davanın usulden reddine karar verilmesinin gerekirken, yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmesinin doğru olmadığı…”gerekçesiyle hükmün bozulmasına ile karar verilmiştir.
Mahkemece, önceki gerekçelerle ilk kararda direnilmiş; direnme hükmünü davalı Tapu Sicil Müdürlüğü vekili temyize getirmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; Tapu Sicil Tüzüğü gereğince öncelikle tapu müdürlüğüne başvurma zorunluluğunun bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle, tapu kaydında düzeltim davasının yasal dayanağı ve koşullarının irdelenmesinde yarar vardır:
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 702.maddesi uyarınca, ‘’… Ortakların hakları ve yükümlülükleri, topluluğu doğuran kanun veya sözleşme hükümleri ile belirlenir.
Kanunda veya sözleşmede aksine bir hüküm bulunmadıkça, gerek yönetim, gerek tasarruf işlemleri için ortakların oybirliğiyle karar vermeleri gerekir.
Sözleşmeden doğan topluluk devam ettiği sürece, paylaşma yapılamaz ve bir pay üzerinde tasarrufta bulunulamaz.
Ortaklardan her biri, topluluğa giren hakların korunmasını sağlayabilir. Bu korumadan bütün ortaklar yararlanır.”
Kanunun 1011.maddesinde ise;”… aşağıdaki hâllerde geçici tescil şerhi verilebilir:
1. İddia edilen bir aynî hakkın güvence altına alınması gerekiyorsa,
2. Tasarruf yetkisini belirleyen belgelerdeki noksanlıkların sonradan tamamlanmasına kanun olanak tanıyorsa.
Geçici tescil şerhi, bütün ilgililerin razı olmasına veya hâkimin karar vermesine bağlıdır. şerhin konusu olan hak sonradan gerçekleşirse, şerh tarihinden başlayarak üçüncü kişilere karşı ileri sürülebilir.
Geçici tescil şerhi verilmesi istemi üzerine hâkim, tarafları dinleyerek veya dosya üzerinde inceleme yaparak şerhe konu olan hakkın varlığının kabul edilebileceği kanaatına varırsa, şerh kararı verir. Kararda şerhin etki bakımından süresi ve içeriği belirlenir; gerektiğinde mahkemeye başvurulması için bir süre verilir.”düzenlemesine yer verilmiştir.
Anılan Kanunun 1013.maddesinde, ‘’…Tescil, tasarrufa konu olan taşınmaz malikinin yazılı beyanı üzerine yapılır.
Edinen kimse, kanun hükmüne, kesinleşmiş mahkeme kararına veya buna eşdeğer bir belgeye dayanıyorsa, bu beyana gerek yoktur.
Bir aynî hakkı tescilden önce kazanan kimse, gerekli belgeleri ibraz ederek tescili isteyebilir.” hükmü yer almaktadır.
Aynı Kanunun ‘’Düzeltme” başlıklı 1027. maddesinde de;”… İlgililerin yazılı rızaları olmadıkça, tapu memuru, tapu sicilindeki yanlışlığı ancak mahkeme kararıyla düzeltebilir.
Düzeltme, eski tescilin terkini ve yeni bir tescilin yapılması biçiminde de olabilir.
Tapu memuru, basit yazı yanlışlıklarını, tüzük kuralları uyarınca resen düzeltir.” hususu belirtilmiştir.
Öte yandan; Bakanlar Kurulunun 22.7.2013 tarihli ve 2013/5150 sayılı kararı ile kabul edilen, 17.8.2013 tarihli ve 28738 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren yeni Tapu Sicil Tüzüğünün 28. maddesinde, kütük sayfası malik sütununda malikin adı ve soyadı, baba adı ile edinme nedeni, tarih ve yevmiye numarasının yazılacağı, tüzel kişilerin unvanlarının tam olarak yazılacağı ve paylı mülkiyette pay miktarı; paydaşların adı, soyadı ve baba adından sonraki kısımda, kesirli olarak gösterileceği ifade edilmiştir.
Tapu Sicil Tüzüğünün 74. Maddesinde;”… ( 1 ) Kütük, yevmiye defteri ve yardımcı sicillerde, belgelere aykırı basit yazım hatası yapıldığının tespit edilmesi hâlinde, müdür tarafından nedeni düzeltmeler sicilinde açıklanarak, re’sen düzeltme yapılır.
( 2 ) İstem belgesinde yapılan yanlışlık veya eksiklik düzeltilerek belgenin uygun bir yerine yazılmak suretiyle taraflar ve tapu görevlilerince imzalanır ve sicilde buna uygun düzeltme yapılır.
( 3 ) Ana veya yardımcı siciller üzerinde yapılmış hata veya eksikliklerin, ilgililerce sunulan veya başka idarelerce düzenlenen belgelerden kaynaklanması hâlinde, ilgililerin gerçek durumu kanıtlayıcı belgelere dayalı başvuruları üzerine, istem yevmiye defterine kaydedilerek gerekli düzeltme yapılır.
( 4 ) Kütük, yevmiye defteri ve yardımcı sicillerde, belgelere aykırı tescil veya esaslı yazım hatasının düzeltilebilmesi için ilgililerin yazılı olurunun alınması gerekir. İlgililerden birisinin yazılı oluru olmazsa, bu durum beyanlar sütununda belirtilerek, 26/9/2011 tarih ve 659 sayılı Kanun Hükmünde Kararname hükümlerine göre işlem yapılır.
( 5 ) Yapılacak düzeltmeler hatalı yazımdan sonra hak sahibi olmuş kişilerin hakkını etkileyici nitelikte ise, bu hak sahiplerinin de yazılı olurları aranır.
( 6 ) Müdürlük, ilgililerin bilgisi dışında yaptığı işlemleri tebliğ etmekle yükümlüdür.”denilmektedir.
Anılan Tüzüğünün 75. maddesine göre de; “Kadastro çalışmalarından kaynaklanan malikin veya hak sahibinin adı, soyadı ve baba adına ilişkin tapu kütüğündeki yazım hataları ilgilisinin başvurusu üzerine;
( 1 ) a ) Senetsizden tespitlerde; nüfus kayıt örneği ve taşınmazın bulunduğu belediye veya muhtarlıktan alınacak fotoğraflı ilmühaber,
b ) Kayda dayalı tespitlerde; dayanağı kayıt ve belgeler, incelenmek ve gerektiğinde tanık ve varsa tespit bilirkişileri dinlemek ve zeminde inceleme yapmak suretiyle istemin gerçek hak sahibinden geldiği belirlenirse, istemin yevmiye defterine kaydedilerek,
düzeltileceği;
( 2 ) Zeminde incelemenin, kadastro müdürlüğü teknik personeli ile birlikte yapılacağı ve inceleme neticesinde teknik rapor düzenleneceği, zeminde incelemede, komşu parsel malikleri, muhtar ve diğer ilgililer dinleneceği; vergi kaydı ve diğer her türlü bilgi ve belgeden yararlanılacağı,
( 3 ) Tapu sicilindeki bilgilerin güncellenmesi ve eksikliklerin giderilmesinde de yukarıdaki fıkraların uygulanacağı ve
( 4 ) Bu madde hükümleri uyarınca kayıt düzeltmeleri için müdürlüklere başvuru yapılmasının zorunlu olduğu” belirtilmektedir.
Tapu Sicil Tüzüğünün 26. maddesine göre ise; mevzuat ve bu Tüzükte yer alan hükümlere uygun olmayan ve 4721 sayılı Kanunun 1011 inci maddesine göre geçici tescil şerhine de imkân bulunmayan istemlerin geciktirilmeden, gerekçesi, itiraz yeri ve süresi de belirtilmek suretiyle reddedileceği, ret kararının, istem sahibine elden veya 11.2.1959 tarih ve 7201 sayılı Tebligat Kanunu hükümlerine göre tebliğ edileceği ve ret kararına, tebliğ tarihinden itibaren onbeş gün içinde müdürlüğün bağlı bulunduğu bölge müdürlüğüne, bölge müdürlüğünün kararına karşı da tebliğ tarihinden itibaren onbeş gün içinde Genel Müdürlüğe itiraz edilebileceği belirtilmektedir.
Tapu Sicil Tüzüğü hükümleri ve özelikle 75. maddesi nazara alındığında, tapu müdürlüklerine oldukça geniş yetkiler verilerek tapudaki hataların daha kısa bir sürede, idari yoldan düzeltilmesine imkân verildiği görülmektedir. Yine bu maddenin son fıkrasında ise “Bu madde hükümleri uyarınca kayıt düzeltmeleri için müdürlüklere başvuru yapılması zorunludur.” hükmü bulunmaktadır.
Tüm dosya kapsamından ve yukarıdaki belirtilen yasal açıklamaların ışığında somut olay değerlendirildiğinde; tapu kaydında düzeltim istenen şahsın hasımsız alınan mirasçılık belgesine dayalı olarak isminin yanlış yazıldığı ve tescil işlemi yapıldığı, böylece somut olayda Tüzüğün 74/3.maddesindeki koşulların oluştuğu Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşme sırasında kurul çoğunluğunca benimsenmiştir.
Öyle ise; yeni Tapu Sicil Tüzüğünün Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdiği 17.8.2013 tarihinden sonra, davacının, mahkemeye müracaat etmeden, öncelikle ilgili tapu müdürlüğüne yukarıda açıklanan prosedüre uygun şekilde başvurması, eğer bu talebinde istediği sonucu alamazsa daha sonra mahkemeye başvurması gerekeceği tartışmasızdır.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından, yerel mahkeme kararının usul ve yasaya uygun olduğu belirtilerek onanması yönünde görüş ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından yukarıda belirtilen nedenlerle benimsenmemiştir.
Hal böyle olunca; Yerel Mahkemece, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, yanılgılı gerekçeyle önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, 30.09.2015 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2015/22-1052
K. 2015/1612
T. 17.6.2015
• İŞÇİLİK ALACAKLARININ BELİRSİZ ALACAK DAVASINA KONU OLUP OLAMAYACAĞI ( Yargıtay 9. ve 22. Hukuk Dairesi Arasındaki İçtihat Farklılığı – Taraflar Arasında Çalışma Süresi Ve Ücret Miktarının Tartışmalı Olmasının Tek Başına Alacağı Belirsiz Hale Getirmeyeceği/Davada Bilirkişi İncelemesine Gidilmesinin Belirsiz Alacak Davasının Açılabilmesi İçin Yeterli Olmadığı/Şartları Bulunmadığı Halde Dava Belirsiz Alacak Davası Olarak Açıldığında Davacıya Herhangi Bir Süre Verilmeden Hukuki Yarar Yokluğundan Davanın Reddi Gerektiği )
• İŞÇİLİK ALACAĞININ BELİRLİ OLUP OLMADIĞI KRİTERLERİ ( İşçinin Davanın Açıldığı Tarihte Alacağın Miktarını Yahut Değerini Tam Kesin ve Objektif Olarak Belirleyebilmesinin Kendisinden Beklenemeyeceği Bir Durum Varlığı Gerektiği – Alacağın Değeri Veya Miktarının İşverenin Vereceği Bilgi Veya Tahkikat Aşamasında “Bilirkişiden Hesap Raporu Alınması Gibi” Belirlenebilecek Hale Gelmesi )
• İŞÇİLİK ALACAKLARI ( Fark Ücret İle Fark İkramiye Alacaklarından Oluşan Davaya Konu Her Bir Alacak Bakımından Belirsiz Alacak Davasına İlişkin Ölçütler Uygulanarak Belirleme Yapılacağı – Şartları Bulunmadığı Halde Dava Dilekçesinde Davanın Belirsiz Alacak Davası Olarak Açıldığı Durumda Davacıya Herhangi Bir Süre Verilmeden Hukuki Yarar Yokluğundan Davanın Reddi Yoluna Gidilmesi Gerektiği/Kısmi Dava Olarak Kabul Edilip Karar Verilemeyeceği )
• BELİRSİZ ALACAK DAVASI ( Davacının Alacağının Miktar Veya Değerini Belirleyebilmesi İçin Elinde Bulunması Gerekli Bilgi Ve Belgelere Sahip Olmaması Ve Bu Belgelere Dava Açma Hazırlığı Döneminde Ulaşmasının da “Gerçekten” Mümkün Olmaması Ve Dolayısıyla Alacağın Miktarının Belirlenmesinin Karşı Tarafın Elinde Bulunan Bilgi Ve Belgelerin Sunulmasıyla Mümkün Hale Geleceği Durumlarda Alacağın Belirsiz Kabul Edileceği – Davada Bilirkişi İncelemesine Gidilmesinin Belirsiz Alacak Davasının Açılabilmesi İçin Yeterli Olmadığı/Davada Bilirkişiye Başvurulmasına Rağmen Davacı Dava Açarken Alacak Miktarını Belirleyebiliyorsa Belirsiz Alacak Davası Açılamayacağı )
• BELİRSİZ İŞÇİLİK ALACAĞI ( Taraflar Arasında Çalışma Süresi Ve Ücret Miktarının Tartışmalı Olmasının Tek Başına Alacağı Belirsiz Hale Getirmediği – Davacının Ne Zamandan Beri Çalıştığını Veya Ücretinin Ne Kadar Olduğunu Bilmemesinin Hayatın Olağan Akışına Aykırı Olacağı/Davacı İşçinin Kendisinin Bilmediği Çalışma Süresini Tanıkların Bildiğini Veya Bilirkişinin Bileceğini Farzetmenin İspat Kurallarına da Aykırı Olacağı )
• KISMİ DAVA ( İşçilik Alacakları/Alacak Belirli Veya Belirlenebilir İse Belirsiz Alacak Davası Açılamayacağı Ancak Şartları Varsa Kısmi Dava Açılabileceği – Davanın Belirsiz Alacak Davası Olarak Açıldığından Şüphe Bulunmamasına Göre Kısmi Dava Olarak Kabul Edilip Sonuca Gidilmesinin Doğru Olmadığı/Davada Talep Edilen İşçilik Alacaklarının Belirsiz Alacak Olarak Kabul Edilemeyeceği )
• BELİRSİZ ALACAK DAVASI İLE KISMİ DAVAYA İLİŞKİN DÜZENLEMEDEKİ SINIR ( 6100 S.K. İle Birlikte Kabul Edilen Belirsiz Alacak Davası İle Kısmi Davaya İlişkin Yeni Düzenlemedeki Sınırın Tam Olarak Tespit Edilemediği/Bu İki Davanın Amacı ve Niteliğinin Ayrı Olduğu – Alacak Belirli veya Belirlenebilir İse Belirsiz Alacak Davası Açılamayacağı Ancak Şartları Varsa Kısmi Dava Açılabileceği )
• HUKUKİ YARAR ŞARTI / TAMAMLANABİLİR DAVA ŞARTI ( Belirsiz Alacak Davası/Kısmi Dava – Şartları Oluşmadığı Halde Belirsiz Alacak Davası Açılması Halinde Eksiklik Süre Verilerek Tamamlanamayacağından Davanın Hukuki Yarar Yokluğundan Reddedilmesi Gerektiği Halde Kısmi Dava Olarak Kabul Edilip Karar Verilemeyeceği )
• TALEBİN MUĞLAK NİTELİKTE OLMASI ( Belirsiz Alacak Davasının Amaç Ve Nitelik Olarak Kısmi Davadan Farklı Olması – Talep Türü Ve Davanın Niteliği Açıkça Anlaşılamıyorsa 6100 S.K. Md. 119/2 Gereğince Davacıya Bir Haftalık Kesin Süre Verilerek Talebinin Belirsiz Alacak Davası mı Yoksa Kısmi Dava mı Olduğunun Belirtilmesinin İstenmesi Gerektiği/Talep Belirsiz Alacak Davası Şeklinde Açıklanmış Olmakla Birlikte Gerçekte Belirsiz Alacak Davası Şartlarını Taşımıyorsa Hukuki Yarar Yokluğundan Davanın Reddedileceği )
• TALEPLE BAĞLILIK İLKESİ ( İşçilik Alacakları/Belirsiz Alacak Davası mı Kısmi Dava mı Olduğu – Davacı Vekilinin Talebinin Açıkça Belirsiz Alacak Davası Olduğu Halde Mahkemece Davanın Kısmi Dava Kabul Edilerek Karar Verilmesinin Doğru Olmayacağı/Somut Olay Bakımından Belirsiz Alacak Davası Şartlarının da Oluşmadığı )
6100/m. 24,26,107,109,119
ÖZET : I- ) Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler aşamasında davacı vekilince verilen dilekçe ile işçilik alacaklarının belirsiz alacak davasına konu olup olamayacağı ile ilgili Yargıtay 9. Hukuk Dairesi ile 22. Hukuk dairesi kararları arasındaki içtihat farklılığının giderilmesi için İçtihatlarının Birleştirilmesi talebinde bulunulduğu, talebinin sonuçlanmasına kadar ertelenmesi talep edilmiştir. İçtihatların Birleştirilmesi talebinin Yargıtay Başkanlık Divanı tarafından henüz kabul edilip gündeme alınmamış olması nedeni ile görüşmelerin ertelenmesi talebinin reddine oybirliği ile karar verilmiştir.
II- ) Uyuşmazlık; davanın kısmi dava mı, yoksa belirsiz alacak davası mı olduğu, fark ücret ile fark ikramiye alacaklarından oluşan alacakların belirsiz alacak türünde olup olmadığı buna göre davacının belirsiz alacak davası açmakta hukuki yararının bulunup bulunmadığı noktalarında toplanmaktadır.
III- )1- ) Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için, davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafca belirlenememesi gereklidir.
Her bir davaya konu alacak bakımından, belirsiz alacak davasına ilişkin ölçütlerin somut olaya uygulanarak, belirleme yapılması gereklidir. Alacak, belirli veya belirlenebilir ise, belirsiz alacak davası açılamaz; ancak şartları varsa kısmi dava açılması mümkündür.
2- )Dava dilekçesinde, esasen çalışma süresinin kesintisiz olmasına rağmen işyeri kayıtlarında aralıklı gösterildiği, işverenin hileli işlemleriyle davacının aylık ücret miktarının ve ikramiye hakedişlerinin düşürüldüğü, toplu iş sözleşmesiyle getirilen ücret zamlarından yararlandırılmadığı vakıalarına dayanılmış, işverenin sözkonusu işlemleri nedeniyle doğan fark aylık ücret ve fark ikramiye alacaklarının tahsili talep edilmiştir.
Öncelikle, taraflar arasında çalışma süresi ve ücret miktarı tartışmalı ise de salt sözkonusu tartışmanın varlığı alacağı belirsiz hale getirmez. Keza davacı, çalışma süresini ve ücretini belirleyebilmektedir. Davacının ne zamandan beri çalıştığını veya ücretinin ne kadar olduğunu bilmemesi aynı zamanda hayatın olağan akışına da aykırıdır. Davacı işçinin kendisinin bilmediği çalışma süresini, tanıkların bildiğini veya bilirkişinin bileceğini farzetmek ispat kurallarına da hayatın olağan akışına da aykırıdır. Keza tarafın yeterli şekilde somutlaştırıp kendisinin bilgisinde dahi olmadığını belirttiği bir hususun mahkemece bilinmesini beklemek de mümkün değildir.
3- ) Zaman zaman, 6100 sayılı Kanun ile birlikte kabul edilen belirsiz alacak davası ile kısmi davaya ilişkin yeni düzenlemedeki sınırın tam olarak tespit edilemediği, birinin diğeri yerine kullanıldığı görülmektedir. Oysa bu iki davanın amacı ve niteliği ayrıdır. Alacak, belirli veya belirlenebilir ise, belirsiz alacak davası açılamaz; ancak şartları varsa kısmi dava açılması mümkündür.
4- ) Davacı vekili, dava dilekçesinin sonuç kısmında talep ettiği her alacak için bir miktar yazdıktan sonra parantez içinde “belirsiz” ibaresini kullanarak işçilik alacaklarının tahsilini talep etmiştir. Ayrıca yargılama sırasında alınan bilirkişi raporuna göre alacak miktarının artırılması talepli dilekçesinde ise “belirsiz alacak davasındaki” taleplerini artırdığını belirterek davasının belirsiz alacak davası olduğunu açıkça beyan etmiştir. Davacı vekilinin talebinin açıkça belirsiz alacak davası olduğu halde mahkemece davanın kısmi dava kabul edilerek karar verilmesi doğru değildir.
Şartları bulunmadığı halde dava dilekçesinde davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı durumda davacıya herhangi bir süre verilmeden hukuki yarar yokluğundan davanın reddi yoluna gidilmelidir.
DAVA : Taraflar arasındaki “işçilik alacağı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kayseri 1.İş Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 20.12.2013 gün ve 2012/562 E.-2013/828 K. sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 22.Hukuk Dairesinin 04.03.2014 gün ve 2014/3767 E.-2014/4758 K. sayılı ilamı ile;
( … Davacı vekili, müvekkili işçinin davalıya ait işyerinde kesintisiz çalıştığını, davalı işverenin iş sözleşmesinin devam ettiği bir tarihte müvekkili işçiyi resmi kayıtlarda işten çıkmış gibi gösterdiğini, daha sonra ise kayden yeniden işe girişinin yapıldığını, muvazaalı işe girdi çıktı işlemlerinde işverenin amacının işyerinde uygulanan toplu iş sözleşmesiyle verilen ücret zamlarından işçiyi mahrum etmek ve yeni bir sözleşmeyle işe başlamış gibi göstererek işçi ücretlerinin asgari ücret seviyesine düşürülmesi olduğunu, kanuna karşı hile olan bu işlem sonucunda müvekkilinin ücretinin işyerine yeni girmiş bir işçi gibi asgari ücret seviyesine indirildiğini, toplu iş sözleşmesiyle getirilen ücret zamlarından yararlandırılmadığı gibi ikramiye hakedişlerinin düşürüldüğünü, geçersiz sayılması gereken bu işlem nedeniyle doğan fark işçilik alacaklarının ödenmediğini ileri sürerek, fark aylık ücret ve fark ikramiye alacaklarının davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı vekili, öncelikle zamanaşımı def’ini ileri sürerek, davacı işçinin müvekkiline ait işyerinde çalışmasının aralıklı olduğunu, önceki dönem çalışması sonunda davacının serbest iradesiyle işverene dilekçe vererek iş sözleşmesini sonlandırdığını ve tüm haklarını alarak işvereni ibra ettiğini, daha sonra ise müracaatı üzerine tekrar işe başlatıldığını, davacı gibi diğer işçilere de işten ayrılışları sebebiyle ya ihbar sürelerinin kullandırıldığını ya da ihbar tazminatlarının ödendiğini, ayrıca kıdem tazminatlarının ve sair alacakların da eksiksiz olarak ödendiğini, taraflar arasında yapılan yeni sözleşme ve belirlenen yeni ücretten de sendikanın haberdar olduğunu, ne sendikanın ne de davacının ücrete herhangi bir itirazda bulunmadığını, davacının dava konusu alacaklara hak kazanmadığını, ayrıca davanın belirsiz alacak davası şeklinde açılamayacağını beyanla davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna dayanılarak yazılı gerekçeyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Karar taraflar vekillerince temyiz edilmiştir.
Taraflar arasında öncelikle çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için gerekli şartları taşıyıp taşımadığı noktasında toplanmaktadır.
01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107. maddesiyle, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda yer almayan yeni bir dava türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul edilmiştir.
6100 sayılı Kanunun 107. maddesine göre,
” ( 1 ) Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.
( 2 ) Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir.
( 3 ) Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir.”
Hükümet tasarısında yer almayan bu madde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu tarafından, esasen baştan miktar veya değeri tam tespit edilemeyen bir alacakla ilgili hak arama durumunda olan kişinin, hukuk sisteminde karşılaştığı güçlüklerin bertaraf edilerek hak arama özgürlüğü çerçevesinde mümkün olduğunca en geniş şekilde korunmasının sağlanması gerekçesi üzerinde durularak ihdas edilmiş ve nihayetinde kanunlaşmıştır.
Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için, davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafca belirlenememesi gereklidir. Belirleyememe hali, davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden gerçekten beklenilmemesi durumuna ya da objektif olarak imkansızlığa dayanmalıdır.
Madde gerekçesinde “Alacaklının bu tür bir dava açması için, dava açacağı miktar ya da değeri tam ve kesin olarak gerçekten belirlemesi mümkün olmamalı ya da bu objektif olarak imkansız olmalıdır. Açılacak davanın miktarı biliniyor yahut tespit edilebiliyorsa, böyle bir dava açılamaz. Çünkü, her davada arandığı gibi, burada da hukuki yarar aranacaktır, böyle bir durumda hukuki yararın bulunduğundan söz edilemez. Özellikle, kısmi davaya ilişkin yeni hükümler de dikkate alınıp birlikte değerlendirildiğinde, baştan tespiti mümkün olan hallerde bu yola başvurulması kabul edilemez.” şeklindeki açıklamayla, alacağın belirli veya belirlenebilir nitelikte olması durumunda, belirsiz alacak davası açılarak bu davanın sağladığı imkanlardan yararlanmanın mümkün olmadığına işaret edilmiştir.
6100 sayılı Kanunun 107/2. maddesinde, sorunun çözümünde yol gösterici mahiyette kriterlere yer verilmiştir. Anılan madde fıkrasında, karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabileceği hüküm altına alınmış, madde gerekçesinde de “karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu ( örneğin bilirkişi ya da keşif incelemesi sonucu )” belirlenebilme hali açıklanmıştır.
Davacının alacağının miktar veya değerini belirleyebilmesi için elinde bulunması gerekli bilgi ve belgelere sahip olmaması ve bu belgelere dava açma hazırlığı döneminde ulaşmasının da ( gerçekten ) mümkün olmaması ve dolayısıyla alacağın miktarının belirlenmesinin karşı tarafın elinde bulunan bilgi ve belgelerin sunulmasıyla mümkün hale geleceği durumlarda alacak belirsiz kabul edilmelidir.
Sırf taraflar arasında alacak miktarı bakımından uyuşmazlık bulunması, talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olması anlamına gelmez. Önemli olan objektif olarak talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olmasıdır ( H. Pekcanıtez, Belirsiz Alacak Davası, Ankara 2011, s. 45; H. Pekcanıtez/O. Atalay/M. Özekes, Medeni Usul Hukuku, 14. Bası, Ankara 2013, s. 448 ). Sadece alacak miktarında taraflar arasında uyuşmazlık bulunması ya da miktarın tartışmalı olmasının belirsiz alacak davası açılması için yeterli sayılması halinde, neredeyse tüm davaların belirsiz alacak davası olarak kabulü gerekir ki, bu da kanunun amacına aykırıdır. Çünkü, zaten uyuşmazlık bulunduğu için dava açılmakta ve uyuşmazlık mahkeme önüne gelmektedir. Önemli olan davacının talebini belirli kılacak imkana sahip olup olmadığıdır. Burada, alacağın belirlenebilir olması ile ispat edilebilirliğinin de ayrıca değerlendirilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Davacının talep ettiği alacağı belirlemesi objektif olarak mümkün, ancak belirleyebildiği alacağını ispat etmesi, kanunun öngördüğü şekilde ( elindeki delillerle ) mümkün değilse, burada da belirsiz alacak davası açılacağından söz edilemez. Çünkü, bir alacağın belirlenmesi ile onun ispatı ayrı şeylerdir. Davacı, talep konusu yaptığı alacağını çok net şekilde belirleyebilir; ancak her zaman onu ispat edecek durumda olmayabilir. Aksinin kabulü, her ispat güçlüğü olan alacağı belirsiz alacağa dönüştürmek gibi, hem kanunun amacına hem de genel ilkelere aykırı bir durumu ortaya çıkartabilir.
Alacağın miktarının belirlenebilmesinin, tahkikat aşamasında yapılacak delillerin incelenmesi, bilirkişi incelemesi veya keşif gibi sair işlemlerin yapılmasına bağlı olduğu durumlarda da belirsiz alacak davası açılabileceği kabul edilmelidir. Ne var ki, bir davada bilirkişi incelemesine gidilmesi belirsiz alacak davasının açılabilmesi için yeterli değildir. Bir davada bilirkişiye başvurulmasına rağmen davacı dava açarken alacak miktarını belirleyebiliyorsa, belirsiz alacak davası açılamaz ( C. Simil, Belirsiz Alacak Davası, I. Bası, İstanbul 2013, s. 225 ).
Kategorik olarak, belirli bir tür davanın veya belirli kişilerin açtığı davaların baştan belirli veya belirsiz alacak davası olduğundan da söz edilemez. Her bir davaya konu alacak bakımından, belirsiz alacak davasına ilişkin ölçütlerin somut olaya uygulanarak, belirleme yapılması gereklidir.
Hakime alacak miktarının tayin ve tespitinde takdir yetkisi tanındığı hallerde ( Örn: 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu md 50, 51,56 ), hakimin kullanacağı takdir yetkisi sonucu alacak belirli hale gelebileceğinden, davacının davanın açıldığı tarih itibariyle alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin imkansız olduğu kabul edilmelidir. Örneğin, iş hukuku uygulamasında, Yargıtayca fazla çalışma, hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil ücreti alacaklarının yazılı belgelere ve işyeri kayıtlarına dayanmayıp, tanık anlatımlarına dayanması halinde, hesaba esas alınan süre ve alacağın miktarı nazara alınarak takdir edilecek uygun oranda hakkaniyet indirimi yapılması gerekliliği kabul edilmektedir. Bu halde, tanık anlatımlarına dayanılarak hesaplanan alacak miktarından hakimin takdir yetkisine bağlı olarak yapılacak indirim oranı baştan belirli olmadığından, alacak belirsiz kabul edilmelidir.
6100 sayılı Kanun ile birlikte, yukarıda belirtilen çerçevede belirsiz alacak davası açma imkanı tanınarak, belirsiz alacaklar bakımından hak arama özgürlüğü genişletilmiş; bununla bağlantılı olarak da hukuki yarar bulunmadan kısmi dava açma imkanı sınırlandırılmakla birlikte, tamamen kaldırılmamıştır.
Zaman zaman, 6100 sayılı Kanun ile birlikte kabul edilen belirsiz alacak davası ile kısmi davaya ilişkin yeni düzenlemedeki sınırın tam olarak tespit edilemediği, birinin diğeri yerine kullanıldığı görülmektedir. Oysa bu iki davanın amacı ve niteliği ayrıdır. Alacak, belirli veya belirlenebilir ise, belirsiz alacak davası açılamaz; ancak şartları varsa kısmi dava açılması mümkündür.
Kanunun kısmi dava açma imkanını sınırlamakla birlikte tamamen ortadan kaldırmadığı da gözetildiğinde, belirli alacaklar için, belirsiz alacak davası açılamasa da, şartları oluştuğunda ve hukuki yarar bulunduğunda kısmi dava açılması mümkündür. Aksi halde, sadece ya belirsiz alacak davası açma veya belirli tam alacak davası açma şeklinde iki imkandan söz edilebilir ki, o zaman da kısmi davaya ilişkin 6100 sayılı Kanunun 109. maddesindeki hükmün fiilen uygulanması söz konusu olamayacaktır. Çünkü, belirsiz alacak davasında zaten belirsiz alacak davasının sağladığı imkanlardan yararlanarak dava açılabilecek; şayet alacak belirli ise de, o zaman sadece tam eda davası açılabilecektir. Oysa kanun koyucunun abesle iştigal etmeyeceği prensibi gereği, anılan maddeyle kısmi davaya ilişkin düzenleme yapıldığı düşünülerek ve Kanundaki sınırlamalara dikkat edilerek kısmi dava açılabilecektir.
