6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu
F. Sözleşmenin içeriği
I. Sözleşme özgürlüğü
MADDE 26- Taraflar, bir sözleşmenin içeriğini kanunda öngörülen sınırlar içinde özgürce belirleyebilirler.
II. Kesin hükümsüzlük
MADDE 27- Kanunun emredici hükümlerine, ahlaka, kamu düzenine, kişilik haklarına aykırı veya konusu imkânsız olan sözleşmeler kesin olarak hükümsüzdür. Sözleşmenin içerdiği hükümlerden bir kısmının hükümsüz olması, diğerlerinin geçerliliğini etkilemez. Ancak, bu hükümler olmaksızın sözleşmenin yapılmayacağı açıkça anlaşılırsa, sözleşmenin tamamı kesin olarak hükümsüz olur.
III. Aşırı yararlanma
MADDE 28- Bir sözleşmede karşılıklı edimler arasında açık bir oransızlık varsa, bu oransızlık, zarar görenin zor durumda kalmasından veya düşüncesizliğinden ya da deneyimsizliğinden yararlanılmak suretiyle gerçekleştirildiği takdirde, zarar gören, durumun özelliğine göre ya sözleşme ile bağlı olmadığını diğer tarafa bildirerek ediminin geri verilmesini ya da sözleşmeye bağlı kalarak edimler arasındaki oransızlığın giderilmesini isteyebilir. Zarar gören bu hakkını, düşüncesizlik veya deneyimsizliğini öğrendiği; zor durumda kalmada ise, bu durumun ortadan kalktığı tarihten başlayarak bir yıl ve her hâlde sözleşmenin kurulduğu tarihten başlayarak beş yıl içinde kullanabilir.
G. İrade bozuklukları
I. Yanılma
1. Yanılmanın hükümleri
MADDE 30- Sözleşme kurulurken esaslı yanılmaya düşen taraf, sözleşme ile bağlı olmaz.
2. Yanılma hâlleri
a. Açıklamada yanılma
MADDE 31- Özellikle aşağıda sayılan yanılma hâlleri esaslıdır:
1. Yanılan, kurulmasını istediği sözleşmeden başka bir sözleşme için iradesini açıklamışsa.
2. Yanılan, istediğinden başka bir konu için iradesini açıklamışsa.
3. Yanılan, sözleşme yapma iradesini, gerçekte sözleşme yapmak istediği kişiden başkasına açıklamışsa.
4. Yanılan, sözleşmeyi yaparken belirli nitelikleri olan bir kişiyi dikkate almasına karşın başka bir kişi için iradesini açıklamışsa.
5. Yanılan, gerçekte üstlenmek istediğinden önemli ölçüde fazla bir edim için veya gerçekte istediğinden önemli ölçüde az bir karşı edim için iradesini açıklamışsa.
Basit hesap yanlışlıkları sözleşmenin geçerliliğini etkilemez; bunların düzeltilmesi ile yetinilir.
b. Saikte yanılma
MADDE 32- Saikte yanılma, esaslı yanılma sayılmaz. Yanılanın, yanıldığı saiki sözleşmenin temeli sayması ve bunun da iş ilişkilerinde geçerli dürüstlük kurallarına uygun olması hâlinde yanılma esaslı sayılır. Ancak bu durumun karşı tarafça da bilinebilir olması gerekir.
c. İletmede yanılma
MADDE 33- Sözleşmenin kurulmasına yönelik iradenin haberci veya çevirmen gibi bir aracı ya da bir araç tarafından yanlış iletilmiş olması hâlinde de yanılma hükümleri uygulanır.
3. Yanılmada dürüstlük kuralları
MADDE 34- Yanılan, yanıldığını dürüstlük kurallarına aykırı olarak ileri süremez. Özellikle diğer tarafın, sözleşmenin yanılanın kasdettiği anlamda kurulmasına razı olduğunu bildirmesi durumunda, sözleşme bu anlamda kurulmuş sayılır.
4. Yanılmada kusur
MADDE 35- Yanılan, yanılmasında kusurlu ise, sözleşmenin hükümsüzlüğünden doğan zararı gidermekle yükümlüdür. Ancak, diğer taraf yanılmayı biliyor veya bilmesi gerekiyorsa, tazminat istenemez. Hâkim, hakkaniyetin gerektirdiği durumlarda, ifadan beklenen yararı aşmamak kaydıyla, daha fazla tazminata hükmedebilir.
II. Aldatma
MADDE 36- Taraflardan biri, diğerinin aldatması sonucu bir sözleşme yapmışsa, yanılması esaslı olmasa bile, sözleşmeyle bağlı değildir. Üçüncü bir kişinin aldatması sonucu bir sözleşme yapan taraf, sözleşmenin yapıldığı sırada karşı tarafın aldatmayı bilmesi veya bilecek durumda olması hâlinde, sözleşmeyle bağlı değildir.
III. Korkutma
1. Hükmü
MADDE 37- Taraflardan biri, diğerinin veya üçüncü bir kişinin korkutması sonucu bir sözleşme yapmışsa, sözleşmeyle bağlı değildir. Korkutan bir üçüncü kişi olup da diğer taraf korkutmayı bilmiyorsa veya bilecek durumda değilse, sözleşmeyle bağlı kalmak istemeyen korkutulan, hakkaniyet gerektiriyorsa, diğer tarafa tazminat ödemekle yükümlüdür.
2. Koşulları
MADDE 38- Korkutulan, içinde bulunduğu durum bakımından kendisinin veya yakınlarından birinin kişilik haklarına ya da malvarlığına yönelik ağır ve yakın bir zarar tehlikesinin doğduğuna inanmakta haklı ise, korkutma gerçekleşmiş sayılır. Bir hakkın veya kanundan doğan bir yetkinin kullanılacağı korkutmasıyla sözleşme yapıldığında, bu hakkı veya yetkiyi kullanacağını açıklayanın, diğer tarafın zor durumda kalmasından aşırı bir menfaat sağlamış olması hâlinde, korkutmanın varlığı kabul edilir.
IV. İrade bozukluğunun giderilmesi
MADDE 39- Yanılma veya aldatma sebebiyle ya da korkutulma sonucunda sözleşme yapan taraf, yanılma veya aldatmayı öğrendiği ya da korkutmanın etkisinin ortadan kalktığı andan başlayarak bir yıl içinde sözleşme ile bağlı olmadığını bildirmez veya verdiği şeyi geri istemezse, sözleşmeyi onamış sayılır. Aldatma veya korkutmadan dolayı bağlayıcılığı olmayan bir sözleşmenin onanmış sayılması, tazminat hakkını ortadan kaldırmaz.
C. Zamanaşımı
I. Kural
MADDE 72- Tazminat istemi, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yılın ve her hâlde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar. Ancak, tazminat ceza kanunlarının daha uzun bir zamanaşımı öngördüğü cezayı gerektiren bir fiilden doğmuşsa, bu zamanaşımı uygulanır. Haksız fiil dolayısıyla zarar gören bakımından bir borç doğmuşsa zarar gören, haksız fiilden doğan tazminat istemi zamanaşımına uğramış olsa bile, her zaman bu borcu ifadan kaçınabilir.
II. Rücu isteminde
MADDE 73- Rücu istemi, tazminatın tamamının ödendiği ve birlikte sorumlu kişinin öğrenildiği tarihten başlayarak iki yılın ve her hâlde tazminatın tamamının ödendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar. Tazminatın ödenmesi kendisinden istenilen kişi, durumu birlikte sorumlu olduğu kişilere bildirmek zorundadır. Aksi takdirde zamanaşımı, bu bildirimin dürüstlük kurallarına göre yapılabileceği tarihte işlemeye başlar.
MADDE 82- Sebepsiz zenginleşmeden doğan istem hakkı, hak sahibinin geri istem hakkı olduğunu öğrendiği tarihten başlayarak iki yılın ve her hâlde zenginleşmenin gerçekleştiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar. Zenginleşme, zenginleşenin bir alacak hakkı kazanması suretiyle gerçekleşmişse diğer taraf, istem hakkı zamanaşımına uğramış olsa bile, her zaman bu borcunu ifadan kaçınabilir.
MADDE 147- Aşağıdaki alacaklar için beş yıllık zamanaşımı uygulanır:
1. Kira bedelleri, anapara faizleri ve ücret gibi diğer dönemsel edimler.
2. Otel, motel, pansiyon ve tatil köyü gibi yerlerdeki konaklama bedelleri ile lokanta ve benzeri yerlerdeki yeme içme bedelleri.
3. Küçük sanat işlerinden ve küçük çapta perakende satışlardan doğan alacaklar.
4. Bir ortaklıkta, ortaklık sözleşmesinden doğan ve ortakların birbirleri veya kendileri ile ortaklık arasındaki; bir ortaklığın müdürleri, temsilcileri, denetçileri ile ortaklık veya ortaklar arasındaki alacaklar.
5. Vekâlet, komisyon ve acentalık sözleşmelerinden, ticari simsarlık ücreti alacağı dışında, simsarlık sözleşmesinden doğan alacaklar.
6. Yüklenicinin yükümlülüklerini ağır kusuruyla hiç ya da gereği gibi ifa etmemesi dışında, eser sözleşmesinden doğan alacaklar.
MADDE 148- Bu ayırımda belirlenen zamanaşımı süreleri, sözleşmeyle değiştirilemez.
MADDE 149- Zamanaşımı, alacağın muaccel olmasıyla işlemeye başlar. Alacağın muaccel olmasının bir bildirime bağlı olduğu hâllerde, zamanaşımı bu bildirimin yapılabileceği günden işlemeye başlar.
MADDE 150- Ömür boyunca gelir ve benzeri dönemsel edimlerde, alacağın tamamı için zamanaşımı, ifa edilmemiş ilk dönemsel edimin muaccel olduğu günde işlemeye başlar. Alacağın tamamı zamanaşımına uğramışsa, ifa edilmemiş dönemsel edimler de zamanaşımına uğramış olur.
MADDE 151- Süreler hesaplanırken zamanaşımının başladığı gün sayılmaz ve zamanaşımı ancak sürenin son günü de hak kullanılmaksızın geçince gerçekleşmiş olur. Zamanaşımı sürelerinin hesaplanmasında da, borçların ifasındaki sürelerin hesaplanmasına ilişkin hükümler uygulanır.
MADDE 152- Asıl alacak zamanaşımına uğrayınca, ona bağlı faiz ve diğer alacaklar da zamanaşımına uğramış olur.
MADDE 153- Aşağıdaki durumlarda zamanaşımı işlemeye başlamaz, başlamışsa durur:
1. Velayet süresince, çocukların ana ve babalarından olan alacakları için.
2. Vesayet süresince, vesayet altında bulunanların vasiden veya vesayet işlemleri sebebiyle Devletten olan alacakları için.
3. Evlilik devam ettiği sürece, eşlerin diğerinden olan alacakları için.
4. Hizmet ilişkisi süresince, ev hizmetlilerinin onları çalıştıranlardan olan alacakları için.
5. Borçlu, alacak üzerinde intifa hakkına sahip olduğu sürece.
6. Alacağı, Türk mahkemelerinde ileri sürme imkânının bulunmadığı sürece.
7. Alacaklı ve borçlu sıfatının aynı kişide birleşmesinde, birleşmenin ileride geçmişe etkili olarak ortadan kalkması durumunda, bu durumun ortaya çıkmasına kadar geçecek sürece.
Zamanaşımını durduran sebeplerin ortadan kalktığı günün bitiminde zamanaşımı işlemeye başlar veya durmadan önce başlamış olan işlemesini sürdürür.
MADDE 154- Aşağıdaki durumlarda zamanaşımı kesilir:
1. Borçlu borcu ikrar etmişse, özellikle faiz ödemiş veya kısmen ifada bulunmuşsa ya da rehin vermiş veya kefil göstermişse.
2. Alacaklı, dava veya def’i yoluyla mahkemeye veya hakeme başvurmuşsa, icra takibinde bulunmuşsa ya da iflas masasına başvurmuşsa.
MADDE 155- Zamanaşımı müteselsil borçlulardan veya bölünemeyen borcun borçlularından birine karşı kesilince, diğerlerine karşı da kesilmiş olur. Zamanaşımı asıl borçluya karşı kesilince, kefile karşı da kesilmiş olur. Zamanaşımı kefile karşı kesilince, asıl borçluya karşı kesilmiş olmaz.
MADDE 156- Zamanaşımının kesilmesiyle, yeni bir süre işlemeye başlar. Borç bir senetle ikrar edilmiş veya bir mahkeme ya da hakem kararına bağlanmış ise, yeni süre her zaman on yıldır.
MADDE 157- Bir dava veya def’i yoluyla kesilmiş olan zamanaşımı, dava süresince tarafların yargılamaya ilişkin her işleminden veya hâkimin her kararından sonra yeniden işlemeye başlar.
Zamanaşımı, icra takibiyle kesilmişse, alacağın takibine ilişkin her işlemden sonra yeniden işlemeye başlar. Zamanaşımı, iflas masasına başvurma sebebiyle kesilmişse, iflasa ilişkin hükümlere göre alacağın yeniden istenmesi imkânının doğumundan itibaren yeniden işlemeye başlar.
MADDE 158- Dava veya def’i; mahkemenin yetkili veya görevli olmaması ya da düzeltilebilecek bir yanlışlık yapılması yahut vaktinden önce açılmış olması nedeniyle reddedilmiş olup da o arada zamanaşımı veya hak düşürücü süre dolmuşsa, alacaklı altmış günlük ek süre içinde haklarını kullanabilir.
MADDE 159- Alacağın bir taşınır rehniyle güvenceye bağlanmış olması, bu alacak için zamanaşımının işlemesine engel olmaz; bununla birlikte alacaklının, hakkını rehinden alma yetkisi devam eder.
MADDE 160- Zamanaşımından önceden feragat edilemez. Müteselsil borçlulardan birinin feragat etmiş olması, diğerlerine karşı ileri sürülemez. Bölünemez bir borcun borçlularından birinin feragat etmiş olması durumunda da aynı hüküm uygulanır. Asıl borçlunun feragati de kefile karşı ileri sürülemez.
MADDE 161- Zamanaşımı ileri sürülmedikçe, hâkim bunu kendiliğinden göz önüne alamaz.
İRADE KAVRAMI VE İRADE SAKATLIĞI
İrade, bir şeyi yapıp yapmamaya karar verme gücüdür. İradenin hukuk dünyasında geçerliliği olabilmesi için belirli araçlarla dış dünyaya yansıması gerekmektedir. Hukuk, sadece dışa vurulan irade açıklamalarıyla uğraşmaktadır. Borçlar Kanunumuz sözleşmenin kurulabilmesi için tarafların karşılıklı ve birbirine uygun irade beyanlarında bulunmasını öngörmüştür. İrade açıklaması, bir kimsenin bir hakkı veya hukuki ilişkiyi kurma, değiştirme ve ortadan kaldırma iradesini dış dünyaya bildirmesidir. (Aydın Aybay; Borçlar Hukuku Dersleri, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi, İstanbul, 1979, s.12-13.-Rona Serozan; Medeni Hukuk- Genel Bölüm, Vedat Kitapçılık, İstanbul,2005, s.253.)
Bir sözleşme yapılırken taraflardan birinin işlem iradesinin oluşum veya beyanı aşamasında ortaya çıkan sakatlıklara irade bozukluğu denir (Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 22. b., Ankara 2017, s. 392). İrade bozukluğu hâlleri mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nda (BK) “Rızadaki fesat” başlığı altında “Hata”, “Hile” ve “İkrah” olarak 23 ila 31. maddeler arasında hükme bağlanmış iken, 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 30 ila 39. maddeleri arasında bu defa “Yanılma”, “Aldatma” ve “Korkutma” başlıkları altında düzenlenmiştir. TBK. M. 26’ya göre: ‘‘Taraflar bir sözleşmenin içeriğini kanunda öngörülen sınırlar içinde özgürce belirleyebilirler’’ denilmiştir. Yine Anayasamızın 48. maddesinde de ‘‘Herkes dilediği alanda çalışma ve sözleşme yapma özgürlüğüne sahiptir’’ denilmiştir. İrade özgürlüğü hukuki işlemler vasıtasıyla ortaya çıkmaktadır. Sözleşme özgürlüğü, sözleşmeyi yapıp yapmamayı, sözleşmenin karşı tarafını istenilen şekilde seçmeyi, şekil serbestisini, sözleşmeyi ortadan kaldırmayı ve sözleşmenin içeriğini istenilen şekilde belirlemeyi kanunda belirtilen sınırlar içerisinde kapsamaktadır. (Cevdet Yavuz; Borçlar Hukuku Dersleri, Özel Hükümler, 1. Bası, Beta Yayınları, İstanbul,2000, s.4-5.; Derya Ateş, ‘‘Sözleşme Özgürlüğü Yönünden Dürüstlük Kuralları’’, TBB Dergisi, S.72, 2007, s.75-93.) Kanunda öngörülen sınırların haricinde sözleşmenin geçerli olarak kurulabilmesi için iradelerin de sağlıklı olarak ortaya çıkması gerekmektedir, aksi takdirde iradesi fesada uğratılan tarafın sözleşmeyi iptal hakkı doğacaktır.