Bu noktada şu da açıklığa kavuşturulmalıdır ki, şartları bulunmadığı halde dava dilekçesinde davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı durumda davacıya herhangi bir süre verilmeden hukuki yarar yokluğundan davanın reddi yoluna gidilmelidir. Çünkü, alacağın belirlenebilmesi mümkün iken, böyle bir davanın açılmasına Kanun izin vermemiştir. Böyle bir durumda, belirsiz alacak davası açmakta hukuki yarar yokluğundan dava reddedilmeli, ek bir süre verilmemelidir. Zira, burada talep açıktır, bu sebeple 6100 sayılı Kanunun 119/1-ğ. maddesinin uygulanarak süre verilmesi mümkün değildir; aslında açılmaması gerektiği halde belirsiz alacak davası açılmış olduğundan, bu konudaki eksiklik de süre verilerek tamamlanamayacağından, dava hukuki yarar yokluğundan reddedilmelidir. Buradaki hukuki yarar, sonradan tamamlanacak nitelikte bir hukuki yarar değildir. Çünkü, dava açıldığında o sırada mevcut olmayan hukuki yarar, bunun da açıkça mahkemece bilindiği bir durumda, tamamlanacak bir hukuki yarar değildir. Aksinin kabulü, aslında açık olan talep sonucunun süre verilerek davacı tarafından değiştirilmesi ve bulunmayan hukuki yararın sağlanması için davacıya ek imkan sağlanması anlamına gelecektir ki, buna usûl bakımından imkan yoktur, böyle bir durum taraflar arasındaki eşitlik ilkesine de aykırı olacaktır ( H. Pekcanıtez/O. Atalay/M. Özekes, Medeni Usul Hukuku, 14. Bası, Ankara 2013, s. 454 ). Bunun yanında, şayet açılan davada asgari bir miktar gösterilmişse ve bunun alacağın bir bölümü olduğu anlaşılmakla birlikte, belirsiz alacak davası mı yoksa belirli alacak olmakla birlikte kısmi dava mı olduğu anlaşılamıyorsa, bu durumda 6100 sayılı Kanunun119/1-ğ. maddesinin aradığı şekilde açıkça talep sonucu belirtilmemiş olacaktır. Talep, talep türü ve davanın niteliği açıkça anlaşılamıyorsa, talep muğlaksa, aynı Kanunun 119/2. maddesi gereğince, davacıya bir haftalık kesin süre verilerek talebinin belirsiz alacak davası mı, yoksa kısmi dava mı olduğunun belirtilmesi istenmelidir. Verilen bu süreden sonra, davacının talebini açıklamasına göre bir yol izlenmelidir. Eğer talep, davacı tarafından belirsiz alacak davası şeklinde açıklanmış olmakla birlikte, gerçekte belirsiz alacak davası şartlarını taşımıyorsa, o zaman yukarıdaki şekilde hareket edilmeli, hukuki yarar yokluğundan dava reddedilmelidir. Açıklamadan sonra talep belirsiz alacak davası şartlarını taşıyorsa, bu davanın sonuçlarına göre, talep kısmi davanın şartlarını taşıyorsa da kısmi davanın sonuçlarına göre dava yürütülerek karar verilmelidir ( Dairemizin 31.12.2012 tarih 2012/30463 esas 2012/30091 karar sayılı kararı ).
6100 sayılı Kanunun 110. maddesinde düzenlenen, davacının aynı davalıya karşı birbirinden bağımsız birden fazla asli talebini aynı dava dilekçesinde ileri sürmesi olarak tanımlanan davaların yığılması ( objektif dava birleşmesi ) halinde, talep sayısı kadar dava bulunduğu kabul edildiğinden ve aynı Kanunun 297/2. maddesi uyarınca da her bir talep bakımından ayrı ayrı hüküm verilmesi gerektiğinden, bu durumda da dava dilekçesinde ileri sürülen taleplerin belirsiz alacak olup olmadığının her bir talep bakımından ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekecektir.
Tüm bu açıklamalar sonucunda şunu belirtmek gerekir ki, iş hukukundan kaynaklanan alacaklar bakımından baştan belirli veya belirsiz alacak davası şeklinde belirleme yapmak kural olarak doğru ve mümkün değildir. Bu sebeple iş hukukunda da belirsiz alacak davasının açılabilmesi, bu davanın açılması için gerekli şartların varlığına bağlıdır. Eğer bu şartlar varsa, iş hukukunda da belirsiz alacak davası açılabilir, yoksa açılamaz ( C. Simil, Belirsiz Alacak Davası, I. Bası, İstanbul 2013, s. 414 ). Keza aynı şey kısmi dava için de sözkonusudur.
Mahkemece, dava dilekçesinde davanın açıkça belirsiz alacak davası türünde açıldığının belirtilmemiş olması gerekçesiyle, açılan dava, kısmi dava türünde kabul edilerek sonuca gidilmiştir. Ne var ki, dava dilekçesinde yer alan açıklama ve talep sonucundan davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı anlaşılmaktadır. Kaldı ki, mahkemece de, tensip zaptında davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığına ilişkin ara karar tesis edilmiştir. Davacı vekilince de, bilirkişi raporunun sunulmasının ardından, 6100 sayılı Kanun’un 107/2. maddesine dayanılarak, talep miktarı artırımına ilişkin dilekçe sunulmuş ve davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı tekrar belirtilmiştir. Hal böyleyken, davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı yönünde şüphe yoktur.
Somut olayın özellikleri dikkate alınarak, yukarıda belirtilen açıklamalar ışığında, davanın belirsiz alacak davası olarak açılabilmesi için gerekli şartların bulunup bulunmadığının değerlendirilmesine gelince;
Dava dilekçesinde, esasen çalışma süresinin kesintisiz olmasına rağmen işyeri kayıtlarında aralıklı gösterildiği, işverenin hileli işlemleriyle davacının aylık ücret miktarının ve ikramiye hakedişlerinin düşürüldüğü, toplu iş sözleşmesiyle getirilen ücret zamlarından yararlandırılmadığı vakıalarına dayanılmış, işverenin sözkonusu işlemleri nedeniyle doğan fark aylık ücret ve fark ikramiye alacaklarının tahsili talep edilmiştir.
Öncelikle, taraflar arasında çalışma süresi ve ücret miktarı tartışmalı ise de salt sözkonusu tartışmanın varlığı alacağı belirsiz hale getirmez. Keza davacı, çalışma süresini ve ücretini belirleyebilmektedir. Davacının ne zamandan beri çalıştığını veya ücretinin ne kadar olduğunu bilmemesi aynı zamanda hayatın olağan akışına da aykırıdır. Davacı işçinin kendisinin bilmediği çalışma süresini, tanıkların bildiğini veya bilirkişinin bileceğini farzetmek ispat kurallarına da hayatın olağan akışına da aykırıdır. Keza tarafın yeterli şekilde somutlaştırıp kendisinin bilgisinde dahi olmadığını belirttiği bir hususun mahkemece bilinmesini beklemek de mümkün değildir.
Diğer tarafdan davacı, dava konusu alacakların miktarlarının belirlenmesinde, işverenin elinde bulunan bilgi ve belgelere dayanmamakta, aksine işverence tutulan kayıtların muvazaalı olduğu gerekçesiyle nazara alınamayacağını iddia etmektedir. İşverenin maddi hukuktan doğan yükümlülüklerini ( belge ve bordro düzenleme gibi ) yerine getirmemesi, tuttuğu belgelerin gerçeği yansıtmaması, davadan önce işçinin alacaklarını inkar etmesi ya da ikrar etmekle beraber yerine getirmemesi davacıya kural olarak belirsiz alacak davası açma imkanını vermez. İşçi bu durumlarda dahi, alacağının miktarını veya değerini belirleyebiliyorsa, belirsiz alacak davası açamaz ( Simil, s. 412 ).
Ayrıca, yukarıda da belirtildiği gibi, salt bilirkişi incelemesine gidilmesi belirsiz alacak davasının açılabilmesi için yeterli değildir.
Dava dilekçesinde, fark aylık ücret ve fark ikramiye alacakları hakkında, çalışma süresinin kesintisiz kabul edilmesiyle aylık ücret miktarının toplu iş sözleşmesi hükümlerine uygun şekilde esas alınarak yapılacak hesaplamayla, işverence öncesinde yapılan ödemelerin mahsup edilerek fark tutarların hüküm altına alınması talep edilmektedir. Yukarıda belirtildiği üzere davacı, çalışma süresini, kendisine ödenen aylık ücret miktarını, alması gerektiğini iddia ettiği aylık ücret miktarını ve kendisine işverence yapılan ödemeleri belirleyebilecek durumdadır. Bu haliyle, objektif dava birleşmesi şeklinde açılan eldeki davada, talep edilen işçilik alacakları belirsiz alacak değildir.
Dava konusu edilen alacakların gerçekte belirli bir alacak olduğu ve dolayısıyla belirsiz alacak davasına konu edilemeyecekleri anlaşılmakla, hukuki yarar yokluğundan davanın reddi gerekirken yazılı şekilde esasa girilerek karar verilmesi hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, işçilik alacaklarının tahsili istemine ilişkindir.
Davacı vekili, davalıya ait işyerinde kesintisiz olarak çalışan ve Toplu İş Sözleşmesinden ( TİS ) yararlanan davacının işyerinde fiilen çalışmalarına devam ederken çıkış verildiği kısa bir süre sonra da aynı işyerine girişi yapılarak hileli girdi çıktı işlemine tabi tutulduğunu, TİS ile getirilen ücret zamlarından yararlandırılmadığı gibi almakta olduğu yevmiyesinden de mahrum bırakıldığını, işverenin maksadının kıdemli işçileri TİS ile verilen ücret zamlarından mahrum etmek ve yeni bir akitle işe başlamış gibi göstererek ücretlerini asgari ücret seviyesine düşürmek ayrıca kıdem süresini, parçalara bölerek kıdem tazminatını etkisizleştirmek olduğunu, yapılan muvazaalı girdi-çıktı işlem sonucunda ikramiye alacaklarının da tam olarak ödenmeyerek yıllık 120 yevmiye alacakları yerde 6×12=72 yevmiyeye düşürülerek mağdur edildiğini, ileri sürerek belirsiz alacak davası olarak işçilik alacaklarının tahsilini talep etmiştir.
Davalı İşveren vekili, eski iş ilişkisinin tasfiye edilip yeni iş ilişkisi kurulduğunu, yanılma, aldanma veya korkutma sonucu oluşturulan işlemlerde bu durumun ortadan kalktığı tarihten itibaren 1 yıl içerisinde sözleşme ile bağlı olmadığını bildirmeyen tarafın sözleşme ile bağlı olacağını, hak düşürücü süre yönünden davanın reddinin gerekeceğini, alacakların bir kısmının zamanaşımına uğradığını, HMK 107 ve devamı gereğince davacının eski yevmiyesini ve yeni yevmiyesini bildiğini, ikramiye sayısını da bilmekte olduğunu, bu durumda dava ettiği alacak miktarlarını hesaplaması mümkün ve kendisinden beklenebildiğini, bu davanın belirsiz alacak davası şeklinde açılamayacağını, hukuki yarar yokluğundan dolayı davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
Yerel Mahkemece, işverenin fesih işleminin toplu iş sözleşmesinden yararlanmaya ilişkin düzenlemeleri dolanan, sadece görünürde bir işlem olduğu, taraf iradelerinin anlaşarak sözleşmeyi sona erdirme şeklinde olmadığı ve davacı işçi ile aynı durumdaki diğer işçilerin iş sözleşmelerinin kesintisiz devam ettiği kabul edilip, dava dilekçesinde davacı tarafından dava konusu alacağın belirsiz olduğunun belirtilmesi açılan davanın belirsiz alacak davası olduğunu göstermeyeceği, kısmi davaya konu edilen alacak da belirsiz alacak niteliğinde olması nedeniyle açılan davanın kısmi dava niteliğinde olduğu gerekçesiyle davalının ıslaha karşı zamanaşımı itirazı kabul edilerek davanın kabulüne karar verilmiştir.
Hükmün taraf vekillerinin temyizi üzerine;
Özel Dairece, hüküm yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hükmü temyize taraf vekilleri getirmiştir.
I- Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler aşamasında davacı vekilince verilen dilekçe ile işçilik alacaklarının belirsiz alacak davasına konu olup olamayacağı ile ilgili Yargıtay 9. Hukuk Dairesi ile 22. Hukuk dairesi kararları arasındaki içtihat farklılığının giderilmesi için İçtihatlarının Birleştirilmesi talebinde bulunulduğu bu nedenle görüşmelerin İçtihatların Birleştirilmesi talebinin sonuçlanmasına kadar ertelenmesi talep edilmiş ise de İçtihatların Birleştirilmesi talebinin Yargıtay Başkanlık Divanı tarafından henüz kabul edilip gündeme alınmamış olması nedeni ile görüşmelerin ertelenmesi talebinin reddine oybirliği ile karar verilmiştir.
II-İşin esasına gelince; direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davanın kısmi dava mı, yoksa belirsiz alacak davası mı olduğu, fark ücret ile fark ikramiye alacaklarından oluşan alacakların belirsiz alacak türünde olup olmadığı buna göre davacının belirsiz alacak davası açmakta hukuki yararının bulunup bulunmadığı noktalarında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle belirsiz alacak davası ile kısmi davadan bahsetmekte yarar bulunmaktadır:
Kısmi dava, alacağın yalnızca bir bölümü için açılan dava olarak tanımlanmaktadır. Bir davanın kısmi dava olarak nitelendirilebilmesi için, alacağın tümünün aynı hukuki ilişkiden doğmuş olması ve alacağın şimdilik belirli bir kesiminin dava edilmesi gerekir. Diğer bir söyleyişle, bir alacak hakkında daha fazla bir miktar için tam dava açma imkânı bulunmasına rağmen, alacağın bir kesimi için açılan davaya, kısmi dava denir. Kısmi dava açılabilmesi için talep konusunun bölünebilir olması gerekli olup, açılan davanın kısmi dava olduğunun dava dilekçesinde açıkça yazılması gerekmez. Dava dilekçesindeki açıklamalardan davacının alacağının daha fazla olduğu ve istem bölümünde “fazlaya ilişkin haklarını saklı tutması” ya da “alacağın şimdilik şu kadarını dava ediyorum” demesi, kural olarak yeterlidir ( Yargıtay HGK 02.04.2003 gün ve 2003/4-260 Esas 271 K. sayılı ilamı; Pekcanıtez; H./Atalay M./Özekes M.; Medeni Usul Hukuku, 12. Bası, s. 320; Kuru/Arslan/Yılmaz, Medeni Usul Hukuku, 22. Bası, s. 286 ).
Mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununda açıkça kısmi dava düzenlenmediği halde, söz konusu Kanunun yürürlükte olduğu dönemde de kısmi dava açılması mümkün bulunmaktaydı. Çünkü, alacak hakkının bir bölümünün dava edilip geriye kalan kısmının ikinci bir dava ile istenmesini engelleyen bir hüküm bulunmamaktaydı. Kısmi dava, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 109.maddesinde ise, ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Anılan maddenin birinci fıkrasında; talep konusunun niteliği itibarıyla bölünebilir olduğu durumlarda, sadece bir kısmının da dava yoluyla ileri sürülebileceği; İkinci fıkrasında ise; talep konusunun miktarı, taraflar arasında tartışmasız veya açıkça belirli ise kısmi dava açılamayacağı belirtilmiştir. Bununla birlikte ikinci fıkra 01.04.2015 tarih ve 6644 sayılı Kanunun 4.maddesi ile yürürlükten kaldırılarak alacağın taraflar arasında tartışmasız ve belirli olup olmadığına bakılmaksızın kısmi dava açılması olanağı sağlanmıştır.
Belirsiz alacak davasına gelince, 6100 sayılı 107. maddesiyle, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda yer almayan yeni bir dava türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul edilmiştir.
6100 sayılı Kanun’un 107. maddesine göre,
1-Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.
2-Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir.
3-Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir.” düzenlemesi ile belirsiz alacak davasına yer verilmiştir.
Bilindiği gibi 6100 sayılı HMK’nın 24. maddesinde düzenlenen tasarruf ilkesi gereği davacı, davasını açarken, talep ettiği hukuki korumanın ne olduğunu açıkça ifade etmesi gerekmektedir (HMKm. 119/1 b. ğ ). Dava dilekçesinde talep sonucunun bulunmaması durumunda, hakim davacıya eksikliği tamamlaması için bir haftalık kesin süre verecek, bu süre içinde eksikliğin tamamlanmaması halinde dava açılmamış sayılacaktır ( HMK m. 119/2 ). Talep konusunun niteliği itibarıyla bölünebilir olduğu ve kısmi dava açmanın caiz olduğu durumlarda, davacı, talep konusunun sadece bir kısmı hakkında hüküm elde etmek üzere bir dava açabilir ( HMK m. 109 ). Böyle bir durumda, mahkeme, davacının hakkının aslında daha fazla olduğunu tespit etse bile, taleple bağlılık kuralı gereği, davada talep sonucu olarak gösterilen miktarı aşacak şekilde karar veremez ( Varol Karaslan, Medeni Usul Hukukunda Hakimin Davayı Aydınlatma Ödevi, Ankara 2013, s. 90 ).
Taleple bağlılık ilkesi, 6100 sayılı Kanunun 26. maddesinde düzenlenmiştir.Anılan Kanunun “Taleple Bağlılık İlkesi” başlıklı 26. maddesinde;
” ( 1 ) Hâkim, tarafların talep sonuçlarıyla bağlıdır; ondan fazlasına veya başka bir şeye karar veremez. Duruma göre, talep sonucundan daha azına karar verebilir.
( 2 ) Hâkimin, tarafların talebiyle bağlı olmadığına ilişkin kanun hükümleri saklıdır.” düzenlemesi yer almaktadır.
Açıklanan yasal düzenlemeler ışığında eldeki davada, iddianın ileri sürülüş biçimi açısından somut olay değerlendirildiğinde:
Davacı vekili, dava dilekçesinin sonuç kısmında talep ettiği her alacak için bir miktar yazdıktan sonra parantez içinde “belirsiz” ibaresini kullanarak işçilik alacaklarının tahsilini talep etmiştir. Ayrıca yargılama sırasında alınan bilirkişi raporuna göre alacak miktarının artırılması talepli dilekçesinde ise “belirsiz alacak davasındaki” taleplerini artırdığını belirterek davasının belirsiz alacak davası olduğunu açıkça beyan etmiştir. Davacı vekilinin talebinin açıkça belirsiz alacak davası olduğu halde mahkemece davanın kısmi dava kabul edilerek karar verilmesi doğru değildir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmede, dava dilekçesinde talep sonucunda kısmi miktar belirtilip yanına parantez içinde belirsiz kelimesini yazılmasının tahsil amaçlı belirsiz alacak davası açıldığı anlamına gelmeyeceği, davacının belirleyebileceği kadar miktarı belirlemediği ve kalan miktarı belirlediğinde artırım dilekçesi vereceğinin dava dilekçesinde açıklanmadığı, talep sonucuna göre de belirsiz alacak davası türlerinden olan kısmi eda külli tespit davası olarak değerlendirilmesinin mümkün olmadığı için talep sonucuna göre kısmi dava olduğu anlaşılan davanın mahkemece baştan itibaren kısmi dava olarak görülmesi ve sonuçlandırılmasının doğru olduğu gerekçesi ile yerel mahkeme kararının onanması görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüşler kurul çoğunluğu tarafından belirtilen nedenlerle kabul edilmemiştir.
Sonuç itibariyle, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Taraf vekillerinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma ilamında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatıranlara geri verilmesine, 17.06.2015 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY :
I. UYUŞMAZLIK:
Yüksek Yargıtay Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlıkta temel sorun, Toplu İş Sözleşmesi kapsamında çalışan davacı işçinin girdi çıktı yapılarak kanuna aykırı olarak ücretinin düşürülmesi nedeni ile yaklaşık 5-6 yıl boyunca eksik ödenen ücretten dolayı oluşan fark ücret, fark ikramiye ile fark fazla mesai ücret alacaklarının;
1 ) Belirsiz alacak davası-kısmi dava konusu olup olmayacağı,
2 ) Alacakların davacı işçi tarafından belirlenebilir olup olmadığı,
3 ) Açılan davanın kısmi dava mı yoksa belirsiz alacak davası mı olduğu ve
4 ) Alacak belirli ise hukuki yarar şartının tamamlanabilir dava şartı olup olmadığı noktalarında toplanmaktadır.
Yerel mahkeme, dava dilekçesinde açıkça dava türü belirtilemeyen, ancak sonuç kısmında kısmi miktar yanında parantez içinde “belirsiz” ibaresi yer alan ve fazlaya ait hak saklı tutularak sadece belirtilen miktarın tahsili istenilen davada, alacağın belirsiz olduğunu kabul etmekle birlikte, davayı kısmi dava olarak nitelemiş ( Gerekçe: Dava açıldığı tarihte alacağın miktarı ve değerinin davacı tarafından tam ve kesin olarak belirlenmesi mümkün olmadığından işçilik alacaklarına ilişkin davanın HMK 107. Maddesinde düzenlenen belirsiz alacak ve tespit davası olarak açılabileceği gibi HMK 109. Maddesinde düzenlenen kısmi dava olarak da açılabilmesi mümkündür. Davanın belirsiz alacak davası olarak kabulü halinde ıslah zamanaşımı söz konusu olmayacak bedel artırımı şeklinde davaya devam edilecektir. Kısmi dava olarak kabulü halinde ise ıslah zamanaşımı sözkonusu olacaktır. Dava dilekçesinde davacı tarafından dava konusu alacağın belirsiz olduğunun belirtilmesi açılan davanın belirsiz alacak davası olduğunu göstermez, çünkü kısmi davaya konu edilen alacak da belirsiz alacak niteliğindedir. Bu nedenle dava dilekçesinde açılan davanın açıkça belirsiz alacak davası olduğunun ve dava konusu alacağın mahkemece tespitinin talep edilmesi gerekir. Bu nedenle açılan davanın kısmi dava niteliğinde olduğu kabul edilerek davalının ıslaha karşı zamanaşımı itirazı kabul edilerek davanın kısmen kabulüne karar verilmesi gerektiği ) ve yargılama sırasında zamanaşımı savunmasına itibar ederek ve belirlenen miktarı ıslahı da dikkate alarak kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Kararın taraf vekilleri tarafından temyizi üzerine ise Yüksek Yargıtay 22. Hukuk Dairesi; Dava dilekçesindeki açıklama ve talep sonucundaki belirsiz kelimesi ile yargılama sırasında artırım dilekçesine göre davanın belirsiz alacak davası olduğunun açık olduğu, kısmi dava olarak değerlendirilmesinin hatalı olduğu yönünde davacı temyizi yönünde bu nedenle bozma gerekçesi yapılırken, esasen davalı temyizi dikkate alınarak; “taraflar arasında çalışma süresi ve ücret miktarı tartışmalı ise de, salt söz konusu tartışmanın varlığının alacağı belirsiz hale getirmeyeceği, keza davacının, çalışma süresini ve ücretini belirleyebildiği, davacının ne zamandan beri çalıştığını veya ücretinin ne kadar olduğunu bilmemesinin hayatın olağan akışına aykırı olduğu, davacı işçinin kendisinin bilmediği çalışma süresini, tanıkların bildiğini veya bilirkişinin bileceğini farzetmek ispat kurallarına da aykırı olduğu, tarafın yeterli şekilde somutlaştırıp kendisinin bilgisinde dahi olmadığını belirttiği bir hususun mahkemece bilinmesini beklemenin mümkün olmadığı, davacının, dava konusu alacakların miktarlarının belirlenmesinde, işverenin elinde bulunan bilgi ve belgelere dayanmamakta, aksine işverence tutulan kayıtların muvazaalı olduğu gerekçesiyle nazara alınamayacağını iddia ettiği, işverenin maddi hukuktan doğan yükümlülüklerini ( belge ve bordro düzenleme gibi ) yerine getirmemesi, tuttuğu belgelerin gerçeği yansıtmaması, davadan önce işçinin alacaklarını inkar etmesi ya da ikrar etmekle beraber yerine getirmemesi davacıya kural olarak belirsiz alacak davası açma imkanını vermeyeceği, işçinin bu durumlarda dahi, alacağının miktarını veya değerini belirleyebiliyorsa, belirsiz alacak davası açamayacağı, salt bilirkişi incelemesine gidilmesinin belirsiz alacak davasının açılabilmesi için yeterli olmadığı, objektif dava birleşmesi şeklinde açılan eldeki dava taleplerinin her birinin belirsiz alacak olup olmadığının ayrı ayrı değerlendirilmesine gelince: fark aylık ücret ve fark ikramiye alacakları hakkında, davacı tarafça, olması gerektiğini iddia ettiği aylık ücret miktarı esas alınarak yapılacak hesaplamayla, işverence öncesinde anılan alacaklar için yapılan ödemelerin mahsup edilerek fark tutarların hüküm altına alınmasının talep edildiği, davacının kendisine ödenen aylık ücret miktarını, alması gerektiğini iddia ettiği aylık ücret miktarını ve kendisine işverence yapılan ödemeleri belirleyebilecek durumda olduğu, anılan alacakların belirsiz alacak olmadığı, fark fazla çalışma ücreti alacağı bakımından ise, davacının talebi fazla çalışma sürelerinin hesaplanması değil, iddiasına göre esas alınması gereken aylık ücret miktarı nazara alınarak, işverence öncesinde ödenen fazla çalışma ücretlerine ilişkin fark alacakların hüküm altına alınmasının istendiği, bu alacak bakımından da, alacağın miktarını tam ve kesin olarak belirleyememe halinden söz edilemeyeceğinden, anılan alacağın da belirsiz alacak olmadığı, dava konusu edilen alacakların gerçekte belirlenebilir bir alacak olduğu ve dolayısıyla belirsiz alacak davasına konu edilemeyecekleri anlaşılmakla, hukuki yarar yokluğundan davanın reddi gerektiği” gerekçesiyle yerel mahkeme kararı bozulmuştur.
Yerel mahkemece bozma sonrası yapılan yargılama sonunda, emsal Yüksek 9. Hukuk Dairesi Kararlarını da gerekçe göstererek, önceki gerekçelerle direnmiştir.
Kararın taraf vekilleri tarafından temyizi üzerine ise aynı gün emsal olarak incelenen ve mahkemelerce belirsiz alacak davası olarak nitelendirilen Kayseri 2 ( HGK. 2015/22-787 Esas vd esaslar ) ve 3. İş ( HGK. 2015/22-1051 Esas vd esaslar ) Mahkemelerinin alacağın belirsiz olması nedeni ile belirsiz alacak davası olarak açılabileceği yönündeki çoğunluk görüşünün aksine, kısmi dava olarak nitelendiren bu dava dosyalarında Kayseri 1. İş Mahkemesi’nin dosyaları Yüksek Genel Kurul’un çoğunluk görüşü ile bozulmuştur. Ancak;
* Davacı ve davalı temyizleri yanında,
* Belirli-belirsiz alacak mı,
* Kısmi dava mı belirsiz alacak davası mı,
* Hukuki yarar şartı tamamlanabilir dava şartı mı yoksa doğrudan reddi gerektiren dava şartı mıdır?
şeklinde ayrı ayrı oylama yapılmadığı için, çoğunluk görüşünün yüksek 22. Hukuk Dairesinin hangi bozma nedenine dayandığı, kararın davacı temyizi mi yoksa davalı temyizi yönünden bozulduğu anlaşılmamıştır. Emsal dosyalarda alacağın belirsiz olduğu yönünde görüş bildiren sayın üyelerin davanın belirsiz alacak davası olarak nitelenmesi ve davacı temyizi yönünden bozulması gerektiği yönünde oy kullandıkları izlenimi ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle bozma çoğunluk görüşünün davanın belirsiz alacak davası olarak görülmesi gerektiği şeklinde değerlendirilmesi ve davacı temyizine yönelik olduğunun kabulü gerekecektir.
II: BELİRSİZ ALACAK VE KISMİ DAVA:
Uyuşmazlığın çözümü ve anlaşılması için Belirsiz Alacak Davası ve Kısmi Dava kavramları üzerinde normatif düzenlemeler de dikkate alınarak durmak gerekir.
01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 107. maddesinde belirsiz alacak ve tespit davası başlığı altında yeni bir dava türüne yer verilmiştir.
Maddeye göre;
” ( 1 ) Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.
( 2 ) Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir.
( 3 ) Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir”.
Maddenin gerekçesine baktığımıza ise; bu davanın kabul edilmesinin “Türk hukukunda artık salt hukukî korumanın ötesine geçilerek “etkin hukukî koruma”nın gündeme gelmiş olmasının da bunu gerektirdiği açıklandıktan sonra “bilinmeyen bir alacak için dava açmaya zorlamak gibi, hak aramanın özüyle izah edilemeyecek bir yol ve aslında tarafın kendi ihmali ya da kusuru olmadığı hâlde bir yasakla karşılaşması gibi de bir engel söz konusu olduğu, oysa, hak arama özgürlüğünün, böyle bir sınırlamayı ve gerçek dışı davranmaya zorlamayı değil, gerçekten hakkı ihlâl edilen veya ihlâl tehlikesi altında olan kişiyi, mümkün olduğunca geniş şekilde korumayı amaçlamadığı, Belirsiz alacak davası veya tespit davası açılması hâlinde, alacaklı, tüm miktarı belirtmese dahi, davanın başında hukukî ilişkiyi somut olarak belirtmek ve tespit edebildiği ölçüde de asgarî miktarı göstermek durumunda olduğu, belirsiz alacak veya tespit davası açıldıktan sonra, yargılamanın ilerleyen aşamalarında, karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu ( örneğin, bilirkişi ya da keşif incelemesi sonrası ), baştan belirsiz olan alacak belirli hâle gelmişse, davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tâbi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilmesi benimsendiği, Miktarı belirsiz alacaklarda zamanaşımının dolmasına çok kısa sürenin var olduğu, hallerde yalnızca tespit yahut kısmi edâ ile birlikte tespit davasının açılabileceği genel olarak kabul edildiği, alacaklının, yalnızca edâ davası veya yalnızca tespit davası yahut kısmi edâ ile birlikte külli tespit davası açabilme seçeneklerine sahip olduğu” belirtilmiştir.
Belirtmek gerekir ki belirsiz alacak ve tespit davası, madde ve gerekçesi dikkate alındığında üç şekilde açılabilecektir.