1-) HİLE (ALDATMA) : Genel olarak, bir kimseyi irade beyanında bulunmaya, özellikle sözleşme yapmaya sevk etmek için onda kasten hatalı bir kanı uyandırmak veya esasen var olan hatalı bir kanıyı korumak yahut devamını sağlamak şeklinde tanımlanır. Hile, gerçek durumu bilmesi halinde bir kimsenin kabul etmeyecek olduğu bir şeyi kabul etmesine diğer bir kimse tarafından yol açılmış olmasıdır. Görüleceği üzere hatada yanılma, hilede ise kasıtlı olarak yanıltma söz konusudur. Hilede irade sakatlığı iradenin beyanında değil, iradenin oluşumunda meydana gelmektedir. İradenin oluşumundaki sakatlık ise kişinin kendisi dışında başka birinin kasıtlı bir aldatma fiiliyle gerçekleşmektedir. Nitekim, Hukuk Genel Kurulunun 20.10.2010 tarih ve 2010/1-502 E., 2010/536 K.; 08.07.2020 tarih ve 2017/1-1831 E., 2020/549 K. sayılı kararlarında, hilenin; gerçek durumu bilmesi hâlinde bir kimsenin kabul etmeyecek olduğu bir şeyi kabul etmesine diğer bir kimse tarafından yol açılması olduğu vurgulanmıştır.
Bir hukuki işlemin geçerli ve amacına uygun hukuki sonuçlar doğurabilmesi için o hukuki işlemi yapan kişi veya kişilerin sağlıklı bir şekilde oluşmuş iradelerinin bulunması ve yine bu iradelerinin istenilen hukuki sonuca uygun şekilde açıklanması gerekmektedir. İrade bozukluğu kavramının iki farklı yönü bulunmakta olup, bunlardan ilki iradenin henüz oluşum evresindeki sakatlık, diğeri ise iradenin açığa vurulması (beyanı-bildirimi) evresinde meydana gelen sakatlıktır.
İrade bozukluğu hâlleri mülga 818 sayılı BK’nda “Rızadaki fesat” başlığı altında “Hata”, “Hile” ve “İkrah” olarak 23 ila 31. maddeler arasında hükme bağlanmış iken, 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı TBK’nın 30 ila 39. maddeleri arasında bu defa “Yanılma”, “Aldatma” ve “Korkutma” başlıkları altında düzenlenmiştir.
Aldatmayı (hileyi) ispat yükü, aldatılan tarafa aittir. Hata, hile ve ikrah iddialarının senede bağlanması mümkün olmadığından senetle ispat edilmesinde maddi imkânsızlık vardır. Bu nedenle hukuki işlemlerdeki irade bozukluğu iddiaları, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 203/1-ç maddesinde senede karşı senetle ispat zorunluluğunun istisnaları arasında sayılmıştır. Sözleşme resmî senetle yapılmış olsa dahi 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) “Resmî belgelerle ispat” kenar başlıklı 7. maddesi “Resmî sicil ve senetler, belgeledikleri olguların doğruluğuna kanıt oluşturur. Bunların içeriğinin doğru olmadığının ispatı, kanunlarda başka bir hüküm bulunmadıkça, her hangi bir şekle bağlı değildir” hükmünü taşıdığından, hile olgusunun tanık dâhil her türlü delille ispatı mümkündür. Salt sözleşmeyi okumamış olmak, hile olarak kabul edilmez. Hile olarak kabulü için, sözleşmeyi okumamasını gerektirecek makul ve olağan dış etkilerin olması gerekir.
Ceza yargılamasında basit yalan hile olarak değerlendirilmezken, hukuk yargılamasında basit yalan olayın somut özelliklerine göre bazen hile teşkil edebilmektedir. Ancak aldatılanın bu basit yalana inanmasını gerektirecek makul ve somut olguların ortaya konulması gerekir. Hukuk muhakemesindeki hile kavramı, ceza hukukundaki hile kavramından daha geniştir. Hukuk yargılamasındaki her hileli işlem, ceza hukukundaki dolandırıcılık suçunu oluşturmayabilir. Öne sürülüp iddia edilen hilenin inandırıcı olması yanında, hayatın olağan akışına da (tecrübe kurallarına) uygun olması gerekir. Hile iddiasının teknik delillerle (Bilirkişi raporu vs.) de çelişmemesi gerekir. Yüksek mahkeme, hiç bir makul neden ve gerekçe yokken, malvarlığının büyük kısmına yönelik yapılan devirlerde, hayatın olağan akışına uygunluk görmemektedir. Yine semenin (bedelin) sözleşmenin asli unsurlarından olduğunu, işlemden hemen sonra ödeneceği düşüncesinin yaratılıp bedelin ödenmemesini hile kabul etmekte, iradenin sakatlandığını belirtmektedir. Ancak semenin işlemden bir kısım zaman sonra ödeneceğinin taraflarca kararlaştırılması halinde sadece bedelin ödenmemiş olmasının yasal diğer takip yollarına başvurulmasının gerekçesi olabileceğini; tapu iptal ve tescile sebebiyet veremeyeceğini kabul etmektedir. Bedelin ödenip ödenmemesi dışında; resmi akitteki bedelin farklı olduğu iddiasının ancak aynı güçteki başka bir delille kanıtlanması gerekmektedir.
Borçlar Hukukunda, hile olarak adlandırılan bu durum ceza hukukunda, dolandırıcılık adı altında düzenlenmiştir. TCK madde 157’ye göre dolandırıcılık suçu, hileli davranışlarla bir kimseyi aldatıp, onun veya başkasının zararına olarak, kendisine veya bir başkasına yarar sağlaması durumudur. Dolandırıcılık suçunun oluşabilmesi için fiilin, hileli davranışlar sonucu bir kimseyi aldatması, onun veya başkasının zararına olarak, kendisine veya başkasına bir yarar sağlaması gerekmektedir. Hile, nitelikli bir yalandır. Yalan belli oranda ağır, yoğun ve ustaca olma, sergileniş açısından mağdurun denetleme olanağını ortadan kaldırmalıdır. Kullanılan hile ile mağdur yanılgıya düşürülmeli ve bu yanıltma sonucu kandırıcı davranışlarla yalanlara inanan mağdur tarafından sanık veya bir başkasına haksız çıkar sağlanmalıdır. Hilenin kandırıcı nitelikte olup olmadığı somut olarak değerlendirilmeli, olayın özelliği, mağdurun durumu, fiille olan ilişkisi, kullanılan hilenin şekli, kullanılmışsa gizlenen veya değiştirilen belgenin nitelikleri ayrı ayrı nazara alınmalıdır. O halde hileli davranışın aldatacak nitelikte olması gerekir. Basit bir yalan hileli hareket olarak kabul edilemez. Gerçekleştirilen her hile eylemi dolandırıcılık suçunu oluşturmazken, her dolandırıcılık eylemi, hile unsurunu içerisinde barındırmaktadır. Hile, bir şahısta yanlış fikir ve kanaat meydana getirmek veya mevcut bir yanlış fikrin devamını sağlamak amacıyla yapılan her türlü hareket ve söylenen sözlerdir. Hile, karşı tarafın veya üçüncü bir kimsenin hukuki işlem yapmasını sağlamak için onu kasten yanıltma durumudur. Hile halinde, bir kimse, karşı tarafı sözleşme yapmasını sağlamak için sözleri veya davranışları ile onda yanlış bir kanaat uyandırmakta veya karşı tarafta olan yanlış kanaati güçlendirerek, bu kanaatin devamını sağlamaktadır. Yani hile, fiili olarak karşı tarafa yanlış beyanlarda bulunarak aldatmak şeklinde gerçekleşebileceği gibi sözleşme yapılmadan önce açıklama yapılması gereken konularda sessiz kalmak suretiyle de gerçekleşebilmektedir. (Bkz. Yargıtay 11.CD. T. 05.06.2006, E.2005/144, K.2006/5115. – 5 YHGK. T. 03.04.1963, 1963/ 4-76-40 s. kararında da ‘‘hile, gerçek durumu bilmesi halinde bir kimsenin kabul etmeyecek olduğu bir şeyi kabul etmesine diğer bir kimse tarafından yol açılmış olmasıdır’’ denmektedir.-Nevzat Toroslu; Ceza Hukuku Özel Kısım, Savaş Yayınları, Ankara, 2008, s.173.)
Hukuk muhakemesinde, basit bir araştırmayla tespit edilebilecek olgu ve eylemler hile olarak nitelendirilmez. Örneğin karşılıklı akdedilen protokolün bir örneği işlem sırasında kendisine teslim edilen şahıs, sözleşmenin konusunda hataya düştüğü iddiasını ileri sürer ve işlem tarihinden uzunca bir zaman sonra dava yoluna giderse, bu iddiası inandırıcı görülmez. Resmi dairelerde işlem yapılmazdan önce veya yapıldıktan sonra, taraflar arasında işleme dair yapılan sözleşme ve protokoller, aynı zamanda icazet ve iradi olarak işlem tesis edildiği anlamını da taşımaktadır. Yine sözleşme kurulup tamamlandıktan sonra, vuku bulan eylemler hile olarak kabul edilmez, işlemin sıhhatine etki etmez. Öne sürülen hilenin; hayatın olağan akışına uygun olması gerekir. Tecrübe kuralları gereğince hakim, aldatılanın ekonomik ve eğitim durumunu, yaşını, engellilik (sağlık) durumunu, resmi dairelerde sürekli yaptığı işlerini bu tespitte göz önünde bulundurur. Örneğin çok sayıda taşınmazı bulunan ve sıklıkla tapu dairesinde işlem yapan, benzer şekilde taşınmazlarının bir kısmını yıllardır kiraya veren kişinin, tapu dairesine kira sözleşmesi yapılacağı inancıyla götürüldüğü iddiasını ortaya atması, hayatın olağan akışına aykırıdır. Öne sürülen hilenin inandırıcı (akla yatkın) da olması gerekir. Ortaya konan olgu ve olayların, hata-hile-korkutma-gabin-inançlı işlem türlerinden hangisini oluşturduğunu belirleyerek hüküm kurma yetkisi hakime aittir. Ölünceye kadar bakma vaadiyle sözleşmenin akdedilmesi sonrasında edimin yerine getirilmemesi, hileyi oluşturmaktadır. Salt akdedilen sözleşmeyi okumamış olmak, hile teşkil etmez, okumamaya yönelik dış bir etkinin/davranışın ortaya konulması gerekir. Yüksek mahkeme, davalı veya 3.kişiyle olan yakınlık ilişkisi ve duyulan güven nedeniyle sözleşmenin okunmadan imza edilmesi halini olağan kabul etmektedir. Ancak bu halde de tarafların kişilik özellikleri, eğitim durumu, yaş ve engellilik hali, aldatılanın resmi dairelerde sıklıkla yaptığı işlemler, işleme sürükleyen kişilere olan güvenin nedenleri ve işlemin hukuki niteliği gibi kıstaslar hakim tarafından göz önünde bulundurulacaktır. Aldatılanın sözleşmeyi okumadan imza etmesini gerektirecek somut olgu, davranış ve olaylar ortaya konulacaktır. Yine sadece bedelin düşük olması da başlı başına hile olgusunu ispata elverişli değildir. Salt duyuma dayalı veya söylentileri aktaran veya işlemin nasıl gerçekleştiğine dair davacı asilden duyduklarını aktaran tanık beyanları ile hile iddiası ispat edilemez. 1 yıllık hak düşürücü süre, mahkemece resen gözetilir. Tarafların ileri sürüp sürmemesine bakılmaksızın, mahkemece resen araştırma ve soruşturma cihetine gidilir.
Aldatan kişi tarafların dışında kalan 3.kişi olmayıp, aldatmadan yararlanan temsilcisi ise bu aldatma taraf aldatması sayılır. Bir tarafın temsilcisini 3.kişi aldatmışsa aldatan taraf aldatma nedeniyle sözleşmeyi iptal ettirebilir. Ancak yararlanan tarafın bu aldatmayı bilmesi veya bilecek durumda olması gerekir. Tanıtım ve reklamda aldatma kasdı değil, bilgilendirme, tanıtma, duyurma kastı vardır. Bu nedenle bu tür durumlarda hilenin gerçekleştiği kabul edilmez. Benzer şekilde sözleşmenin kurulma, müzakere ve hazırlık aşamalarından birisine katılan kişi de 3.kişi olarak kabul edilmez; bu kişinin hilesi taraf hilesi olarak kabul edilir.
Aldatma eylemi pasif eylem ile yapılması da mümkündür. Bu durumda karşı taraf bilgi vermesi gereken bir durumda bundan kaçınma veya susma şeklinde bunu gerçekleştirebilir. Susma yolu ile aldatmanın gerçekleşmesi için karşı tarafın yanılan tarafı, içinde bulunduğu yanılgılar hakkında aydınlatma yükümlülüğünün olması gerekir. Karşı taraf dürüstlük kuralı çerçevesinde yanılgıya düşen tarafın, temel noktada yanılgıya düştüğünü anlamasına rağmen onu yanılgısı konusunda uyarmaması da pasif eylem neticesinde aldatma olarak addedilir.
Akdin taraflarından birisinin irade serbestîsi olmadığından sakatlanmış bir sözleşme, icazetle veya fesih için kabul edilmiş olan sürenin geçmesiyle bağlayıcı hale gelir. Buna göre, akdin bağlayıcı hale gelmesi iki
halde mümkündür:
- İcazet : Yenlik doğuran bir hakkın kullanılmasıdır. İcazet, sözleşme ile bağlı kalmayı, sözleşmenin feshinden vazgeçmeyi ifade eden bir irade beyanıdır. İcazet vermekle yeni bir işlem doğmaz ve fakat hata, hile veya ikrah ile malul olan sakat bir işlem sıhhat kazanmış, geçerli hale gelmiş olur. İcazetin geçerli olabilmesi için bunun, iradesi hata, hile veya korkutma ile zedelenmiş olan kimse tarafından verilmesi gerekir. İrade fesatlığına maruz kalan kimse, akde icazet verirse, akit baştan geçerli hale gelir. İcazet, açık olduğu gibi zımnî de olabilir. Mesela açıkça icazet verdiğini söylemesi, açık icazet, diğer tarafın ifasının kabul etmesi veya alınan şeyleri kullanması zımnî icazet anlamına gelir. TBK md.39 gereğince bir yıllık sürede bu yapılabilinir. Hak düşürücü sürenin tespitinde, sözleşmeye zımnen icazet verilip verilmediğine dair olgular da gözetilir. İcazet verilmesi sözleşmenin makabline şamil olarak hüküm doğurmasını sağlar. (Turan Çınar, Tapu İptali ve Tescili Davaları, sy. 529)-(Arpacı, Abdülkadir, Borçlar Hukuku Genel Bölüm Birinci Cilt, İstanbul 2008, s.243)
- Bir yıllık sürenin kullanılmadan geçirilmesi: Sözleşme ile bağlı olmayan taraf BK, md. 31;de öngörülen irade bozukluğunu, öğrenmeden itibaren başlayacak (ıttıla tarihinden) bir yıllık süre içerisinde sözleşmeyi feshetmezse, icazet verilmiş sayılır. Bu halde sözleşme yapıldığı andan itibaren geçerli olur ve iki tarafı da bağlar. Bu bir yıllık süre, hak düşürücü bir süredir. Bu bir yıllık süre geçirilirse, netice kesindir. Hâkim, süreyi resen dikkate alır ve tarafların talebi olmasa da resen araştırır, soruşturur. (Sevindik Ersin, “İkrah”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2008.)
Hilenin varlığının kabulü için bazı şartların gerçekleşmesine ihtiyaç vardır:
Birinci şart “aldatma fiili”dir. Aldatan şahıs diğerini yanıltmış (hataya düşürmüş) olmalıdır. Fakat karşı tarafın düştüğü bu yanılmanın esaslı olması gerekmez (TBK. m.36/1). Çünkü aldatan hiçbir surette korunmaya layık değildir. Aldatan, sözleşmenin yapılması ve özellikle görüşmeler sırasında, belirli konu ve hususlarda doğru olmayan bilgiler vermekte veya bazı hususları dürüstlük kuralına göre açıklaması gerekirken kasten gizlemektedir.
İkinci şart; “aldatma kastı”dır. Aldatan, karşı tarafı sözleşme yapmaya ikna etmek için ona bilerek ve isteyerek (kasten) gerçek dışı beyanda bulunmuş olmalıdır. Başka bir deyişle, yalan söyleyende karşı tarafı aldatmak ve onun gerçeği bilmesi hâlinde yapmayacak olduğu bir sözleşmeyi yapmağa sevk etmek niyeti bulunmalıdır. Eğer bir kimse, bilmemesi ağır bir kusur teşkil etmesine rağmen, durumu bilmeden bir beyanda bulunmuş ise aldatma kastı yoktur.
Üçüncü şart ise “illiyet bağı”dır. Sözleşme aldatma sonucu, onun etkisi ile yapılmalıdır. Aldatılan yapmış olduğu sözleşmeyi, aldatma olmasıydı ya hiç yapmayacak ya da daha iyi şartlarda yapacak idiyse, illiyet bağı gerçekleşmiş olur. Aldatma fiili, sözleşmenin kurulmasının asli şartı olmalı, aldatma ile sözleşmenin kurulması arasında tabi bir illiyet bağı bulunmalıdır (Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, s. 414 vd., HGK’nın 20.10.2010 tarih ve 2010/1-502 E., 2010/536 K.; 08.07.2020 tarih ve 2017/1-1831 E., 2020/549 K. sayılı kararları).
Bir sözleşmenin geçerli olarak kurulabilmesi, tarafların birbirleriyle uyuşarak verdikleri irade beyanına bağlıdır. Aldatma fiili kasten işlenmelidir, ihmali hareket yeterli değildir. Hile eylemini gerçekleştiren kimse yaptığı şeyin doğru olmadığını bilmeli ve karşı tarafı kandırma kastıyla hareket etmelidir. Bir eylemin kasıtlı yapılması, isteyerek veya maksatlı olarak yapılması demektir. Kasıt olmadan, yanlışlıkla veya ihmal ile söylenen söz veya davranışlar, fiilin hileyi oluşturması için yeterli değildir. Karşı tarafı aldatmak kastıyla söylenmeyen sözler veya davranışlar sonucunda karşı taraf takınılan tavrı ciddiye alarak yanılsa da somut olayda hileden bahsedilemez. İradesi fesada uğrayan taraf ancak koşulları mevcutsa esaslı hata nedeniyle sözleşmenin iptali yoluna gidebilir. (Yavuz; a.g.e., s.24. ; Murat Ispartalı; Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 1. Baskı, İkinci Sayfa Yayınevi, İstanbul,2013, s.145. ; Bkz. YARG 1. HD. T. 01.03.2017, E. 2014/19465, K. 2017/986. s. kararında: ‘‘……. Hile, genel olarak bir kimseyi irade beyanında bulunmaya, özellikle bir sözleşme yapmaya sevk etmek için onda kasten hatalı bir kanı uyandırmak veya esasen var olan hatalı bir kanıyı koruma yahut devamını sağlama şeklinde tanımlanmıştır. …..’’- Ali Bozer; Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 2. Baskı, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, Ankara, 2007, s.69.)
Aldatan, yanlış beyanlarının veya davranışlarının karşı tarafça doğru kabul edilip, bu yönlendirmeye göre karar vereceğine inanmalıdır. Hile, diğer tarafı istenilen hukuki işlemi yapmaya tahrik ve teşvik etmek amacıyla yapılmalıdır. (Ali Naim İnan ve Özge Yücel. Türk Borçlar Hukuku Genel Hükümler. 4. Baskı, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2014, s. 327 ; Özkaya; a.g.e., s.190.)
İlliyet bağı, ortaya çıkan zarar ile fiil arasında ilişkinin bulunması durumudur. Yapılan hukuki işlem ile gerçekleştirilen eylem arasında illiyet bağı bulunmazsa hile oluşmaz . Yani sebep sonuç ilişkisi bulunmadan hileden bahsedilemez. Hileye maruz kalan kimse, aldatma fiili olmadan da mevcut hukuki işlemi aynı şartlar altında yapacak idiyse illiyet bağı bulunmadığından, hileden söz edilemez. Hile eylemi, aldatma kastı ve illiyet bağının birlikte bulunduğu durumlarda sözleşmenin iptali mümkün olacaktır. Ancak iyi niyet kuralları dikkate alındığında sözleşmenin iptali, sözleşmenin devamı halinden daha ağır sonuçlar meydana getiriyorsa hakim, sözleşmenin geçerli olarak kurulduğunun kabulüne ve zarar gören tarafın sözleşme yapılacak olmasaydı karşılaşmayacak olduğu zararının ödenmesine hükmedebilir. (Önen; a.g.e., s.62.- İbrahim Kaplan; Borçlar Hukuku Dersleri Genel Hükümler, 3. Baskı, İmaj Yayınevi, Ankara, 2003, s.101.-Reisoğlu; a.g.e. s.125. ; Şahin Akıncı; Borçlar Hukuku Bilgisi Genel Hükümler, 3. Baskı, Sayram Yayınları, Konya, 2006, s.112; Oğuzman ve Öz; a.g.e., s.113. ; Özkaya; a.g.e., s.191.- Reisoğlu; a.g.e., s.126.- Bkz. YHGK. T. 25.03.2015, E. 2013/19-1707, K. 2015/1072.)
İlliyet bağı, bazen sözleşmenin belirli bir kısmına ilişkin olabilir. Bu durumda TBK 27/2 kapsamında kısmi iptal söz konusu olur. Ancak bu tespiti yapabilmek için tarafların gerçek veya farazi iradelerinin yoruma elverişli olması gerekmektedir. (58 Eren; a.g.e., s.400.)
Nedensellik bağı sözleşmeden önce aranacak ve sözleşme kurulduktan sonra nedensellik bağının kesilmesinden bahsedilemeyecektir. (Kürşat; a.g.e., s.34-35.)
Taraflar arasında meydana gelen sözleşmede hilenin içeriği, hileye maruz kalan tarafça biliniyorsa ve buna rağmen sözleşme kurulmuşsa, hileli davranış ile sözleşme arasından illiyet bağının bulunmadığı kabul edilmelidir. Zira burada ortaya çıkan irade, fesada uğramamış olup, sağlıklı ve özgür bir irade sonucu sözleşme kurulmuştur. Bir kimse sözleşmenin yapılması için gerekli olan bilgilere kendi ulaşmışsa ve bu bilgiler ışığında sözleşme yapmışsa bu durumda da nedensellik bağını araştırmaya gerek yoktur. Zira, hile gerçekleşmemiştir. (Ispartalı; a.g.e., s.146.- Yavuz; a.g.e. s.30.)
Bir yıllık süre hak düşürücü nitelikte olduğundan hakim tarafından da resen ele alınması gerekmektedir165İptal hakkı süresinde kullanılmazsa sözleşmenin örtülü olarak onanması sonucunu doğuracaktır. Yine iptal hakkı yenilik doğuran bir hak olduğu için kural şarta bağlı tutularak kullanılamaz (Aydın ve Remzi; a.g.e., s.124. ; Gülerci ve Kılınç; a.g.e., s.117. ; Bkz. YARG 1. HD. T. 18.09.2013, E.2013/9292, K. 2013/12899.-166 Nart; a.g.e., s.36. ; Eren; a.g.e., s.412.)
Geriye etkili olarak sözleşmenin sona erdirilmesi sonucunda:
Sözleşmenin iptaline yönelik beyanın geçerliliği sözleşme şekle bağlı olsa dahi hiçbir şekle tabi değildir. Tek taraflı beyan karşı tarafa ulaştığı andan itibaren sonuçlarını meydana getirmektedir. İptal beyanı şekle tabi olmaksızın varması gerekli tek taraflı bir işlem olmakla birlikte, iptal beyanını ispat açısından yazılı olarak yapılmasında fayda bulunmaktadır. (Reisoğlu; a.g.e., s.130. ; Eren; a.g.e., s.412. ; Özkaya; a.g.e., s.192. ; Ayan; a.g.e., s.202.-Aslan; a.g.e., s.95. ; Kocayusufpaşaoğlu vd; a.g.e., s.463.)
İptal beyanı, karşı tarafa ulaşınca sonuçlarını kendiliğinden doğurmaktadır. İptal hakkının da içerisinde bulunduğu yenilik doğurucu hakların kullanılması için dava yoluna gidilmesi kural olarak zorunlu değildir. (Eren; a.g.e., s.414. ; Kocayusufpaşaoğlu vd; a.g.e., s.463. ; Kayıhan; a.g.e., s.180. ; Bkz. YARG 1. HD. T. 04.10.2017, E. 2015/2245, K. 2017/4960.)
Defi hakkının kullanılabilmesi için iki şartın birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir: Hile nedeniyle iradesi sakatlanan taraf kendi edimin ifa etmemiş olmalı ve karşı tarafın da hileye maruz kalan taraftan edimin ifasını talep ve dava etmiş olması gerekmektedir. Ayrıca defi hakkı, iptal hakkında olduğu gibi bir yıllık süre ile sınırlı tutulmamıştır. (Eren; a.g.e., s.416.) Hileye maruz kalan taraf iptal hakkını kullanmadıkça dayanak sözleşmede irade sakatlığı bulunduğunu hakim re’sen ele alamaz. İptal talebini sadece iradesi sakatlanan taraf ileri sürülebildiğinden, iptal hakkının def-i hakkını oluşturduğu açıktır. İtiraz hakim tarafından re’sen (kendiliğinden) gözetilirken, defi hakkı hakim tarafından re’sen nazara alınamaz. itirazın hakim tarafından re’sen nazara alınabilmesi için, dava dosyası içerisinde yerini almı olması gerekir. Ancak itiraz tekil eden olay taraflarca ileri sürülürse, bunu ispat etmek taraflara düşer. Defi hakkı ise, dava dosyasında açıkça anlaşılsa bile hakim tarafından re’sen gözetilemez. Tarafların defi hakkını ileri sürmesi gerekir. Defi bir haktır, itiraz ise bir olaydır. itiraz bir olay olduğu için, itiraz lehine sonuç doğuracak kişi tarafından tek taraflı bir vazgeçme ile olay ortadan kaldırılamaz. Defi, bir hak olduğu için, ancak hak sahibi tarafından ileri sürülebilirken; bir olay olan itiraz ise, menfaati olan herkes tarafından ileri sürülebilir. Defi hakkının kullanılması, hakkı sona erdirmez.
İptal hakkı yenilik doğurucu bir hakkın kullanılması olduğundan bundan dönülmesi ve vazgeçilmesi mümkün değildir. İptal hakkının kullanılması ile birlikte belirli bir süre geçmiş olsa da artık sözleşmeye geçerlilik sağlanamayacaktır. .İptal edilen sözleşmenin aynı şartlarda yeniden yapılması gerekmektedir. Bu yüzden taraflar arasında yapılan sözleşme, hükümlerini iptal edilen sözleşmenin kurulmasından itibaren değil; ancak ikinci sözleşmenin yapılması anından itibaren doğuracaktır. (Gülerci ve Kılınç; a.g.e., s.117. ; Aslan; a.g.e., s.94.; Yıldırım; a.g.e., s.150.)
TBK madde 39’da aldatılana bir yıllık iptal süresi tanınmıştır, hileye maruz kalan taraf kanunda belirtilen bu süre içerisinde sözleşme ile bağlı olmadığını bildirmezse, artık sözleşmenin iptali mümkün olamayacaktır. Bu bir yıllık süre ise aldatmanın öğrenilmesinden itibaren başlamaktadır ve iptal iradesi karşı tarafa vardığı andan itibaren de sonuçlarını doğurmaktadır. Ancak aldatılan lehine düzenlenen TBK 39/2’de, her ne kadar sözleşme onaylanmış sayılacak olsa da bu durumun tazminat hakkını ortadan kaldırmayacağı hususu yer almaktadır. Aldatılan taraf sözleşmeye icazet vermemekle birlikte bir yıllık hak düşürücü süre dolmadan ölürse, sözleşmeyi iptal hakkı mirasçılarına geçmektedir ve iptal için öngörülen bir yıllık süre hile eyleminin muris tarafından öğrenildiği andan itibaren işlemeye başlayacaktır. Muris ölmeden önce sözleşmenin iptali için dava açmışsa, açılan davanın da mirasçılar tarafından devam ettirilmesi gerekmektedir. İptal hakkının kullanılması için öngörülen sürenin geçmiş olduğunu ve dolayısıyla sözleşmenin iptalinin sağlanamayacağını iddia eden tarafın, sürenin geçmiş olduğunu ve hak düşürücü sürenin başlamasını sağlayan hileyi öğrenme vakıasını ispat etmesi gerekmektedir. İptal beyanı karşı tarafa varması gerekli tek taraflı beyanla kullanılabilmektedir.
Hileye maruz kalan tarafın sözleşmeye açık veya kanaat verici davranışları nedeniyle örtülü olarak onay vermesi veya belirli bir sürenin sessiz kalınarak geçirilmesi durumlarında hileli sözleşme baştan itibaren tamamen geçerlilik kazanmaktadır, dolayısıyla bu durumda iradesi fesada uğratılan tarafın iptal hakkı da ortadan kalkmaktadır.
Hilenin varlığının kabulü için bazı şartların gerçekleşmesine ihtiyaç vardır. Birinci şart ”Aldatma fiilidir” . Aldatan şahıs diğerini yanıltmış (hataya düşürmüş) olmalıdır. Fakat karşı tarafın düştüğü bu yanılmanın esaslı olması gerekmez. (TBK.m.36/1). Çünkü aldatan hiç bir surette korunmaya layık değildir. Aldatan, sözleşmenin yapılması ve özellikle görüşmeler sırasında, belirli konu ve hususlarda doğru olmayan bilgiler vermekte veya bazı hususları dürüstlük kuralına göre açıklaması gerekirken kasten gizlemektedir. İkinci şart, ”Aldatma kastıdır”. Aldatan, karşı tarafı sözleşme yapmaya ikna etmek için ona bilerek ve isteyerek (kasten) gerçek dışı beyanda bulunmuş olmalıdır. Başka bir deyişle, yalan söyleyende karşı tarafı aldatmak ve ONUN GERÇEĞİ BİLMESİ HALİNDE YAPMAYACAK OLDUĞU BİR SÖZLEŞMEYİ YAPMAYA SEVK ETMEK niyeti bulunmalıdır. Eğer bir kimse, bilmemesi ağır bir kusur teşkil etmesine rağmen, durumu bilmeden bir beyanda bulunmuş ise aldatma kastı yoktur. Üçüncü şart ise, ”İlliyet bağıdır” . Sözleşme aldatma sonucu, onun etkisi ile yapılmalıdır. Aldatılan yapmış olduğu sözleşmeyi, aldatma olmasaydı ya hiç yapmayacak ya da daha iyi şartlarda yapacak idiyse, illiyet bağı gerçekleşmiş olur. Aldatma fiili, sözleşmenin kurulmasının asli şartı olmalı, aldatma ile sözleşmenin kurulması arasında tabi bir illiyet bağı bulunmalıdır. (Eren,F..Borçlar Hukuku Genel Hükümler,s.414 vd., HGK.20.10.2010 T.2010/1-502 E.2010/536 K.)
2-) HATA (YANILMA) : İrade ile beyan arasında istemeyerek meydana gelen bir uyumsuzluk halidir. Aldatma (hile) ise genel olarak bir kimseyi irade beyanında bulunmaya, özellikle sözleşme yapmaya sevk etmek için onda kasten hatalı bir kanı uyandırmak veya esasen var olan hatalı bir kanıyı korumak yahut devamını sağlamak şeklinde tanımlanır. Hatada yanılma, hilede ise kasıtlı olarak yanıltma söz konusudur.