1. Eda ( tahsil talebi ile ) davası niteliğinde belirsiz alacak davası.
2. Tespit niteliğinde belirsiz alacağı tespit davası ( Fıkra 3 ).
3. Kısmi eda ve külli tespit davası ( Ancak maddenin gerekçesinde bu davanın aynı zamanda kısmi eda ve külli tespit davası olarak açılabileceği belirtilmiştir. Bu aynı kanunun 109 maddesinde belirtilen kısmi dava türü gibidir. Ancak zamanaşımı bakımından sonuçları farklı kabul edilebilir ).
Davacı tahsil amaçlı belirsiz alacak davası açtığında, davanın başında belirleyebildiği miktarı belirterek dava açmak zorundadır. Bu dava eda davası olmakla birlikte yargılama sırasında belirlenecek kalan miktar için tespit niteliğindedir. Yargılama sırasında davacı belirlenen bakiye miktarı davanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağına tabi olmadan harcını tamamlayarak hüküm altına alınmasını talep edebilecektir. Bu durumda alacağın tamamı hüküm altına alınacağından ilama dayalı icra takibi yapılabilecektir.
Kısmi eda ve külli tespit davası olarak açıldığında, davacının başlangıçta belirleyebildiği miktarı dava dilekçesinde belirtmesine gerek yoktur. Kısmi davada olduğu gibi istediği miktarda açabilir ve alacağın belirleyemediği kalan kısmının da tespitini isteyecektir. Bu durumda mahkeme ıslah yapılmadığı sürece kısmi olarak talep edileni tahsil, kalan kısmı ise tespit hükmü olarak hüküm altına alacaktır.
Ancak belirsiz alacak tespit davası niteliğinde açıldığında, sadece tespit hükmü kurulacak ve tespit kararı ile alacak tespit edilecektir. Bu karar tespit hükmü olduğundan ilamlı icraya konu olamayacaktır.
Aynı kanunun dava ve karar tarihinde yürürlükte olan 2. fıkrası dahil, kısmi dava ile ilgili 109. Maddesine göre ise;
” ( 1 ) Talep konusunun niteliği itibarıyla bölünebilir olduğu durumlarda, sadece bir kısmı da dava yoluyla ileri sürülebilir.
( 2 ) Talep konusunun miktarı, taraflar arasında tartışmasız veya açıkça belirli ise kısmi dava açılamaz. ( Ki bu fıkra temyiz aşamasında kaldırılmıştır. 11.04.2015 tarihinde resmi gazetede yayımlanan 6644 sayılı kanun ile )
( 3 ) Dava açılırken, talep konusunun kalan kısmından açıkça feragat edilmiş olması hâli dışında, kısmi dava açılması, talep konusunun geri kalan kısmından feragat edildiği anlamına gelmez”.
Belirtilen düzenleme karşısında kısmi dava açılabilmesi için;
1 ) Talep konusunun niteliği itibari ile bölünebilir olması,
2 ) Talep konusunun miktarının, taraflar arasında tartışmalı veya açıkça belirli olmaması gerekir.
Her ne kadar 107.madde de belirtilmemiş ise de belirsiz alacak ve tespit davası açılabilmesi için kısmi dava başlığı altında düzenlenen HMK.’un 109/2 maddesinin dava tarihi itibari ile yürürlükte olması nedeni ile göz ardı edilmemesi gerekir. Zira hükme göre “Talep konusunun miktarı, taraflar arasında tartışmasız veya açıkça belirli ise kısmi dava açılamaz”. Burada talep konusunun taraflar arasında belirli olması halinde kısmi dava açılamayacağı vurgulanmıştır. Kısaca davacı alacağı belirli değil ise belirsiz alacak ve tespit davası açabileceği gibi fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak kısmi dava da açabilecektir. Alacak miktarı belirli ise dava tarihi itibari ile kısmi dava veya belirsiz alacak ve tespit davası açılamaz.
O halde, davacı dava tarihi itibari ile alacak tartışmalı ve açıkça belirli değilse, belirsiz alacak davası ( ki her üç türü dahil ) yanında kısmi dava da açabilecektir.
Nitekim Yüksek Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, 27.02.2012 gün ve 2012/1756 Esas, 2012/5741 Karar sayılı kararında kısmi dava ile ilgili davada bunu kabul etmiş, direnme üzerine Yüksek Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’da 17.10.2012 gün ve 2012/9-838 Esas, 2012/715 Karar sayılı aynı gerekçeleri içtihat etmiştir.
Diğer taraftan; 6100 sayılı HMK. 119/1.ğ maddesi uyarınca “Dava dilekçesinin talep sonucu ( netice talep; istem sonucu ) bölümünde davacı, neye karar verilmesini ( davalının neye mahkûm edilmesini ) istiyorsa onu ( açık bir şekilde ) yazıp belirtmelidir”.
Talep sonucunun açık şekilde belirtilmesi ve yazılması ile mahkemenin ve uyuşmazlığa bakacak hakimin karar vermesi kolaylaştırılacaktır. En önemlisi mahkemece;
1 ) Davanın türü saptanacaktır.
2 ) Davanın kabulü halinde, mahkeme talep sonucunu aynen hüküm fıkrası olarak kararına yazabilecektir. ( Md. 297/1.ç ).
3 ) Talep edilenden, fazlasına karar verilemeyecektir ( Md. 26 ). Bu nedenle davacı, nelerin hüküm altına alınmasını ( davalının neye mahkûm edilmesini ) istediğini, açık ve noksansız bir şekilde dava dilekçesinin talep sonucu ( netice-i talep ) bölümünde bildirmelidir.
Talep sonucu açık değilse, mahkeme, davacıya talep sonucunu açıklattırmalıdır ( Md. 31 Hakimin aydınlatma görevi ).
Belirsiz Alacak Davası ile kısmi dava arasında ise iki önemli fark vardır.
a ) Davanın belirsiz alacak davası olarak açılması halinde bir ek dava veya aynı davada dava konusunun ıslah yolu ile arttırılması sözkonusu olmaz.
b ) Belirsiz alacak davasında miktar belirlendikten sonra, tamamının istenmesi halinde zamanaşımı defi dikkate alınmazken, kısmi davada kısmi olarak istenen dışında bakiye alacak miktarının ek dava açılarak veya ıslah sureti ile arttırılarak istenmesi halinde zamanaşımı defi ile karşı karşıya kaldığında, zamanaşımının dikkate alınması gerekecektir.
III: BİR ALACAĞIN BELİRLİ OLUP OLMADIĞI KRİTERLERİ;
Madde içeriğinden, en önemli kriter davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin;
a ) Davacının kendisinden beklenememeli ( gerçekten belirleyememeli-Sübjektif unsur ) veya )
b ) Bu ( objektif olarak ) olanaksız olmalıdır ( objektif unsur ).
Kanun sübjektif unsur yönünden belirlemede vekili değil, davacıyı esas almıştır. Önemli olan davacının dava konusu alacağı belirleyebilmesidir. Kaldı ki her davacının vekil tutma zorunluluğu da bulunmamaktadır.
Maddenin 2. fıkrasında açıkça karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı ve değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabileceği belirtilmiştir.
6100 sayılı HMK.’un 107/2 maddesi ile ilgili olarak gerekçede şunlara yer verilmiştir.
Baştan miktar veya değeri tam olarak tespit edilemeyen bir alacak için, davacının böyle bir ihmal ya da kusurundan söz edilemez. Bu sebeple, belirsiz alacak veya tespit davası açıldıktan sonra, yargılamanın ilerleyen aşamalarında, karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delilerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu ( örneğin, bilirkişi ya da keşif incelemesi sonrası ), baştan belirsiz olan alacak belirli hale gelmişse, başında belirtmiş olduğu talebini artırabilmesi benimsenmiştir.”
Buradan hareketle dava konusu alacağın değeri veya miktarı karşı tarafın ( işverenin ) vereceği bilgi veya tahkikat aşamasında belirlenecek ( bilirkişiden hesap raporu alınması gibi ) ise alacağın dava açıldığında davacı tarafından objektif olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği kabul edilmelidir. Bu nedenle maddenin birinci ve ikinci fıkrasının birlikte değerlendirilmesi gerekir.
Nitekim İsviçre uygulamasına yer veren Onursal Yargıtay 9. Hukuk Dairesi Başkanı Dr. Mustafa KILIÇOĞLU “Hukuk Muhakemeleri Kanunu El Şerhi” adlı eserinde bunu açıkça ifade etmiştir. Davacının, dava açıldığı tarihte, talebinin sonucunu miktar olarak ifade edecek bilgisinin olmadığı; bu bilgiyi ancak karşı tarafın vereceği bilgi ya da tahkikat sonucu elde edebileceği durumlarda alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenmesinin imkansız olduğu ya da davacıdan beklenemeyeceği şartının gerçekleştiği kabul edilmektedir ( BGE 116 II 215,219E. 4.a; 131 III243,246 E. 5.1- Kılıçoğlu, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu El Şerhi, Legal Yayınevi, İstanbul, 2012 s: 580. )
Talep sonucunun rakam olarak ifadesinin imkansızlığı, davacının tam olarak miktarını bilmediği ve bu bilgisizliğini davalının sahasında bulunan vakıalardan kaynaklandığı durumlarda söz konusudur. Davacıdan davanın açılmasından önce ücretini ödeyerek talep konusunun miktarının belirlemesi için ekspertizden rapor ve mütalaa alma, delil tespiti gibi yollara başvurması istenemez. Davacının alacağının miktar olarak tespiti, mahkeme tarafından yapılacak delil tespitine veya hesap verme ve bilgi vermeye yönelik müstakil bir davanın açılmasına gerek olduğu durumlarda, HMK. m 107 anlamında “Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği” bir durum söz konusudur ( Kılıçoğlu, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu El Şerhi, Legal Yayınevi, İstanbul, 2012 s: 581 )
Bir alacağı belirli veya likit olması için, hesaplamaya ilişkin hesabın unsurlarının bilinmesi veya bilinmesinin gerekli olması gerekir. Kısaca davacının yalnız başına ne kadar alacaklı olduğunu tespit edebilir durumda olması gerekir ( HGK. 14.07.2010 gün ve 2010/19-376 E, 2010/397 K ). Bu koşullar yoksa, likit bir alacaktan söz edilemez. İşçilik alacaklarına hizmetsüresi ve ücret işçilik alacaklarında hesabın unsurlarıdır. Bu unsurların tartışmalı veya belirlenmesinin davacıdan beklenmemesi, alacağı belirsiz kılar.
Bu anlamda dava konusu alacak miktarının veya değerinin belirlenmesi yargılama sırasında başka bir olgunun ( ki bu işçilik alacakların çalışma olgusu, tazminat ve alacaklara esas süre ve ücret yönünden kendini gösterir ) tespitini gerektirdiği durumlarda alacak belirsiz ve tartışmalı kabul edilmelidir. Zira alacakların belirlenmesine esas süre ve ücret özü itibari ile tespit içermekte ve başlı başına tespit davasının konusu olup, alacak ve tazminatın belirlenmesinin önemli unsurlarıdır. Alacağın belirlenebilmesi için de süre ve ücretin tam olarak bilinmesi veya bilinmesinin gerekmekte olması gerekir. Bu unsurlar tartışmalı ise ve davacı tarafından HMK.’un 107. Maddesindeki gerekçede belirtildiği gibi tam ve kesin olarak belirlenemiyor ise alacak belirsizdir ve bu alacak kısmi dava veya belirsiz alacak davasına konu edilebilecektir.
Kural olarak kişinin alacağını belirleyebilmesi için, aynı zamanda belgeye bağlama yetkisinin olması gerekir. Oysa iş ve sosyal güvenlik hukukunda belgeye bağlama görev ve yetkisi işçide değil, işverendedir. Uyuşmazlık konusu yapılmayan ve olağan bir yaşamda belgeye bağlama görev ve yetkisi olmayan işçiye, sen dava açarken alacağını belirleyebilirsin demek, yasa ile verilmeyen yükümlülüğün verilmesi anlamına gelir ki bu bir çelişkidir.
4857 sayılı İş Kanunundaki bu yöndeki hükümlere bakılırsa;
Madde 8/3: “Yazılı sözleşme yapılmayan hallerde işveren işçiye en geç iki ay içinde genel ve özel çalışma koşullarını, günlük ya da haftalık çalışma süresini, temel ücreti ve varsa ücret eklerini, ücret ödeme dönemini, süresi belirli ise sözleşmenin süresini, fesih halinde tarafların uymak zorunda oldukları hükümleri gösteren yazılı bir belge vermekle yükümlüdür”.
Madde 32: “Ücret, prim, ikramiye ve bu nitelikteki her çeşit istihkak kural olarak, Türk parası ile işyerinde veya özel olarak açılan bir banka hesabına ödenir. … Çalıştırdığı işçilerin ücret, prim, ikramiye ve bu nitelikteki her çeşit istihkakını özel olarak açılan banka hesapları vasıtasıyla ödeme zorunluluğuna tabi tutulan işverenler veya üçüncü kişiler, işçilerinin ücret, prim, ikramiye ve bu nitelikteki her çeşit istihkaklarını özel olarak açılan banka hesapları dışında ödeyemezler.
Madde 37: “İşveren işyerinde veya bankaya yaptığı ödemelerde işçiye ücret hesabını gösterir imzalı veya işyerinin özel işaretini taşıyan bir pusula vermek zorundadır. Bu pusulada ödemenin günü ve ilişkin olduğu dönem ile fazla çalışma, hafta tatili, bayram ve genel tatil ücretleri gibi asıl ücrete yapılan her çeşit eklemeler tutarının ve vergi, sigorta primi, avans mahsubu, nafaka ve icra gibi her çeşit kesintilerin ayrı ayrı gösterilmesi gerekir”.
Madde 67: “Günlük çalışmanın başlama ve bitiş saatleri ile dinlenme saatleri işyerlerinde işçilere duyurulur”.
Madde 75: “İşveren çalıştırdığı her işçi için bir özlük dosyası düzenler. İşveren bu dosyada, işçinin kimlik bilgilerinin yanında, bu Kanun ve diğer kanunlar uyarınca düzenlemek zorunda olduğu her türlü belge ve kayıtları saklamak ve bunları istendiği zaman yetkili memur ve mercilere göstermek zorundadır”.
Bu bağlamda iş görme edimleri türünde olan vekalet aktinde vekil, serbest meslek makbuzu ile alacağını belgeye bağlar. Bu nedenle de alacağını belirleyebilmektedir. Keza eser sözleşmesinde, eseri yapan, bunun bedelini belgeye bağlayarak karşı taraftan isteyebilir. Eser sahibi için alacağı belirlidir.
Ancak iş sözleşmesinde iş görme edimini yerine getiren işçi açısında belgeye bağlama yetkisi ve yükümlülüğü yoktur. İşte bu ilke ( belgeye bağlama ) nedeni ile işçilik alacakları belirsiz alacak davası konusu yapılmaktadır. Kısaca işçinin alacağını belirleyebilmesi için işveren tarafından yasaya uygun belgelerin verilmesi gerekir. İşveren bu yasal yükümlülüklerini yerine getirmemiş ve işçi işverenin elindeki kayıtlara dayanarak alacağını talep etmiş ise alacağın belirsiz olduğunun kabulü kaçınılmazdır.
Dava konusu alacak karşı tarafın vereceği bilgi veya belgelerle belirlenecekse, alacak belirsiz kabul edilmelidir. Karşılaştırmalı hukukta geçerli olan bu kriter 107. maddenin 2. fıkrasının başlangıcında “karşı tarafın vereceği bilgi sonucu” yargılama sırasında belirlenme olarak kabul edilmiştir. Örneğin yıllık ücretli izin alacağı, izin defterinin; fazla mesai ve tatil çalışmaları kayda dayandığında puantaj ( işe devam çizelgeleri ) kayıtlarının işveren tarafından sunulması ile belirlenebilecektir. İş Hukukunda maddi hukuk kuralları içinde işverene kayıt tutma yükümlülüğü getirilmiştir ( Maddeler yukarda belirtilmiştir ). Bu belgelerle ilgili yükümlülükleri yerine getirmeyen işverenin açılacak davada alacağın belirlenebilir olduğu savunması yerinde olmayacaktır. İşçinin alacağının belirlenmesi kayda dayandığında, kayıtlı belgeleri sunmayan veya işçiye vermeyen işveren, belirsiz alacak davası açılmasının sonuçlarına katlanmak zorundadır.
Yargılama ( tahkikat aşamasında ) sırasında hesap raporu alınmasını gerektiren her alacak belirsiz kabul edilmelidir. Davacının talep ettiği dava konusu alacağın miktarı veya değeri belirli ise hesap raporu alınmasına da gerek yoktur. Zira bu durumda hak kazanma veya ispat olgusu ayrık olmak üzere tartışmalı bir alacaktan söz edilemez. Zaten kanunun 107/2 maddesinde bu olgu “tahkikat sonucu belirlenme” olarak vurgulanmıştır. İş uyuşmazlıklarında genel olarak alacağın kesin ve net tutarı, ancak bir yargılama sürecinden ve hesap raporu sonra tam olarak tespit edilebilmektedir. Bu anlamda kıdem, ihbar ve kötüniyet tazminatı giydirilmiş ücretten hesaplanır. Giydirilmiş ücrete işçinin çıplak ücreti yanında, ücret eklentileri ve sosyal yardımlar dahil edilir. ( Y.HGK. 17.10.2012 gün ve 2012/9-838 E, 2012/715 K ). Ayrıca belirtmek gerekir ki davacıdan davanın açılmasından önce ücretini ödeyerek talep konusunun miktarının belirlemesi için ekspertizden rapor ve mütalaa alma, delil tespiti gibi yollara başvurması istenemez. Davacının alacağının miktar olarak tespiti, mahkeme tarafından yapılacak delil tespitine veya hesap verme ve bilgi vermeye yönelik müstakil bir davanın açılmasına gerek olduğu durumlarda, HMK. m 107 anlamında “Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği” bir durum söz konusudur.
Hakimin takdiri veya yasal nedenlerle indirim yapılarak alacak miktarı veya değerinin belirlenmesi halinde alacak belirsizdir ( Y. 9. HD. 27.02.2012 gün ve 2012/1757 Esas 2012/5742 Kararı ).
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin kısmi dava ile ilgili verdiği bu ölçütleri kabul eden Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 17.10.2012 gün ve 2012/9-838 Esas, 2012/715 Karar sayılı kararında “İşçilik alacaklarının özelliği de dikkate alınarak, bu alacaklarda, talep konusunun miktarının taraflar arasında tartışmasız veya açıkça belirli olduğunu söylemek mutlak olarak doğru olmadığı gibi, aksinin kabulü de doğru olmayacağını, talep konusu işçilik alacakları belirli olup olmadığının somut olayın özelliğine göre değerlendirilmesi ve sonuca gidilmesinin daha doğru olacağını” açıkça belirmiştir. Bu doğru bir tespittir. Ancak bir alacağın veya davanın belirsiz olup olmadığı ancak dilekçenin verilmesinden sonra ortaya çıkar. Çünkü talep sonucunun miktarı dava esnasında açıklığa çıkar. Belirsiz alacak davasında davacı, talep sonucunun miktarının belirlemenin verilecek bir bilgiye veya toplanan deliller sonucuna bağlı olduğunu bildirmelidir ( Prof. Dr. Peter Gottwald. Belirsiz Alacak Davası Tebliği. Medeni Usul ve İcra İflas Hukukçuları Toplantısı-X Ekim 2012. İzmir. S:30 )
Aynı toplantıda tebliğ sunan Prof. Dr.İsaak Meer ise tebliğinde; Belirsiz alacak davasının “davacı tarafın yargılamanın başında miktarını hiç belirleyemediği veya aşırı masraflarla belirleyebildiği alacaklarda masraf riskini azaltmaya yönelik bir araç” olarak tanımlandığını belirtikten sonra;
1. Davalının maddi hukuksal bilgi verme yükümlülüğünü yerine getirmez ise davacının alacağı belirleyebilmesinin kendisinden beklenmeyeceği bir imkansızlık olacağını,
2. Delillerin sunulmasından sonra değerlendirmenin yapılacağı davalardaki taleplerin, ispat yargılamasından sonra belirlenebilen alacakların
3. Mahkeme kararının alacağın kapsamını öngörmediği durumlarda belirlemenin yapılamayacağı alacakların ve
4. Takdiri indirim uygulanan alacakların belirsiz olduğunu ileri sürmüştür.
Belirsiz Alacak Davasının etkin koruma olarak getirdiklerine gözatmak gerekirse;
* Maddi hukuk tarafından öngörülen sübjektif hakların gerçekleşmesini sağlar.
* Hak arama özgürlüğüne hizmet eder.
* Usul ekonomisine hizmet eder.
* Davacının yüksek yargılama giderlerine katlanma riskini azaltır.
* Dava konusu hakkın zamanaşımına uğrama riskini azaltır.
* Ve en önemlisi belirsiz alacak davası ile karşılaşmak istemeyen işvereni kayıt tutmaya zorlar.
Usul kurallarının maddi hukuk için araç olduğu, ( Maddi hukuk içinde gerçekleşen hakkın talep edilebilirliğini, tespitini belirli kurallara bağlayan hukuk dalı ) unutmamak gerekir. O nedenle iş yargılaması ve bu anlamda Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun iş ve sosyal güvenlik hukukuna hizmet ederken, bu hukukun ilkelerini de gözardı etmemelidir.
Belirsiz alacak davası, silahların eşitliği ilkesine aykırıdır. İş hukukunda da sosyal ve ekonomik açıdan güçlü olan ve talimat veren işveren ile ekonomik yönden güçsüz olan ve hukuki ve kişisel olarak işverene bağımlı çalışan işçi, eşit konumda değildir. Bu eşitsizliğin yargılamaya ilişkin kuralların uygulanmasında dikkate alınmama olanağı yoktur. Zayıfın korunması, temel bir ilkedir ve yargılama hukukunda, özellikle iş yargılamasında önemli bir yer tutmaktadır.
Diğer taraftan işçinin iş yargılamasının temel ilkelerinden olan ucuzluk ilkesi kapsamında yargılama harç ve giderlerinden de korunması gerekir. İşte belirsiz alacak davası açması, işçiye bu güvenceyi sağlamaktadır. İşçi belirsiz alacak davasının getirdiği bu kanunun gerekçesinden belirtildiği gibi bu etkin hukuki korumadan faydalandırılmalıdır.
IV. HUKUKİ YARAR ŞARTI TAMAMLANABİLİR DAVA ŞARTIDIR.
6100 sayılı HMK.’un 114. Maddesinde davacının dava açmakta hukuki yararının bulunması, dava şartı olarak belirtilmiştir. Belirsiz alacak ve tespit davasında, kanun açıkça alacak miktarının veya değerinin belirlenememesi veya olanaksız olması halinde, davacının belirsiz alacak davası açmasında hukuki yararının varsayılacağını öngörmüştür. Kısaca dava açıldığında alacak belirli değil veya tartışmalı ise, belirsiz alacak ve tespit davası açılması için hukuki yarar vardır. Takip eden 115/2 maddedeki kurala göre ise “Mahkeme, dava şartı noksanlığını tespit ederse davanın usulden reddine karar verir. Ancak, dava şartı noksanlığının giderilmesi mümkün ise bunun tamamlanması için kesin süre verir. Bu süre içinde dava şartı noksanlığı giderilmemişse davayı dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddeder”. Düzenleme gereğince, eksik olan bir dava şartı, belirli bir süre verilerek giderilebilecek ise, hakim tarafından eksikliğin giderilmesi için kesin süre verilmesi gerekir. Bu süre içinde dava şartı eksikliği tamamlanmaz ise dava, dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddedilmelidir ( Y. 19. HD. 16.01.2014 gün ve 2013/17366 Esas, 2014/1329 Karar., Y. 9. HD. . 27.02.2012 gün ve 2012/1757 Esas 2012/5742 Karar )
İsviçre Hukukunda da şartları oluşmadığı halde belirsiz alacak davası açılması giderilebilir dava şartı olarak kabul edilmektedir ( Prof. Dr. İbrahim Ercan. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na göre Belirsiz Alacak Davası tebliği. Medeni Usul ve İcra İflas Hukukçuları Toplantısı-X Ekim 2012. S: 155 )
V. DEĞERLENDİRME VE SONUÇ:
1. Davacının dava konusu ettiği fark alacakların belirsiz veya kısmi dava konusu edilip edilmeyeceği, kısaca alacağın belirli olup olmayacağı sorunu:
Davacı işçi sendika üyesi olup, işveren çıktı – girdi yapmak suretiyle düşük ücretle işe almış ve işçi yine toplu iş sözleşmesi kapsamında çalışmıştır.
Temel sorun işverenin toplu iş sözleşmesi düzeni olan işyerinde çıktı – girdi yaparak ücretlerde indirim yapıp yapamayacağı noktasındadır. Davacı davalı işverenin muvazaalı ve kanunun emredici hükümlerine aykırı olarak ücreti düşürdüğünü, bu nedenle yaklaşık 6 yıl kadar ücret ve ikramiyelerini eksik aldığını belirterek fark ücret ve ikramiye alacağı talep etmektedir. Burada davacının ispat etmesi gereken, işverenin ücret düşürmesinin muvazaalı olduğu ve bu işleminin yasaya aykırı olduğudur.
İşveren uygulamaları çok sayıda işçi bakımından 2006, 2007 ve 2008 yıllarında gerçekleşmiştir. İşçi ücretlerinden yapılan indirim ardından işçiler uzun yıllar çalışmaya devam etmişler ve birbiri ardına toplu iş sözleşmelerinden yaralanmışlardır. Ancak çıktı – girdi anında düşürülen ücretleri sebebiyle yapılan ödemelerin eksik olduğu iddialarıyla bu davaları açmışlardır.
Dosya içerisinde mevcut Toplu İş Sözleşmesinin 35. maddesinde 01.03.2006 tarihinde %6 oranında, 01.09.2006 tarihinde %6 oranında 01.04.2007 tarihinde %4 oranında, 01.10.2007 tarihinde %5 oranında, 01.04.2008 tarihinde %4 oranında, 01.10.2008 tarihinde %4 oranında, 01.04.2009 tarihinde %4 oranında, 01.10.2009 tarihinde %4 oranında, 01.04.2010 tarihinde %4 oranında ücret zammı yapılacağı, 40.maddesi gereğince aylık 10 yevmiye ikramiye ödeneceğinin, 01.04.2007 tarihinden sonra işe giren ve sendikaya üye olan işçilere her bir sözleşme yılı için 72 yevmiye her ay 6 günlük yevmiye üzerinden ikramiye ödeneceğinin kararlaştırıldığı görülmüştür.
Davacı işçi, ücretin düşürülmesinin yasal olmadığını ileri sürerek, TİS deki ücret zamları işletilerek belirlenecek ücrete göre fark taleplerde bulunmuştur.
Mahkemece resen bir hesaplama yapılamamış ve bilirkişi hesap raporuna ihtiyaç duyulmuştur. Fark ücret ve ikramiye ise muhasebe işlemi gerektirmekte olup, alacağı gerçek ücret zam oranları uygulanarak belirlenecek ve bordro ile ödenen mahsup edilip fark bulunacaktır. Farkın bulunması ise belgeleme yükümlüsü olan işverenin sunacağı bordrolar ile hesaplanacaktır. Zira bordro düzenleme ve saklama yükümlüsü işverendedir. Kısaca davacının fark alacağı işverenin sunacağı bordrolara göre belirlenecektir. Zaten mahkemede bu yöntemi takip etmiş, bordrolar ibrazından sonra hesap raporu almış ve buna göre karar vermiştir. Hesap raporu almadan karar vermesi de olanaksızdır.
Alınan hesap raporunda, işçinin temel ücretinin düşürülmediği varsayılarak toplu iş sözleşmelerinde her ay için öngörülen zam oranları eklenerek dönemsel ücretler belirlenmiş ve zamanaşımı define göre hak kazanılabilecek tutarlar belirlenmiştir.
İşçinin ilk başlangıç ücretini bildiği ve toplu iş sözleşmesine dayanan ücret artışlarını hesaplayabildiği bir an için varsayılsa dahi, fark hesapları için işveren uhdesinde olan belgelere ihtiyaç vardır. Yıllar içinde işçiye her ay ne kadar ücret, ne kadar ikramiye ve ne kadar fazla çalışma ödendiği işçi tarafından bilinmeli ki aradaki fark hesaplanabilsin. Somut olayda işverence işçiye her ay düzenli olarak ücret bordroları ile ödeme belgelerinin verildiği kanıtlanamamıştır.
İşyerinde personel uzmanı, muhasebeci veya avukat statüsünde çalışmayan bir işçinin yıllar içinde her 6 ayda gelen ücret artışlarını doğru şekilde uygulaması ve 107 maddenin gerekçesinde belirtildiği şekilde alacağını “tam olarak ve tamamen” belirleyebilmesi olanaklı değildir. Bunun için işverende bulunan bordroların dosyaya sunulması gerekir. Zaten davacıda açıkça delil listesinde işyeri şahsi sicil dosyası ve bordrolara dayanmıştır. Davacının bu bordrolar olmadan fark alacaklarını hesaplaması olanağı yoktur. Zira bankaya yatan ücret, çıplak ücret olmayıp, ücretin ekleri, sosyal yardımlar vardır. Bu ödemelerin bir kısmı çıplak ücrette, bir kısmı ise giydirilmiş ücrete dikkate alınacak ödemelerdir. Bu ödemelerin ayrıştırılması için bordroların dosyaya sunulması gerekir ve bu belgelerde işverendedir.
İşverene karşı son derece zayıf konumda olan, işverenin ücret düşürme işlemine karşı çıkamayan bir işçinin, kendisine verilmeyen, işveren uhdesindeki belgelere göre tam bir hesaplama yaparak dava açmasını beklemek doğru bir yaklaşım değildir. Aksine etkin korunması gereken işçinin belirsiz alacak davasından yararlandırılması gerekir. Mahkemenin bu yöndeki değerlendirmesi isabetli olup, davalının bu yöndeki temyizinin reddi gerekir.
2. Açılan dava kısmi dava mı belirsiz alacak davası mıdır?
Dava dilekçesinde talep sonucuna baktığımızda, davacı kısmi miktar belirtmiş ve bu miktarın yanına parantez içinde belirsiz kelimesini yazmıştır. Talep sonucuna baktığımızda, davacı tahsil amaçlı belirsiz alacak davası açmamıştır. Zira belirleyebileceği kadar miktarı belirlememiş ve dava dilekçesinde açıkça kalanı belirlediğinde artırım dilekçesi vereceğini de açıklamamıştır.
Bu davanın belirsiz alacağın diğer türlerinden olan kısmi eda külli tespit davası olarak değerlendirilmesi olanağı da talep sonucuna göre olanaklı değildir. Zira kısmi miktarın tahsili dışında kalan ve belirlenecek alacağın tespiti açıkça istenmemiştir.
Davanın talep sonucuna göre açıkça kısmi dava olduğu açıktır. O nedenle mahkemece baştan itibaren kısmi dava olarak görülmesi ve sonuçlandırılması doğrudur. Davacı vekilinin belirsiz kelimesini kullanması, o tarihte yürürlükte bulunan HMK. 109/2 maddesi uyarınca belirli alacakta kısmi dava açamayacağını öngörmesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle mahkemenin bu yöndeki direnmesi yerindedir. Davacı vekilinin temyizi doğru değildir.