Borçlar Kanunumuzun 24. maddesinde hangi hallerin esaslı hata olarak nitelendirileceği sınırlı bir şekilde sayılmıştır. Buna göre esaslı hata halleri şunlardır:
• Sözleşmenin niteliğinde hata: Sözleşme yapma iradesine sahip olan kişinin gerçekte yapmak istediği sözleşme yerine başka bir sözleşme iradesini beyan etmesidir. Örneğin, satım sözleşmesi yapma iradesine sahip olan bir kişinin hata ile bağışlama sözleşmesi yapma iradesini beyan etmesi.
• Sözleşmenin konusunda hata: Kişinin, sözleşmenin konusu olan eşya ile ilgili sahip olduğu irade yerine farklı bir eşya hakkında irade beyan etmesidir. Örneğin, bir kişinin virüs programı satın almak isterken bir oyun programı alma yönünde iradesini beyan etmesidir.
• Kişide hata: Kişinin sözleşme yapmak istediği kişi yerine baka bir kişiye sözleşme yapma iradesini açıklamasıdır. Evini müteahhit A’ya yaptırmak isteyen Müteahhit B’ye evini yapmasını istemesi kişide hata haline örnek olarak verilebilir.
• İvazda hata: Sözleşme tarafının bizzat kendi ya da karşı tarafın ediminin miktarı hakkında hataya düşmesidir. Basit hesap yanlışlığı akdin sıhhatine engel olmaz.
• Temel hatası: Bir kimseyi sözleşme yapmaya iten sebepte (saikte) hataya düşülebilir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, saik hatası esaslı hata olarak nitelendirilemez. Durum bu olmakla birlikte aşağıdaki koşulları birlikte taşıyan saik hatası temel hatası olarak kabul edilir ve BK. md.24 kapsamında değerlendirilir. Bu şartlar:
– Sözleşme kurulurken, kişinin iradesinin oluşması aşamasında bir hataya düşülmüş olmalıdır.
– Hata sözleşmenin esaslı unsurları ile ilgili olmalıdır.
– Ticari doğruluk kurallarınca bu hata esaslı hata olarak değerlendirilebilmelidir.Hataya düşen taraf hatayı öğrendiği tarihten itibaren bir yıl içinde iptal hakkını kullanabilir. Eğer bu süre iptal hakkı kullanılmadan geçirilirse, sözleşme baştan itibaren geçerli bir sözleşmenin hüküm ve sonuçlarını doğurur.
Hata nedeniyle sözleşmenin iptali, iyi niyet kurallarına aykırı olarak istenemez. İptal hakkı, MK. md. 2’deki dürüstlük kuralı ile sınırlıdır. Diğer yandan hataya düşen taraf kusurlu ise, sözleşmenin hükümsüz sayılmasından dolayı, diğer tarafın sözleşmenin hükümsüz sayılması nedeniyle uğradığı zararı karşılamak zorundadır.
Basit hesap yanlışlıkları esaslı hata kabul edilmemekte, bu hallerde basit yanlışlıkların düzeltilmesi ile yetinilmektedir. İletmede hata TBK md.33 gereğince esaslı hata olarak kabul edilmektedir.
Yanılanın, yanıldığı saiki sözleşmenin temeli sayması ve bununda iş ilişkilerinde geçerli dürüstlük kurallarına uygun olması halinde, yanılma esaslı sayılır. Ancak bu durumun karşı tarafça bilinebilir olması gerekir. Esaslı olmayan hatada ise, esas itibariyle saik hatası söz konusudur. TBK md 32 hükmüne göre, saikte yanılma esaslı yanılma sayılmaz.
TBK Md.35 gereğince sözleşmenin hükümsüzlüğünden doğan zarardan kastedilen, menfi ve müspet zarardır. Menfi zarar; sözleşmenin yerine getirileceği düşüncesiyle yapılan masrafları kapsar. Müspet zarar ise, sözleşmenin ifasından beklenen yararın kaybından doğan zarardır. Menfi zararın yanında müspet zararın da talep edilebilmesi için bunun hakkaniyet gerektirmesi gerekir. Bu zararın talep edilebilmesi için, sözleşmenin yanılma nedeniyle hükümsüz hale gelmesi, zarar görenin kusurlu olmaması, yanılanın kusurlu olması ve karşı tarafın sözleşmenin hükümsüzlüğü nedeniyle bir zarara uğramış olması gerekmektedir. Yanılgı 3.kişinin aldatmasından doğmuş ise yanılanın bir kusuru yoksa karşı tarafın zararından sorumlu tutulamaz. Karşı tarafın zarar ziyanını istemek hakkı, yanılmaya düşen tarafın yanılmaya düştüğünü ve sözleşme ile bağlı kalmayacağını bildirdiği anda doğar. Hakkaniyet gerektirdiği takdirde hakim uğranılan olumsuz (menfi) zararın dışında olumlu (müspet) zarara da hükmedebilecektir. Zarar görenin de kusurlu olması, zararda indirim değil, zararın hiç ödenmemesi sonucunu doğurur. Sözleşmenin geçersizliğine karar verildikten sonra tarafların birbirlerinden aldıklarını iade yükümlülüğü doğar. Yanılanın sözleşmeyle bağlı olmadığı yönündeki irade bildirimi karşı tarafa ulaştığı andan itibaren hüküm ve sonuç doğurur, sözleşme geçersiz hale gelir. Yanılanın bu beyanı bozucu yenilik doğuran bir hakkın kullanılması olup, sözleşme yapıldığı andan itibaren geçersiz duruma düşer. Gerek doktrinde gerekse uygulamada kabul edildiği üzere menfi zarar;
- Sözleşmenin kuruluşu sırasında yapılan ve iptal nedeniyle boşa giden masraflar, seyahat, haberleşme masrafları gibi.
- Sözleşmenin geçerliliğine güvenilerek yapılan ifa masrafları, sigorta, iptale kadar yapılmış işin bedeli, ödenen faizler gibi
- Sözleşme konusu olan şeyin devir ve temliki sırasında uğradığı zarar, nakil sırasındaki kaza, sel, yangın gibi nedenlerden doğan zararlar.
- Sözleşmenin geçerliliğine güvenilerek başka bir sözleşme yapma imkanının kaçırılmasından doğan zararlar gibi zararları kapsar. (Eraslan Özkaya, Yanılma-Korkutma-Aldatma Davaları, sy.187-188)
Yargıtay hilenin varlığını, iddianın tutarlı, inandırıcı, gerçeklere ve hayatın olağan akışına uygun olması halinde kabul etmektedir. Yine Yargıtay, hile ile somut olayı bir arada değerlendirerek, tarafların yaşam biçimlerinin hile sebebiyle sözleşmenin yapılmasına etkisinin olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiği görüşünü benimsemiştir. (YARGITAY 11.H.D., “18.10.1984 tarih ve E.1984/4816.K.1984/4851 sayılı karar,” Yargıtay 11.H.D., 31. 05.1983 tarih ve E.1983/2568.K.1983/2837 sayılı karar,” (naklen GÜRBÜZ, A. H., Yargıtay Uygulaması Işığında Ticari Senetlerin iptali Davaları ve Ticari Senetlere Özgü Sorunlar, istanbul, 1984, s.749)
Hileye uğrayan kişi hileyi öğrendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde bu hakkını kullanmalıdır. (BK. md.31) Hileye uğrayan, bu hakkını kullanmaz ya da bir yıllık süre içerisinde akde icazet verirse, sözleşme geçerli bir sözleşmenin hüküm ve sonuçlarını doğurur. ” (YARGITAY 1.H.D., “04.05.2004 tarih ve E.2004/493.K.2004/5181 sayılı karar,”-(YARGITAY 1.H.D., “29.03.2004 tarih ve E.2004/3092.K.2004/3555 sayılı karar,”)
Türk hukukunda irade bozukluğuna bağlanan yaptırım ise bir kesin hükümsüzlük ( butlan) hâli değildir. Mülga BK’nın 23 ve devamı maddelerinde “…ilzam olunamaz.” (BK.23), “…o akit ile ilzam olunmaz.” (BK.28), “…kendi hakkında lüzum ifade etmez” (BK.29/I), TBK’nda ise “… bağlı olmaz.” (TBK. m.30), “…sözleşmeyle bağlı değildir.” (TBK. m.36 ve 37/1) ibareleri kullanılmak suretiyle irade bozukluğuyla yapılan sözleşmelerin, iradesi hata, hile veya ikrahla sakatlanan kimseyi bağlamayacağı öngörülerek, bu kişiye belli bir süre içerisinde kullanabileceği iptal hakkı tanımıştır.
Kanun, esaslı olmayan hataların sözleşmenin iptaline yol açmasını ise kabul etmemiştir. Sözleşme kurulurken esaslı yanılmaya düşen taraf, sözleşme ile bağlı olmaz ( TBK. m.30, BK. m.23). Ancak taraflardan biri, diğerinin aldatması sonucu sözleşme yapmışsa, yanılma esaslı olmasa bile, sözleşmeyle bağlı değildir (TBK. m. 36/1, BK. m. 28/1). Az yukarıda değinildiği gibi iradesi sakatlanan tarafın sözleşmeyi iptal hakkını kullanması, diğer bir anlatımla sözleşme ile bağlı olmadığını bildirmesi TBK’nın 39. maddesinde (818 sayılı BK’nın 31. maddesinde) belli bir süreye bağlanmıştır. Yanılma veya aldatma sebebiyle ya da korkutulma sonucunda sözleşme yapan taraf, yanılma veya aldatmayı öğrendiği ya da korkutmanın etkisinin ortadan kalktığı andan başlayarak bir yıl içinde sözleşme ile bağlı olmadığını bildirmez veya verdiği şeyi geri istemezse, sözleşmeyi onamış sayılır (TBK. m. 39/1).
Buradaki süre Hukuk Genel Kurulunun 01.06.2011 tarihli ve 2011/14-281 E., 2011/373 K. sayılı kararında da belirtildiği üzere hak düşürücü süre niteliğinde olup, hak düşürücü sürenin de Kanunun açık hükmü uyarınca hata ve hilenin/yanılma ve aldatmanın öğrenildiği tarihten itibaren başlayacağı kuşkusuzdur. İradesi sakatlanan tarafın hata veya hileyi öğrendiği andan itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde sözleşmeyle bağlı olmadığını bildirmesi veya verdiği şeyi geri istemesi zorunludur.
Öte yandan 01.01.2002 tarihinde yürürlüğe giren 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun “Resmî belgelerle ispat” kenar başlıklı 7. maddesi “ Resmi sicil ve senetler, belgeledikleri olguların doğruluğuna kanıt oluşturur. Bunların içeriğinin doğru olmadığının ispatı, kanunlarda başka bir hüküm bulunmadıkça, herhangi bir şekle bağlı değildir.” hükmünü içermekte olduğundan, sözleşme resmî senetle yapılmış olsa dahi hata ve hile olgusu her türlü delille ispatlanabilir.
3-) KORKUTMA (İKRAH) : Hukuki işlem, hukuk düzenince bizzat belirlenen şart ve sınırlar içinde, kişinin arzu ettiği amaçlara uygun hukuki sonuçlar doğuracağını kabul ettiği irade beyanıdır. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere irade açıklaması, bir hukuki işlemin temel kurucu unsurudur. Bu nedenle hukuki işlemin geçerli ve amacına uygun bir hukuki sonuç doğurabilmesi için o hukuki işlemi yapan kişi veya kişilerin sağlıklı bir şekilde oluşmuş iradelerinin bulunması ve yine bu iradelerinin istenilen hukuki sonuca uygun şekilde açıklanması gerekmektedir. Ancak çeşitli nedenlerle kişinin işlem iradesi oluşum ya da açıklama aşamasında sakatlanabilir. Bu sakatlık, iradenin özgür bir biçimde oluşmadığını veya gerçek iradeye uygun şekilde açıklanmadığını gösterir.
Bir sözleşme yapılırken taraflardan birinin işlem iradesinin oluşum veya beyanı aşamasında ortaya çıkan sakatlıklara irade bozukluğu denir (Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 22. b., Ankara 2017, s. 392).
İrade bozukluğu hâlleri mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nda (BK) “Rızadaki fesat” başlığı altında “Hata”, “Hile” ve “İkrah” olarak 23 ila 31. maddeler arasında hükme bağlanmış iken, 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 30 ila 39. maddeleri arasında bu defa “Yanılma”, “Aldatma” ve “Korkutma” başlıkları altında düzenlenmiştir.
Türk hukukunda irade bozukluğuna bağlanan yaptırım ise bir kesin hükümsüzlük (butlan) hâli değildir.
Mülga BK’nın 23 ve devamı maddelerinde “…ilzam olunamaz.” (BK.23), “…o akit ile ilzam olunmaz.” (BK.28), “…kendi hakkında lüzum ifade etmez” (BK.29/I), TBK’nda ise (yeni BK) “… bağlı olmaz.” (TBK.30), “…sözleşmeyle bağlı değildir.” (TBK.36 ve 37/1) şeklindeki ibareler kullanılmak suretiyle irade bozukluğuyla yapılan sözleşmelerin, iradesi hata, hile veya ikrahla sakatlanan kimseyi bağlamayacağı öngörülmüş ve bu kişiye belli bir süre içerisinde kullanabileceği iptal hakkı tanımıştır. Ancak karşı taraf sözleşme ile bağlı olup, irade bozukluğu hâllerinin yaptırımı tek taraflı bağlamazlıktır. Görüleceği gibi irade bozukluğu hâlleri, tüm hukuki işlemler yönünden oldukça önem taşımakta ve koşulları oluştuğu takdirde yapılan işlemin iptal edilmesi sonucunu doğurmaktadır.
Kanunlarımızda iradeyi bozan sebepler üç durum olarak hüküm altına alınmış olup, yanılma (hata), aldatma (hile) ve korkutma (ikrah) gerçekleşme biçimleri bakımından birbirinden farklıdırlar. Ayrıca irade bozukluğu sadece sözleşmelere özgü bir sakatlık hâli olmayıp, tek taraflı hukuki işlemler için de geçerlidir.
Korkutma (ikrah); bir kişinin yapmak istemediği bir hukuki işlemi, yapmadığı takdirde kendisinin veya yakınlarından birinin zarara uğratılacağı tehdidiyle yapması hâlinde ortaya çıkar. Böyle bir durumda kişinin gerçek iradesi ile korkutma sonucunda açıkladığı iradesi birbiriyle uyumlu değildir. Korkutma hâlinde bozukluk iradenin beyanında değil, iradenin oluşumundadır.
TBK’nın 37/1. (BK m. 29/1.) maddesine göre taraflardan biri, diğerinin veya üçüncü bir kişinin korkutması sonucu bir sözleşme yapmışsa, sözleşmeyle bağlı değildir. Ancak bir sözleşmenin korkutma ile sakatlanabilmesi, diğer bir anlatımla korkutmanın hukuken dikkate alınabilmesi için bazı şartların varlığı aranır. Bu şartlar, somut olayda iptal istemine konu temlikin yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan 818 sayılı BK’nın “İkrahın şartları” başlığını taşıyan 30. maddesinde; “İkrah olunan taraf, hal ve mevkiine nazaran kendisinin yahut yakın akrabasından birinin hayat veya şahıs veya namus yahut malları ağır ve derhal vuku bulacak bir tehlikeye maruz olduğuna kanaat getirdiği takdirde ikrah, muteber addolunur. Bir hakkın veya kanuni salahiyetin isteneceği ve kullanılacağı tehdidi ile müzayakaya düçar olan kimsenin yaptığı akit, tehdit eden için fahiş menfaatler temin etmiyorsa; bu tehdit, ikrahı muteber addolunmaz. Fakat fahiş menfaatler istihsali için tehdit olunan tarafın müzayaka halinde bulunmasından istifade olunmuş olursa bu korku nazara alınır” şeklinde düzenleme altına alınmıştır.
Bu maddeye göre öncelikle diğer tarafın belirli bir hukuki işlemi yapması için onu korkutmaya yönelik bir eylemin bulunması ve bu eylemin hukuka aykırı olması gerekir. Bu eylem, korkutulan kişinin irade ve kararına etki etme amacıyla gerçekleştirilmelidir. Bir hakkın veya kanundan doğan bir yetkinin kullanılacağı tehdidi ile (dava açılacağı, icra takibi yapılacağı, şikayet hakkının kullanılacağı gibi) sözleşme yapıldığında ise bu hakkı veya yetkiyi kullanacağını açıklayanın, diğer tarafın zor durumda kalmasından aşırı bir menfaat sağlamış olması hâlinde, korkutmanın varlığı kabul edilir. Bu hükümle kişilerin hak ve yetkilerini kanunun öngördüğü amaç ve sınırın dışına çıkarak, bir sözleşmenin yapılmasında tehdit unsuru olarak kötüye kullanılması engellenmek istenmiştir.