3. Hukuki yararın gerçekleşip gerçekleşmediği sorunu;
Bir an için fark alacakların belirlenebilir olduğu kabul edilse bile, alacaklar yargılama sonucunda bilirkişi raporu ile belirlenmiş ve ıslah sureti ile artırılarak talep edilmiştir. Hukuki yarar şartı gerçekleşmiştir. Usul ekonomisi ilkesi uyarınca da alacakların esastan hüküm altına alınması doğrudur. Yüksek 22. Hukuk Dairesinin bu yöndeki bozması da yerinde değildir.
Sonuç olarak açıklanan gerekçelerle Yüksek Yargıtay Genel Kurulu’nun çoğunluk görüşüne katılınmamıştır.
KARŞI OY :
Yerel mahkeme, dava konusu alacakların HMK’nun 107. maddesi gereğince belirsiz alacak davası olarak veya HMK’nun 109. maddesi gereğince kısmi alacak davası olarak açılabileceğini; somut olayda davanın belirsiz alacak davası olarak açılmadığını, kısmi alacak davası olarak açıldığını, belirterek; buna göre karar vermiştir.
Özel daire ise, davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı yönünde şüphe olmadığını, yerel mahkemece bu şekilde açılmış olan davanın kısmi alacak davası olarak nitelendirilemeyeceğini ve ayrıca dava konusu alacakların belirsiz alacak olarak dava ve talep edilemeyeceğini, belirterek; yerel mahkeme kararını bozmuştur.
Hukuk Genel Kurulu’nda çoğunluk görüşüyle aynı gün gündemin 1-2-4. sırasında kayıtlı dosya gruplarında dava konusu alacakların belirsiz alacak davasına konu olabileceği gerekçesiyle yerel mahkeme kararlarının onanmasına karar verildiği halde, yukarıda açıklanan ve gündemin 3. sırasında kayıtlı dosya gruplarında yerel mahkeme kararının bozulmasına karar verilmiştir.
Bu farklılığın nedeni, yerel mahkemece belirsiz alacak davası olarak açılan davanın kısmi alacak davası olarak vasıflandırmasının doğru görülmemiş olmasıdır.
Bu gerekçeyle bozma yapılınca dava konusu alacağın belirsiz alacak davası olarak açılıp açılamayacağının incelenmesine gerek kalmamıştır.
Yerel mahkemenin kararı davanın belirsiz alacak davası olarak karara bağlanması için bozulmuştur.
Gündemin 1-2-3-4. sırasındaki dosya gruplarının birbirine benzemesine rağmen Hukuk Genel Kurulu çoğunluğu tarafından gündemin 1-2-4. sırasındaki dosya grupları ile 3. sırasındaki dosya grupları için çelişkili ( birbirine aykırı ) oy kullandığı gibi bir yanlış anlamaya yer verilmemesi için gerekçeli karar yazımında bu ayrıntıya yer verilmesi gerektiği düşünülmektedir.
Başkanlığınızın zorlu görevine mütevazi bir katkı olarak bu görüşümün dikkate alınmasını yüksek takdirlerinize saygı ile arz ederim.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2013/9-2193
K. 2015/1308
T. 6.5.2015
• İŞÇİLİK ALACAKLARI DAVASI ( Mahkemenin İlk Kararın Gerekçesinde Dayandığı Hukuki Olguyu Değiştirerek Karar Vermesi Halinde Direnme Kararının Varlığından Söz Edilemeyeceği/Direnme Kararı Olarak Adlandırılan Temyize Konu Kararın Usul Hukuku Anlamında Gerçek Bir Direnme Kararı Olmadığı – Yeni Hükmün Temyizen İncelenmesi Görevinin Özel Daireye Ait Olduğu )
• DİRENME KARARI ( Varlığı İçin Mahkemenin Bozmadan Esinlenerek Yeni Herhangi Bir Delil Toplamadan Önceki Deliller Çerçevesinde Karar Vermesinin Gerektiği/Gerekçenin Önceki Karara Göre Genişletilebileceği Ama Değiştirilemeyeceği – İlk Kararın Gerekçesinde Dayandığı Hukuki Olguyu Değiştirerek Karar Vermesi Halinde Direnme Kararının Varlığından Söz Edilemeyeceği/Temyize Konu Kararın Usul Hukuku Anlamında Gerçek Bir Direnme Kararı Olmadığı )
• HUKUK GENEL KURULU’NUN GÖREVİ ( Temyize Konu Kararın Usul Hukuku Anlamında Gerçek Bir Direnme Kararı Olmadığı/Yeni Hükmün Temyizen İncelenmesi Görevinin Özel Daireye Ait Olduğu – Yeni Hükme Yönelik İtirazların İncelenmesi İçin Özel Daireye Gönderilmesinin Gerektiği/İşçilik Alacakları )
• BOZMADAN SONRA YENİ HÜKÜM KURULMASI ( Halinde Temyizen İnceleme Görevinin Hukuk Genel Kurulu’na Değil Özel Daireye Ait Olduğu/ Mahkemenin Direnme Kararı Olarak Adlandırdığı Temyize Konu Kararın İlk Kararda Tartışılıp Değerlendirilmeyen Yeni Gerekçeye Dayalı Bir Hüküm Niteliğinde Olduğu – Yeni Hükme Yönelik Temyizİtirazlarının İncelenmesi İçin Dosyanın Özel Daireye Gönderileceği/İşçilik Alacakları Davası )
• TEMYİZEN İNCELEME YETKİSİ ( Temyize Konu Kararın İlk Kararda Tartışılıp Değerlendirilmeyen Yeni Gerekçeye Dayalı Bir Hüküm Niteliğinde Olduğu/Usul Hukuku Anlamında Gerçek Bir Direnme Kararı Olmadığı – Yeni Hükmün Temyizen İncelenmesi Görevinin Hukuk Genel Kurulu’na Ait Olmadığı )
1086/m. 429
6100/m. Geç.3
6217/m. 30
ÖZET : Dava işçilik alacaklarının tahsili istemine ilişkindir.Hukuk Genel Kurulundaki görüşme sırasında, işin esasının incelenmesinden önce, direnme kararının gerçekte yeni hüküm niteliğinde olup olmadığı; dolayısıyla temyiz incelemesinin Hukuk Genel Kurulunca mı, yoksa Özel Dairece mi yapılması gerektiği hususu ön sorun olarak tartışılıp, değerlendirilmiştir.Bilindiği üzere; direnme kararının varlığından söz edilebilmesi için, mahkeme bozmadan esinlenerek yeni herhangi bir delil toplamadan önceki deliller çerçevesinde karar vermeli; gerekçesini önceki kararına göre genişletebilirse de değiştirmemelidir Mahkemenin yeni bir bilgi, belge ve delile dayanarak veya bozmadan esinlenip gerekçesini değiştirerek veya daha önce üzerinde durmadığı bir hususu bozmada işaret olunan şekilde değerlendirerek, dolayısıyla da ilk kararının gerekçesinde dayandığı hukuki olguyu değiştirerek karar vermiş olması halinde, direnme kararının varlığından söz edilemez.
Mahkemenin direnme olarak adlandırdığı temyize konu kararın usul hukuku anlamında gerçek bir direnme kararı olmadığı; ilk kararda tartışılıp, değerlendirilmeyen yeni gerekçeye dayalı bir hüküm niteliğinde olduğu her türlü duraksamadan uzaktır. Hal böyle olunca; kurulan bu yeni hükmün temyizen incelenmesi görevi, Hukuk Genel Kuruluna değil, Özel Daireye aittir. Bu nedenle, yeni hükme yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
DAVA : Taraflar arasındaki “tazminat ve alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Gebze 2. İş Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 12.02.2010 gün ve 2009/595 E., 2010/66 K. sayılı karar, davalı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 02.10.2012 gün ve 2010/21936 E., 2012/32772 K. sayılı kararı ile;
( … 1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle, kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.
2-Taraflar arasında, işçilik alacaklarının zamanaşımına uğrayıp uğramadığı konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır.
Zamanaşımı, alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade eder. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere zamanaşımı, alacak hakkını sona erdirmeyip sadece onu “eksik bir borç” haline dönüştürür ve “alacağın dava edilebilme özelliği”ni ortadan kaldırır.
Bu itibarla zamanaşımı savunması ileri sürüldüğünde, eğer savunma gerçekleşirse hakkın dava edilebilme niteliği ortadan kalkacağından, artık mahkemenin işin esasına girip onu incelemesi mümkün değildir.
Zamanaşımı, bir maddi hukuk kurumu değildir. Diğer bir anlatımla zamanaşımı, bir borcu doğuran, değiştiren ortadan kaldıran bir olgu olmayıp, salt doğmuş ve var olan bir hakkın istenmesini ortadan kaldıran bir savunma aracıdır. Bu bakımdan zamanaşımı alacağın varlığını değil, istenebilirliğini ortadan kaldırır. Bunun sonucu olarak da, yargılamayı yapan yargıç tarafından yürüttüğü görevinin bir gereği olarak kendiliğinden göz önünde tutulamaz.
Borçlunun böyle bir olgunun var olduğunu, yasada öngörülen süre ve usul içinde ileri sürmesi zorunludur. Demek oluyor ki zamanaşımı, borcun doğumu ile ilgili olmayıp, istenmesini önleyen bir savunma olgusudur. Şu durumda zamanaşımı, savunması ileri sürülmedikçe, istemin konusu olan hakkın var olduğu ve kabulüne karar verilmesinde hukuksal ve yasal bir engel bulunmamaktadır.
Hemen belirtmelidir ki, gerek İş Kanununda, gerekse Borçlar Kanununda, kıdem ve ihbar tazminatı alacakları için özel bir zamanaşımı süresi öngörülmemiştir.
Uygulama ve öğretide kıdem tazminatı ve ihbar tazminatına ilişkin davalar, hakkın doğumundan itibaren, Borçlar Kanununun 125. maddesi uyarınca on yıllık zamanaşımına tabi tutulmuştur. 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren Türk Borçlar Kanunu’nun 146 ıncı maddesinde de genel zamanaşımı 10 yıl olarak belirlenmiştir.
Tazminat niteliğinde olmaları nedeni ile sendikal tazminat, kötüniyet tazminatı, işe başlatmama tazminatı, 4857 sayılı İş Kanununun; 5. maddesindeki eşit işlem borcuna aykırılık nedeni ile tazminat, 26/2 maddesindeki maddi ve manevi tazminat, 28. maddedeki belgenin zamanında verilmemesinden kaynaklanan tazminat, 31 /son maddesi uyarınca askerlik sonrası işe almama nedeni ile öngörülen tazminat istekleri on yıllık zamanaşımına tabidir.
Bu noktada, zamanaşımı başlangıcına esas alınan kıdem tazminatı ve ihbar tazminatı hakkının doğumu ise, işçi açısından hizmet aktinin feshedildiği tarihtir.
Zamanaşımı, harekete geçememek, istemde bulunamamak durumunda bulunan kimsenin aleyhine işlemez. Bir hakkın, bu bağlamda ödence isteminin doğmadığı bir tarihte, zamanaşımının başlatılması hakkın istenmesini ve elde edilmesini güçleştirir, hatta olanaksız kılar.
İşveren ve işçi arasındaki hukuki ilişki iş sözleşmesine dayanmaktadır. İşçinin sözleşmeye aykırı şekilde işverene zarar vermesi halinde, işverenin zararının tazmini amacı ile açacağı dava Borçlar Kanununun 125. maddesi ( 6098 Sayılı TBK 146 ) uyarınca on yıllık zaman aşımına tabidir.
4857 sayılı Kanundan daha önce yürürlükte bulunan 1475 sayılı Yasada ücret alacaklarıyla ilgi olarak özel bir zamanaşımı süresi öngörülmediği halde, 4857 sayılı İş Kanunun 32/8 maddesinde, işçi ücretinin beş yıllık özel bir zamanaşımı süresine tabi olduğu açıkça belirtilmiştir. Ancak bu Kanundan önce tazminat niteliğinde olmayan, ücret niteliği ağır basan işçilik alacaklar, Borçlar Kanununun 126/1 maddesi ( 6098 Sayılı TBK 147 ) uyarınca beş yıllık zamanaşımına tabidir.
Yıllık izin ücreti iş sözleşmesinin feshi ile muaccel olup dönemsel bir nitelik taşımadığından, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu uygulaması yönünden 10 yıllık genel zamanaşımına tabidir.
İşverence işçiye fazladan ödenen ücret ve ücret eklerinin geri alınmasında da uyuşmazlığın temelinde sözleşme ilişkisi olmakla zamanaşımı süresi beş yıl olarak uygulanmalıdır. Dairemizin kararları da bu yöndedir ( Yargıtay 9.HD. 27.02.2012 gün 2009/43216 E, 2012/6010 K. ).
Kanundaki zamanaşımı süreleri, Borçlar Kanununun 127. maddesi ( 6098 Sayılı TBK.nın 148 ) gereğince tarafların iradeleri ile değiştirilemez.
İş sözleşmesi devam ederken kullanılması gereken ve iş sözleşmesinin feshi ile alacak niteliği doğan yıllık izin ücreti alacağının zamanaşımı süresinin fesih tarihinden başlatılması gerekir (HGK. 05.07.2000 gün ve 2000/9-1079 E, 2000/1103 K ).
Sözleşmeden doğan alacaklarda, zamanaşımı alacağın muaccel olduğu tarihten başlar. ( BK. m. 128 ). Borçlar Kanununun 101. maddesi uyarınca, borcun muaccel olması, ifa zamanının gelmiş olmasını ifade eder. Borcun ifası henüz istenemiyorsa muaccel bir borçtan da söz edilemez.
818 Sayılı Borçlar Kanununun 128. maddesinde zamanaşımının nasıl hesaplanacağı belirtilmiştir. Bu maddenin birinci fıkrası, zamanaşımının alacağın muaccel olduğu anda başlayacağı kuralını getirmiştir. Aynı yönde düzenleme 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 151. maddesinde yer almaktadır.
818 Sayılı Borçlar Kanunun 131. maddesi gereğince, asıl alacak zaman aşımına uğradığında faiz ve diğer ek haklar da zamanaşımına, uğrar. Diğer bir deyişle faiz alacağı asıl alacağın tabi olduğu zamanaşımına tabi olur. Türk Borçlar Kanunu’nun 152. maddesi de aynı doğrultudadır.
818 Sayılı Borçlar Kanununun 133/2 maddesi ( 6098 Sayılı TBK.nın 154 ) uyarınca, alacaklının dava açmasıyla zamanaşımı kesilir. Ancak zaman aşımının kesilmesi sadece dava konusu alacak için söz konusudur.
818 Sayılı Borçlar Kanununun 132/4 maddesinde “Hizmet mukavelesinin devam ettiği müddetçe hizmetçilerin, istihdam edenlere karşı olan alacakları hakkında” zamanaşımının işlemeyeceği ve duracağı belirtilmiştir. Bu maddenin iş sözleşmesiyle bağlı her kişiye uygulanması olanağı bulunmamaktadır. Hizmetçiden kastedilen, kendisine ev işleri için ücret ödenen, iş sahibiyle aynı evde yatıp kalkan, aileden biriymiş gibi ev halkı ile sıkı ilişkileri olan kimsedir. 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 153/ 4. maddesinde daha açık bir düzenlemeye yer verilerek, zamanaşımının, ev hizmetlileri yönünden hizmet ilişkisi süresince işlemeyeceği öngörülmüştür.
818 Sayılı Borçlar Kanununun 133. maddesinde ( 6098 Sayılı TBK.nın 154 ) zamanaşımını kesen nedenler gösterilmiştir. Bunlardan borçlunun borcunu ikrar etmesi ( alacağı tanıması ), zamanaşımını kesen nedenlerden biridir. Borcun tanınması, tek yanlı bir irade bildirimi olup; borçlunun, kendi borcunun devam etmekte olduğunu kabul anlamındadır. Borç ikrarının sonuç doğurabilmesi için, eylem yeteneğine ve malları üzerinde tasarruf yetkisine sahip olan borçlunun veya yetkili kıldığı vekilinin, bu iradeyi alacaklıya yöneltmiş bulunması ve ayrıca zamanaşımı süresinin dolmamış olması gerekir. Gerçekte de borç ikrarı, ancak, işlemekte olan zamanaşımını keser; farklı anlatımla zamanaşımı süresinin tamamlanmasından sonraki borç ikrarının kesme yönünden bir sonuç doğurmayacağından kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır.
818 Sayılı Borçlar Kanununun 133/2 maddesi ( 6098 Sayılı TBK.nın 154/2 ) hükmü uyarınca, dava açılması veya icra takibi yapılması zamanaşımını kesen nedenlerdendir. Yasanın 135. maddesi ise, zamanaşımının kesilmesi halinde yeni bir sürenin işlemesi gerektiğini açıkça belirtmiştir. Madde açıkça düzenlemediğinden ihtiyati tedbir istemi ile mahkemeye başvurma veya işçilik alacaklarının tespiti ve ödenmesi için Bölge Çalışma İş Müfettişliğine şikâyette bulunma zamanaşımını kesen nedenler olarak kabul edilemez. Ancak işverenin, şikâyet üzerine Bölge Çalışma Müdürlüğünde alacağı ikrar etmesi, zamanaşımını keser.
Uygulamada, fazlaya ilişkin hakların saklı tutulması, dava açma tekniği bakımından, tümü ihlal ya da inkâr olunan hakkın ancak bir bölümünün dava edilmesi, diğer bölümüne ait dava ve talep hakkının bazı nedenlerle geleceğe bırakılması anlamına gelir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca benimsenmiş ilkeye göre, kısmi davada fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmuş olması, saklı tutulan kesim için zamanaşımını kesmez, zamanaşımı, alacağın yalnız kısmi dava konusu yapılan miktar için kesilir.
Zamanaşımı, dava devam ederken iki tarafın yargılamaya ilişkin her işleminden ve hâkimin her emir ve hükmünden itibaren yeniden işlemeye başlar ve kesilmeden itibaren yeni bir süre işler.
818 Sayılı Borçlar Kanunun 134. maddesi hükmü, “Müruruzaman müteselsilen borçlu olanlardan veya taksimi kabil olmayan bir borcun müşterek borçlularından birine karşı katedilmiş olunca diğerlerine karşı da katedilmiş olur” kuralını içermektedir. Bu maddeye göre, müteselsil borçlulardan birine karşı zamanaşımının kesilmesi diğer müteselsil borçlulara karşı da zamanaşımını keser. Benzer bir düzenleme 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren Türk Borçlar Kanunu’nun 155. maddesinde yer almaktadır.
818 Sayılı Borçlar Kanununun 139. maddesinde ( 6098 Sayılı TBK.nın 160 ), zamanaşımından feragat düzenlenmiştir. Anılan maddeye göre, borçlunun zamanaşımı defini ileri sürme hakkından önceden feragati geçersizdir. Önceden feragatten amaç, sözleşme yapılmadan önce veya yapılırken vaki feragattir. Oysa daha sonra vazgeçmenin geçersiz sayılacağına ilişkin yasada herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. O nedenle borç zamanaşımına uğradıktan sonra borçlu zamanaşımı defini ileri sürmekten feragat edebilir. Zira, burada doğmuş bir defi hakkından feragat söz konusudur ve hukuken geçerlidir. Bu feragat; borçlunun, ileride dava açılması halinde zamanaşımı definde bulunmayacağını karşılıklı olarak yapılan feragat anlaşmasıyla veya tek yanlı iradesini açıkça bildirmesiyle veyahut bu anlama gelecek iradeye delalet edecek bir işlem yapmasıyla mümkün olabileceği gibi, açılmış bir davada zamanaşımı definde bulunmamasıyla veya defi geri almasıyla da mümkündür.
Zamanaşımı süresinin dolmasından sonra alacaklıya yöneltilen borç ikrarının, zamanaşımı definden zımni ( örtülü ) feragat anlamına geldiği, öğretideki baskın görüşlerle ve yargı inançlarıyla da doğrulanmaktadır ( Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 19/11/1963 T. 06.05.20155924-6419 sayılı kararı ). Dahası, zamanaşımı süresinin dolmasından sonra alacaklıya karşı bir borç ikrarında bulunan borçlunun, bu borç ikrarına dayanılarak açılan davada zamanaşımı defini ileri sürmesi, çelişkili davranış yasağını oluşturur. Bu durum Medeni Kanunun 2. maddesine aykırı olup, hukuken korunamaz ( HGK. 23.02.2000 gün ve 2000/15-71 E, 2000/116 K ).
5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanununun 7. maddesinde, iş mahkemelerinde sözlü yargılama usulü uygulanır. Ancak 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 447. maddesi ile sözlü yargılama usulü kaldırılmış, aynı yasanın 316 ve devamı maddeleri gereğince iş davaları için basit yargılama usulü benimsenmiştir.
Sözlü yargılama usulünün uygulandığı dönemde zamanaşımı def’i ilk oturuma kadar ve en geç ilk oturumda yapılabilir. Ancak 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun yürürlükte olduğu dönemde 319. madde hükmü uyarınca savunmanın değiştirilmesi yasağı cevap dilekçesinin verilmesiyle başlayacağından, zamanaşımı defi cevap dilekçesi ile ileri sürülmelidir. 01.10.2011 tarihinden sonraki dönemde ilk oturuma kadar zamanaşımı definin iler sürülmesi ve hatta ilk oturumda sözlü olarak bildirilmesi mümkün değildir.
Dava konusunun ıslah yoluyla arttırılması durumunda, 1086 sayılı HUMK hükümlerinin uygulandığı dönemde, ıslah dilekçesinin tebliğini izleyen ilk oturuma kadar ya da ilk oturumda yapılan zamanaşımı defi de ıslaha konu alacaklar yönünden hüküm ifade eder. Ancak Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonraki uygulamada, 317/2 ve 319. maddeler uyarınca ıslah dilekçesinin davalı tarafa tebliği üzerine iki haftalık süre içinde ıslaha konu kısımlar için zamanaşımı definde bulunulabileceği kabul edilmelidir.
Cevap dilekçesinde zamanaşımı defi ileri sürülmemiş ya da süresi içince cevap dilekçesi verilmemişse ilerleyen aşamalarda 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 141/2 maddesi uyarınca zamanaşımı defi davacının açık muvafakati ile yapılabilir.
1086 sayılı HUMK yürürlükte iken süre geçtikten sonra yapılan zamanaşımı define davacı taraf süre yönünden hemen ve açıkça karşı çıkmamışsa ( suskun kalınmışsa ) zamanaşımı defi geçerli sayılmakta iken, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun uygulandığı dönemde süre geçtikten sonra yapılan zamanaşımı definin geçerli sayılabilmesi için davacının açıkça muvafakat etmesi gerekir. Başka bir anlatımla 01.10.2011 tarihinden sonraki uygulamalar bakımından süre geçtikten sonra ileri sürülen zamanaşımı define davacı taraf muvafakat etmez ise zamanaşımı defi dikkate alınmaz.
Zamanaşımı definin cevap dilekçesinin ıslahı yoluyla ileri sürülmesi de mümkündür ( Yargıtay HGK. 04.06.2011 gün 2010/ 9-629 E, 2011/ 70. K. ).
Somut olayda; davalı vekilinin ıslaha karşı süresinde yaptığı zamanaşımı itirazı değerlendirilmeden hüküm kurulması hatalıdır.
3- Temerrüt ihtarında davalı tarafa tebliğinden itibaren 30 gün süre verildiği halde temerrüt tarihinin tebliğden sonraki 30. gün yerine 20.06.2009 olarak kabulü de hatalı olup bozmayı gerektirmiştir… ),
Gerekçesi ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava işçilik alacaklarının tahsili istemine ilişkindir.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşme sırasında, işin esasının incelenmesinden önce, direnme kararının gerçekte yeni hüküm niteliğinde olup olmadığı; dolayısıyla temyiz incelemesinin Hukuk Genel Kurulunca mı, yoksa Özel Dairece mi yapılması gerektiği hususu ön sorun olarak tartışılıp, değerlendirilmiştir.
Bilindiği üzere; direnme kararının varlığından söz edilebilmesi için, mahkeme bozmadan esinlenerek yeni herhangi bir delil toplamadan önceki deliller çerçevesinde karar vermeli; gerekçesini önceki kararına göre genişletebilirse de değiştirmemelidir ( 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi ).
Mahkemenin yeni bir bilgi, belge ve delile dayanarak veya bozmadan esinlenip gerekçesini değiştirerek veya daha önce üzerinde durmadığı bir hususu bozmada işaret olunan şekilde değerlendirerek, dolayısıyla da ilk kararının gerekçesinde dayandığı hukuki olguyu değiştirerek karar vermiş olması halinde, direnme kararının varlığından söz edilemez.
Somut olayda yerel mahkeme temyize konu kararında, ilk kararının gerekçesinde yer vermediği “…Davacı, hizmet akdinden kaynaklanan alacakları yönünden çalışmasına ilişkin belgeler davalı elinde bulunduğundan ve dava tarihi itibariyle alacağının ne kadar olduğunun tam olarak belirleyemediğinden yürürlüğe giren 6100 sayılı HMK nun 107 maddesinde tanımını bulan belirsiz alacak davası açtığı, ancak bu yasanın yürürlük tarihinden önce alacağın bir kısmı belirtilerek dava açıldığı, delillerin toplanmasından sonra bedelin ıslah yolu ile arttırıldığı, 6100 sayılı yasa ile tanımını bulan belirsiz alacak davasının yasanın yürürlüğe girmesinden önce isimsiz olarak fiilen uygulandığı, ıslahla arttırılan bedel için ayrıca başvurma harcı alınmadığı, sadece arttırılan kısım için eksik kalan harcın tamamlattırıldığı, bu nedenle ek dava olarak değerlendirilemeyeceği, buna göre ıslah ile arttırılan kısım için zamanaşımı itirazında bulunulamayacağı değerlendirilmekle, ıslah ile arttırılan miktara davalı tarafından yapılan zamanaşımı itirazı dikkate alınmamış olup, ek rapor da alınmamıştır. Bozma ilamında belirtilen ıslaha karşı yapılan zamanaşımı itirazı ile ek rapor alınması hususunun değerlendirilmemesi yönündeki görüşe bu nedenle uyulmamış ve önceki kararda direnilmesine karar verilmiş, ilk kararda açıklanan ve yukarıda yazılı gerekçe ile davanın kısmen kabulüne, hakkaniyet indirimi nedeniyle reddedilen miktar için davalı lehine avukatlık ücreti tayinine yer olmadığına karar vermek gerekmiştir…” şeklindeki gerekçeyle direnme olarak adlandırdığı kararı vermiştir.
Mahkemenin direnme olarak adlandırdığı temyize konu kararın usul hukuku anlamında gerçek bir direnme kararı olmadığı; ilk kararda tartışılıp, değerlendirilmeyen yeni gerekçeye dayalı bir hüküm niteliğinde olduğu her türlü duraksamadan uzaktır.
Hal böyle olunca; kurulan bu yeni hükmün temyizen incelenmesi görevi, Hukuk Genel Kuruluna değil, Özel Daireye aittir.
Bu nedenle, yeni hükme yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
SONUÇ : Yukarıda gösterilen nedenlerle davalı vekilinin yeni hükme yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 9. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, 06.05.2015 gününde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2014/9-1438
K. 2015/580
T. 21.1.2015
• GEREKÇELİ KARARIN TARAFLARA TEBLİĞİ ZORUNLULUĞU ( Usul Hukukunda Yer Almamakla Birlikte Uygulamada Tefhimden Sonra Temyiz Süre Tutum Dilekçesi Veya Kararın Tebliğinden Sonra Gerekçeli Temyiz Dilekçesi Sunarak Kararın Temyiz Edildiği Hallerde Kararın Gerekçesini Dikkate Alarak Yeni Temyiz Gerekçelerine Dayanılabileceği – Tebliğ Yükümlülüğünü Yerine Getirmeden Kararın Kesinleştirilmesini Anayasa Mahkemesi’nin de Hak İhlali Kabul Ettiği )
• TEMYİZ SÜRESİ BAŞLANGICI / TEFHİM / TEBLİĞ ( Hükme İlişkin Tüm Hususların Gerekçesi İle Birlikte Tefhim Edilemediği Hallerde Gerekçeli Kararın Mutlaka Taraflara TebliğEdilmesi Gerektiği/Temyiz Süresinin Tefhim Değil Tebliğden İtibaren Başlayacağı – İş Mahkemesinin Tefhim Edilen Kararının Hükme İlişkin Tüm Hususları İçermemesi )
• İŞ MAHKEMESİNİN TEFHİM EDİLEN KARARI ( Hükme İlişkin Tüm Hususların Gerekçesi İle Birlikte Tefhim Edilemediği Hallerde Gerekçeli Kararın Mutlaka Taraflara TebliğEdilmesi Gerektiği/Temyiz Süresinin Tefhim Değil Tebliğden İtibaren Başlayacağı – Tebliğ Yükümlülüğünü Yerine Getirmeden Kararın Kesinleştirilmesini Anayasa Mahkemesi’nin de Hak İhlali Kabul Ettiği )
• DİRENME KARARININ TEBLİĞ EDİLMEMESİ ( Gerekçeli Kararın Tebligat Kanunu ve İlgili Mevzuat Dikkate Alınarak Tebliğ Edilmesi Gerektiği – Temyiz Süresi Geçtikten Sonra ve Gerektiğinde 6100 S.K. Geçici madde 3 Atfıyla Uygulanmakta Olan HUMK’nun 432. Maddesindeki Usul İşlemlerinin Yerine Getirilmesi Gerektiği )
• TEMYİZ DİLEKÇESİNİN KARŞI TARAFA TEBLİĞ EDİLMEMESİ ( Davalı Vekiline Ait Dilekçeinin Davacı Tarafa – 6100 S.K. Geçici madde 3 Atfiyla Uygulanmakta Olan HUMK’nun 433. Maddesi Gereğince Davacı Vekiline Tebligat Kanunu ve İlgili Mevzuat Dikkate Alınarak Tebliğ Edilip Yasal Süre Beklenildikten Sonra Hukuk Genel Kurulu Başkanlığına Gönderilmesi Gerektiği )
• ADİL YARGILANMA HAKKININ İHLALİ ( Usul Hukukunda Yer Almamakla Birlikte Uygulamada Tefhimden Sonra Temyiz Süre Tutum Dilekçesi Veya Kararın Tebliğinden Sonra Gerekçeli Temyiz Dilekçesi Sunarak Kararın Temyiz Edildiği Hallerde Kararın Gerekçesini Dikkate Alarak Yeni Temyiz Gerekçelerine Dayanılabileceği – Tebliğ Yükümlülüğünü Yerine Getirmeden Kararın Kesinleştirilmesinin Bu Nitelikte Olduğu )
5521/m. 7, 8, 15
6100/m. 297, 321, 322, 447/1, Geç.3
1086/m. 432, 433/1
ÖZET : İş mahkemesinin tefhim edilen kararı hükme ilişkin tüm hususları içermiyorsa, yani sadece hüküm özeti tefhim edilmiş ise temyiz süresi tefhimden değil, tebliğden itibaren başlar. Hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte tefhim edilemediği hallerde gerekçeli kararın mutlaka taraflara tebliğ edilmesi gerekir.
Direnme kararının davacı vekiline tebliğ edilmediği anlaşılmaktadır. Gerekçeli karar davacı vekiline Tebligat Kanunu ve ilgili mevzuat dikkate alınarak tebliğ edilmeli, temyiz süresi geçtikten sonra ve gerektiğinde 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nu “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 432.maddesindeki usul işlemleri yerine getirilmelidir.
Davalı vekiline ait temyiz dilekçesinin davacı tarafa tebliğ edilmediği anlaşılmaktadır. Temyiz eden davalı vekili tarafından sunulan temyiz dilekçesinin, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nu “Geçici madde 3” atfiyla uygulanmakta olan HUMK’nun 433. maddesi gereğince davacı vekiline Tebligat Kanunu ve ilgili mevzuat dikkate alınarak tebliğ edilmeli ve yasal süre beklenildikten sonra Hukuk Genel Kurulu Başkanlığına gönderilmelidir.
Usul hukukunda yer almamakla birlikte uygulamada, tefhimden sonra temyiz süre tutum dilekçesi veya kararın tebliğinden sonra gerekçeli temyiz dilekçesi sunmak suretiyle kararıntemyiz edildiği hallerde, kararın gerekçesini dikkate alarak yeni temyiz gerekçelerine dayanılması mümkün olduğundan, gerekçeli kararın bu hallerde de taraflara tebliği gerekir. Anayasa Mahkemesi de bu yükümlülüklerin getirilmeden kararın kesinleştirilmesini hak ihlali olarak kabul etmiştir. ( Anayasa Mahkemesi ( İkinci Bölüm ) 20.03.2014 gün ve 2012/1034 Başvuru ).
DAVA : Taraflar arasındaki “Alacak ( işçi ile işveren ilişkisinden kaynaklanan )” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Antalya 3.İş Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 09.02.2010 gün ve 2009/106 E.-2010/47 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 9.Hukuk Dairesi’nin 24.05.2012 gün ve 2010/48425 E.-2012/18422 K. sayılı ilamıyla bozulmuş, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca dosya üzerinde yapılan ön inceleme sonunda gereği görüşüldü:
KARAR : Mahkemece verilen hüküm, temyiz edilmesi üzerine yukarıda başlıkta belirtilen karar ile bozulmuştur. Bozma üzerine mahkemece ilk kararda direnilmiş, direnme kararı davacı/davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
1- )5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu 7.maddesinde iş mahkemelerinde şifahi yargılama usulünün uygulanacağı, 15. maddesinde ise bu kanunda açıklık olmayan hallerde Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun uygulanacağı düzenlenmiştir. 12/01/2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 447/1.maddesi uyarınca diğer kanunların sözlü yahut seri yargılama usulüne atıf yaptığı hâllerde, HMK’nın basit yargılama usulü ile ilgili hükümlerinin uygulanacağı düzenlemesi karşısında iş mahkemelerinde basit yargılama usulünün uygulanacağı açıktır.
Basit yargılama usulüne tabi yargılamalara ilişkin olarak 6100 sayılı HMK.nun “Hüküm” başlıklı 321.maddesinde aynen;
( 1 ) Tahkikatın tamamlanmasından sonra, mahkeme tarafların son beyanlarını alır ve yargılamanın sona erdiğini bildirerek kararını tefhim eder. Taraflara beyanda bulunabilmeleri için ayrıca süre verilmez.
( 2 ) Kararın tefhimi, mahkemece hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklanması ile gerçekleşir. Ancak zorunlu hâllerde, hâkim bu durumun sebebini de tutanağa geçirmek suretiyle, sadece hüküm özetini tutanağa yazdırarak kararı tefhim edebilir. Bu durumda gerekçeli kararın en geç bir ay içinde yazılarak tebliğe çıkartılması gerekir.”
hükmü düzenlenmiştir.
321.maddedeki “hükme ilişkin tüm hususlar” dan kastedilen HMK.nun 297.maddesindeki unsurlardır.
Buna göre; mahkeme, tahkikatın tamamlanmasından sonra, tarafların son beyanlarını almalı ve yargılamanın sona erdiğini bildirdikten sonra hükmü tefhim etmelidir. Kural olarak, mahkemece kararın tefhiminde hükme ilişkin tüm hususlar açıklanmalıdır.
HMK 322.maddesi atfı ile uygulanmakta olan HMK 297.maddesinde hükmün kapsamı açık bir şekilde düzenlenmiştir. Buna göre; mahkeme, gerekçesi ile birlikte tefhim ettiği hüküm de taleplerden her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların, yargılama giderleri ile taraflardan alınan avansın harcanmayan kısmının iadesi, varsa kanun yolları ve süresini sıra numarası altında; açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde göstermesi gereklidir. Bu kanunun getirdiği bir zorunluluktur. Ancak zorunlu hâllerde, hâkim bu durumun sebebini de tutanağa geçirmek suretiyle sadece hüküm özetini tutanağa yazdırarak kararı tefhim edebilir. Bu durumda gerekçeli karar en geç bir ay içinde yazılarak tebliğe çıkartılmalıdır. Bir diğer deyişle HMK 321.maddesinde belirtilen şekilde hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte tefhim edilemediği hallerde gerekçeli kararın mutlaka taraflaratebliğ edilmesi gereklidir.
30/01/1950 tarih ve 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 02/03/2005 tarih ve 5308 sayılı Kanunla değişmeden önceki 8.maddesine göre iş mahkemesinin nihai kararları tefhim tarihinden itibaren sekiz gün içinde temyiz edilebilecektir. Maddedeki “tefhim” kavramının “hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklandığı hal” olarak anlaşılması zorunludur. Bu nedenle, yukarıda açıklanan nitelikte bir tefhim varsa temyiz süresi tefhim tarihinden itibaren, aksi halde gerekçeli kararın tebliğinden itibaren başlayacaktır.
Usul hukukunda yer almamakla birlikte uygulamada, tefhimden sonra temyiz süre tutum dilekçesi veya kararın tebliğinden sonra gerekçeli temyiz dilekçesi sunmak suretiyle kararıntemyiz edildiği hallerde, kararın gerekçesini dikkate alarak yeni temyiz gerekçelerine dayanılması mümkün olduğundan, gerekçeli kararın bu hallerde de taraflara tebliği gerekir.
Nitekim Anayasa Mahkemesi de bu yükümlülüklerin getirilmeden kararın kesinleştirilmesini hak ihlali olarak kabul etmiştir. ( Anayasa Mahkemesi ( İkinci Bölüm ) 20.03.2014 gün ve 2012/1034 Başvuru ).
2- )İş mahkemeleri kararlarına karşı temyiz süresi 30/01/1950 tarih ve 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 02/03/2005 tarih ve 5308 sayılı Kanunla değişmeden önceki 8.maddesine göre belirlenmekte ise de, temyiz usul ve işlemlerinde 6100 sayılı HMK’nın Geçici 3.maddesi yollamasıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı HUMK’nın hükümleri uygulanmaktadır.
Her ne kadar uygulamada iş mahkemesinde karşı temyiz yolu ile temyiz hakkı tanınmamakta ise de gerek iş hukuku mevzuatında gerekse de HUMK’nun temyize ait hükümlerinde bunu engelleyen bir hüküm bulunmadığı açıktır. Bu nedenle 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfiyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 433/1.maddesi gereğince temyiz dilekçesinin hüküm veren mahkeme aracılığı ile karşı tarafa tebliğ edilmesi ve karşı tarafa temyizdilekçesine karşı cevap verme ve karşı temyiz isteminde bulunmak hakkının tanınması gereklidir.
3- )Direnme kararını temyiz eden davalı vekilinin süresi içerisinde temyiz dilekçesini ibraz ettiği ve aynı tarihte hakim tarafından havalesi yapılarak temyiz defterine kayıt edildiği temyizkarar ve ilam harcının maktu yatırıldığı anlaşılmaktadır.
Maktu harca tabi davaların reddine, kabulüne veya kısmen kabulüne dair kararlar ile nispi harca tabi davaların reddine dair kararların temyiz edilmesi halinde temyiz tarihindeki 492 sayılı Harçlar Kanunu uyarınca çıkarılan tarife dikkate alınarak kararı temyiz eden taraftan maktu temyiz karar ve ilam harcı ve temyiz başvuru harcı alınması gereklidir.
Nispi harca tabi davaların kabulüne veya kısmen kabulüne ilişkin kararların temyiz edilmesi halinde ise, mahkemece hüküm altına alınan miktar üzerinden hesaplanacak nispi temyiz karar ve ilam harcının dörtte biri ve temyiz başvuru harcı alınması gereklidir.
25.01.1985 günlü 1984/5 Esas ve 1985/1 sayılı Y.İ.B. Kararı uyarınca temyiz harcının mahkeme kalemince hesaplanıp temyiz edenden istendiği halde süresinde ödenmediği belgelendirilmemiş olduğuna göre eksik harç alınarak temyiz defterine kayıt edilen temyiz dilekçesi hakkında 1086 sayılı HUMK.nun 434.maddesi uyarınca işlem yapılmalıdır.
Somut olaya gelince;
Yukarıda ( 1 ) numaralı bentte yer alan açıklamalar doğrultusunda yapılan incelemede;
Direnme kararının davacı vekiline tebliğ edilmediği anlaşılmaktadır. Gerekçeli karar davacı vekiline Tebligat Kanunu ve ilgili mevzuat dikkate alınarak tebliğ edilmeli, temyiz süresi geçtikten sonra ve gerektiğinde 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nu “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 432.maddesindeki usul işlemleri yerine getirilmelidir.
Yukarıda ( 2 ) numaralı bentte yer alan açıklamalar doğrultusunda yapılan incelemede;
Davalı vekiline ait temyiz dilekçesinin davacı tarafa tebliğ edilmediği anlaşılmaktadır. Temyiz eden davalı vekili tarafından sunulan temyiz dilekçesinin, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nu “Geçici madde 3” atfiyla uygulanmakta olan HUMK’nun 433. maddesi gereğince davacı vekiline Tebligat Kanunu ve ilgili mevzuat dikkate alınarak tebliğ edilmeli ve yasal süre beklenildikten sonra Hukuk Genel Kurulu Başkanlığına gönderilmelidir.
Açıklanan nedenlerle eksikler giderildikten sonra Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Başkanlığı’na gönderilmek üzere dosyanın mahkemesine geri çevrilmesi gerekmiştir.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle dosyanın mahkemesine GERİ ÇEVRİLMESİNE, 21.01.2015 gününde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2014/19-526
K. 2014/1019
T. 10.12.2014
• İSTİRDAT DAVASI ( Direnme Kararının Süresinde Temyiz Edilip Edilmediğinin Önsorun Olarak Ele Alındığı/1086 Sayılı Hukuk Usulü Kanunu’nun Uygulanacağı – Asliye Hukuk Mahkemesi Kararlarının Temyiz Süresinin 15 Gün Olduğu/Temyiz Dilekçesinin Süre Yönünden Reddi Gerektiği )
• ÖNSORUN ( İstirdat Davasında Direnme Kararının Süresinde Temyiz Edilip Edilmediği/1086 Sayılı Hukuk Usulü Kanunu’nun Uygulanacağı – Asliye Hukuk Mahkemesi Kararlarının Temyiz Süresinin 15 Gün Olduğu/Temyiz Dilekçesinin Süre Yönünden Reddi Gerektiği )
• DİRENME KARARININ SÜRESİNDE TEMYİZİ ( İstirdat Davası/Önsorun Teşkil Ettiği – 1086 Sayılı Hukuk Usulü Kanunu’nun Uygulanacağı – Asliye Hukuk Mahkemesi Kararlarının Temyiz Süresinin 15 Gün Olduğu/Temyiz Dilekçesinin Süre Yönünden Reddi Gerektiği )
• ASLİYE HUKUK MAHKEMESİNCE VERİLEN KARARLARDA TEMYİZ SÜRESİ ( 15 Gün Olduğu/İstirdat Davası – Önsorun Teşkil Ettiği/1086 Sayılı Hukuk Usulü Kanunu’nun Uygulanacağı – Asliye Hukuk Mahkemesi Kararlarının Temyiz Süresinin 15 Gün Olduğu/Temyiz Dilekçesinin Süre Yönünden Reddi Gerektiği )
6100/m. 3/1
1086/m. 427, 432, 444, 454
ÖZET : Dava, istirdat istemine ilişkindir.
Davalı vekilinin temyiz isteminin yasal sürede verilip verilmediği ön sorun olarak ele alınmıştır.
İstinaf mahkemelerinin göreve başlama tarihine kadar, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun temyize ilişkin yürürlükteki hükümlerinin uygulanmasına devam olunacaktır.
İstinaf mahkemelerinin göreve başlama tarihinden önce aleyhine temyiz yoluna başvurulmuş olan kararlar hakkında, kesinleşinceye kadar, HUMK’nun da 5236 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten önceki 427 ila 454 üncü madde hükümlerinin uygulanmasına devam olunacaktır.
HUMK’a göre, Asliye Hukuk Mahkemesince verilecek kararların temyiz süresi tebliğ tarihinden itibaren 15 gündür.
Yerel mahkeme direnme kararının usulüne uygun olarak tebliği üzerine, davalı vekili tarafından 15 günlük temyiz süresi geçtikten sonra verilen temyiz dilekçesinin süre yönünden reddine karar verilmelidir.
DAVA : Taraflar arasındaki “istirdat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul 6. Asliye Ticaret Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 17.02.2011 gün ve 2010/741 esas, 2011/48 karar sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 19. Hukuk Dairesinin 28.11.2012 gün ve 2012/11060 esas, 2012/17935 karar sayılı ilamı ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, istirdat istemine ilişkindir.
Yerel mahkemece, davanın kısmen kabulüne dair verilen karar davalı vekilinin temyizi üzerine, Özel Daire tarafından bozulmuş; mahkemece önceki kararda direnilmiştir. Direnme kararını, davalı vekili temyize getirmiş, Hukuk Genel Kurulu tarafından direnme olarak adlandırılan kararın yeni bir gerekçeye dayanması nedeniyle yeni hüküm niteliğinde olduğu, bu nedenle temyizinceleme görevinin Özel Daireye ait olduğu gerekçesiyle yeni hükme yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesine karar verilmiş, Özel Dairece kararın bozulması üzerine yerel mahkemece önceki kararda direnilmiştir. Direnme kararını davalı vekili temyize getirmektedir.
İşin esasının görüşülmesine geçilmezden evvel, davalı vekilinin temyiz isteminin yasal sürede verilip verilmediği ön sorun olarak ele alınmıştır.
İstinaf ( bölge adliye ) mahkemelerinin Resmi Gazete’de ilan edilerek göreve başlama tarihine kadar, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun ( HUMK ) temyize ilişkin yürürlükteki hükümlerinin ( HUMK m. 427- 444 ) uygulanmasına devam olunacaktır ( 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun ( HMK ) geçici m. 3/1 ).
Yine, istinaf mahkemelerinin göreve başlama tarihinden önce aleyhine temyiz yoluna başvurulmuş olan kararlar hakkında, kesinleşinceye kadar, HUMK’nun da 26.9.2004 tarih ve 5236 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten önceki 427 ila 454 üncü madde hükümlerinin uygulanmasına devam olunacaktır ( 5236 sayılı Kanunun Geçici 2. maddesi ve HMK’nun geçici m. 3/2 ).
HUMK’nun 432. maddesinin 1. fıkrası gereğince Asliye Hukuk Mahkemesince verilecek kararların temyiz süresi tebliğ tarihinden itibaren 15 gün olarak düzenlenmiştir.
Somut olayda; yerel mahkeme direnme kararının 21.10.2013 tarihinde davalı adına tebliğ evrakını almaya yetkili görevlisine usulüne uygun olarak tebliğ edildiği, davalı vekili tarafından direnme hükmünün temyizine dair dilekçenin 15 günlük temyiz süresi geçirildikten sonra, 06.11.2013 tarihinde temyiz harcı yatırılmak suretiyle ibraz edildiği anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca; davalı vekili tarafından 15 günlük temyiz süresi geçtikten sonra 06.11.2013 tarihinde verilen temyiz dilekçesinin süre yönünden reddine karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle yasal süre geçtikten sonra verilen temyiz dilekçesinin REDDİNE, istek halinde temyiz peşin harcının iadesine, 10.12.2014 gününde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2013/4-1246
K. 2014/27
T. 22.1.2014
• MANEVİ TAZMİNAT DAVASI ( Hakimin Hukuki Sorumluluğuna Dayalı – Davacı Hakkındaki Beraat Kararının Kesinleşme Tarihi ve Eldeki Davanın Açılma Tarihi Göz Önüne Alındığında Bir Yıllık Hak Düşümü Süresinin Geçirildiği/Davanın Reddinin Yerinde Olduğu )
• HAKİMİN HUKUKİ SORUMLULUĞU ( Tazminat Davasının Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar veya Kovuşturma Sonucunda veya Dava Sonunda Verilen Kararın Kesinleştiği Tarihten İtibaren Bir Yıl İçinde Açılması Gerektiği – Bu Sürenin Geçirilmesi Sebebiyle Davanın Reddinin İsabetli Olduğu/Manevi Tazminat )
• HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRE ( İhbar Olunan C. Savcısı Tarafından Davacı Hakkında Düzenlenen İddianame Nedeniyle Tazminat İstemi – Davacı Hakkındaki Beraat Kararının Kesinleşme Tarihi ve Eldeki Davanın Açılma Tarihi Göz Önüne Alındığında Bir Yıllık Hak Düşümü Süresinin Geçirildiği )
• KESİNLEŞME ( Hakimin Hukuki Sorumluluğuna Dayalı Manevi Tazminat – Davacı Hakkındaki Beraat Kararının Kesinleşme Tarihi ve Eldeki Davanın Açılma Tarihi Göz Önüne Alındığında 2802 S. K.’nun Md. 93/A Hükmünde Düzenlenmiş Bulunan Bir Yıllık Hak Düşümü Süresinin Geçirildiği/Davanın Reddinin Usul ve Yasaya Uygun Olduğu )
2802/m.93/A
ÖZET : Dava, hakimin hukuki sorumluluğuna dayalı olarak manevi tazminat istemine ilişkindir. Dava konusu olayda, ihbar olunan Cumhuriyet Savcısı tarafından davacı hakkında düzenlenen iddianame nedeniyle tazminat isteminde bulunulmuştur. 2802 sayılı Yasa’nın 93/A maddesindeki düzenleme itibariyle; tazminat davasının, kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya kovuşturma sonucunda veya dava sonunda verilen kararın kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde açılması gerekir. Öngörülen süre Yasa’da belirtilmiş olmakla, hak düşümüsüresidir ve re’sen ( kendiliğinden ) gözönünde tutulması gerekir. Davacının, katılan/sanık sıfatı ile yer aldığı ceza dosyasında; davacının, atılı tehdit eylemi nedeniyle beraat kararı verilmiş olup; katılan/sanık sıfatı ile davacının yüzüne karşı okunmuştur. Dosya içeriğinden, davacı hakkındaki beraat kararının temyiz edilmediği; katılan/sanık durumunda bulunan dava dışı şahıs hakkındaki beraat hükmünün ise, davacı tarafından temyiz edildiği ve hükmün dava dışı şahsa ilişkin bölümünün onanmasına karar verildiği anlaşılmaktadır. Davacı hakkındaki beraat kararının kesinleşme tarihi ve Eldeki davanın açılma tarihi göz önüne alındığında 2802 sayılı Yasa’nın 93/A maddesinde düzenlenmiş bulunan bir yıllık hak düşümü süresi geçirilmiştir. Davanın, bu nedenle reddine dair verilen karar usul ve yasaya uygundur.
DAVA : Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan incelemesi sonucunda ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay 4.Hukuk Dairesince;
( … DAVA: Dava dilekçesinde, olay tarihinde Kırıkkale Cumhuriyet Savcısı olan davacının, yıllık izni nedeniyle Tarsus İlçesi’nde iken kalp rahatsızlığı geçirdiği ve 13/04/2009 tarihinde Tarsus Devlet Hastanesi’ne gittiği; görevli hekim olan dava dışı F. K. ile aralarında tartışma yaşandığı; hekimin bir gün sonra şikayet dilekçesi verdiği; ihbar olunan tarafından yapılan soruşturma sonucunda, davacı hakkında tehdit isnadı ile kamu davası açıldığı; oysa ki, müştekinin şikayetinden vazgeçmiş bulunduğu;şikayete bağlı bulunan suç nedeniyle dava açılmaması ve kovuşturma aşamasında da düşme kararı verilmesi gerektiği; ayrıca, soruşturmanın 2802 sayılı Yasa’ya aykırı olarak kolluğa yaptırıldığı; Ankara 2.Ağır Ceza Mahkemesi’nin 29/07/2010 gün ve 2010/74-225 sayılı kararı ile davacı hakkında beraat hükmü verildiği; ancak,aleyhe temyiz olmadığı için verilen kararın temyiz incelemesinden geçmediği; HMK’nun 46/1-c maddesi hükmüne göre kanunun açık düzenlemesine aykırı davranıldığı ileri sürülerek;50.000,00-TL manevi tazminat ve yasal faize hükmedilmesi talep olunmuştur.
CEVAP: Cevap dilekçesinde, davanın süresinde açılmadığı ve esası bakımından da sorumluluk koşularının oluşmadığı savunulmuştur.
İhbar olunan tarafından verilen dilekçede ise; davanın süresinde açılmadığı ve ileri sürülen eylemin de şikayet koşuluna bağlı bulunmadığı belirtilerek, davanın reddine karar verilmesi talep olunmuştur.
GEREKÇE: Dava, hakimin hukuki sorumluluğuna dayalı olarak manevi tazminat istemine ilişkindir.
“Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair” 6110 sayılı Yasa 14/02/2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanmak suretiyle yürürlüğe girmiştir. 6110 sayılı Yasa’nın 12.maddesi ile 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’na 93/A maddesi eklenmiştir. Maddedeki düzenlemeye göre:
Hakim ve savcıların bir soruşturma, kovuşturma veya davayla ilgili olarak yaptıkları işlem, yürüttükleri faaliyet veya verdikleri her türlü kararlar nedeniyle:
a )Ancak Devlet aleyhine tazminat davası açılabilir.
b )Kişisel kusur, haksız fiil veya diğer sorumluluk sebeplerine dayanılarak da olsa hakim veya savcı aleyhine tazminat davası açılamaz.
Devlet aleyhine açılacak tazminat davası ancak dava konusu işlem, faaliyet veya kararın dayanağı olan;
a )Soruşturma sonucunda verilen kovuşturmaya yer olmadığına dair kararın veya kamu davası açılmış ise kovuşturma sonucunda verilen hükmün,
b )Dava sonunda verilen hükmün, kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde açılabilir.
Kovuşturmaya yer olmadığına dair kararın veya hükmün kesinleşmesinden önce, hakim veya savcının söz konusu işlem, faaliyet veya kararıyla ilgili olarak görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle görevini kötüye kullanmaktan mahkumiyeti halinde ise tazminat davası bu hükmün kesinleşmesinden itibaren bir yıl içinde açılabilir.
Dava konusu olayda, ihbar olunan Cumhuriyet Savcısı tarafından davacı hakkında düzenlenen iddianame nedeniyle tazminat isteminde bulunulmuştur.
Yukarıya aynen alıntılanan 2802 sayılı Yasa’nın 93/A maddesindeki düzenleme itibariyle; tazminat davasının, kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya kovuşturma sonucunda veya dava sonunda verilen kararın kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde açılması gerekir. Öngörülen süre Yasa’da belirtilmiş olmakla, hak düşümü süresidir ve re’sen ( kendiliğinden ) gözönünde tutulması gerekir.
Davacının, katılan/sanık sıfatı ile yer aldığı Ankara 2.Ağır Ceza Mahkemesi’nin 29/07/2010 gün ve 2010/74-225 sayılı dava dosyasında; davacının, atılı tehdit eylemi nedeniyle beraat kararı verilmiş olup; katılan/sanık sıfatı ile davacının yüzüne karşı okunmuştur. Dosya içeriğinden, davacı hakkındaki beraat kararının temyiz edilmediği; katılan/sanık durumunda bulunan dava dışı F. K. hakkındaki beraat hükmünün ise, davacı tarafından temyiz edildiği ve Yargıtay 4. Ceza Dairesi’nin 08/02/2011 gün ve 2010/28569-2011/1238 sayılı ilamı ile hükmün dava dışı F. K.’ye ilişkin bölümünün onanmasına karar verildiği anlaşılmaktadır.
CMK’nun 331. ve CMUK’nun 310.maddeleri hükümleri gözönünde tutulduğunda, davacı hakkındaki beraat kararının 08.09.2010 tarihinde kesinleşmiş olduğu anlaşılmaktadır. Eldeki dava ise, 08.02.2012 tarihinde açılmış olup; 2802 sayılı Yasa’nın93/A maddesinde düzenlenmiş bulunan bir yıllık hak düşümü süresi geçirilmiştir. Davanın, açıklanan bu nedenle reddi gerekmiştir.
HÜKÜM: Yukarıda gösterilen nedenle;
1-Davanın hak düşürücü süre yönünden REDDİNE,
2-Davanın reddi nedeniyle alınması gereken 24,30-TL maktu karar ve ilam harcının peşin alınan 742,50.-TL’den düşümü ile kalan 718,20-TL’nin istek halinde davacıya iadesine,
3-Karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Ücret Tarifesi uyarınca davalı yararına takdir olunan 2.640,00-TL maktu avukatlık ücretinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine,
4-Davacı tarafından yapılan giderlerin üzerinde bırakılmasına… ),
Dair oybirliği ile verilen 22.01.2013 gün ve 2012/12-2013/7 sayılı kararın davacı tarafından temyiz edilmesi üzerine, kararın süresinde temyiz edildiğinin anlaşılmasından ve dosyadaki tüm kağıtların okunmasından sonra gereği düşünüldü:
KARAR : Davacı, Kırıkkale Cumhuriyet Savcısı olup, Hastaneye gittiğini; görevli hekim ile aralarında tartışma yaşandığını; hekimin şikâyeti üzerine C.Savcısı tarafından kendisi hakkında tehdit isnadı ile kamu davası açıldığını; oysa müştekinin şikâyetinden vazgeçmiş olması nedeniyle dava açılmaması gerektiğini; ayrıca, soruşturmanın 2802 sayılı Yasa’ya aykırı olarak kolluğa yaptırıldığını; Mahkemece hakkında beraat kararı verildiğini, HMK’nun 46/1-c maddesi hükmüne aykırı davranıldığını ileri sürülerek, 50.000,00-TL manevi tazminat talep etmiştir.
Davalı vekili cevap dilekçesinde, davanın süresinde açılmadığını ve esası bakımından da sorumluluk koşularının oluşmadığını savunmuştur.
Mahkemece yukarıda başlık bölümüne alınan gerekçe ile davanın reddine karar verilmiştir.
Dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bilgi ve belgelere, daire kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, usul ve yasaya uygun olduğu tespit edilen Yargıtay 4.Hukuk Dairesinin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği kararın onanması gerekir.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile 4.Hukuk Dairesinin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği kararın yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, gerekli temyiz ilan harcı peşin alınmış olduğundan başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 6110 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 12.maddesi ile 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’na eklenen 93/A-5 fıkrası ve 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440 maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 22.01.2014 gününde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2013/12-1151
K. 2014/28
T. 22.1.2014
• MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT DAVASI ( Hazine Aleyhine Açılan – İşlemin Dayanağı Olan Hüküm Henüz Kesinleşmediğinden Henüz Davacının Zararının Doğmadığı/Dava Açma Koşulu Gerçekleşmediğinden Davanın Usulden Reddine Dair Kararın Yerinde Olduğu )
• DEVLET ALEYHİNE AÇILACAK TAZMİNAT DAVASI ( Hükmün Kesinleştiği Tarihten İtibaren Bir Yıl İçinde Açılabileceği/İşlemin Dayanağı Olan Hüküm Henüz Kesinleşmediğinden Henüz Davacının Zararının Doğmadığı/Davanın Usulden Reddine Dair Kararın İsabetli Olduğu – Maddi ve Manevi Tazminat )
• HÜKMÜN KESİNLEŞMESİ ( İcra Hukuk Mahkemesi Hâkiminin İhalenin Feshi Davası Açılmadığı Yönündeki Cevabi Yazısı İle Bağlantılı Olan ve Davacının Zararına Dayanak Olarak Gösterdiği İhalenin Feshi Davası Derdest Olduğu/İşlemin Dayanağı Olan Hükmün Henüz Kesinleşmediği – Dava Açma Koşulunun Gerçekleşmediği )
• DAVA ŞARTI ( 6100 S. HMK’nun 46. Md. Hükmü Uyarınca Hazine Aleyhine Açılan Tazminat İstemi – İşlemin Dayanağı Olan Hükmün Henüz Kesinleşmediği/Hükmün Kesinleşmiş Olmasının Dava Şartı Olarak Belirlendiği/Dava Şartı Yokluğundan Davanın Usulden Reddine Dair Kararın Yerinde Olduğu )
2802/m.93/A
6100/m.46,115/2
ÖZET : Dava, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 46. maddesi uyarınca hazine aleyhine açılan tazminat istemine ilişkindir. Devlet aleyhine açılacak tazminat davasının, karar verildiği anda kesin ise bu tarihten, süresi içinde kanun yoluna başvurulmayarak kesinleşmiş ise kararın kesinleştiği tarihten; kanun yoluna başvurulmuşsa bu başvurunun reddi kararınıntebliğ tarihinden itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içinde açılması gerekmektedir. Somut olayda, İcra Hukuk Mahkemesi Hâkiminin “ihalenin feshi davası açılmadığı yönündeki” cevabi yazısı ile bağlantılı olan ve davacının zararına dayanak olarak gösterdiği ihalenin feshi davası derdest olup, İcra Hukuk Mahkemesinde görülmektedir. İşlemin dayanağı olan hüküm henüz kesinleşmemiştir. Dava kesinleşmediğine göre henüz davacının zararı da doğmamıştır. Dolayısıyla işbu davada, dava açma koşulu gerçekleşmemiştir. Hükmün kesinleşmiş olması, HMK’nun 114/2. maddesi yollamasıyla 2802 Sayılı Kanunun 93/A-2 maddesi gereği dava şartı olarak belirlenmiştir. Dava şartı öncelikle incelenir ve mevcut olmaması durumunda ise davanın esasına girilmeden dava usulden reddedilir. Nitekim HMK.nun 138. maddesinde, “mahkeme, öncelikle dava şartları ve ilk itirazlar hakkında dosya üzerinden karar verir” düzenlemesi yer almaktadır. Bu nedenle ön inceleme duruşması yapmadan, dosya üzerinden davanın HMK’nun 115. maddesinin 2. fıkrası uyarınca usulden reddine karar verilmiştir. Dava usulden reddedildiğinden ve HMK’nun 49. maddesinde usulden red halinde disiplin para cezası öngörülmediğinden disiplin para cezasına hükmedilmemiştir.