İkinci olarak eylemin karşı tarafta esaslı bir korku uyandırmış olması, yani karşı tarafın kendisine veya yakınlarına yönelmiş ağır bir tehlike söz konusu olmalıdır. Bu tehlike, onların hayat ya da kişilik haklarına yönelik olabileceği gibi namus yahut mal varlığına yönelik de olabilir. Belirtilmelidir ki tehdidin yöneldiği hayat, kişilik hakları, namus gibi olgular Kanun’da sınırlayıcı olarak sayılmamıştır. Yine tehdit karşı tarafın kendisine ya da yakın akrabalarından birine yönelmiş olabilir. Ancak “yakın akraba” deyiminden kişinin sadece kan bağı ile bağlı olduğu akrabaları değil, kendilerine bağlı olduğu yakın çevresini oluşturan kişiler anlaşılmalıdır. Nitekim 6098 sayılı TBK’nın 38. maddesinde “yakın akraba” ibaresi yerine, “yakınlarından biri” ibaresi kullanılmıştır. Tehdidin esaslı olup olmadığı ise korkutulan kişinin hâl ve mevkiine yani tehdide maruz kalan kişinin sübjektif durumuna (kadın veya erkek oluşu, yaşı, kültürü, yetişme tarzı, mesleği, eğitim ve ekonomik durumu vb.) göre belirlenmelidir. Bu belirlemenin her somut olayın kendi özelliklerine göre yapılacağı kuşkusuzdur. Tüm bu açıklamalar karşısında her türlü tehdit eyleminin değil de ancak Kanun’un aradığı ağırlıktaki korkutmanın karşı tarafın karar verme serbestisini ortadan kaldırarak iradeyi sakatlayacağı açıktır. Bunun için de kişinin yapılan korkutma eylemi sonucunda kendisi veya yakınlarından birinin zarara uğrayacağı endişesini ciddi olarak taşıması gerekir.
Üçüncü şart ise tehdidin derhal vuku bulacak bir tehlikeye ilişkin olmasıdır. Diğer bir anlatımla tehlike yakın olmalıdır. Kanun, tehlikenin hem ağır hem de yakın olmasını aramaktadır. Bu hükümden her tehdidin değil de sadece “ağır ve derhal vuku bulacak bir tehlike” oluşturan eylemlerin iptal nedeni oluşturacağı sonucu çıkmaktadır. Yakın tehlike ise tehdit edilen kişiye tehlikeyi önlemek için gerekli tedbirlere başvurma imkânı bırakmayan tehlikedir. Tehlikeyi önleme olanağı mevcut ise yakın bir tehlikenin varlığından bahsedilemez. Korkutmanın açıklanan bu koşulları 6098 sayılı TBK’nın 38/1. maddesinde; “Korkutulan, içinde bulunduğu durum bakımından kendisinin veya yakınlarından birinin kişilik haklarına ya da malvarlığına yönelik ağır ve yakın bir zarar tehlikesinin doğduğuna inanmakta haklı ise, korkutma gerçekleşmiş sayılır” şeklinde ifade edilmiştir.
Son şart ise korkutma eylemi ile yapılan sözleşme arasında illiyet bağının bulunmasıdır. İlliyet bağının bulunması için de korkutmanın, korkutulan kişinin işlem yapma iradesi üzerinde doğrudan etki etmesi ve hukuki işlem ya da sözleşmenin ikrahın etkisiyle yapılmış olması gerekir. Sebep sonuç bağının varlığını kabul için korkutma konusu tehlikenin gerçekleşme ihtimalinin sözleşmenin kurulduğu anda mevcut olup, devam etmesi gerekir.
Tehlikenin derhal meydana gelecek nitelikte olması lazımdır. Öyle ki, tehlikeden kaçmak veya ilgililere başvurmak mümkün olmamalıdır. Tehdit eden tüm tehdit vasıtalarına sahip olmalıdır. (Oğuzman Kemal, Borçlar Hukuku Genel Hükümleri, İstanbul 2003, s. 156.) Mükrehin gerçek bir tehlikenin varlığı hususunda şüphesinin olmaması lazımdır. Çünkü her tehdit korkuyu doğurmaz. Korkunun yerinde ve tehdit edilen fiilin objektif olarak korkulmaya uygun olması gereklidir. Ciddîlik objektif olarak değil, sübjektif olarak ikraha maruz kalan kimsenin durumuna göre ölçülecektir. (Feyzioğlu, I, 171; Saymen/Elbir, I/I, 227; Reisoğlu, 84.)
Tehdit kişinin şahıs veya malvarlığına yönelmiş zarar veren ya da zarar verme tehlikesi bulunan hukuka aykırı eylem olarak tanımlanabilir. Bu sayıma hürriyetler, özel hayatın gizliliği de eklenebilir. Şahıs varlığına yönelik tehdit, kişisel nitelikteki şeref, haysiyet, özel yaşam, özgürlükler ve namusa yönelmiş tehditleri ifade eder. Mal varlığına yönelik tehdit ise, kişinin mal varlığına zarar veren ya da zarar verme tehlikesi bulunan hukuka aykırı eylemleri kapsar. İkrah açık olabileceği gibi zımni (kapalı) da olabilir.
Korkutma (ikrah) ile beden üzerinde fiziki kuvvet kullanmanın (zorlamanın) farklı şeyler olduğunu da belirtmek gerekir. Zorlama maddi ve manevi olabilir. TBK’nın 37 ile 38. maddelerinde düzenlenen korkutma manevi zorlama durumunda söz konusu olur. Korkutma, korkutulanın zihince istenilen şekilde karar vermeye zorlayıp yönelten bir eylemdir. Kişinin bedeni üzerinde kullanılan kuvvet (maddi zor) hâlinde ise kişinin hiçbir şekilde sözleşme yapma iradesi bulunmadığından sözleşmenin kurulduğundan söz edilemez.
Diğer taraftan hâkim, taraflar arasında uyuşmazlık konusu olan vakıaların gerçekleşip gerçekleşmediğini kural olarak kendiliğinden araştıramaz. Bir olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini taraflar ispat etmelidir. Bir davada ispat yükünün hangi tarafa ait olacağı hususu; 4721 sayılı TMK’nın 6. maddesinde, “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür” şeklinde düzenlendiği gibi usul hukukunun en önemli konularından biri olan ispat yükü kuralı, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 190. maddesinde de “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir” şeklinde hüküm altına alınmıştır. Bu hükümler uyarınca ispat yükü, korkutma (ikrah) nedeniyle iradesinin sakatlandığını ileri süren davacı tarafa aittir. Davacının ikrahın varlığını yukarıda açıklanan koşullar kapsamında ispat etmesi gerekir.
Ayrıca, hata, hile ve ikrah iddialarının senede bağlanması mümkün olmadığından senetle ispat edilmesinde maddi imkânsızlık vardır. Bu nedenle hukuki işlemlerdeki irade bozukluğu iddiaları, HMK’nın 203/1-ç maddesinde senede karşı senetle ispat zorunluluğunun istisnaları arasında sayılmıştır. Sözleşme resmî senetle yapılmış olsa dahi TMK’nın “Resmî belgelerle ispat” kenar başlıklı 7. maddesi “Resmî sicil ve senetler, belgeledikleri olguların doğruluğuna kanıt oluşturur. Bunların içeriğinin doğru olmadığının ispatı, kanunlarda başka bir hüküm bulunmadıkça, her hangi bir şekle bağlı değildir” hükmünü taşıdığından, korkutma (ikrah) olgusunun tanık dâhil her türlü delille ispatı mümkündür.
İkraha maruz kalmış olan kimse, ikrah ortadan kalktıktan sonra, sözleşmeyi feshetmiş olsa bile, uğramış olduğu menfi zararlarını, tehdit edene ödettirebilir. BK. 31. maddeye göre, tehdit edilmiş olan kimse, telâfi edilemeyen zararlarını tazmin ettirir. Eğer tehdit üçüncü bir şahıs tarafından yapılmışsa, bu şahıs ikraha maruz kalmış kimsenin bu yüzden uğramış olduğu zararları da BK. md. 41 ve diğerlerine göre ödemek mecburiyetindedir. (Kocayusufpaşaoğlu, s. 235.) Tehdit ile iradesini beyan etmiş bir kimse, sonradan sözleşmeye icazet verirse, sözleşme geçerli hale gelirse de, bu tehdit ile akdin yerine getirilmesinden dolayı bir zarara uğramışsa, zararın tazminini tehdit edenden isteyebilir. Zira ikrah, hukuka aykırı bir fiildir. İkraha maruz kalmış olanın sözleşmeye icazet vermesi, bu fiillerin hukuku aykırılıklarını ortadan kaldırmaz. BK. md. 31;e göre, sözleşmeye icazet vermiş olan kimse, bu yüzden maruz kaldığı daha az zararı, tehdit eden kimseden isteyebilir. (Oğuzman, s. 127)
4-) GABİN (AŞIRI YARARLANMA) : Sözleşmenin özgürlüğüne karşın taraflardan biri diğerinin zayıflığını istismar ederek edimler arasında aşırı değer farkı yaratarak onu sömürmesine denir. TBK Madde 28/1: Bir sözleşmede karşılıklı edimler arasında açık bir oransızlık varsa, bu oransızlık, zarar görenin zor durumda kalmasından veya düşüncesizliğinden ya da deneyimsizliğinden yararlanılmak suretiyle gerçekleştirdiği takdirde, zarar gören, durumun özelliğine göre ya sözleşme ile bağlı olmadığını diğer tarafa bildirerek edimin geri verilmesini ya da sözleşmeye bağlı kalarak edimler arasındaki oransızlığın giderilmesini isteyebilir.
Gabin yani aşırı yararlanmanın bazı şartları vardır. Bunlar “objektif unsurlar” ve “sübjektif unsurlar” olmak üzere ikiye ayrılır.
Objektif unsur: Aşırı yararlanmadan söz edebilmek için yapılan sözleşme ile borçlanılan karşılıklı edimlerinin birbirinden açık bir şekilde farklı olması gerekir. Kanunumuz bu farkı açıkça belirlememiştir. Bu belirlemeyi her hangi bir şekilde belirlememiş veya herhangi bir organa vermemiştir. Bu farkın tespitini hakimin takdir yetkisine bırakmıştır. Yargıtay kabulüne göre açık oransızlık; edimler arasında %50 lik fark olarak kabul edilir. Olağan koşullar altında ise bir gabinden bahsedebilmemiz için edimler arasında en az %25 fark olması gerekmektedir. Yani orantısızlık kabul edilebilmesi için satış bedeli ile piyasa değeri arasında %25 lik bir orantısızlık farkı olmalıdır.
Sübjektif unsur: Aşırı yararlanmanın sübjektif unsuru zarar gören tarafın diğer tarafa oranla zayıf durumda bulunması şeklinde tanımlanır. Zarar görenin zayıf durumundan karşı tarafın yararlanmasında sübjektif unsur içerisinde değerlendirilmektedir.
Bu unsurlarla birlikte zarar verenin karşı tarafı sömürme kastında bulunması gerekir. Sömürme kastından kastedilen konu zarar verenin zarar görenin özel durumunu bilmesi ve bu durumdan bilerek yararlanmasıdır. Sömüren tarafta sömürmek kastı şart olup, ihmale dayalı bir kast şeklinde varlığı şeklinde beliren kusur aşırı yararlanma için yeterli değildir. “Zarar gören bu hakkını, düşüncesizlik veya deneyimsizliğini öğrendiği; zor durumda kalmada ise, bu durumun ortadan kalktığı tarihten başlayarak bir yıl ve her halde sözleşmenin kurulduğu tarihten başlayarak beş yıl içinde kullanabilir.
Sözleşme kurulduktan sonra piyasadaki dalgalanmalar sonucunda oluşan edimler arasındaki aşırı dengesizlik gabin olarak değerlendirilemez.(CLAUSULA REBUS SIC STANTIBUS) olgusu altında değerlendirilir. (geniş bilgi için bkz. ZEVKLLER, s.172-176)
Müzayaka, kişinin zor durumda bulunması, darda kalması olarak tanımlanabilir. Kişinin içinde bulunduğu bu halden kurtulabilmek için edimleri arasında aşırı dengesizlik olan sözleşmeyi kabul etmesi gabin olarak değerlendirilir. Bu korkunun esaslı olması gerekmez. Darda kalma, şahıs varlığı ya da mal varlığı bakımından söz konusu olabilir. Örneğin, aşırı kanaması olan hamile eşini tedavi ettirebilmek için ilçedeki tek hastaneye götüren bir kişinin yapılacak tedavinin karşılığından çok yüksek bedelli düzenlenen bonoyu imzalaması veya ağır hastası olan kişinin, hastayı hastaneye yetiştirmek için helikoptere fahiş bir bedel ödemesi hallerinde şahıs varlığının tehlikede olması nedeniyle müzayaka hali söz konusudur. Buna karşılık borcu nedeniyle icra takibi yapılarak malları haczedilen bir kişinin eşyalarını hacizden kurtarabilmek için %100 faizle para alması halinde mal varlığının tehlikede bulunması nedeniyle müzayaka hali söz konusudur. Müzayaka hali, zor duruma düşen kişinin bizzat kendi kusurundan kaynaklanabileceği gibi her hangi bir kusuru olmadan da gerçekleşebilir. (EREN, s.390)
Hiffet, hafiflik, düşüncesizlik nedeni ile kişinin edimleri arasında aşırı dengesizlik bulunan bir sözleşmeyi yapmasıdır. Hiffet ile kastedilen hafiflik, düşüncesizlik kişide bulunan genel bir duruma ilişkin değildir. Bir başka ifade ile kişinin sözleşme yapabilme yeteneği (ayırtım gücü) bakımından herhangi bir sakatlık söz konusu değildir, kişi hukuksal işlem ehliyetine sahiptir . Ancak somut olayda yeterli bilgiye sahip olmaması, araştırma yapmadan acele karar vermesi, yani sözleşme için gerekli dikkat ve özeni göstermemesi nedeniyle bu unsur gerçekleşmiştir. (KILIÇOĞLU, s.124; EREN, s.390) Toyluk; bir şahsın yapacağı işleme düşünmeden çabucak karar vermesi sonuçlarını düşünmemesi ve elindeki malın kıymetini bilmemesi sebebiyle istismara yani aldatılmaya müsait olması demektir. Toyluk iş konusunda eksik kabiliyet sahiplerinde ileriyi görüp olacakları kestirememe hallerinde ya da akıl veya zeka yönündeki (akıl veya zeka zayıflığı) gerilikte kendini gösterir.
Tecrübesizlik, kanun koyucunun da açıkça ifade ettiği gibi, kişinin yaptığı sözleşme konusunda yeterli tecrübeye sahip olamamasıdır. Hafiflik ile tecrübesizlik arasında fark vardır. Hafiflikte gerekli araştırma yapmadan ani karar verme söz konusu iken tecrübesizlikte kişideki deneyim eksikliği göze çarpmaktadır. Ancak sözleşmenin tecrübesizlik neticesinde yapılıp yapılmadığı her somut olayda ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Örneğin uzun yıllardır ticaretle uğraşan bir kimsenin emekliliğinde kendi ticari faaliyet alanı dışında yaptığı bir sözleşmede tecrübesizliği söz konusu olabilir. Düşüncesiz olan hakikati görmek istemez; tecrübesiz olan ise onu istese de göremez.
5-) İNANÇ SÖZLEŞMESİ : İnananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukukî sebebini teşkil eder. Bilindiği üzere Türk Hukukunda inançlı işlemleri doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmamaktadır. Ancak uygulama ve öğretide, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 26. (mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 19.) maddesinde yer alan “sözleşme özgürlüğü” ilkesi kapsamında inançlı sözleşmelerin düzenlenebileceği ve geçerliliği kabul edilmektedir. İnançlı işlemlerde inanan ve inanılan taraf, inanç sözleşmesinin konusunun mülkiyetinin önce inanılana geçmesi; ardından inanana geri dönmesi hususunda anlaşırlar. Hukuk Genel Kurulunun 17.05.2000 tarih ve 2000/2-888 E., 2000/885 K. sayılı kararında belirtildiği gibi inançlı işlemler, bir kimsenin menfaatinin başkası tarafından korunması veya teminat sağlamak amacıyla ona bazı hakları ciddi olarak devrettiği, ancak hakları iktisap edenin bunlardan doğan bazı yetkileri hiç kullanmaması, bazılarını da ancak önceden hak ve halen menfaat sahibi olanın gösterdiği biçimde kullanmak zorunda olması hususunda tarafların anlaştığı işlemlerdir. Görüleceği üzere inançlı işlem güven esasına dayanan bir hukukî işlemdir. Taraflar birbirlerine duydukları güven sonucu bir malın mülkiyetini sözleşmenin karşı tarafına geçirir ve daha sonrasında bu malın kendisine geri döneceğine güvenir. Hatta inanan, malın kendisine döneceğine güvenen kişi olarak tanımlanır.
İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye “inanan” adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de “inanılan” denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise “inanç konusu şey” olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır.
İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana (veya onun gösterdiği üçüncü kişiye) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi hâlinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere mal varlığına dâhil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukukî muamelelerden daha güçlü bir hukukî durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı inanç sözleşmesi ile alan kimsenin ise borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. İnanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu 97. maddesi) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunun 26 ve 27. (818 sayılı Borçlar Kanunun 19 ve 20.) maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
Ancak, Türk hukukunda taşınmazlara ilişkin tasarruf işlemleri tapu müdürlüklerinde resmî şekilde yapılabilmektedir. Bu nedenle taşınmaz mülkiyetinin nakli tapuda inançlı temlik yoluyla yapılamamaktadır. Bu durum da taşınmazların inançlı devrinin muvazaa ile karıştırılmasına neden olmakta ve pek çok sakıncayı beraberinde getirmektedir. Hak sahipleri, taşınmazı inançlı olarak devretmek istemelerine rağmen tapu müdürlüklerinin bu işlemi yapamaması nedeniyle taraflar tapuda işlemi genellikle satış sözleşmesi şeklinde yapmakta, gerçek iradelerini yansıtan ve gizli işlem olarak gözüken inanç sözleşmesi ise şekil şartını taşımadığından taşınmazların inanç sözleşmesiyle devri mümkün olmamaktadır.
Bu nedenle taşınmaz mallar ya da şekle bağlı akitlerde, inanç sözleşmelerinin ne gibi hukukî sonuç doğuracağı ve sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi hâlinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağı önem taşımakta olup, 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanun’un yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hâllerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötü niyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekâlet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanunu’nun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmî senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Kanunu’nun 18. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna hükmolunmuştur.
İçtihadı birleştirme kararlarının konularıyla sınırlı, gerekçeleri ile yol gösterici ve sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması hâlinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir. Ayrıca İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç bölümünde, inanç sözleşmesi olarak anılan belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi yeterli görülmüş olup, hiçbir yerinde inançlı işlemin dayandığı yazılı belgenin, en geç işlem tarihinde veya daha önceki bir tarihte düzenlenmiş olması gerektiği hususu tartışılmadığı gibi değinilen bu konuda en ufak bir açıklamada dahi bulunulmamıştır. Bunun dışındaki bir kabul, İçtihadı Birleştirme Kararının kapsamının genişletilmesi anlamını taşıyacağından, bu durum hukuk düzeni tarafından kabul edilemez.
Bu nedenle, inanç sözleşmesine dayalı iddiaların şekle bağlı olmayan, tarafların imzasını taşıyan yazılı belge ile kanıtlanabileceği, inançlı işleme konu belgenin, akit tarihinden önce ya da sonra düzenlenmesinin sonuca etkili olmadığı İçtihadı Birleştirme Kararının doğal bir sonucudur. Sözü edilen kararın gerekçesinde yazılı belgenin akitten önce veya sonra düzenlenmesi gerektiğine; diğer bir deyişle akitten sonraki tarihi taşıyan belgenin geçerli olamayacağına dair bir ifade ya da hüküm yer almadığı gibi sonuç bölümünde yalnızca “nam-ı müstear davalarının mesmu ve yazılı delil ile ispatının caiz olduğuna” hükmedilmiştir.
İçtihadı Birleştirme Kararının içeriğinde yer almayan belgenin akit tarihinden önce düzenlenmesi gerektiği yönündeki bir ek koşulun yorum yolu ile de olsa karar kapsamına alınması mümkün değildir.
Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 14.07.2010 tarih ve 2010/14-394 E., 2010/395 K. sayılı kararında da aynı hususlar vurgulanmıştır. Görüleceği üzere tapulu bir taşınmazın inançlı işlemle temlikinde, inançlı işlemin yazılı biçimde yapılması gerekli ve yeterli olup, yazılı şeklin bir ispat koşulu olduğu 05.02.1947 tarih, 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının gereğidir. Ancak inançlı işlemin yazılı delilini oluşturan inanç sözleşmesinin varlığını, inançlı işlem nedeniyle iade, tazminat veya sözleşmenin feshini isteyen tarafın 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 6. ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 190/1. maddesindeki genel hükümler uyarınca ispat etmesi gerekmektedir.
Uygulamada, açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa bile yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek karşı taraf elinden çıkmış delil başlangıcı niteliğinde bir belge varsa, inanç sözleşmesinin “tanık” dâhil her türlü delille kanıtlanabileceği kabul edilmiştir (Hukuk Genel Kurulunun 28.12.2005 tarihli ve 2005/14-677 E., 2005/774 K.; 14.11.2019 tarihli ve 2017/1-1254 E., 2019/1197 K. sayılı kararları). Yazılı delil veya delil başlangıcı yoksa inanç sözleşmesinin ikrar (HMK m.188) ve yemin (HMK m. 225 vd) gibi kesin delillerle de ispat edilmesi olanaklıdır.
İnançlı işlemler ile yapılan temlikler geçerli olup mülkiyet hakkı karşı tarafa geçmektedir. Bu itibarla inançlı işlem nedeniyle açılan davalarda davacı yolsuz tescile, başka bir anlatımla aynı hakka değil inanç sözleşmesinden kaynaklanan kişisel hakka dayanmaktadır. O halde davanın konusu taşınmaz olsa dahi bu dava ayni hakkı koruyan bir dava sayılmaz. Davada, inanç sözleşmesindeki kişisel hakka dayanıldığından, inançlı işleme dayanan davaların da zamanaşımına tabi olması gerekir. İnançlı işlemler gibi, bu işlemlerin hangi zamanaşımına tabi tutulacakları da Kanunumuzda düzenlenmemiştir. Gerek bilimsel alanda gerekse uygulamada, inanç konusunun iadesine, inanç konusu üçüncü kişiye devredilmiş, inanılan elinden çıkmışsa tazminat talebine ilişkin dava hakkının Borçlar Kanunu’nun 125. maddesindeki 10 yıllık zamanaşımına tabi olduğu ortaklaşa kabul edilmektedir.
Zamanaşımı, alacağın muaccel olduğu tarihte, başka bir anlatımla inanç konusu şeyin iadesi gerektiği tarihte işlemeye başlar. İade tarihi henüz gelmemiş inanılan, inanç konusunu elinde tutmakta haklı ise zamanaşımının başlamasına imkan yoktur.
YARGITAY İÇTİHATLARI :
İnanç sözleşmesi, 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca ancak, yazılı delille kanıtlanabilir. Bu yazılı delil, tarafların getirecekleri ve onların imzalarını taşıyan bir belge olmalıdır. Açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa da, taraflar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek karşı tarafın elinden çıkmış (inanılan tarafından el ile yazılmış fakat imzalanmamış olan bir senet veya mektup, daktilo veya bilgisayarla yazılmış olmakla birlikte inanılanın parafını taşıyan belge, usulüne uygun onanmamış parmak izli veya mühürlü senetler gibi) “delil başlangıcı” niteliğinde bir belge varsa 6100 sayılı HMK’nın 202.maddesi uyarınca inanç sözleşmesi “tanık” dahil her türlü delille ispat edilebilir. Yazılı delil veya “delil başlangıcı” yoksa inanç sözleşmesinin ikrar (HMK m.188) yemin (HMK m.225 vd) gibi kesin delillerle de ispat edilmesi olanaklıdır. Davacının yemin deliline dayanması halinde hakimin davacıya bu hakkını hatırlatması gerekir. (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 09.12.2015 tarihli, 2014/14-516 Esas, 2015/2838 sayılı Kararı )
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
Esas : 2017/1216
Karar : 2021/60
Tarih : 11.02.2021
”….Bilindiği üzere; sözleşmenin konusu, niteliği ve ödenecek miktar gibi hususlarda dikkatsizliği veya bilgisizliği sonucu gerçek iradesine uymayan beyanda bulunmak suretiyle esaslı hataya düşen tarafın sözleşme ile bağlı sayılamayacağı kuşkusuzdur. Hemen belirtmek gerekir ki, Türk Borçlar Kanununda esaslı hatanın tanımı yapılmamış, 31. maddede sınırlayıcı olmamak üzere örnekler gösterilmiştir. Kısaca iç irade ile açıklanan irade arasındaki bilmeyerek yapılan uyumsuzluk olarak tanımlanan hatanın esaslı kabul edilebilmesi için, uygulamada ve bilimsel alanda ortaklaşa benimsendiği gibi, girişilen taahhüdün başlıca sebebini teşkil etmesi, daha açık söyleyişle hem yanılgıya düşen taraf, yönünden (Subjektif unsur), hem de iş hayatındaki dürüstlük kuralları (objektif unsur) açısından, hataya düşülmese idi böyle bir sözleşmenin hiç veya açıklanan biçimde yapılmayacağının ispatlanması zorunludur. Aldatma da iradeyi sakatlayan sebeplerden biri olarak TBK’nın 36. Maddesinde; “Taraflardan biri, diğerinin aldatması sonucu bir sözleşme yapmışsa, yanılması esaslı olmasa bile, sözleşmeyle bağlı değildir. Üçüncü bir kişinin aldatması sonucu bir sözleşme yapan taraf, sözleşmenin yapıldığı sırada karşı tarafın aldatmayı bilmesi veya bilecek durumda olması hâlinde, sözleşmeyle bağlı değildir” şeklinde düzenlenmiştir. Kanunda hilenin tanımına doğrudan yer verilmemiş ise de aldatma (hile); genel olarak, bir kimseyi irade beyanında bulunmaya, özellikle sözleşme yapmaya sevk etmek için onda kasten hatalı bir kanı uyandırmak veya esasen var olan hatalı bir kanıyı korumak yahut devamını sağlamak şeklinde tanımlanır. Görüleceği üzere hatada yanılma, hilede ise kasıtlı olarak yanıltma söz konusudur. Hilede irade sakatlığı iradenin beyanında değil, iradenin oluşumunda meydana gelmektedir. İradenin oluşumundaki sakatlık ise kişinin kendisi dışında başka birinin kasıtlı bir aldatma fiiliyle gerçekleşmektedir. Nitekim, Hukuk Genel Kurulunun 20.10.2010 tarih ve 2010/1-502 E., 2010/536 K.; 08.07.2020 tarih ve 2017/1-1831 E., 2020/549 K. sayılı kararlarında, hilenin; gerçek durumu bilmesi hâlinde bir kimsenin kabul etmeyecek olduğu bir şeyi kabul etmesine diğer bir kimse tarafından yol açılması olduğu vurgulanmıştır. Hilenin varlığının kabulü için bazı şartların gerçekleşmesine ihtiyaç vardır:
Birinci şart; “aldatma fiili”dir. Aldatan şahıs diğerini yanıltmış (hataya düşürmüş) olmalıdır. Fakat karşı tarafın düştüğü bu yanılmanın esaslı olması gerekmez (TBK. m.36/1). Çünkü aldatan hiçbir surette korunmaya layık değildir. Aldatan, sözleşmenin yapılması ve özellikle görüşmeler sırasında, belirli konu ve hususlarda doğru olmayan bilgiler vermekte veya bazı hususları dürüstlük kuralına göre açıklaması gerekirken kasten gizlemektedir.
İkinci şart; “aldatma kastı”dır. Aldatan, karşı tarafı sözleşme yapmaya ikna etmek için ona bilerek ve isteyerek (kasten) gerçek dışı beyanda bulunmuş olmalıdır. Başka bir deyişle, yalan söyleyende karşı tarafı aldatmak ve onun gerçeği bilmesi hâlinde yapmayacak olduğu bir sözleşmeyi yapmağa sevk etmek niyeti bulunmalıdır. Eğer bir kimse, bilmemesi ağır bir kusur teşkil etmesine rağmen, durumu bilmeden bir beyanda bulunmuş ise aldatma kastı yoktur.
Üçüncü şart ise “illiyet bağı”dır. Sözleşme aldatma sonucu, onun etkisi ile yapılmalıdır. Aldatılan yapmış olduğu sözleşmeyi, aldatma olmasıydı ya hiç yapmayacak ya da daha iyi şartlarda yapacak idiyse, illiyet bağı gerçekleşmiş olur. Aldatma fiili, sözleşmenin kurulmasının asli şartı olmalı, aldatma ile sözleşmenin kurulması arasında tabi bir illiyet bağı bulunmalıdır (Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, s. 414 vd., HGK’nın 20.10.2010 tarih ve 2010/1-502 E., 2010/536 K.; 08.07.2020 tarih ve 2017/1-1831 E., 2020/549 K. Sayılı kararları).
İnanca dayalı temliki işlem, uygulamada en çok rastlanan şekliyle, resmi veya yazılı bir sözleşme ile gerçekleştirilmiş ve açılan davada da o sözleşmenin aksi iddia edilmekte veya açılan dava yazılı veya resmi sözleşmenin niteliği, tarafları gibi bazı unsurlarını değiştirmekte ise, davanın HMK nın 290(201) maddesine göre yazılı delil ile ispatı gerekmektedir.5.2.1947 tarih ve 1945/20 E.,1947/6 K. Sayılı İBK ile de anılan madde hükmüne uygun kural getirilmiş, ancak resmi sözleşmenin aksinin yazılı sözleşme ile ispatı kabul edilmiştir.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
Esas : 2017/1216
Karar : 2021/60
Tarih : 11.02.2021
”…Diğer taraftan; aldatmayı bir üçüncü şahıs yapmış ise, bu aldatmanın akdin geçerliliğini etkilemesi için yukarıda belirtilen şartların gerçekleşmiş olması yanında, karşı akidin bu aldatmayı bilmesi veya bilmesinin gerekli olması şartı aranır. Bu şart gerçekleşmezse üçüncü şahsın davacıyı aldatması akdin geçerliliğini etkilemez…” İnanç sözleşmesinin aksinin ispatı yazılı delil bulunmasa dahi uyuşmazlığın vukuuna delalet edecek KARŞI TARAFIN ELİNDEN ÇIKMIŞ (İnanılan tarafından el ile yazılmış fakat imzalanmamış olan bir senet veya mektup, daktilo veya bilgisayarla yazılmış olmakla birlikte inanılanın parafını taşıyan belge, usulüne uygun onanmamış parmak izli veya mühürlü senetler gibi) delil başlangıcı sayılabilecek bir belge varsa 6100 sayılı HMK nın 202. Maddesi uyarınca inanç sözleşmesi tanık dahil her türlü delille ispat edilebilir.14. HD.2017/1644 E.2020/8264 K.