DAVA : Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan incelemesi sonucunda ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay 12. Hukuk Dairesince;
( … İDDİA:Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; Alanya 2. İcra Müdürlüğünün 2009/4546 Esas sayılı takip dosyası alacaklıları olan J. ile G. B.’ın alacaklarını F. Y.’a temlik ettiklerini, F.’in yaptığı icra takibinin kesinleştiğini, müvekkilinin ½ hissesinin haczedildiğini, 450.000,00 TL olarak kıymet takdir edilen taşınmazın satışa çıkarıldığını, 275.000,00 TL bedel üzerinden alacaklıya ihale edildiğini, 7 günlük sürede ( 18.02.2011 günü ) ihalenin feshi talebini içeren dilekçeyi Alanya 1. İcra Hukuk Mahkemesine gönderilmek üzere Antalya 1. İcra Hukuk Mahkemesine verdiklerini, 2011/164 Muh. İle dava harç ve masraflarını yatırdıklarını, icra müdürlüğünce 21.02.2011 tarihinde ihalenin feshi davası açılıp açılmadığının sorulduğunu, Alanya 1. İcra Hukuk Mahkemesince de dava açılmadığının bildirmesi üzerine icra müdürlüğünce ihale kesinleştirilerek alıcı F. Y. adına tescili için müzekkere yazıldığını, 22.02.2011 tarihinde de taşınmazın F. Y. adına tescil edildiğini, aynı gün taşınmazın F. Y. tarafından F. O.’a devredildiğini, ihalenin feshi davasının Alanya 1. İcra Hukuk Mahkemesinin 2011/209 Esasında görülmekte olduğunu, süresinde açılan bir ihalenin feshi davası bulunmasına rağmen, UYAP ortamında gerekli araştırmayı yapmadan davanın açılmadığı yönünde icra müdürlüğüne bilgi veren ve ihalenin kesinleşmesine neden olan hâkimin eylemi nedeniyle müvekkilinin 295.941,50 TL zarara uğradığını, ayrıca müvekkilinin olay nedeniyle büyük elem duyduğunu belirterek 10.000,00 TL manevi, 295.941,50 TL maddi tazminatın davalıdan yasal faiziyle tahsilini talep etmiştir.
SAVUNMA:Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle; 2802 Sayılı Kanunun 93/A maddesi uyarınca davanın “hükmün kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde” açılabileceğini, davacının davasını süresinde açmadığının tespit edilmesi durumunda davanın süreden reddi gerektiğini, dava açma şartının gerçekleşmediğini, HMK.nun 46. maddesindeki koşulların bulunmadığını, sorumluluk nedenlerinin sınırlı ve sayılı olduğunu, HMK.nun 48. maddesine göre dayanılan sorumluluk nedenlerinin delillerinin de açıkça belirtilmediğini savunarak davanın reddini ve HMK.nun 49. maddesi gereğince davacı aleyhine disiplin para cezasına hükmedilmesini talep etmiştir.
İHBAR OLUNANIN SAVUNMASI:İhbar olunana dava dilekçesi usulüne uygun olarak tebliğ edildiği halde, herhangi bir dilekçe vermediği görülmüştür.
DELİLLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ VE HUKUKİ NİTELENDİRME: Dava, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 46. maddesi uyarınca hazine aleyhine açılan tazminat istemine ilişkindir.
1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununu, ek ve değişiklikleri ile birlikte tümüyle yürürlükten kaldıran, 12.01.2011 tarih ve 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu, 01 Ekim 2011 tarihinde yürürlüğe girmiş ve “Hâkimin Hukuki Sorumluluğu” başlığı altında yer verilen düzenlemeyle, 46 ilâ 49. maddelerinde; sorumluluk sebepleri, yargılamada görevli mercii, dava dilekçesine dair özel yöntem ve davanın reddi halinde verilecek ceza ile ilgili özel hükümler getirmiş, hâkimlerin hukukî sorumluluğuna ilişkin yeni bir sistem benimsemiştir.
Ayrıca 6110 Sayılı Kanunun 12.maddesiyle 2802 Sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununa 93/A maddesi eklenmiştir. Bu maddede: “Hâkim ve savcıların bir soruşturma, kovuşturma veya davayla ilgili olarak yaptıkları işlem, yürüttükleri faaliyet veya verdikleri her türlü kararlar nedeniyle; ancak Devlet aleyhine tazminat davası açılabileceği, kişisel kusur, haksız fiil veya diğer sorumluluk sebeplerine dayanılarak da olsa hâkim veya savcı aleyhine tazminat davası açılamayacağı, Devlet aleyhine açılacak tazminat davasının, ancak dava konusu işlem, faaliyet veya kararın dayanağı olan soruşturma sonucunda verilen kovuşturmaya yer olmadığına dair kararın veya kamu davası açılmış ise kovuşturma sonucunda verilen hükmün ya da dava sonunda verilen hükmün kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde açılabileceği” düzenlemesine yer verilmiştir.
GÖREV: İcra hukuk mahkemesi hâkiminin fiil ve kararlarından dolayı tazminat davası açıldığından ve bu mahkemenin temyiz mercii de dairemiz olduğundan, davaya bakmaya ilk derece mahkemesi sıfatıyla dairemiz görevli bulunmaktadır.
HUSUMET: 2802 Sayılı Kanunun 93/A maddesinde; “Hâkim ve savcıların bir soruşturma, kovuşturma veya davayla ilgili olarak yaptıkları işlem, yürüttükleri faaliyet veyaverdikleri her türlü kararlar nedeniyle ancak Devlet aleyhine tazminat davası açılabilir” denilmekte, 6100 Sayılı HMK’nun 46. maddesinin 1. fıkrasında da; “Hâkimlerin yargılama faaliyetinden dolayı aşağıdaki sebeplere dayanılarak Devlet aleyhine tazminat davası açılabilir” hükmü yer almaktadır. Bu hükümlere göre hâkimlerin yargısal faaliyetlerinden kaynaklanan zararlardan dolayı ancak Devlet aleyhine tazminat davası açılabilecektir. Davacı da davasını yukarıdaki hükümlere uygun olarak devlete karşı açmıştır.
İHBAR: 6100 Sayılı Kanunun 48. maddesinin 2. fıkrasının; “Mahkeme, açılan tazminat davasını, ilgili hâkime resen ihbar eder” şeklindeki emredici hükmü gereği, dava, kararı veren hâkim C. O.’a resen ihbar edilmiştir.
VEKALET: HMK.nun 74. maddesi uyarınca, vekilin işbu tazminat davasını açabilmesi için, vekâletnamesinde açık yetki bulunması gerektiği halde davacı vekilince sunulan vekâletnamede özel yetki bulunmadığından, davacı vekiline “hâkimin fiili sebebiyle Devlet aleyhine tazminat davası açma” yetkisini içeren vekâletname sunması hususunda tensip tutanağının tebliği tarihinden itibaren iki hafta kesin süre verilmiş, verilen sürede özel yetki içeren vekaletname sunulmuştur.
HARÇ VE GİDER AVANSI: HMK’nun 120. maddesinin 1. fıkrasında; “Davacı, yargılama harçları ile her yıl Adalet Bakanlığınca çıkarılacak gider avansı tarifesinde belirlenecek olan tutarı, dava açarken mahkeme veznesine yatırmak zorundadır” hükmü yer almaktadır. Davacı HMK’nun 120. maddesi gereği dava açarken yatırması gereken gider avansını yatırmamış, daha sonra çıkarılan muhtıra üzerine yatırmıştır.
ÖN İNCELEME: Dava dilekçesi ve ekleri, ihbar olunan ile davalıya, davalı vekilinin cevap dilekçesi davacı vekili ile ihbar olunana tebliğ edilmiş, davacı vekilince cevaba cevap dilekçesi verilmiştir.
TEMİNAT: Teminat yatırılması dava şartı olduğundan, davacının yabancı uyruklu olması da gözetilerek Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğüne müzekkere yazılmış, Almanya ile Ülkemiz arasında teminattan muafiyete dair sözleşme ya da karşılıklılık olup olmadığı sorulmuş, teminattan muafiyete dair sözleşme bulunduğu bildirildiğinden, davacının teminat yatırması istenilmemiştir.
SÜRE : 2802 Sayılı Kanunun 93/A maddesinin 2. fıkrasında; “Devlet aleyhine açılacak tazminat davası, ancak dava konusu işlem, faaliyet veya kararın dayanağı olan… hükmün kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde açılabilir” düzenlemesi yer almaktadır.
Bu maddeye göre dava açmanın ön koşulu hükmün kesinleşmiş olmasıdır. Bir başka deyişle hâkimin sorumluluğunu gerektiren işlem, faaliyet veya kararın dayanağı olan hüküm kesinleşmeden tazminat davası açılması mümkün değildir.
Bu nedenle devlet aleyhine açılacak tazminat davasının, karar verildiği anda kesin ise bu tarihten, süresi içinde kanun yoluna başvurulmayarak kesinleşmiş ise kararın kesinleştiği tarihten; kanun yoluna başvurulmuşsa bu başvurunun reddi kararının tebliğ tarihinden itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içinde açılması gerekmektedir.
Somut olayda, Alanya 1. İcra Hukuk Mahkemesi Hâkiminin “ihalenin feshi davası açılmadığı yönündeki” cevabi yazısı ile bağlantılı olan ve davacının zararına dayanak olarak gösterdiği ihalenin feshi davası derdest olup, Alanya 1. İcra Hukuk Mahkemesinin 2011/209 Esasında görülmektedir. İşlemin dayanağı olan hüküm henüz kesinleşmemiştir. Dava kesinleşmediğine göre henüz davacının zararı da doğmamıştır. Dolayısıyla işbu davada, dava açma koşulu gerçekleşmemiştir. Hükmün kesinleşmiş olması, HMK’nun 114/2. maddesi yollamasıyla 2802 Sayılı Kanunun 93/A-2 maddesi gereği dava şartı olarak belirlenmiştir. Dava şartı öncelikle incelenir ve mevcut olmaması durumunda ise davanın esasına girilmeden dava usulden reddedilir. Nitekim HMK.nun 138. maddesinde, “mahkeme, öncelikle dava şartları ve ilk itirazlar hakkında dosya üzerinden karar verir” düzenlemesi yer almaktadır.
Bu nedenle ön inceleme duruşması yapmadan, dosya üzerinden davanın HMK’nun 115. maddesinin 2. fıkrası uyarınca usulden reddine karar verilmiştir. Dava usulden reddedildiğinden ve HMK’nun 49. maddesinde usulden red halinde disiplin para cezası öngörülmediğinden disiplin para cezasına hükmedilmemiştir.
HÜKÜM: Yukarıda açıklanan nedenlere, kararın dayandığı yasal ve hukuksal gerekçeye, dosyadaki kanıtlara ve heyetin takdirine göre;
1.2802 Sayılı Kanunun 93/A maddesinde belirtilen dava açma koşulu gerçekleşmediğinden davanın usulden reddine,
2.Dava usulden reddedildiğinden HMK’nun 49. maddesi uyarınca, disiplin para cezası verilmesine yer olmadığına,
3.HMK’nun 333. maddesi gereği, hükmün kesinleşmesinden sonra, davacı tarafından yatırılan gider avansından kullanılmayan kısım kalması halinde, iadesine karar verilerek, tebliğ gideri avanstan karşılanmak suretiyle iade kararının davacıya tebliğine,
4.492 Sayılı Harçlar Kanunu gereğince alınması gereken 32,40 TL başvurma harcı yerine 21,15 TL alınmış olduğundan eksik kalan 11,25 TL başvurma harcı ile 32,40 TL maktu karar ve ilam harcı, peşin alınan 4543,25 TL harçtan düşülerek, arta kalan 4499,60 TL harcın karar kesinleştiğinde ve istek halinde ödeyene iadesine,
5.Davacı tarafından yapılan yargılama giderinin üzerinde bırakılmasına,
6.Davalı kendisini vekille temsil ettirdiğinden, karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 7. maddesinin 2. fıkrasına göre davalı yararına hesaplanan 2.640,00 TL maktu vekâlet ücretinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine… ),
Dair oybirliği ile verilen 08.03.2013 gün ve 2012/3-2013/3 sayılı kararın davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, kararın süresinde temyiz edildiğinin anlaşılmasından ve dosyadaki tüm kağıtların okunmasından sonra gereği düşünüldü:
KARAR : Davacı, aleyhine başlatılan icra takibi nedeniyle taşınmazının haczedildiğini, taşınmazın satışa çıkarıldığını ve alacaklıya ihale edildiğini, icra müdürlüğünce ihalenin feshi davası açılıp açılmadığının sorulması üzerine, Alanya 1. İcra Hukuk Mahkemesince de dava açılmadığının bildirmesi üzerine, icra müdürlüğünce ihale kesinleştirilerek taşınmazın alıcı adına tescil edildiğini, süresinde açılan bir ihalenin feshi davası bulunmasına rağmen, gerekli araştırmayı yapmadan davanın açılmadığı yönünde icra müdürlüğüne bilgi veren ve ihalenin kesinleşmesine neden olan hâkimin eylemi nedeniyle müvekkilinin zarara uğradığını belirterek, 10.000,00 TL manevi, 295.941,50 TL maddi tazminatın davalıdan yasal faiziyle tahsilini talep etmiştir.
Davalı vekili cevap dilekçesinde, 2802 Sayılı Kanunun 93/A maddesi uyarınca davanın “hükmün kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde” açılabileceğini dava şartlarının oluşmadığını savunmuştur.
Mahkemece yukarıda başlık bölümüne alınan gerekçe ile davanın reddine karar verilmiştir.
Dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bilgi ve belgelere, daire kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, usul ve yasaya uygun olduğu tespit edilen Yargıtay 12. Hukuk Dairesinin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği kararın onanması gerekir.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile 12. Hukuk Dairesinin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği kararın yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, gerekli temyiz ilam harcı peşin alındığından başka harç alınmasına mahal olmadığına, 6110 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 12. Maddesi ile 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’na eklenen 93/A-5 fıkrası ve 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440 maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 22.01.2014 gününde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2013/15-169
K. 2013/1365
T. 18.9.2013
• İCRA TAKİP DOSYASININ İŞLEMDEN KALDIRILMASI ( Takip Derdest Kalmaya Devam Edeceğinden Takibin Yapıldığı Tarihte İşlemekte Olan Zamanaşımı Süresi Kesildiği – İcra Takibinde Dosyanın İşlemden Kaldırılması İle Zamanaşımını Kesici Etkisinin Ortadan Kalktığı Yönündeki Gerekçenin Yerinde Olmadığı/Alacak Davası )
• ALACAK DAVASI ( Eser Sözleşmesinden Kaynaklanan – İcra Takibinde Dosyanın İşlemden Kaldırılması Halinde Takip Derdest Kalmaya Devam Edeceğinden Takibin Yapıldığı Tarihte İşlemekte Olan Zamanaşımı Süresi Kesildiği/Kesilip Yeniden İşlemeye Başlayan Zamanaşımı Süresi Geçmediğinden Def’in Reddi Gerektiği )
• ESER SÖZLEŞMESİ ( Alacak Davası – Beş Yıllık Zamanaşımı Süresine Tabi Bulunduğu/Davacı Tarafından Takibin Yapıldığı Tarih İtibariyle Henüz Beş Yıllık ZamanaşımıSüresinin Dolmadığı/Takibin Yapıldığı Tarihte İşlemekte Olan Zamanaşımı Süresinin Kesildiği )
• ZAMANAŞIMININ KESİLMESİ ( İcra Takibinde Bulunulmasının Zamanaşımını Kesen Sebepler Arasında Yer Almakta Olduğu/İcra Takibinde Dosyanın İşlemden Kaldırılması Halinde Takip Derdest Kalmaya Devam Edeceğinden Takibin Yapıldığı Tarihte İşlemekte Olan Zamanaşımı Süresinin Kesildiği – Alacak Davası )
818/m.126/IV,133/II
6098/m.147/6,154/2
ÖZET : Dava, eser sözleşmesinden kaynaklanan alacak istemine ilişkindir. Zamanaşımının kesilmesi, borçlunun veya alacaklının veya hakimin belli fiillerinin sonucu olarak, işlemiş bulunan zamanaşımı süresinin yanması ve kesilmeye neden olan olaydan itibaren yeni bir zamanaşımı süresinin işlemeye başlamasıdır. Dava konusu alacak, eser sözleşmesinden kaynaklanmakta olup BK’nun 126/IV. ( TBK’nun 147/6. ) maddesinde öngörülen 5 yıllık zamanaşımı süresine tabi bulunmaktadır. Dosya içerisindeki belgelerden davacının aynı alacakla ilgili icra takibi başlattığı, takip dosyasının işlemden kaldırıldığı anlaşılmaktadır. BK’nun 133/II. ( TBK’nun 154/2. ) maddesi gereğince, icra takibinde bulunulması zamanaşımını kesen sebepler arasında yer almakta olup, davacı tarafından takibin yapıldığı tarih itibariyle henüz beş yıllık zamanaşımı süresi dolmamış bulunmaktadır. İcra takibinde dosyanın işlemden kaldırılması halinde takip derdest kalmaya devam edeceğinden, takibin yapıldığı tarihte işlemekte olan zamanaşımı süresi kesilmiştir. Bu nedenle, mahkemenin icra takibinde dosyanın işlemden kaldırılması ile zamanaşımını kesici etkisinin ortadan kalktığı yönündeki direnmesi yerinde değildir.
DAVA : Taraflar arasındaki “alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Sincan 1.Sulh Hukuk Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 29.12.2011 gün ve 2011/89 E.-2011/1447 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 15.Hukuk Dairesi’nin 04.05.2012 gün ve 2012/2360 E.-2012/3109 K. sayılı ilamı ile;
( … Dava eser sözleşmesinden kaynaklanan alacak istemine ilişkindir. Mahkemece davanın zamanaşımı nedeniyle reddine dair verilen karar davacı vekilince temyiz edilmiştir.
Yanlar arasındaki uyuşmazlık eser sözleşmesinden kaynaklandığından yüklenici tarafından açılacak alacak davası Borçlar Kanunu’nun 126/IV.maddesi hükmünce 5 yıllık zamanaşımı süresine tabîdir. Aynı Kanun’un 128.maddesi gereğince zamanaşımı süresi alacağın muaccel olduğu tarihten itibaren işlemeye başlar. BK’nın 133/II.maddesinde icra takibinin yapılmasıyla zamanaşımının kesileceği kabul edilmiştir. Zamanaşımı kesilmesi halinde o tarihten itibaren yeniden alacağın tabî olduğu zamanaşımı süresi işlemeye başlayacaktır.
Somut olayda eserin teslim tarihi kesin olarak saptanamamakla birlikte mahkemenin de kabulünde olduğu gibi en geç davalı defterlerine kaydedildiği 31.12.2003 tarihinde teslim edildiği ve alacağın bu tarihte muaccel olduğu kabul edildiği takdirde BK’nın 126/IV.maddesinde öngörülen 5 yıllık zamanaşımı süresi 31.12.2008 tarihinde dolmuş ise de; davacının aynı alacakla ilgili Sincan 5.İcra Müdürlüğü’nün 2007/413 Esas sayılı dosyasında icra takibi yaptığı 12.09.2007 tarihi itibariyle BK’nın 133/II.maddesine göre zamanaşımı süresi kesilmiş ve bu tarih itibariyle 5 yıllık yeni süre işlemeye başlamış ve 17.01.2011 dava tarihinde 5 yıllık zamanaşımı süresi dolmamıştır. İcra dosyasının işlemden kaldırılmış olması takibin yapılmamış olduğu sonucunu doğurmayacağından zamanaşımının kesici etkisini kaldırmaz.
Bu durumda dava tarihi itibariyle kesilip yeniden işlemeye başlayan zamanaşımı süresi geçmediğinden buna yönelik def’in reddi ile işin esasına girilerek sonucuna uygun bir karar verilmesi gerekirken yanlış değerlendirme ile zamanaşımından ret kararı verilmesi doğru olmamış, kararın bozulması uygun bulunmuştur… ),
Gerekçesiyle, bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, eser sözleşmesinden kaynaklanan alacak istemine ilişkindir.
Davacı vekili, davalı ile müvekkili arasında davalıya ait konut inşaatının kablo çekimi, boş pano montajı ile montaja hazır hale getirme işi konusunda sözleşme imzalandığını, müvekkilinin sözleşme ile yüklendiği edimini yerine getirmesine rağmen davalının ödemesi gereken bedelin bir kısmını ödemediğini belirterek, 7.700,00 TL bakiye alacağın 13.08.2003 tarihinden itibaren işleyecek ticarî faiziyle davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, müvekkili kooperatif ile davacı arasında elektrik tesisatı yapımı hususunda 05.09.1999 tarihli eser sözleşmesi imzalandığını, BK m.355 gereğince, eser sözleşmesinin beş yıllık zamanaşımı süresine tabi olduğunu, davacının işi 2003 yılında tamamladığını, sekiz yıllık aradan sonra açılan davada zamanaşımı süresinin geçtiğini belirterek, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Yerel Mahkemece, alacağın muaccel olduğu 31.12.2003 tarihinden davanın açıldığı 27.01.2011 tarihine kadar beş yıllık zamanaşımı süresinin geçtiği, her nekadar davacı tarafından davalı hakkında icra takibi yapılmışsa da takip dosyası yasal bir yıllık süre içerisinde takip edilmemesi sebebiyle işlemden kaldırıldığından, zamanaşımının kesilmesi şeklinde meydana gelen sonuçların ortadan kalktığı gerekçesiyle davanın reddine dair verilen karar, davacı vekilinin temyizi Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Yerel Mahkemece, önceki kararda direnilmiştir.
Direnme hükmünü davacı vekili temyiz etmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu’nun önüne gelen uyuşmazlık; alacağın tahsili amacıyla başlatılan icra takibinde dosyanın “işlemden kaldırılması” halinde, zamanaşımı süresinin kesilip kesilmeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümlenmesi için “zamanaşımı” kavramı üzerinde durulmalıdır.
Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu ( BK )’nun 125-140. ( 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu ( TBK )’nun 146-161. ) maddelerinde düzenlenmiş bulunan zamanaşımı, alacak hakkının, belli bir süre kullanıl¬maması yüzünden “dava edilebilme” niteliğinden yoksun kalmasını ifade etmektedir.
Borcun zamanaşımına uğramasıyla, borç ( alacak ) sona ermez, sadece alacaklının dava yoluyla alacağını elde etme olanağı, “alacağın dava edilebilme niteliği” ortadan kalkar. Zamanaşımına uğramış bir borç, ifa edilebilen, fakat dava edilemeyen eksik bir borçtur.
Zamanaşımına uğramış borç ifa edilirse, ifa geçerlidir, bir bağışlama veya alacaklı yönünden bir “sebepsiz zenginleşme” söz konusu değildir. Borçlu, borcun zamanaşımına uğradığını bilmediğini, bu nedenle hataen ( yanılarak ) ödemede bulunduğunu ileri sürerek verdiğini geri isteyemez ( BK m. 62; TBK m. 78/2 ).
Zamanaşımı hukuki açıdan “def’i” ( kişisel savunma nedeni ) niteliğindedir. Borçlu borcunu ifadan kaçınmak istiyorsa, zamanaşımı def’inde bulunup, alacağın zamanaşımına uğradığını, dava edilebilme niteliğini kaybettiğini ileri sürebilir ( BK m. 140; TBK m. 161 ). BK m. 140’da açıkça belirtildiği üzere, “zamanaşımı ileri sürülmezse, hakim bunu kendiliğinden gözönüne alamaz”.
Bir alacağın zamanaşımına uğraması yani alacağın “dava edilebilme” niteliğini kaybetmesi için, “zamanaşımı süresi”nin geçmesi gerekir.
BK’nun 125.maddesi: “Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde, her dava on senelik müruru zamana tabidir.”
Hükmünü içermektedir.
BK m.125’de öngörülen zamanaşımı süresi genel bir süre olup, maddede de ifade edildiği üzere aksine bir hüküm bulunmadığı hallerde bütün alacaklar için geçerlidir. Aksine hükmün bulunduğu hallerden birisi bu maddeyi takip eden 126. maddede düzenlenmiştir. Anılan maddede beş yıllık zamanaşımına tabi olan alacaklar altı bent halinde hükme bağlanmıştır.
Kanunlarda, BK m. 125 ve 126’de öngörülen beş ve on yıllık zamanaşımından farklı zamanaşımı süreleri de vardır ( Örneğin, TMK m. 639; TBK m. 72; BK. m. 60, 66 gibi ).
BK m. 128’a göre, sözleşmeden doğan alacaklarda “Müruru zaman alacağın muaccel olduğu zamandan başlar”.
Borcun yerine getirilmesi bir süreye bağlanmamışsa, borcun doğumu ile birlikte alacak “muaccel” olur ( BK m. 74; TBK m. 90 ) ve borcun doğumu ile birlikte zamanaşımı işlemeye başlar”. Sözleşmeden doğan borçlarda zamanaşımının işlenmeye başlaması için alacağın muaccel ( istenebilir ) olması yeterlidir.
Alacaklı, alacağının varlığından haberdar olmasa dahi, alacağın muaccel olmasıyla birlikte, zamanaşımı süresi işler.
Borcun ifası bir süreye bağlanmışsa, alacak, sürenin dolması ile, ifa gününün gelmesiyle muaccel olur ve o günden itibaren zamanaşımı işler.
Bir borç ilişkisinden ( örneğin kira sözleşmesinden ) muacceliyet tarihleri farklı, aynı nitelikte birden çok borç doğmuşsa, zamanaşımı her alacak için o alacağın istenebileceği tarihten itibaren işlemeye başlar.
Alacağın muacceliyeti, alacaklının bir bildirimine ( ihbarına ) bağlı ise, zamanaşımı bu bildirimin yapılabileceği günden itibaren işler ( BK m. 128; TBK m. 149/2 ).
Taliki ( erteleyici ) şarta bağlı borçlarda zamanaşımı, şartın gerçekleştiği, bu suretle alacaklının borcun ifasını isteyebileceği tarihten itibaren işlemeye başlar. Buna karşılık, infisahi ( bozucu ) şarta bağlı borçlarda, şarta rağmen zamanaşımı işler.
Zamanaşımı süresi işlemeye başladıktan sonra borçlunun bazı eylemleri, borçla ilişkisinin devam ettiğini ve bu ilişkiyi devam ettirdiğini, alacaklının bazı eylemleri ise alacakla ilişkisinin devam ettiği ve hakkının peşinde olduğunu ortaya koyabilir. Bu eylemlere rağmen, zamanaşımı süresinin işlemeye devam ettiğini ve borcu sona erdirdiğini kabul etmek güçtür. Bunun dışında bazı alacakların nitelikleri ya da alacaklı ile borçlu arasındaki ilişkinin özel niteliği zamanaşımı süresinin işlemesini haklı göstermeyebilir. Bu mantıktan hareket eden Türk Borçlar Kanunu’nda, zamanaşımını durduran ve kesen sebeplere yer vermiştir
Zamanaşımının durması demek, o ana kadar işlemiş olan zamanaşımı süresinin işlediği noktada durması, buna yol açan sebebin ortadan kalktığı andan itibaren kaldığı yerden işlemeye devam etmesi demektir. Daha önce işlemeye başlamış bulunan zamanaşımı durmuşsa, sebep ortadan kalkınca, zamanaşımı kaldığı yerden işlemesini sürdürür. Diğer bir deyişle, işlemiş bulunan süreler dikkate alınır, geri kalan süre için zamanaşımı yeniden işlemeye devam eder ( BK m. 132; TBK m. 153 ).
Zamanaşımının kesilmesi ( kat’ı ) ise, borçlunun veya alacaklının veya hakimin belli fiillerinin sonucu olarak, işlemiş bulunan zamanaşımı süresinin yanması ve kesilmeye neden olan olaydan itibaren yeni bir zamanaşımı süresinin işlemeye başlamasıdır.
Zamanaşımının kesilmesi için, zamanaşımının işlemekte olması gerekir. Zamanaşımı süresi dolmuşsa, zamanaşımının kesilmesi söz konusu olmaz.
Zamanaşımını kesen sebepler BK m.133 ve 136’da ( TBK m.154 ve 157’de ) gösterilmiştir. Bu maddelere göre zamanaşımı: borçlunun bir fiili ile; alacaklının bir fiili ile; yargılama ve takibe ilişkin bir işlemle; yargıcın emir ve hükmüyle kesilebilir.
BK m. 133/1 ( TBK 154/1 )’e göre borçlunun borcunu kabul ettiğini gösteren, borcun kısmen ödenmesi, güvence verilmesi gibi fiiller bizzat borçlu tarafından veya onun onayı ile üçüncü şahıs tarafından yapıldığı takdirde zamanaşımı kesilir. Üçüncü şahsın, borçlunun bilgisi dışında alacaklıya ödemede bulunması zamanaşımını kesmez.
BK m. 133/2 ( TBK m. 154/2 ) ‘ye göre, “alacaklı, dava veya def’i yoluyla mahkemeye veya hakeme başvurmuşsa veya icra takibinde bulunmuşsa veya iflas masasına başvurmuşsa” zamanaşımı kesilir.
Dava, dava dilekçesinin kaydedildiği tarihte açılmış olur ( HMK m. 118 ). Alacaklı alacağının bir kısmı için ( diğer kısma ilişkin isteğini saklı tutarak ) dava açmışsa, veya alacağının bir kısmı için icra takibinde bulunmuş ise, zamanaşımı sadece dava veya takip edilen kısım için kesilir.
BK m. 136/1 ( TBK m. 157/1 )’ e göre, bir dava veya def’i ile kesilmiş bulunan zamanaşımı, dava süresince iki tarafın yargılama ile ilgili her işleminden veya yargıcın her kararından sonra ( kesilir ve ) yeniden işlemeye başlar.
Dava veya def’i reddedilirse zamanaşımı kesilmiş olmaz. Ancak dava esastan reddedilmemişse, davanın yeniden açılması mümkünse, fakat davanın açıldığı ( def’in ileri sürüldüğü ) gün ile reddedildiği tarih arasında geçen zaman içinde zamanaşımı süresi dolmuşsa, TBK m. 158’de ( BK m. 137’de ), belli haller için alacaklı yararına ( reddin kesinleştiği tarihten itibaren işleyecek ) bir ek süre öngörülmüştür. TBK m. 158’e göre, dava veya def’i, mahkemenin yetkili veya görevli olmaması ya da düzeltilebilecek bir yanlışlık yapılması yahut vaktinden önce açılmış olması nedeniyle reddedilmiş olup da o arada zamanaşımı veya hak düşürücü süre dolmuşsa, alacaklı altmış günlük ek bir süre içinde haklarını kullanabilir.
BK m. 136/2 ( TBK m. 157/2 )’ ye göre, zamanaşımı, icra takibi ile ( kovuşturulması ile ) kesilmişse alacağın takibine ilişkin her işlemden sonra yeniden işlemeye başlar.
Zamanaşımı kesilince, kesilmeden itibaren yeni bir süre işlemeye başlar ( BK m. 135/1 ). Zamanaşımının kesilmesinden sonra işleyecek yeni zamanaşımı süresi, eski ( kesilen ) zamanaşımının aynıdır. Örneğin, beş yıllık bir zamanaşımı süresi kesilmişse, yeniden işlemeye başlayacak zamanaşımı süresi de beş yıldır. Bu genel kurala, BK m. 135/2’de ( TBK m.156/2’de ) iki istisna getirilmiştir: “Borç bir senetle tanınmış” veya “kesinleşmiş, mahkeme veya hakem kararı ile sabit olmuşsa” kesilen süre daha kısa olsa bile, yeni zamanaşımı süresidaima on yıldır.
Yeri gelmişken uyuşmazlığın çözümü için icra takibinin işlemden kaldırılmasını düzenleyen İİK’nun 78.maddesi üzerinde durmakta yarar bulunmaktadır.
İİK’nun 78.maddesi:
“Ödeme emrindeki müddet geçtikten ve borçlu itiraz etmiş ise itirazı refolunduktan sonra mal beyanını beklemeksizin alacaklı haciz konmasını isteyebilir.
( Değişik fıkra: 06/06/1985 – 3222/9 md. ) Haciz istemek hakkı, ödeme emrinin tebliği tarihinden itibaren bir sene geçmekle düşer. İtiraz veya dava halinde bunların vukuundan hükmün katileşmesine kadar veya alacaklıyla borçlunun icra dairesinde taksit sözleşmeleri yapmaları halinde taksit sözleşmesinin ihlaline kadar geçen zaman hesaba katılmaz.
Alacaklı isterse, haciz talebinin vukuuna dair bir vesika verilir. Bu vesika hiç bir harç ve resme tabi değildir.
Haciz talebi kanuni müddet içinde yapılmaz veya geri alındıktan sonra bu müddet içinde yenilenmezse dosya muameleden kaldırılır.
Yeniden haciz istemek, alacaklı tarafından vukubulan yenileme talebinin borçluya tebliğine mütevakkıftır. İlama müstenit olmayan takiplerde yenileme talebi üzerine yeniden harç alınır Yenileme masraf ve harçları borçluya tahmil edilmez.”
Hükmünü içermekte olup alacaklının haciz isteme hakkı, bir yıllık süreye tabidir. Haciz isteme hakkı, ödeme emrinin tebliği tarihinden itibaren bir yıl geçmekle düşer ( İİK. m.78/II.C.1 ). Alacaklı, bir yıllık süre ( İİK. m.78/II ) içinde haciz talebinde bulunmaz veya bir yıl içinde yaptığı haciz talebini geri alıp da ( aynı ) bir yıllık süre içinde yeniden haciz talebinde bulunmaz ise, takip dosyası işlemden kaldırılır ( İİK. m.78/IV ). Bu halde, takip dosyası yalnız işlemden kaldırılır; yoksa icra takibi düşmez ( son bulmaz ). İcra Hukukunda takibin yapılmamış sayılmasına dair bir kurum bulunmadığından icra takibi derdest kalmakta devam eder. Bu halde alacaklı yenileme talebinde bulunmak suretiyle aynı takip dosyasında haciz isteyebilir ( İİK. m. 78/V ). Takip ilama dayalı değil ise, yeniden başvurma harcı ve peşin harç alınır ve bu harçlar borçluya yükletilemez. Hemen belirtmek gerekir ki, bu durumda borçluya yenileme tebliğ edilir. Yeniden ödeme emri tebliğ edilmez. Yenileme emri tebliği borçluya itiraz hakkı vermez. Kesinleşen takibe devam edilir. ( HGK’nun 15.05.2013 gün ve 2012/13-1395 E., 2013/703 K. sayılı ilamı )
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Dava konusu alacak, eser sözleşmesinden kaynaklanmakta olup BK’nun 126/IV. ( TBK’nun 147/6. ) maddesinde öngörülen 5 yıllık zamanaşımı süresine tabi bulunmaktadır.
Dosya içerisindeki belgelerden davacının aynı alacakla ilgili Sincan 5.İcra Müdürlüğü’nün 2007/413 Esas sayılı dosyası ile 12.09.2007 tarihinde icra takibi başlattığı, 18.11.2008 tarihinde de takip dosyasının işlemden kaldırıldığı anlaşılmaktadır. Alacağın 31.12.2003 tarihinde muaccel olduğu konusunda ise uyuşmazlık bulunmamaktadır.
BK’nun 133/II. ( TBK’nun 154/2. ) maddesi gereğince, icra takibinde bulunulması zamanaşımını kesen sebepler arasında yer almakta olup, davacı tarafından takibin yapıldığı 12.09.2007 tarihi itibariyle henüz beş yıllık zamanaşımı süresi dolmamış bulunmaktadır. Az yukarda da bahsedildiği üzere, icra takibinde dosyanın işlemden kaldırılması halinde takip derdest kalmaya devam edeceğinden, takibin yapıldığı 12.09.2007 tarihinde işlemekte olan zamanaşımı süresi kesilmiştir. Bu nedenle, mahkemenin icra takibinde dosyanın işlemden kaldırılması ile zamanaşımını kesici etkisinin ortadan kalktığı yönündeki direnmesi yerinde değildir.
Hal böyle olunca; aynı hususa işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının bozma ilamında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanun’un 440.maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 18.09.2013 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2012/19-779
K. 2013/355
T. 13.3.2013
• İTİRAZIN İPTALİ ( Kanun Öngördüğü Bir Sürenin Hakim Tarafından Uzatılıp Kısaltılamayacağı – Direnme Kararını Temyiz Edildiği Tarih İtibariyle Sekiz Günlük Yasal TemyizSüresi Dolduğundan Temyiz İsteminin Süre Yönünden Reddinin Gerektiği )
• YASAL TEMYİZ SÜRESİ ( Sulh Hukuk Mahkemelerinde Verilen Hükümler İçin Temyiz Süresi Direnme Kararın Tebliğ Edildiği Tarih İtibariyle Sekiz Gün Olup Mahkemece Bu Sürenin İki Hafta Olarak Değiştirilmesinin Mümkün Olmadığı – Direnme Kararını Temyiz Edildiği Tarih İtibariyle Yasal Temyiz Süresi Dolduğu )
• SULH HUKUK MAHKEMELERİNDE VERİLEN KARARLARIN TEMYİZİ ( Temyiz Süresi Direnme Kararın Tebliğ Edildiği Tarih İtibariyle Sekiz Gün Olup Mahkemece Bu Sürenin İki Hafta Olarak Değiştirilmesinin Mümkün Olmadığı – Direnme Kararını Temyiz Edildiği Tarih İtibariyle Yasal Temyiz Süresi Dolduğu )
• YASA TARAFINDAN DÜZENLENEN KESİN SÜRE ( Kanun Öngördüğü Bir Sürenin Hakim Tarafından Uzatılıp Kısaltılamayacağı – Direnme Kararını Temyiz Edildiği Tarih İtibariyle Sekiz Günlük Yasal Temyiz Süresi Dolduğundan Temyiz İsteminin Süre Yönünden Reddinin Gerektiği )
• HAKİM TARAFINDAN BELİRLENEMEYEN SÜRELER ( Kanun Öngördüğü Bir Sürenin Hakim Tarafından Uzatılıp Kısaltılamayacağı – Direnme Kararını Temyiz Edildiği Tarih İtibariyle Sekiz Günlük Yasal Temyiz Süresi Dolduğundan Temyiz İsteminin Süre Yönünden Reddinin Gerektiği )
1086/m.437
5236/m.16
ÖZET : Dava, itirazın iptali istemine ilişkindir. Hakim tarafından da sürenin belirlenebildiği durumlar var olmakla birlikte kanunda belirlenen süreler üzerinde Hakimin tasarruf yetkisi bulunmamaktadır. Eş söyleyişle kanun öngördüğü bir süre hakim tarafından uzatılıp kısaltılamaz. Temyize ilişkin süreler de yasa tarafından düzenlenen kesin sürelerdir ve resen gözetilmesi gerekir. Sulh hukuk mahkemelerinde verilen hükümler için temyiz süresi direnme kararın tebliğ edildiği tarih itibariyle 8 gün olup, mahkemece bu sürenin “iki hafta” olarak değiştirilmesi mümkün değildir. Bu itibarla, direnme kararını temyiz edildiği tarih itibariyle ( 8 ) günlük yasal temyiz süresi dolduğundan temyiz isteminin süre yönünden reddinin gerektiğine kurul çoğunluğunca karar verilmiştir. Hal böyle olunca, davalı vekilinin temyiz dilekçesinin reddi gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki “itirazın iptali” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir 1. Sulh Hukuk Mahkeme’since davanın kabulüne dair verilen 14.12.2010 gün ve 1257/1382 E., K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 19. Hukuk Dairesi’nin 26.10.2011 gün ve 3278/13260 E., K sayılı ilamı ile;
( … Davacı vekili, müvekkilinin hamili olduğu çeklerin karşılığının çıkmaması üzerine müvekkilinin davalı bankanın İzmir Kemeraltı Şubesine bankanın sorumlu olduğu miktarın tahsili amacıyla müracaat ettiğini, olumsuz cevap üzerine davalı banka aleyhine başlatılan icra takibinin yetkiye ve borca itiraz sonucu durduğunu ileri sürerek itirazın iptali ile takibin devamına ve icra inkar tazminatına karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, davanın yetkisiz mahkemede açıldığını, Aydın mahkemelerinin yetkili olduğunu, takibe konu çeklerin takas odası aracılığıyla ibraz edildiğini belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece yapılan yargılama sonucunda, davalının icra dairesinin ve mahkemenin yetkisine yönelik itirazının yerinde görülmediği, her ne kadar 3167 sayılı yasa yürürlükten kalkmış ise de 5941 sayılı yasanın 8/4. maddesi ile “ Takas odaları aracılığıyla ibraz edilmiş çekler için, üçüncü maddenin üçüncü fıkrasında belirlenen sorumluluk miktarı dahil kısmi ödeme yapılmaz. Bu durum muhatap bankanın sorumluluk tutarını ödeme yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Ancak takas odaları aracılığıyla ibraz edilen çekin, hesapta yeterli karşılığının olmadığının belirlenmesi halinde muhatap banka tarafından hesapta bulunan kısmi karşılık tutarı, çeki ibraz eden hamil lehine 15 gün süre ile bloke edilir.” şeklinde düzenleme getirildiği, dolayısıyla davalı bankanın karşılıksız çekler karşılığı sorumluluk miktarından sorumlu olduğu gerekçeleriyle davanın kabulüne takibe vaki itirazın iptaline, asıl alacağa yasal faiz tahakkuk ettirilmek üzere takibin devamına ve icra inkar tazminatına karar verilmiş, hüküm davalı vekilince temyiz edilmiştir.
5491 Sayılı Çek Kanun’un geçici 1. maddesinin 3. bendinde; Bankaların müşterilerine verdikleri eski çek defterleriyle ilgili olarak, 3167 sayılı Kanun hükümlerinin uygulanmasına devam olunacağı hükme bağlanmıştır. 3167 sayılı yasanın 6. maddesi uyarınca takas odaları aracılığıyla ibraz edilen çeklerde aynı yasanın 10. maddesindeki miktarlar ödenmez. Dava konusu çeklerin muhatap bankadan başka bankalara ibraz edildiği anlaşıldığından anılan yasanın 6. maddesi uyarınca bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru değildir… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, itirazın iptali istemine ilişkindir.
Mahkemece, icra takibine vaki itirazın haksız olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Davalı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde gösterilen nedenlerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece, önceki kararda direnilmiş; hükmü temyize davalı vekili getirmiştir.
Hukuk Genel Kurulunda uyuşmazlığın esasının görüşülmesinden önce ön sorun olarak; Sulh Hukuk Mahkemesi kararlarının 8 gün içinde temyiz edilebilmesine rağmen yerel mahkemece kısa kararda temyiz süresinin “iki hafta” olarak belirtilmiş olması nedeniyle davalı vekilinin kararın tebliğinden 11 gün sonra verdiği temyiz dilekçesinin kabul edilme imkânının olup olmadığı değerlendirilmiştir.
Öncelikle yasada öngörülen süreler, bunların yargılamaya etkisi ve yargısal uygulamanın irdelenmesi gereklidir.
Bir davanın açılmasıyla başlayan yargılama faaliyetinde, karara ulaşmak bakımından, mahkeme ve taraflarca yapılması gereken belirli işlemler vardır ve her işlemin belli bir zaman aralığında yapılması gerekmektedir. Usul hükümleri ile normatif bir değer kazanan bu zaman aralıklarına süre denilmektedir. Böylece usul işlemlerinin yapılması zamansal olarak tarafların ya da mahkemenin arzularına, inisiyatifine bırakılmamış olmaktadır.
Bir uyuşmazlık mahkemeye taşınmış olmakla, kamu alanına, toplumun da çıkarını ilgilendiren bir platforma aktarılmış olmaktadır. Bu nedenle bir davanın makul sürede sona erdirilmesinde en az taraflar kadar toplumun da yararı vardır.
Şu halde, süreye ilişkin normların kabulüyle medeni usul hukukunda gerçekleştirilmek istenen amaçlar; adaletin bir an önce sağlanması, keyfiliğin önlenmesi, mahkemenin aynı işle uzun süre meşgul olmasının, başka ifadeyle diğer dava ve işlere yeterince zaman ayıramaz duruma düşürülmesinin önlenmesi; uluslar üstü ve ulusal nitelikteki emredici normlar uyarınca davanın makul sürede sonuçlandırılmasının sağlanması, yargılamanın belli bir düzen ve kestirilebilir bir zamansallıkla yürütülmesi, başka bir anlatımla yargılamanın adil şekilde yapılmasının sağlanması olarak özetlenebilir.
Sürelerin önemli bir kısmı, taraflar için konulmuş sürelerdir. Taraflar, bu süreler içinde belli işlemleri yapabilirler veya yapmaları gerekir. Bu süre içinde yapılamayan işlemler, tekrar yapılamaz ve süreyi kaçıran taraf aleyhine sonuç doğurur. Taraflar için konulmuş süreler, kanunda belirtilen süreler ve hâkim tarafından belirtilen süreler olmak üzere ikiye ayrılır. Kanunda belirtilen süreler, kanun tarafından öngörülmüş sürelerdir. Cevap süresi, temyiz süresi gibi. Bu süreler kesindir ve bir işlemin kanuni süresi içinde yapılıp yapılmadığı, mahkemece re’sen gözetilir. Hâkimin tespit ettiği süreler ise, kural olarak kesin değildir. ( Kuru, Baki, Prof. Dr.; Arslan, Ramazan, Prof. Dr.; Yılmaz, Ejder, Prof. Dr.; Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı, 6100 sayılı HMK’na Göre Yeniden Yazılmış 22. Baskı, Ankara 2011, s.749 ).
Hâkim, kendi tayin etmiş olduğu süreyi, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ( HMK )’nun 90/2. maddesine göre iki tarafı dinledikten sonra haklı nedenlere dayanarak, azaltıp çoğaltabilir. Hâkim, tayin ettiği sürenin, kesin olduğuna da karar verebilir ( HMK m.94/2, HUMK m.163 ).
Yukarıda da belirtildiği üzere hakim tarafından da sürenin belirlenebildiği durumlar var olmakla birlikte kanunda belirlenen süreler üzerinde Hakimin tasarruf yetkisi bulunmamaktadır. Eş söyleyişle kanun öngördüğü bir süre hakim tarafından uzatılıp kısaltılamaz. Temyize ilişkin süreler de yasa tarafından düzenlenen kesin sürelerdir ve resen gözetilmesi gerekir.
6100 sayılı HMK’nun geçici 3. maddesinin ( 1 ). fıkra hükmü; “Bölge adliye mahkemelerinin, 26/9/2004 tarihli ve 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanunun geçici 2 nci Maddesi uyarınca Resmî Gazete’de ilan edilecek göreve başlama tarihine kadar, 1086 sayılı Kanunun temyize ilişkin yürürlükteki hükümlerinin uygulanmasına devam olunur.” şeklindedir.
1086 Sayılı HUMK’nın 437. maddesini yeniden düzenleyen 5236 sayılı kanunun 16 md. öncesindeki hali “Sulh mahkemesi kararlarına karşı temyiz süresi sekiz gündür. Bu süre ilamın usulen taraflardan herbirine tebliği ile işlemeye başlar….” şeklindedir.
Genel Kurul görüşmeleri sırasında bir kısım üyelerce; mahkeme kararında yanlış belirtilen sürenin davanın tarafını yanıltmasından kaynaklanan hak kaybının önlenmesinin gerektiğini vetemyiz incelemesinin yapılmasının gerektiğini belirtmişler iseler de kurul çoğunluğunca bu görüş kabul edilmemiştir.
Yukarıda açıklanan yasal mevzuat çerçevesinde sulh hukuk mahkemelerinde verilen hükümler için temyiz süresi direnme kararın tebliğ edildiği 11.05.2010 tarihi itibariyle 8 gün olup, mahkemece bu sürenin “iki hafta” olarak değiştirilmesi mümkün değildir.
Bu itibarla, direnme kararını temyiz edildiği 22.05.2012 tarihi itibariyle ( 8 ) günlük yasal temyiz süresi dolduğundan temyiz isteminin süre yönünden reddinin gerektiğine kurul çoğunluğunca karar verilmiştir.
Hal böyle olunca, davalı vekilinin temyiz dilekçesinin reddi gerekir.
SONUÇ : Yukarıda yer alan açıklamalara göre 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 26.09.2004 tarih ve 5236 Sayılı Kanunla yapılan değişiklik öncesi yürürlükteki şekliyle 437/1. maddesi gereğince davalı vekilinin temyizdilekçesinin süre yönünden REDDİNE, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanunun 440/III-2 maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 13.03.2013 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2011/5-619
K. 2011/716
T. 30.11.2011
• KAMULAŞTIRMASIZ EL ATILAN TAŞINMAZA YÖNELİK EL ATMANIN ÖNLENMESİ KAL VE ECRİMİSİL İSTEMİ ( Temyiz Şartı Olan Harç İkmal Olunmadan Dosyanın Temyizİncelemesine Gönderilemeyeceği )
• TEMYİZ HARCININ MAHSUBU ( İlk Temyiz Sırasında Yatırılıp Bozma İlamında İadesine Karar Verilen Miktar Geri Alınmamışsa Kendiliğinden Yatırılması Gereken Harçtan Mahsup Edilemeyeceği – İlgilisi Mahsubu Talep Etmiş ve Bu Durum Belgelendirilmişse Mahsup Sonrası İkmali Gereken Harç Miktarı Varsa Bu Miktarın da Temyiz Edenden Tahsil Olunacağı )
• EKSİK HARÇ ( İlk Temyiz Sırasında Yatırılıp Bozma İlamında İadesine Karar Verilen Miktar Geri Alınmamışsa Kendiliğinden Yatırılması Gereken Harçtan Mahsup Edilemeyeceği/Eksik Harç Miktarının İkmali İkmal Edilmediği Takdirde Temyiz Dilekçesinin Reddedileceği – Harç İkmal Olunmadan Temyiz İncelemesine Gönderilemeyeceği )
492/m.1, 2
1086/m.434/3
6100/m.344
ÖZET : Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaza yönelik el atmanın önlenmesi, kal ve ecrimisil istemine ilişkindir. İlk temyiz sırasında yatırılıp da, bozma ilamında iadesine karar verilen miktar varsa ve ilgilisince dosyadan geri alınmamışsa, bu miktarın kendiliğinden yatırılması gereken harçtan mahsup edilemeyeceği ve mahkemece hesaplanan harç ve giderlerin, gerekli harç ve giderleri yatırmakla mükellef olan, temyiz edenden isteneceği; şayet temyiz eden iadesine karar verildiği halde almadığı harcın hesaplanan harca mahsubunu talep etmiş ve bu durum belgelendirilmişse, bu mahsubun belgeye bağlanarak yapılacağı, mahsup sonrası ikmali gereken harç miktarı varsa bu miktarın da temyiz edenden tahsil olunacağı; bu işlem yapılmadan dilekçenin kaydedilmesi halinde ise eksik harç miktarının ikmali, ikmal edilmediği takdirde temyiz dilekçesinin reddi gerekirken, temyiz şartı olan harç ikmal olunmadan dosyanın temyiz incelemesine gönderilmiş olması doğru değildir.
DAVA : Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Trabzon 3. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 18.03.2010 gün ve 2008/175 E. 2010/55 K. sayılı kararın incelenmesi, davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 5.Hukuk Dairesi’nin 18.10.2010 gün ve 2010/13395 E.-2010/17579 K. sayılı ilamı ile;
( … Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaza yönelik el atmanın önlenmesi, kal ve ecrimisil istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacılar vekilince temyiz edilmiştir.
Yapılan incelemede; dava konusu taşınmaza, İ… Köprüsü Mevkii Taşkın Koruma İnşaatı Projesi çalışmaları sırasında Değirmendere dere yatağının genişletilmesi ve istifli tahkimat duvarı yapılması suretiyle taşınmazın aynına kamulaştırmasız el atıldığı anlaşılmıştır.
Açıklanan nedenlerle davanın kabulü yerine, yazılı gerekçelerle reddine karar verilmesi,
Doğru görülmemiştir… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaza yönelik el atmanın önlenmesi, kal ve ecrimisil istemine ilişkindir.
Davalı DSİ Genel Müdürlüğü vekili, davanın reddini savunmuştur.
Yerel mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.
Davacılar vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde açıklanan gerekçeyle hüküm bozularak, “peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde iadesine ve temyize başvurma harcının Hazineye irad kaydedilmesine” hükmedilmiştir.
Yerel mahkemece önceki kararda ısrar edilmiş, hükmü, davacılar vekili temyize getirmiş, temyiz başvuru ve temyiz peşin harcını yatırmamıştır.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşme sırasında, işin esasının incelenmesinden önce, direnme kararının temyizi sırasında, davacılar vekilince, önceki harcın mahsubuna ilişkin bir talep ve ayrıca yatırılmış bir temyiz harcının bulunmaması karşısında; bu konuda açık bir talep olmaksızın ilk kararın temyizi sırasında davacılarca yatırılıp; Özel Dairece bozma ilamında iadesine karar verilen ve fakat iade edilmeyen 17.15 TL temyiz peşin harcının, direnme kararını temyiz harcı olarak kabul edilip edilmeyeceği; buna bağlı olarak da direnme kararının temyiz edildiği 29.04.2011 tarihi itibariyle alınması gereken temyiz harcının miktarı da göz önünde tutularak, noksan harcın ikmali için gerekli işlemlerin yapılmasının gerekip gerekmediği hususu ön sorun olarak nitelendirilerek öncelikle bu konunun çözümü yoluna gidilmiştir.
Uyuşmazlığın niteliği gereği, öncelikle harçların hukuki niteliği ve özellikleri konusunda açıklama yapılmasında fayda vardır:
Kamu hizmetlerinin kurulması ve yürütülmesi için gerekli olan mali kaynağın sağlanması amacıyla devletin, egemenlik gücüne dayanarak koyduğu mali yükümlülüklerden kaynaklanan alacakları genel olarak kamu alacakları olarak nitelendirilmektedir. Kamu hizmetlerinden faydalananların ödedikleri harçlar, kamu alacaklarını oluşturan gelir kaynaklarından birini oluşturmaktadır. Harçların oluşturduğu mali yükümlülük, teoride “masrafı karşılama” ve “faydalanma” ilkelerine dayandırılmaktadır. Masraf ( lar )ı karşılama ilkesine göre harç, hizmetin gerektirdiği maliyetle ölçülürken; faydalanma ilkesinde hizmetin maliyeti değil yükümlü için taşıdığı değer esas alınmaktadır ( PINAR, Burak; Yargı ve İcra Harçları, Ankara 2009, 2. baskı, s.1 ).
Harçlarda, sunulan hizmet nedeniyle bir miktar para alınır. Bu paranın alınmasında da, hizmete duyulan talep değil, siyasal süreç içinde alınan kararlar ve bütçe ödenekleri esas alınmaktadır ( BULUTOĞLU, Kenan; Kamu Ekonomisine Giriş, İstanbul 2003, s.406 ).
Bu bağlamda kanunla alınmaları hükme bağlanan vergiler dışındaki mali yükümler ve özellikle harçlar açısından, vergide olduğu gibi toplam kamu giderlerine karşılık olma ve mali gücü ölçü olarak alma değil, kısmen de olsa “kamu hizmetlerinden yararlanma karşılığı” özelliği sözkonusu olmaktadır ( AYM, 17.06.1970 gün ve 1968/60 E, 1969/36 K. ).
Bu açıklamalara göre harç, bazı kamu hizmetlerinden yararlanan ve hatta kanun hükmü ile yararlanmak zorunda bırakılan özel ve tüzel kişilerin, özel menfaatlerine ilişkin olarak, kamu kuruluşlarının hizmetlerinden yararlanmaları karşılığında, belli bir ölçüde bu hizmetlerin maliyetine katılmaları amacıyla konulan ve zor unsuruna dayanan mali yükümlülüklerdir ( PINAR, Burak; Yargı ve İcra Harçları, Ankara 2009, 2. baskı, s.3 ).
Diğer bir deyişle harç, adli ve idari hizmetlerde ve bu hizmetin gerektirdiği masrafları karşılamak mülahazasıyla gerçek ve tüzel kişilerden hazinece alınan bir paradır. Yapılan işler ve görülen hizmet amme hizmetinden ziyade, kişilerin şahsına ve menfaatine ilişkindir ( Y.İ.B.K. 23.12.1976 gün ve 1976/11-7 E.-6 K. ).
Harçların özellikleri şu şekilde sıralanabilir: Harçlar, Kanuna dayanarak yetkili kurumlar tarafından alınır. Harç belirli bir hizmet karşılığında alınır ve harca konu hizmet, ticari ve sınai nitelikte değildir; ihtiyaridir.
Bir kamu hizmetinden dolayı harç alınabilmesi, bu hizmetin kanunla belirlenmesine ve bu hususla ilgili harç alınmasına ilişkin düzenlemelerin de, kanunda yer almasına bağlıdır. Bu kanunilik ilkesine paralel olarak, 492 sayılı Harçlar Kanunu’nun 1.maddesinde, bu kanuna göre alınacak harçlar arasında, diğer harçlar yanında yargı harçları da, bulunmaktadır.
Aynı Kanunun 2.maddesinde ise, yargı işlemlerinden bu Kanuna bağlı ( 1 ) sayılı tarifede yazılı olanların, yargı harçlarına tabi olduğu vurgulanmıştır.
Yargı harcı, devletin mahkemeler aracılığıyla yaptığı hizmete, ondan yararlananların katkısıdır ( Y.İ.B.K. 16.12.1983 gün ve 1983/5 E.-6 K. ). Yargı harçlarının konusuna giren, yani yargı harcına tabi işlemler, mahkeme harçları ile icra ve iflas harçlarıdır. Mahkeme harçlarını da başvurma harcı, celse harcı ile karar ve ilam harcı oluşturmaktadır.
Başvurma harcı, dilekçe veya tutanakla dava açma, davaya katılma, tevdii mahallinin tayini, ihtiyati tedbir, ihtiyati haciz ve delil tespiti ile ilgili taleplerden alınan ve peşin olarak ödenmesi gereken maktu bir harçtır ve hakları ihlal edilen ( veya tehlikeye sokulan ) özel ve tüzel kişilerin, bu ihlalin ve tehlikenin bertaraf edilmesi için koruma talep edilmesi şeklindeki kamu kuruluşlarından yararlanmaları karşılığında ihdas edilen mali bir yükümlülüktür ( PINAR, Burak; Yargı ve İcra Harçları, Ankara 2009, 2. baskı, s.49 ).
492 sayılı Harçlar Kanunu’nun, 06.06.2008 tarihinde yürürlüğe giren 04.06.2008 gün ve 5766 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 11.maddesinin ( d/IV-a ) bendi ile, ( 1 ) sayılı Tarifenin “A ) Mahkeme Harçları” bölümünün sonuna, ( IV ) numaralı bölüm eklenerek, Yargıtay ve Danıştay’a yapılacak temyiz başvurularında harç alınması hususu kabul edilmiş; bu harçların miktarları gösterilmiştir.
Celse harcı, hukuk ve ticaret mahkemeleri ile idari yargı mercilerinde taraflar veya vekillerince ertelenmelerine sebebiyet verilen celseler nedeniyle alınan harçtır.
Karar ve ilam harcı ise, gereksiz davaların açılmasının ve diğer tarafın haksız yere ızrar edilmesinin önlenmesi için ihdas edilmiş bir müessesedir ( ÖZTÜRK,Celal; bir Hukuk Davasında Alınması Gereken Harç ve Resimler, s.1177-ALDEMİR, Hüsnü; Hukuk Davalarında Yargılama Giderleri, Ankara 2000, s.200 ) ve nihai karar verildiği anda doğmaktadır. Gerek usule ve gerekse de esasa ilişkin tüm nihai kararlar, bu harcın konusunu oluşturur.
Karar ve ilam harcı, dava konusunun para ile değerlendirilebilir olup olmamasına göre maktu veya nispi karar ve ilam harcı olarak ikiye ayrılır:
Buna göre, konusu para veya para ile değerlendirilebilen bir şey olan davalarda, esas hakkında karar verilmesi ile hüküm altına alınan anlaşmazlık konusu üzerinden nispi karar ve ilam harcı alınır. Bu davalar dışındaki hallerde ve konusu para ile değerlendirilemeyen davalarda ise karar ve ilam harcı maktu olarak alınır. Ayrıca esas hakkında karar verilmesi anlamına gelmeyen, usule ilişkin nihai kararlarda ve davanın konusuz kalması halinde verilecek kararlardan da maktu karar ve ilam harcı alınır ( KURU, Baki; Hukuk Muhakemeleri Usulü, c.5, İstanbul 2001, s.5307 – PINAR, Burak; Yargı ve İcra Harçları, Ankara 2009, 2. baskı, s.111 ).
Temyiz yoluna başvurulması halinde alınacak karar ve ilam harcının belirlenmesinde de davaların maktu harca veya nispi harca bağlı olup olmaması önem taşır.
Maktu karar ve ilam harcına bağlı davaların kabul ve reddine ilişkin kararların temyizi ile nispi karar ve ilam harcına bağlı davaların reddine ilişkin kararların temyizi hallerinde, temyizharcının tümü temyiz tarihindeki tarifeye göre maktu ve peşin olarak alınır.
Nispi harca tabi davaların kabulüne ilişkin kararların temyizi halinde ise, mahkemece hükmedilen miktar üzerinden hesaplanan nispi karar ve ilam harcının dörtte biri peşin olarak alınır.