Esas | : 2014/19158 |
Karar | : 2017/2018 |
Tarih | : 18.04.2017 |
Bilindiği üzere; muvazaa, kısaca irade ve beyan arasında bilerek yaratılan uyumsuzluk şeklinde tanımlanabilir. Muvazaada taraflar üçüncü kişileri aldatmak amacıyla gerçek iradelerine uymayan, aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak için anlaşarak bazen aslında bir sözleşme yapma iradesi taşımadıkları halde görünüşte bir sözleşme yapmaktadırlar (mutlak muvazaa) veya gerçek iradelerine uygun olarak yaptıkları sözleşmeyi iradelerine uymayan görünüşteki bir sözleşme ile gizlemektedirler (nisbi muvazaa). Yanlar, ister salt bir görünüş yaratmak için, ister başka bir sözleşmeyi gizlemek amacıyla sözleşme yapsınlar görünüşteki sözleşme gerçek iradelerine uymadığından, tabandaki sözleşme de tapulu taşınmazlarda şekil koşullarını taşımadığından geçersizdir. Her ne kadar, muvazaayı düzenleyen 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun(TBK) 19. (818 sayılı Borçlar Kanunu’nun(BK) 18.) maddesinde ve öteki kanun hükümlerinde muvazaalı sözleşmelerin hüküm ve sonuçları hakkında bir açıklık bulunmamakta ise de; taraflar arasında alacak ve borç ilişkisi doğurmayacağı, muvazaanın varlığının hiçbir süreye bağlı olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği, mahkemece kendiliğinden (resen) göz önünde bulundurulması gerektiği, belirli bir sürenin geçmesi, sebebin ortadan kalkması veya ilgililerin olur (icazet) vermesi ile geçerli hale gelmeyeceği uygulamada ve bilimsel görüşlerde ortaklaşa kabul edilmektedir. Bunun yanında, muvazaa nedeniyle geçersiz sözleşmeye dayanılarak bir taşınmazın tapuda temliki yapılmışsa bu tescil yolsuz bir tescil hükmündedir. Tapuda yapılan temlik ve tesciller illi işlemler olduğundan tapunun dayanağı sözleşme geçersiz ise tapu kaydının da 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun(TMK) 1025. maddesine göre iptali gerekir. Ayrıca muvazaalı sözleşmeler yapıldığı andan itibaren taraflar arasında hüküm ve sonuç doğurmayacağından açılan dava sonunda verilen karar, yenilik doğurucu (inşaî) bir hüküm değil açıklayıcı (ihdasî) bir hüküm durumundadır. Öte yandan, muvazaanın varlığını iddia eden taraf veya bunların ardılı (halefi) sıfatı ile hareket eden, başka bir anlatımla sözleşmenin yanlarından birine teb’an dava açan kişi TMK’nın 6. maddesi gereğince bu iddiasını ispat etmek zorundadır. Senede bağlı bir sözleşmeye karşı muvazaa iddiası, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun(HMK) 200. ve 201. (1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun(HUMK) 288. ve 290.) maddelerinde belirtildiği üzere ancak yazılı delille kanıtlanabilir. Sözleşme HMK’nın 203. (HUMK’nun 293.) maddesinde sözü edilen yakın akrabalar arasında yapılmış olsa dahi, muvazaanın yazılı delille ispat edilmesi gerekir. Böyle bir sözleşmenin resmi şekilde yapılması halinde bile olayın özelliği itibariyle adi yazılı delilin yeterli olacağı öğretide ve kararlılık kazanmış yargısal içtihatlarda ortaklaşa kabul edilmiştir. İşte bu görüşten hareketle, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararında taraf muvazaası ve takma ad (namı-müstear) davalarında iddianın ancak yazılı delille kanıtlanabileceği kabul edilmiştir.
T.C.
YARGITAY
13. HUKUK DAİRESİ
E. 2003/13229
K. 2004/3913
T. 9.3.2004
Davacı; dava dışı noterlikçe tasdik edilen kira sözleşmesinde müvekkillerinin hile ile kandırıldığını sözleşmeyi onaylayan noterin noterlik kanununa ve yönetmeliklerine aykırı biçimde sözleşmeyi tasdik ettiğini ileri sürerek sözleşmenin iptalini istemişlerdir. İleri sürüşe göre davacılar noterin noterlik kanunu hükümlerine aykırı davrandığını da ileri sürerek sözleşmenin iptalini istemişlerdir. Sözleşmede imzası bulunan noterin ileri sürülmüş olan iddianın hükmen sabit olması halinde Noterlik Kanunun 162. Maddesi uyarınca hukuki sorumluluğuna yol açabileceğinden noterin savunmasının alınması bu davanın sonucunu etkileyebilir. Bu durumda mahkemece davacı tarafa ilgili noter aleyhine dava açmak üzere mehil verilerek açtığı davanın iş bu dava ile birleştirilmesi halinde noterde de savunmaları ve delilleri incelenmek sureti ile hasıl olacak sonuca uygun hüküm kurulması gerekirken değinilen bu yönlerin göz ardı edilmesi usul ve yasaya aykırı olup hükmün bozulmasını gerektirir.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2020/1-128
K. 2022/1415
T. 2.11.2022
Davacı taraf, davacının meskene ait 1⁄4 payı 2003 yılında davalı …’e devrettiğini, sonrasında da müvekkilinin sadece müteahhitlerle yapılacak anlaşmalarla ilgili yetki verdiğini zannederek 2011 yılının Nisan ayında tapuya götürüldüğünü ileri sürmüştür. Davacının yaşının verdiği acziyet nedeniyle yaptığı işlemleri anlayamadığı ileri sürülmüş ise de davacı bu satış işleminin yapıldığı tarihte 69 yaşında olup, işlem yapmak üzere tapu müdürlüğüne gittiğini anlayacak durumda olmadığı yönünde bir iddia bulunmamaktadır. Kaldı ki, satışa ilişkin resmî senedin düzenlendiği tarihte yürürlükte bulunan mülga Tapu Sicili Tüzüğünün 16. maddesine göre akdi gerektiren işlemlerde resmî senet düzenlenir. Düzenlenen resmî senet memur tarafından müdür ve tarafların huzurunda okunur. Taraflar isterlerse resmî senedi kendileri de alıp okuyabilirler. Resmî senede tarafların fotoğrafları yapıştırılır. Taraflar resmî senetteki imza yerine “okudum” ibaresini yazdıktan sonra, hem imza yerlerini ve hem de karşılıklı birbirlerinin fotoğrafı üzerini imzalarlar. Davacı da kendi huzurunda okunan resmî senedi “okudum” ibaresini yazmak suretiyle ilgili yerlerini imzalamıştır. Resmî senette yapılan işlemin satış olduğu da açıkça yazmaktadır. Yine, Tüzüğün 101. maddesine göre tapu dairesinde akitli veya akitsiz işlemlerle ilgili olarak düzenlenen tapu senedi veya ipotek belgelerinin birer örneği, müdür tarafından hak sahiplerine verilir. Bu nedenle resmî senet içeriği kendi huzurunda okunmuş olan davacının, 2011 yılında yaptığı satış işlemlerinden sonra 2003 yılında yaptığı ilk temlik bakımından da iradesinin hile ile sakatlandığını ileri sürmesi, dava dilekçesinde o tarihteki herhangi bir vakıaya da dayanılmamış olması karşında inandırıcı bulunmamış ve iddianın ispat edilemediği sonucuna varılmıştır. Davacının 2011 yılı içerisinde yaptığı satış işlemlerinin ise hilenin etkisi ile gerçekleştiğini kabul etmek için dinlenen davacı tanık beyanları yeterli değildir. Keza, resmî memur önünde yukarıda niteliği açıklanan şekilde yapılan işlemler bulunmakta olup, sadece davacının yaşı gereği kandırılmaya müsait olduğu olgu… dayanılmıştır. Ancak hem davacı hem de davalı tanık beyanlarından davacı babaannenin yaptığı işlemlerin mahiyetini anlayabilecek durumda olduğu, davalı torunlarını çok sevdiği ve onlara düşkün olduğu, özellikle başka iki dairesini satarak sermaye yapıp iş kurması için parasını oğluna veren ancak kurduğu işi yürütemeyen oğlu nedeniyle torunlarına bir mal kalmayacağını düşünen davacının temlikleri iradi olarak gerçekleştirdiği anlaşılmaktadır. Kaldı ki, 26.04.2011 tarihinde davalılardan …’e yapılan pay satışından önce davacının banka hesabına 25.04.2011 tarihinde “ev yarı hisse bedeli” açıklaması ile adı geçen davalı tarafından 60.000TL para yatırılmıştır. Düzenlenen bilirkişi raporuna göre tapuda gösterilen satış bedelleri ile davalı tarafından yatırılan 60.000TL bedel taşınmazın gerçek değerinin altında ise de sırf bedelin düşük olması hilenin kanıtı olarak kabul edilemeyeceği gibi tarafların babaanne-torun oldukları gözetildiğinde temlikte düşük bedel gösterilmesi de hayatın olağan akışına uygundur. Aksine, tapuda uzun süreye yayılan üç ayrı işlemle yapılan devirlerin her üçünün de hilenin etkisiyle gerçekleştirildiğini kabul etmek hayatın olağan akışına aykırı olacaktır. Ayrıca kentsel dönüşüm nedeniyle taşınmazın yıkılıp yerine yenisinin yapılmasına ilişkin girişimlerin de davalılara yapılan temliklerden sonra ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Tüm bu nedenlerle Kurul çoğunluğu tarafından somut olayda hile iddiasının ispat edilemediği sonucuna varılmıştır.
T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 2022/33
K. 2022/2205
T. 17.3.2022
Davacı, dava konusu 11 parsel sayılı taşınmazdaki 5 numaralı bağımsız bölümünü 11/01/2019 tarihinde yeğeni olan davalıya devrettiğini, ancak temlikin iradesi sakatlanmak suretiyle ve satış bedeli de ödenmeden gerçekleştiğini, kendisinin yaşlı olduğunu, kirada oturduğunu ve okuryazar olmadığını, davalı yeğeninin; dava konusu taşınmazı kiraya vererek, elde edeceği kira bedeli ile oturduğu evin kirasını ve diğer ihtiyaçlarını karşılayabileceğini, bu durumun menfaatine olacağını söylediğini, kendisini tapu müdürlüğüne götürdüğünü, kira sözleşmesi yapılacağı düşüncesiyle hareket ettiğini, taşınmazı devretme saiki ile hareket etmediğini, davalı tarafından aldatılmak suretiyle iradesinin sakatlandığını ve taşınmazın davalıya devredildiğini, sözleşme kurulurken esaslı yanılmaya düştüğünü, satış bedelinin de kendisine ödenmediğini, taşınmazın rayiç bedelinin altında satıldığı ve okur yazar olmadığı nazara alındığında ise aşırı yararlanma bulunduğunu ileri sürerek, tapu kaydının iptali ile adına tesciline, davanın kabul edilmesi durumunda doğmuş ve doğacak zararlarının giderilmesi için tazminata karar verilmesini istemiştir. Bölge Adliye Mahkemesi’nin 10/11/2021 tarihli ve 2021/934 E., 2021/1420 K. sayılı kararıyla; davacının dava konusu taşınmazın devrini 11/01/2019 tarihinde yaptığı, aynı yıl içinde ancak eldeki dava konusu taşınmazın devrinden kısa bir süre sonra yine aynı taşınmazdaki, mesken vasıflı 1 numaralı bağımsız bölümünü bizzat 18/03/2019 tarihinde, 2 numaralı mesken vasıflı bağımsız bölümü ise 27/03/2019 tarihinde satış yolu ile dava dışı kişilere devrettiği, davacının sadece bu davaya mahsus taşınmaz için tapuda işlem yapmadığını, toplanan bilgi ve belgelerden, tarafların ceza dosyası içindeki beyanlarından, özellikle dava konusu taşınmaza ilişkin davalı tarafça sunulan harici satış senedi ile harici satış senedinde adları yazılı olan ve duruşmada dinlenilen tanıklar ile resmi satış senedinde tanık olarak bulunup duruşmada dinlenilen tanıkların beyanları birlikte değerlendirildiğinde, davacı tarafın kendi iradesi ile tapuda devri davalı yeğenine yaptığı, davacı tarafın hile ve gabin iddialarını HMK.nın 190. ve TMK.nın 6. maddeleri uyarınca kanıtlayamadığı, taşınmazın satış bedeli olarak 150.000,00 TL gösterildiği ve satış akdinde satış bedelinin nakden ve tamamen alındığı hususunun belirtildiği, satış akdinde satış bedeli ödenmediği takdirde taşınmazın mülkiyetinin iade edileceğine dair bir ihtirazi kayıt bulunmadığı ve anılan resmi senedin aksinin aynı güçte başkaca bir yazılı delil ile davacı tarafça ispat edilemediği, ilk derece mahkemesince davanın reddine karar verilmesinde hukuka aykırı bir yön bulunmadığı gerekçesiyle 6100 Sayılı HMK.nın 353/1-b-1 maddesi uyarınca, davacının istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 2018/2470
K. 2018/13056
T. 3.10.2018
Öte yandan 30.03.2010 ve 05.02.2010 tarihlerinde iki ayrı temlik yapılmış olup, ilk temlik ikrah altında yapıldı ise Büyükşehirde yaşayan bir kimsenin kolluk güçlerine başvurmadan ikinci temliki yapması da hayatın olağan akışına aykırıdır. Tüm bu maddi olgular yukardaki ilkelerle birlikte değerlendirildiğinde, temlikin borç içindeki oğlunu kurtarmak amacı ile iradi olarak yapıldığı, ikrahın koşullarının gerçekleşmediği sonucuna varılmaktadır. Hal böyle olunca davanın reddine karar verilmesi gerekir.
T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 2021/2062
K. 2021/5896
T. 21.10.2021
…2009 yılında ödemesini yaptığını iddia ettiği payın temlikini 2011 yılında istemesinin de hayatın olağan akışına aykırı olduğu…
T.C.
Esas | : 2018/1067 |
Karar | : 2019/141 |
Tarih | : 14.02.2019 |
Ülkemizde, taşınmaz devirleri sırasında daha az harç ödemek maksadıyla gerçek alım satım bedeli yerine belediyelerce tespit edilen ve çok daha düşük olan emlak değeri üzerinden tapuda işlem yapıldığı bilinen bir gerçek olmakla birlikte, tarafların kendi iç ilişkilerinde ya da vekil eliyle işlem yapan satıcının kendi vekiliyle olan iç ilişkisinde düzenleyecekleri belge ya da ibranamede pek doğaldır ki gösterilecek olan bedel, gerçek alım satım bedeli olacaktır. Daha yüksek bir bedel ödediğini ileri süren kişinin düşük bir bedel üzerinden ibra belgesi düzenlemesi mümkün değildir. Böyle bir durum ibranın hukuki mahiyetine ters olduğu gibi hayatın olağan akışına da aykırıdır. Diğer taraftan, davacı tanık beyanları ile taşınmazın satış tarihinden sonra aradan uzunca bir süre geçmesine karşın davacının konutta oturmaya devam etmesi, kayıt maliki olan davalı …’in bu duruma ses çıkarılmayarak kendisinden herhangi bir bedel istememesi, taşınmaz vergilerinin davacı tarafından ödenmeye devam olunması ve yine taşınmazın gerçek değeri ile resmi akitte gösterilen bedel arasında fahiş fark bulunması olguları bir arada değerlendirildiğinde; davacı adına kayıtlı taşınmazın vekil tarafından vekalet yetkisi kötüye kullanılmak ve davacı zararlandırılmak suretiyle el ve işbirliği içerisinde hareket eden diğer davalıya aktarıldığı sonuç ve kanaatine ulaşılmıştır.
T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 2022/4468
K. 2022/7699
T. 23.11.2022
Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 1. Hukuk Dairesinin 29.03.2022 tarihli ve 2021/1150 Esas, 2022/466 Karar sayılı kararıyla, davacının taşınmazını gerçekten satma iradesinin bulunduğu, taşınmaz bedelinin tapuda işlem yapılırken ödeneceğinin kararlaştırıldığı, tapuda devir işleminin gerçekleştirildiği, işlem sonrası satış bedelinin ödeneceğinin söylendiği, taşınmaz bedelinin davacıya ödenmediği, davacının davalılar, davalıların akrabası olan davalılar adına tapuda işlem yapan vekil, taşınmazın satışı için aracılık eden davalıların akrabası olan … ve … hesabına para gönderen yine davalıların akrabası olan … tarafından yanıltılarak hileli davranışlara maruz bırakıldığı, taşınmaz bedelinin davacıya ödenmediği, ilk derece mahkemesince verilen kararda usul ve yasaya aykırı bir husus bulunmadığı gerekçesiyle davalılar vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir. (onama)
T.C.
YARGITAY
BİRİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas : 2014/5682
Karar : 2015/4883
Tarih : 07.04.2015
Hemen belirtilmelidir ki, satış bedeli (semen) satışın asli unsurlarından birisidir. Semen ödeneceği düşüncesi uyandırılarak taşınmazın mülkiyetinin naklinin sağlanması ve ondan sonra semenin ödenmemiş olması yukarıda değinilen ilkeler gözetildiğinde iradeyi fesada uğratan sebeplerin gerçekleştiğinin kabulünü gerektirir. Bir başka ifade ile, elbetteki taraflarca bedelin yani semenin sonra ödeneceği kararlaştırılabilir. Böylesi bir durumda Borçlar Kanununun 893. maddesi hükmü uyarınca satış bedeli üzerinden ipotek yaptırılması mümkün bulunduğu gibi, Türk Borçlar Kanunu’nun 246. maddesi delaletiyle 235. maddesi hükmü gereğince bedel ödenmediği takdirde taşınmazın mülkiyetinin iade edileceğine dair ihtirazi kayıt konulabilir. Böylesi bir olgu tapunun iptali ile eski malike intikaline olanak sağlar ise de, koşulsuz olarak bedelin sonradan ödenmesi taraflarca kararlaştırılmış ise de satıcının hakkı bedel olup ödenmemesi halinde yasal yollara müracaat ederek tahsili sağlanabileceğinden ödememe tapu iptal ve tescilin hukuki nedenini teşkil etmez. Oysa somut olayda bedelin ileriki tarihlerde ödeneceğine dair taraflar arasında bir anlaşma bulunmamakta hemen ödeneceği yönünde davacılarda bir kanı uyandırılarak kayıt maliki bir oldu bittiye getirilerek temlikin sağlandığı da açıktır. Hal böyle olunca, davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken delillerin takdirinde yanılgıya düşülerek yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir.