Temyize başvururken karar ve ilam harcının eksik ödendiği, temyiz dilekçesi mahkemece kayda alındıktan sonra anlaşılırsa; kararı vermiş olan mahkeme tarafından verilecek yedi günlük kesin süre içinde tamamlanması, aksi halde temyizden vazgeçmiş sayılacağı hususu temyiz edene bildirilir ( 1086 sayılı HUMK m.434/3, 6100 sayılı HMK m.344 ). Verilen kesin süre içinde harç ve giderler tamamlanmadığı takdirde, ihtarda yer aldığı üzere temyiz eden bu isteminden vazgeçmiş sayılarak, dilekçe reddedilir.
492 sayılı Harçlar Kanunu’nda, mahkemelerce verilen hükümlerin bozulması halinde harç alınacağına dair bir hüküm bulunmamaktadır. Bu nedenle, Yargıtay’ın bozma kararlarından harç alınmaz ( YİBK. 10.05.1965 gün ve 1965/1 E., 1965/1 K. ). Bu durumda, temyiz sırasında alınan temyiz peşin harcının, istek halinde yatırana iadesine karar verilir.
Buna karşılık, 492 sayılı Harçlar Kanunu’nun 8. maddesi hükmünden hareketle, bir hükmün bozulmasını takiben yeniden yapılan yargılama sonunda verilecek hükümlerden, karar ve ilam harcı alınır; bozulan hüküm dolayısıyla önceden alınan karar ve ilam harcı, yeni alınacak bu harçtan mahsup edilir. Tahsil edilecek bir harç bulunması halinde, süresi içinde ödenmeyen harçların, bu sürenin sonundan itibaren 15 gün içinde, harca konu işlemi talep edenden tahsili amacıyla Maliye’ye müzekkere yazılır.
İlk hüküm bozularak ortadan kalkmakla yeni verilen bu karar temyiz edildiği takdirde, harca tabi temyiz isteklerinde yeniden temyiz başvuru harcı ile temyiz peşin harcı temyiz edenden tahsil edilir.
Yargıtay temyiz incelemesine geçmeden evvel, harcın yatırılmadığını tespit ederse, yukarıda açıklanan hallere göre ya temyiz dilekçesinin reddi ile esas hakkında temyiz incelemesi yapılmamasına ya da harçların yatırılması için yine yukarıda izah olunan prosedür tamamlanmak üzere dosyanın yerel mahkemeye gönderilmesine karar verebilir.
Dosyada ilk temyiz sırasında yatırılıp da iadesine karar verilen miktar varsa ve bu miktar ilgilisince dosyadan geri alınmamışsa yapılacak işlemin ne olacağı ise eldeki uyuşmazlığın konusunu teşkil etmektedir.
Açıklanan bu maddi hukuk kuralları, somut olay ortaya konularak değerlendirildiğinde;
Eldeki davada, davacılar vekiline direnme kararı, 25.04.2011 tarihinde tebliğ edilmiş, davacılar vekilinin temyiz dilekçesi, 29.04.2011 tarihinde, hakim havalesi ile birlikte, 2011/60 temyiznumarası ile temyiz defterine kaydedilmiştir.
Ne var ki, temyiz eden davacılar vekilince ayrıca temyiz için gerekli harç yatırılmamış; direnme kararını temyizine dair temyiz dilekçesinin arkasına, Yerel Mahkeme Yazı İşleri Müdürünce, “temyiz harcının 17.05.2010 tarih, 5285 sayılı mutemet alındısı ile tahsil edildiğine” dair şerh verilmiş ve davacılar vekilince, direnme kararını temyiz dilekçesi ekinde, “bozma kararından önce yatırılmış olan harcın geri alınmaması halinde, direnme kararını temyiz ederken yeniden harç yatırılmayacağı konulu” doktrin alıntısına dair fotokopi ibraz edilmiş; bunun dışındatemyiz dilekçesinde herhangi bir mahsup talebinde bulunulmamıştır.
Dava dosyasının kapsamında da, Özel Daire bozma ilamında davacılara iadesine karar verilen harcın iade edildiğine dair herhangi bir kayıt ya da belgeye rastlanmamıştır.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmede; Yerel Mahkeme kararını temyiz edenin temyizi ile bu kararın bozulması halinde, Özel Dairece bozma ilamı ile “peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde iadesine” karar verilmesi, ancak bu harcın, ilk kararı temyiz edence geri alınmaması durumunda, bozma sonrası yapılan yargılamada verilen direnme kararının temyizi sırasında dosyadaki bu harcın, doğrudan direnme kararını temyiz harcı olarak kabul ve bozma kararından önce yatırılmış olan harçtan mahsup edilip edilmeyeceği tartışılmıştır.
Bu tartışmalarda, bozma öncesi yatırılan ve Özel Dairece iadesine karar verilen harcın, dava dosyası Hukuk Genel Kurulu’nda incelenmeden önce, ilgilisi tarafından Yerel Mahkeme’ye başvurulup geri alınabileceği ve bu durumda Hukuk Genel Kurulu’nca dava dosyasının harçsız olarak incelenmesi ihtimalinin olabileceği gibi davaların denetimindeki aksaklıkların giderilmesi açısından, iade edilen harcın yatıran tarafından geri alınması ve direnme kararını temyiz sırasında yeniden yatırılmasının gerekli olduğu görüşü ile bunun yanı sıra yatırılan harcın, büyük bürokratik sıkıntılar sonucu iade alınabileceği, bu nedenle talep halinde mahsup edilmesinin daha uygun olacağı görüşü ileri sürülmüştür.
Yapılan tartışmalar sonunda; kural olarak, dosyada ilk temyiz sırasında yatırılıp da, bozma ilamında iadesine karar verilen miktar varsa ve bu miktar ilgilisince dosyadan geri alınmamışsa, bu miktarın kendiliğinden yatırılması gereken harçtan mahsup edilemeyeceği ve mahkemece hesaplanan harç ve giderlerin, gerekli harç ve giderleri yatırmakla mükellef olan, temyizedenden isteneceği; şayet temyiz eden iadesine karar verildiği halde almadığı harcın hesaplanan harca mahsubunu talep etmiş ve bu durum belgelendirilmişse, bu mahsubun belgeye bağlanarak yapılacağı, mahsup sonrası ikmali gereken harç miktarı varsa bu miktarın da temyiz edenden tahsil olunacağı; bu işlem yapılmadan dilekçenin kaydedilmesi halinde ise yukarıda da açıklandığı üzere mahkemece 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ( HUMK ) ‘nun 434/3- 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ( HMK )’nun 344- maddesi gereğince işlem yapılacağı, oyçokluğu ile kabul edilmiştir.
Oluşan çoğunluk görüşü çerçevesinde somut olay değerlendirildiğinde:
Eldeki davada, direnme kararını temyiz eden davacılar vekilinin açıkça ortaya konulup belgelendirilmiş bir mahsup beyanı bulunmamaktadır. Mahkemenin bu istem olmadan kendiliğinden harcı mahsup ederek, temyiz dilekçesini kaydetmiş olması doğru değildir. Ayrıca, ilk kararın temyizi için yatırılan harç miktarı, toplam 91.05 TL olup, Özel Daire bozma ilamı ile bu harçtan sadece 17.15 TL temyiz harcının iadesine, bakiye 73.90 TL temyize başvurma harcının Hazine’ye irat olarak kaydına karar verilmiştir. Buna göre, direnme kararının temyizi nedeniyle alınması gereken harcın talep tarihindeki miktarlara göre hesabıyla, 17.15 TL harç bu miktardan mahsup edildiğinde dahi temyiz tarihi itibariyle yatırılması gereken toplam harç miktarı 17.15 TL’den çok daha fazla olacaktır. Dolayısıyla mahkemece temyiz harcı olarak kabul edilen miktar, yatırılması gereken miktarı karşılamamaktadır. Dilekçe temyiz defterine kaydedildiğine göre, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ( HUMK ) ‘nun 434/3 /6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ( HMK )’nun 344/ maddesi gereğince işlem yapılarak, eksik harç miktarının ikmali, ikmal edilmediği takdirde temyiz dilekçesinin reddi gerekirken, temyiz şartı olan harç ikmal olunmadan dosyanın temyiz incelemesine gönderilmiş olması da doğru değildir.
Şu durumda mahkemece yapılacak iş; direnme kararının temyizi nedeniyle yatırılması gereken toplam harcın hesabı ile temyiz eden davacılar vekilince mahsup talep edildiğinde bu husus belgelendirilerek, dosyada iadesi gereken ve mahsubu istenen 17,15 TL harcın hesaplanan harçtan mahsubu ile kalan miktar için 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ( HUMK ) ‘nun 434/3 /6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ( HMK )’nun 344/ maddesi gereğince işlem yapılarak davacı tarafa muhtıra gönderilmesi ve bu muhtıranın tebliğ tarihinden itibaren verilen kesin süre içinde eksik harcın ikmali halinde dosyanın temyiz incelemesi yapılmak üzere Hukuk Genel Kurulu’na gönderilmesi; aksi halde muhtırada yer alacak yasal uyarı gereğince davacı taraf temyiz talebinden vazgeçmiş sayılacağından temyiz dilekçesinin reddine karar verilmesi olmalıdır.
O halde; anılan işlemler yapılmak üzere dosyanın mahalline geri çevrilmesi gerekir.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan şekilde işlem yapılıp, eksiklikler tamamlandıktan sonra temyiz incelemesi yapılmak üzere Yargıtay’a yeniden gönderilmesi için, dosyanın Yerel Mahkemeye, GERİ ÇEVRİLMESİNE, 30.11.2011 günü oyçokluğu ile karar verildi.
T.C.
Yargıtay
9. Hukuk Dairesi
2020/7176 E., 2020/19662 K.
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :İş Mahkemesi
DAVA TÜRÜ : ALACAK
Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi davalı-karşı davacı tarafından istenilmekle, temyiz talebinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:
Y A R G I T A Y K A R A R I
Davalının Ek Karara Karşı Temyiz Başvurusu Yönünden;
Dosya içerisinde yer alan duruşma tutanaklarından ve davalı tarafından dosyaya sunulan tüm dilekçelerden, davalı … Bilgi Teknolojileri San. ve Dış Tic. Ltd. Şti.’nin Avukat … tarafından temsil edildiği anlaşılmaktadır. Karar duruşması sonrasında süre tutum dilekçesi de Avukat … imzalı olarak dosyaya ibraz olunmuş, yetkili vekil bu dilekçesi ile mahkemenin gerekçeli kararının taraflarına tebliğinden sonra gerekçeli temyiz dilekçesini sunacağını belirtmiştir.
Mahkemece gerekçeli karar başlığında Avukat … ‘vekil’ olarak gösterilmesine rağmen gerekçeli karar ve temyiz harcı yatırılmasına ilişkin muhtıranın vekaletnamede ismi olan, ancak, davayı hiç takip etmeyen Avukat …’a tebliğ edilmiştir. Her ne kadar vekalette ismi olsa da, bu tebligatın talep eden yerine, davayı takip etmeyen Avukat …’a yapılmasının usulsüz olduğu kabul edilmelidir. Bu nedenle, Dairemizin 17.06.2020 tarihli Geri Çevirme kararı sonrası yetkili vekile bu hususta tebligat çıkartıldığı ve gerekli nisbi temyiz karar harcının da tamamlandığı anlaşılmaktadır. Anılan sebeplerle, davalının temyiz isteminin reddine dair karar tesisi hatalı olup, mahkemece verilen 28.03.2016 tarihli EK KARARIN BOZULARAK ORTADAN KALDIRILMASINA,
Davalının Asıl Karara Karşı Temyiz Başvurusu Yönünden;
Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere göre, davalı şirkete vekillikten çekilme dilekçesi ile birlikte gerekçeli kararın usulüne uygun olarak tebliğ edilmesine rağmen gerekçeli temyiz dilekçesi verilmediği dikkate alınarak, gerekçesiz temyiz dilekçesi çerçevesinde kanunun açık hükmüne ve kamu düzenine aykırılık bulunup bulunmadığı hususları ile sınırlı olarak yapılan temyiz incelemesi sonucunda, yerinde bulunmayan ve sebepleri bildirilmiş olmayan bozma isteğinin reddiyle usul ve kanuna uygun olan hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, 22.12.2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Özü: Elektronik yolla tebligat, muhatabın elektronik adresine ulaştığı tarihi izleyen beşinci günün sonunda yapılmış sayılır. Tebligatın önce ya da sonra okunmuş olması, tebliğ tarihini etkilemez.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
Esas : 2020/547
Karar : 2020/924
Tarih : 24.11.2020
İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 8. Hukuk Dairesi
TARİHİ : 04/03/2020
NUMARASI : 2019/2932-2020/607
Taraflar arasındaki “ihalenin feshi” isteminden dolayı yapılan inceleme sonunda, İzmir Bölge Adliye Hukuk Mahkemesi 8. Hukuk Dairesince verilen alacaklı vekilinin istinaf talebinin kabulü ile ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına, ihalenin feshi isteminin reddine, ihale bedelinin %10’u oranında para cezasının borçlulardan alınmasına ilişkin kararın borçlular vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 12. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda borçlu ….. ….. Reklamcılık ve Organizasyon Hiz. San. ve Tic. Ltd. Şti. yönünden bozulmuş, İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 8. Hukuk Dairesince Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca yapılan ön inceleme sonunda gereği görüşüldü:
5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun’un geçici 2/1. maddesinde, “…Bölge adliye mahkemelerinin kuruluşları, yargı çevreleri ve tüm yurtta göreve başlayacakları tarih, Resmî Gazetede ilân edilir.” düzenlemesine yer verilmiş ve 07.11.2015 tarihli ve 29525 sayılı Resmî Gazete’de ilan edilerek bölge adliye mahkemeleri 20.07.2016 tarihi itibariyle fiilî olarak göreve başlamıştır.
5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun’a paralel olarak, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu (İİK)’nun temyiz ve karar düzeltmeye ilişkin hükümlerinde değişiklik yaparak istinaf ve temyiz ile ilgili hükümleri yeniden düzenleyen 02.03.2005 tarihli ve 5311 sayılı Kanun ile İİK’ya eklenen geçici 7. maddeye göre, 5311 sayılı Kanun hükümleri Bölge Adliye Mahkemelerinin göreve başladığı 20.07.2016 tarihinden sonra verilen kararlar hakkında uygulanır.
02.03.2005 tarihli ve 5311 sayılı Kanun’un 25. maddesi ile değişik İİK’nın 364. maddesinin 2. fıkrasına göre, temyiz yoluna başvurma ve incelemesi, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)’na göre yapılır. 05.08.2017 tarihli ve 7035 sayılı Kanun’un 31. maddesi ile değişik HMK’nın 361. maddesinin 1. fıkrası uyarınca ise, Bölge Adliye Mahkemesi kararına karşı, kararın tebliğ tarihinden itibaren iki hafta içinde temyiz yoluna başvurulabilir.
Somut olayda, Bölge Adliye Mahkemesi kararının temyiz eden borçlu ….. ….. Reklamcılık Ve Organizasyon Hiz. San. ve Tic. Ltd. Şti. vekiline elektronik tebligat yolu ile tebliğ edildiği görülmektedir.
28.02.2018 tarihli ve 7101 sayılı Kanun ile değişik 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 7/a maddesinin 1. fıkrasında (1/g) baro levhasına yazılı avukatlara tebligatın elektronik yolla yapılmasının zorunlu olduğu, 4. fıkrasında ise elektronik yolla tebligatın, muhatabın elektronik adresine ulaştığı tarihi izleyen beşinci günün sonunda yapılmış sayılacağı düzenlenmiştir.
Anılan maddeye dayanılarak hazırlanan ve 06.12.2018 tarihli 30617 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan, elektronik ortamda yapılacak tebligata ilişkin usul ve esasları düzenleyen Elektronik Tebligat Yönetmeliği 01.01.2019 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Elektronik Tebligat Yönetmeliği’nin 3. maddesinde;
“Elektronik tebligat: Tebligat Kanunu ve bu Yönetmeliğe uygun olarak elektronik ortamda yapılan tebligat,
Elektronik tebligat adresi: PTT tarafından, gerçek kişiler için kimlik bilgileri, tüzel kişiler için ise tabi oldukları sistem bilgileri esas alınmak suretiyle tek ve benzersiz şekilde oluşturulan ve UETS’ye kaydedilen tebligat adresi,
UETS: Tebligat Kanunu ve bu Yönetmelik uyarınca yapılan elektronik tebligat işlemlerini yürütmek amacıyla PTT tarafından kurulan, işletilen ve güvenliği sağlanan sistem,
Zaman damgası: 5070 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin birinci fıkrasının (h) bendinde tanımlanan zaman damgası”
olarak tanımlanmıştır.
5070 sayılı Elektronik İmza Kanunu’nda ise “Zaman damgası: Bir elektronik verinin, üretildiği, değiştirildiği, gönderildiği, alındığı ve/veya kaydedildiği zamanın tespit edilmesi amacıyla, elektronik sertifika hizmet sağlayıcısı tarafından elektronik imzayla doğrulanan kaydı ifade eder.” şeklinde belirtilmiştir.
Elektronik Tebligat Yönetmeliği’nin 5/ğ. maddesinde tebligatın elektronik yolla yapılması zorunlu olanlar arasında “Baro levhasına yazılı avukatlar” gösterilmiştir. Yönetmeliğin 6. maddesinde elektronik tebligat adresi alma zorunluluğuna tabi olanlar için yapılacak başvuru, 8. maddesinin 1. fıkrasında PTT’nin başvurunun yapıldığı tarihten itibaren bir ay içinde elektronik tebligat adresini, gerçek kişiler için kimlik bilgilerini, tüzel kişiler için ise tabi oldukları sistem bilgilerini esas almak suretiyle tek ve benzersiz olacak şekilde oluşturacağı ve UETS’ye kaydedeceği, elektronik tebligatın hazırlanması ve muhataba ulaştırılmasını düzenleyen 9. maddesinde tebligat çıkarmaya yetkili makam ve mercinin, elektronik tebligat mesajını hazırlayarak, UETS’ye teslim edeceği, UETS’nin elektronik tebligat mesajını zaman damgasıyla ilişkilendirerek muhatabın elektronik tebligat adresine ulaştıracağı, elektronik yolla tebligatın muhatabın elektronik tebligat adresine ulaştığı tarihi izleyen beşinci günün sonunda yapılmış sayılacağı belirtilmiştir.
12 . Görüldüğü üzere, 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 7/a maddesinde muhatabın elektronik tebligatı tebellüğ etmiş sayılacağı tarihe ilişkin özel bir düzenleme yer almaktadır. Bu düzenlemeye göre “Elektronik yolla tebligat, muhatabın elektronik adresine ulaştığı tarihi izleyen beşinci günün sonunda yapılmış sayılır.” Bunun sonucu olarak elektronik tebligatta tebellüğ tarihi elektronik tebligatın muhatabın elektronik posta hesabına ulaştığı veya okunduğu tarih olmayıp, tebligatın muhatabın elektronik adresine ulaştığı tarihi izleyen beşinci günün sonu olmaktadır. Böylelikle, muhatabın kayıtlı elektronik posta hesabını kontrol etmemek suretiyle tebliğin sonuçlarını geciktirmesi ihtimali söz konusu olmayacaktır.
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 7/a maddesinin 4. fıkrasında yer alan düzenlemeye benzer bir düzenleme de 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 107/A maddesinin 2. fıkrasında yer almakta olup, “..Elektronik ortamda tebligat, muhatabın elektronik adresine ulaştığı tarihi izleyen beşinci günün sonunda yapılmış sayılır…” şeklindedir. Bu düzenlemenin Anayasaya aykırılığı iddiası ile yapılan başvuru üzerine Anayasa Mahkemesinin 19.09.2019 tarihli ve 2018/144 esas sayılı kararında; itiraz konusu kuralın muhataplara öncelikle elektronik posta adreslerini belirli aralıklarla kontrol etme yükümlülüğü yüklediği, bu yükümlülüğe beşer günlük aralıklarla uyulduğu takdirde hukuki yollara başvuru süresi yönünden herhangi bir hak kaybı olmayacağı, muhatabın elektronik posta adresini her gün ya da beş günden daha az aralıklarla kontrol etmesi hâlinde ise tebliğin yapılmış sayılacağı tarihten de önce tebligattan haberdar olunacağı için süre yönünden bir hak kaybı yaşanmayacağı gibi bu sürenin birkaç gün daha uzamasının söz konusu olacağı belirtilerek düzenlemenin Anayasaya aykırı olmadığına karar verilmiştir.
Bu açıklamalar ışığında; Bölge Adliye Mahkemesi kararını temyiz eden borçlu ….. ….. Reklamcılık ve Organizasyon Hiz. San. ve Tic. Ltd. Şti. vekiline yapılan elektronik tebligatın incelenmesinde; “Tarih 11.03.2020 Muhatap hesabına teslim edilmek üzere UETS tarafından teslim alındı, 11.03.2020 Tebligat alıcı için ayrılmış tebligat alanına (hesabına) başarılı bir şekilde konuldu, 16.03.2020 Tebligat alıcının hesabına iletilmesine müteakip mevzuat gereği belirlenen süre sonunda otomatik olarak okundu sayıldı” şeklinde açıklamaların yer aldığı görülmektedir.
Elektronik Tebligat Yönetmeliği’nin 9. maddesinde belirtildiği üzere UETS elektronik tebligat mesajını zaman damgasıyla ilişkilendirerek 11.03.2020 tarihinde muhatabın elektronik tebligat adresine ulaştırmış olup, elektronik yolla tebligat muhatabın elektronik adresine ulaştığı tarihi izleyen beşinci günün sonunda yapılmış sayılacağından Bölge Adliye Mahkemesi kararının 16.03.2020 tarihinde borçlu vekiline tebliğ edildiği, yasal süre geçtikten sonra 15.06.2020 tarihinde temyiz dilekçesi verildiği ve aynı tarihte harç yatırıldığı anlaşılmaktadır.
Hâl böyle olunca, borçlu vekilinin temyiz isteminin 5311 sayılı Kanun’la değişik İİK’nın 364. maddesinin 2. fıkrası ile HMK’nın 366. maddesinin göndermesi ile uygulanması gereken aynı Kanun’un 352. maddesi uyarınca süreden reddine karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Alacaklı vekilinin temyiz isteminin 5311 sayılı Kanun’la değişik İİK’nın 364. maddesinin 2. fıkrası ile HMK’nın 366. maddesinin göndermesi ile uygulanması gereken aynı Kanunun 352. maddesi uyarınca süre yönünden REDDİNE,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,
Dosyanın ilk derece mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine 24.11.2020 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
T.C
DANIŞTAY
9.DAİRE BAŞKANLIĞI
ESAS NO: 2016/13601
KARAR NO: 2017/2726
KARAR TARİHİ:14/03/2017
Karşı Taraf : Amasya Vergi Dairesi Müdürlüğü
>MESAİ SAATİ GEÇTİKTEN SONRA UYAP ÜZERİNDEN VERİLEN DİLEKÇENİN SÜRE YÖNÜ
ÖZET: Davacı tarafından yenileme süresinin son gününde Uyap üzerinden 22.24’te verilen yenileme dilekçesinin süresinde olup olmadığı hakkında.
İstemin Özeti : Davacı adına, 2010/Temmuz-Aralık dönemlerine ilişkin olarak re’sen tarh edilen tapu harcı ile kesilen vergi ziyaı cezasının kaldırılması istemiyle açılan davayı süre aşımı yönünden reddeden Samsun Vergi Mahkemesi’nin 25/12/2015 tarih ve E:2015/1248, K:2015/1424 sayılı kararının; dilekçede ileri sürülen sebeplerle bozulması istenilmektedir.
Cevabın Özeti : Yasal dayanaktan yoksun olan temyiz isteminin reddi gerektiği yolundadır.
Tetkik Hakimi:
Düşüncesi: Temyiz isteminin kabulü gerektiği düşünülmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA
Hüküm veren Danıştay Dokuzuncu Dairesince işin gereği görüşüldü:
Uyuşmazlıkta, davacı adına 2010/Temmuz-Aralık dönemlerine ilişkin olarak re’sen tarh edilen tapu harcı ile kesilen vergi ziyaı cezasının kaldırılması istemiyle açılan davayı süre aşımdan mı reddeden Vergi Mahkemesi kararının, davacı tarafından bozulması istenilmektedir.
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 31. maddesinde; bu Yasada hüküm bulunmayan hususlarda; hakimin davaya bakmaktan memnuiyeti ve reddi, ehliyet, üçüncü şahısların davaya katılması, davanın ihbarı, tarafların vekilleri, feragat ve kabul, teminat, mukabil dava, bilirkişi, keşif, delillerin tespiti, yargılama giderleri, adli yardım hallerinde ve duruşma sırasında tarafların mahkemenin sükununu ve inzibatını bozacak hareketlerine karşı yapılacak işlemler ile elektronik işlemlerde Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu hükümlerinin uygulanacağı kurala bağlanmış; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun “Elektronik İşlemler” başlıklı 445. maddesinin 4. fıkrasında, elektronik ortamda yapılan işlemlerde sürenin gün sonunda biteceği, Hukuk Muhakemeleri Kanunu Yönetmeliği’nin “Davanın Açılması” başlıklı 36. Maddesinin 10. fıkrasında davanın fiziksel ortamda mesai saati, elektronik ortamda ise saat 00:00’a kadar açılabileceği düzenlenmiştir.
Dosyanın incelenmesinden; davacı tarafından vergi ziyaı cezalı tapu harcının kaldırılması talebiyle açılan davada mahkeme tarafından vergi ziyaı cezasına karşı her bir dönem için ayrı ayrı dava açılması gerektiği gerekçesiyle dilekçenin reddine karar verildiği, söz konusu kararın davacıya 28.10.2015 tarihinde tebliğ edildiği, davacı tarafından 27.11.2015 tarihinde Amasya 1. Asliye Hukuk Mahkemesi kaydına 22:24’te UYAP ortamında verilen dilekçe ile davanın yenilendiği, Vergi Mahkemesi’nce; dilekçenin reddine ilişkin karar üzerine otuz günlük davayı yenileme süresinin son günü 27.11.2015 çalışma saati bitimine kadar davanın yenilenmesi gerekirken, çalışma saati bitiminden sonra yenilenmesi nedeniyle davanın süre aşımı nedeniyle reddine karar verildiği anlaşılmaktadır.
Yukarıda yer alan yasa hükümlerinin değerlendirilmesinden, Hukuk Muhakemeleri Kanununda yer alan elektronik işlemlere ilişkin düzenlemelere İdari Yargılama Usul Kanunu’nda atıf yapıldığı, atıf yapılan ilgili maddede elektronik ortamda yapılan işlemlerin gün sonuna kadar gerçekleştirilebileceği, gün sonu ifadesinin ise Hukuk Muhakemeleri Kanunu Yönetmeliği’nde 00:00 olarak tanımlandığı anlaşılmaktadır. Bu durumda, davacı vekili tarafından dilekçe ret kararı üzerine en son 27.11.2015 tarihinde saat 00:00’a kadar elektronik ortamda verilmesi gereken yenileme dilekçesinin 27.11.2015, saat 22.24’te verildiği anlaşıldığından, süresinde yenilenen davanın esası incelenip karar verilmesi gerekirken, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 15/1-b maddesi uyarınca, süre aşımı nedeniyle Vergi Mahkemesince reddedilmesinde hukuka uyarlık görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle, temyiz isteminin kabulüyle, Samsun Vergi Mahkemesi’nin 25/12/2015 tarih ve E:2015/1248, K:2015/1424 sayılı kararının bozulmasına, bu kararın tebliğ tarihini izleyen 15 gün içinde kararın düzeltilmesi yolu açık olmak üzere, 14/03/2017 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
TEBLİGAT YAPILAN KİŞİNİN 18 YAŞINDAN KÜÇÜK OLMASI, MUTLAKA TEBLİĞ İŞLEMİNİN USULSÜZLÜĞÜ SONUCUNU DOĞURMAZ
Yargıtay 12. Hukuk Dairesi 2019/10790 E. , 2019/14554 K.
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 19. Hukuk Dairesi
Yukarıda tarih ve numarası yazılı Bölge Adliye Mahkemesince verilen kararın müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hâkim … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü :
Borçlu ve ihaleye konu taşınmaz üzerinde lehine aile konutu şerhi bulunan şikayetçi vekilinin, 07/11/2018 tarihinde gerçekleştirilen taşınmaz satışına ilişkin sair nedenlerle birlikte satış ilanı tebliğinin usulsüz olduğunu ileri sürerek ihalenin feshi istemi ile icra mahkemesine başvurdukları, mahkemece şikayetin reddi ile şikayetçiler aleyhine para cezasına hükmedildiği, kararın şikayetçiler tarafından istinaf edilmesi üzerine Bölge Adliye Mahkemesince satış ilanı tebliğlerinin usulsüz olduğundan bahisle, istinaf başvurusunun kabulü ile ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına, şikayetin kabulü ile ihalenin feshine karar verildiği, kararın alacaklı tarafından Serap yönünden temyiz edildiği anlaşılmaktadır.
7201 Sayılı Tebligat Kanunun 22. maddesinde ise; “Muhatap yerine kendisine tebliğ yapılacak kimsenin görünüşüne nazaran onsekiz yaşından aşağı olmaması ve bariz bir surette ehliyetsiz bulunmaması lazımdır” hükmüne yer verilmiştir. Bu hükümden de anlaşılacağı üzere, borçlu adına kendisine tebligat yapılan kişinin 18 yaşından küçük olması, mutlaka tebliğ işleminin usulsüzlüğü sonucunu doğurmaz.
Somut olayda, şikayetçi …’a çıkarılan 28/09/2018 tebliğ tarihli satış ilanına ilişkin tebligatın incelenmesinde; “Muhatabın işe gittiğini, akşam döneceğini ve aynı konutta birlikte ikamet ettiğini beyan eden ehil ve reşit oğlu Uygar Karadağ imzasına tebliğ edildi” şerhi ile tebliğ edildiği görülmüştür. Tebligat Kanununun anılan maddesine göre, tebliğin yapıldığı şahsın görünüşe göre reşit olması yeterli olup şikayetçi Serap’a yapılan satış ilanı tebliğinin usulüne uygun olduğu anlaşılmıştır.
O halde, Bölge Adliye Mahkemesince, temyiz dilekçesi içeriği ve başkaca fesih nedeni bulunmadığı dikkate alınarak, 6100 sayılı HMK’nın 353/1-b-1. maddesi uyarınca şikayetçi Serap yönünden, ihalenin feshi talebinin reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde ihalenin feshi yönünde hüküm tesisi isabetsiz olup, Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulması gerekmiştir.
SONUÇ : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulü ile yukarıda yazılı nedenlerle Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 19. Hukuk Dairesi’nin 08/05/2019 tarih ve 2019/731 E. – 2019/1073 K. sayılı kararının 5311 sayılı Kanun ile değişik İİK’nun 364/2. maddesinin göndermesiyle uygulanması gereken 6100 sayılı HMK’nun 373/2. maddesi uyarınca, BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, dosyanın Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 10/10/2019 tarihinde oybirliği ile karar verildi.