T.C.
YARGITAY
BİRİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas : 2016/4714
Karar : 2019/6184
Tarih : 02.12.2019
Hemen belirtmek gerekir ki, satış bedeli (semen) satış akdinin asli unsurlarından birisidir. Ancak satış bedelinin ödenmemiş olması tek başına tapu kaydının iptal nedeni değildir. Somut olayda, davacının satış iradesinin bulunduğu, hatta temlikten bir gün önce emlak alım satım sözleşmesi yaptığı, satış bedeline karşılık davacıya peşinat ödendiği ve kalan kısım için verilen bonoların davacı tarafından icra takibine konu edildiği, uyuşmazlığın, satış bedelinin tamamen ödenmemesinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca, davacı … tarafından kayıt maliki davalı …’e karşı açılan iptal tescil istekli birleştirilen davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.
T.C.
YARGITAY
BİRİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas : 2016/8343
Karar : 2019/2469
Tarih : 08.04.2019
Somut olaya gelince; davacının taşınmazını gerçekten satma iradesinin bulunduğu emlak sözleşmesi düzenlenerek kaporo verildiği bakiye bedelin tapuda işlem sırasında ödeneceğinin kararlaştırıldığı, tapuya işlem için gidilirken davalının eşinin satış bedelini kendisinde olduğunu söyleyerek intikal işleminin gerçekleştiği, işlem sonrası satış bedelinin ödeneceğini söylendiği ancak ödemediğinin tanık anlatılmalarıyla tespit edildiği davacının hileli davranışlarla aldatıldığından taşınmazın bedelini almadan temlik ettiği, akdin yapıldığı odanın kamera kayıtlarında davalının semeni ödediğinin görülmediği, akit tanıklarının da semenin ödenmediğini beyan ettikleri, her ne kadar davalı tarafından satış bedelinin ödendiği belirtmiş ise de, bunun yazılı bir belge ile kanıtlanamadığı anlaşılmaktadır. Hemen belirtilmelidir ki, satış bedeli (semen) satışın asli unsurlarından birisidir. Semen ödeneceği düşüncesi uyandırılarak taşınmazın mülkiyetinin naklinin sağlanması ve ondan sonra semenin ödenmemiş olması yukarıda değinilen ilkeler gözetildiğinde iradeyi fesada uğratan sebeplerin gerçekleştiğinin kabulünü gerektirir. Bir başka ifade ile, elbetteki taraflarca bedelin yani semenin sonra ödeneceği kararlaştırılabilir. Böylesi bir durumda Borçlar Kanununun 893. maddesi hükmü uyarınca satış bedeli üzerinden ipotek tesisi mümkün bulunduğu gibi, Borçlar Kanununun 217. maddesi delaletiyle 211. maddesi hükmü gereğince bedel ödenmediği takdirde taşınmazın mülkiyetinin iade edileceğine dair ihtirazi kayıt konulabilir. Böylesi bir olgu tapunun iptali ile eski malike intikaline olanak sağlar ise de, koşulsuz olarak bedelin sonradan ödenmesi taraflarca kararlaştırılmış ise satıcının hakkı bedel olup, ödenmemesi halinde yasal yollara müracaat ederek tahsili sağlanabileceğinden ödememe tapu iptal ve tescilin hukuki nedenini teşkil etmez. Oysa somut olayda; bedelin ileri tarihlerde ödeneceğine dair taraflar arasında bir anlaşma bulunmamakta, hemen ödeneceği yönünde davacıda bir kanı uyandırılarak kayıt maliki bir oldu bittiye getirilerek temlikin sağlandığı görülmektedir. Öyleyse, davacının hileye maruz bırakılmadığını söyleyebilme olanağı yoktur. Ayrıca, bedelin ödenmediği diğer deliller ile kanıtlanmış iken, mahkemece yemin deliline dayanılarak esas hakkında hüküm kurulması doğru değildir. Hal böyle olunca, davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir.
T.C.
YARGITAY
11. HUKUK DAİRESİ
E. 2020/2881
K. 2020/5307
T. 23.11.2020
T.C.
YARGITAY
DOKUZUNCU HUKUK DAİRESİ
Esas : 2010/42059
Karar : 2013/3846
Tarih : 31.01.2013
Somut olayda Mahkemece kesin yemin deliline dayanılarak davanın reddine karar verilmiş ise de bu yemin HUMK 344 vd. maddelerine uygun değildir. İspat külfeti kendisinde olmayan tarafın karşı tarafa yönelttiği yemin hukuki sonuç doğurmaz. Kesin yemin, ispat yükü kendisine düşen tarafın davanın haline etkili bir vakıanın ispatı için diğer tarafa teklif ettiği yemin olup, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 344 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. Yemin teklif edecek taraf, ispat yükü kendisine düşen fakat iddiasını veya savunmasını ispat edememiş olan taraftır. İşçinin ücretinin ödendiğinin ispatı davalı işverene aittir. Ücretin ödendiği yolunda ispat külfeti kendisinde olmayan davacı işçinin davalı işverene yönelttiği ödemeye ilişkin yemin teklifi kesin yemin niteliğinde olmaması nedeniyle hukuki bir sonuç doğurmaz. Mahkemece bu maddi ve hukuki olgular dikkate alınmaksızın ödeme olgusunun ispat edilememesi karşısında davacının ücret alacağının hüküm altına alınması gerekirken davacının hukuki sonuç doğurmayan geçersiz yemin teklifinden bahisle davanın reddi usul ve yasaya aykırıdır.
T.C.
YARGITAY
ÜÇÜNCÜ HUKUK DAİRESİ
Esas : 2013/18933
Karar : 2014/3343
Tarih : 04.03.2014
Öte yandan, yemin, en son (çare) olarak başvurulacak bir ispat vasıtasıdır. Mahkemece; ispat yükü kendine düşen tarafın iddiasını veya savunmasını (başka delillerle) ispat edemediği kanısına varırsa, tarafa bu hususu açıkça bildirmek suretiyle, karşı tarafa yemin teklif etme hakkı bulunduğunu hatırlatmalıdır. Tarafların sunduğu deliller yeterince değerlendirilip tartışılmadan, bu aşamada davacı tarafa yemin teklif etme hakkının hatırlatılması ve davacı tarafın yemin teklifinde bulunmaması da, davacıyı bağlayıcı olmayıp; davacının davasını ispat edemediği anlamına gelmez. Farklı hukuksal sebeplere dayalı davaların eldeki davanın kabülüne gerekçe yapılamayacağı, Muvazaa iddiasının işlemin iradi olarak gerçekleştirildiğinin, başka bir ifade ile istenerek yaratılan irade bozukluğu hali olduğu, hata-hile iddiasının ise istenmeden oluşan ve işlemin iradi olmadığı iddiasına dayalı hal olduğu gözetildiğinde, bu yönüyle de anılan davadaki kararın eldeki davanın kabülüne gerekçe yapılmasının hatalı olduğu-HMK md 225 vd.uyarınca, üzerine ispat yükümlülüğü düşen tarafça diğer tarafa yemin teklif edilebileceği, ispat yükü davacı tarafa düştüğü halde, davalı tarafça teklif edilen yeminin davacılar tarafından oturumda eda ettikleri, ispat yükü kendisine düşmeyen tarafça teklif edilen yeminin eda edilmiş olsa bile sonuç doğurmayacağı… 1.HD.04.04.2013,14534/4908
T.C.
YARGITAY
ÜÇÜNCÜ HUKUK DAİRESİ
Esas : 2020/6544
Karar : 2021/8652
Tarih : 20.09.2021
”6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 74. maddesine göre; “Hakim, zarar verenin kusurunun olup olmadığı, ayırt etme gücünün bulunup bulunmadığı hakkında karar verirken, ceza hukukunun sorumlulukla ilgili hükümleriyle bağlı olmadığı gibi, ceza hakimi tarafından verilen beraat kararıyla da bağlı değildir. Aynı şekilde, ceza hâkiminin kusurun değerlendirilmesine ve zararın belirlenmesine ilişkin kararı da, hukuk hakimini bağlamaz.” Dolayısıyla ceza mahkemesince verilen beraat karar’ı; kusur ve derecesi, zarar tutarı, temyiz gücü ve yükletilme yeterliği, illiyet gibi esasların hukuk hakimini bağlamayacaktır. Ancak hemen belirtilmelidir ki, gerek öğretide gerekse Yargıtay’ın yerleşmiş içtihatlarında, ceza hakiminin tespit ettiği maddi olaylarla ve özellikle “fiilin hukuka aykırılığı” konusu ile hukuk hâkiminin tamamen bağlı olacağı kabul edilmektedir. Diğer bir anlatımla, maddi olayları ve yasak eylemlerin varlığını saptayan ceza mahkemesi kararı, taraflar yönünden kesin delil niteliğini taşıyacaktır. Bu doğrultuda maddi vakıanın tespitine ilişkin ceza mahkemesi kararı hukuk hakimini bağlayıcı olup ceza mahkemesince bir maddi vakıanın varlığı ya da yokluğu konusundaki kesinleşmiş kabule rağmen, aynı konunun hukuk mahkemesinde yeniden tartışılması olanaklı değildir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2017/11-92 E 2018/1362 K sayılı kararı).”
T.C.
YARGITAY
İKİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas : 2016/17962
Karar : 2018/7972
Tarih : 25.06.2018
”Hâkim, zarar verenin kusurunun olup olmadığı, ayırt etme gücünün bulunup bulunmadığı hakkında karar verirken, ceza hukukunun sorumlulukla ilgili hükümleriyle bağlı olmadığı gibi, ceza hâkimi tarafından verilen beraat kararıyla da bağlı değildir. Aynı şekilde, ceza hâkiminin kusurun değerlendirilmesine ve zararın belirlenmesine ilişkin kararı da, hukuk hâkimini bağlamaz (TBK m.74). Bu açık hüküm karşısında, ceza mahkemesince verilen, beraat kararı, kusur ve derecesi, zarar tutarı, temyiz gücü ve yükletilme yeterliği, illiyet gibi esasların hukuk hakimini bağlamayacağı konusunda duraksama bulunmamaktadır. Ancak, hemen belirtilmelidir ki, gerek öğretide ve gerekse Yargıtay’ın yerleşmiş içtihatlarında, ceza hakiminin tespit ettiği maddi olaylarla ve özellikle “fiilin hukuka aykırılığı” konusu ile hukuk hakiminin tamamen bağlı olacağı kabul edilmektedir. Diğer bir anlatımla, maddi olayları veya yasak eylemlerin varlığını saptayan ceza mahkemesi kararı, taraflar yönünden kesin delil niteliğini taşır. Yargıtay’ın yerleşik uygulamasına ve öğretideki genel kabule göre, maddi olgunun tespitine ilişkin ceza mahkemesi kararı hukuk hakimini bağlar. Ceza mahkemesinde bir maddi olayın varlığı ya da yokluğu konusundaki kesinleşmiş kabule rağmen, aynı konunun hukuk mahkemesinde yeniden tartışılması olanaklı değildir (Yargıtay HGK. E.2013/4-1008-K.2014/490).”
TANIK BEYANININ DEĞERLENDİRİLMESİ :
Tanıklara İtiraz;HMK Madde 255
(1) Tanığın davada yararı bulunmak gibi tanıklığının doğruluğu konusunda kuşkuyu gerektiren sebepler varsa, bunu iki taraftan biri iddia ve ispat edebilir.
Yaş, akrabalık ve davayla ilgili menfaatler tanıklığın değerini doğrudan düşürmez; ancak bu hususlar, tanığın beyanı değerlendirilirken göz önünde bulundurulur. Pekcanitez/Atalay/Özekes,Usul,12.s.507 2.HD.26.02.2003,1094/2504-9.HD.21.09.2004,12150/19501-HGK,27.04.2005,9/261-284
” Aksine ciddi ve inandırıcı delil ve olaylar bulunmadıkça asıl olan tanıkların gerçeği söylemiş olmalarıdır. Akrabalık veya diğer bir yakınlık başlı başına tanık beyanını değerden düşürücü bir sebep sayılamaz. Dosyada tanıkların olmamışı olmuş gibi ifade ettiklerini kabule yeterli delil ve olgu da yoktur. O halde kocanın güven sarsıcı davranışlarına ilişkin tanık beyanlarına ve olaylara çok yakın tanık sözlerine değer verilerek isteğin kabulü gerekirken bu yön göz önünde tutulmadan yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve kanuna aykırıdır. 2.HD.03.06.2004,6300/7255
Mahkemece davalı-davacı kadın tanığı …’nin beyanlarına, uzun yıllar önce gerçekleşen bir olayı hatırlayamayacağı gerekçesiyle itibar edilmeyerek ziynet alacağı davasının reddine dair hüküm kurulmuş ise de, yapılan yargılama ve toplanan delillerden bahsedilen tanığın beyanlarını değerden düşürecek maddi bir olayın varlığı iddia ve ispat edilememiş olup aslolan tanığın doğruyu söylemiş olmasıdır. (HMK m. 255). Dosyada, adı geçen tanığın olmamışı olmuş gibi ifade ettiğini kabule yeterli delil ve olgu da yoktur. YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ Esas : 2016/18487 Karar : 2018/6856 Tarih : 29.05.2018
”…Bu olayları anlatan tanıkların beyanlarına itibar edilmemesi için geçerli bir hukuksal sebep bulunmamaktadır. TMK 166/1. Maddesindeki boşanma koşulları gerçekleştiğinden, davanın kabülü ile boşanmaya karar verilmesi gerekirken, yetersiz gerekçe ile reddi isabetsiz olmuş, bozmayı gerektirmiştir….” 2.HD.20.12.2012,11214/31157
Tanığın davada yararı bulunmak gibi tanıklığının doğruluğu konusunda kuşkuyu gerektiren sebepler varsa, bunu iki taraftan biri iddia ve ve ispat edebilir.(m.255)
Aksine ciddi ve inandırıcı delil ve olaylar bulunmadıkça asıl olan tanıkların gerçeği söylemiş olmalarıdır. HGK.16.03.2005,2/133-184.
Davada menfaati bulunmak gibi şüpheyi mücip kılan bir esbabın varlığı iddia ve ispat edilmedikçe, tanıkların doğruyu söyledikleri asıldır. HGK.,19.04.2006,11/160-208.
Mahkemece davalı-davacı kadın tanığı …’nin beyanlarına, uzun yıllar önce gerçekleşen bir olayı hatırlayamayacağı gerekçesiyle itibar edilmeyerek ziynet alacağı davasının reddine dair hüküm kurulmuş ise de, yapılan yargılama ve toplanan delillerden bahsedilen tanığın beyanlarını değerden düşürecek maddi bir olayın varlığı iddia ve ispat edilememiş olup aslolan tanığın doğruyu söylemiş olmasıdır. (HMK m. 255). Dosyada, adı geçen tanığın olmamışı olmuş gibi ifade ettiğini kabule yeterli delil ve olgu da yoktur.YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ Esas : 2016/18487 Karar : 2018/6856 Tarih : 29.05.2018
Tanık, bir vakıa hakkında sadece duyu organlarıyla (gözleri ile görmek ve kulakları ile işitmek suretiyle) edindiği bilgiyi aktarır; yoksa bir vakıa hakkındaki anlayış ve düşüncelerini, değerlendirmelerini bildiremez; bildirse dahi bunlar hükme dayanak yapılamaz. 2.HD.21.02.1997,787/1914-2.HD.20.04.2001,4676/6384-Bilge/Önen,Yargılama,s.523
Mahkemenin de kabulünde olduğu üzere davalıdan borcuna karşılık alınan çekler zamanında ibraz edilmediğinden kambiyo vasfını yitirmiş ise de bunlara yazılı delil başlangıcı olarak dayanılabilir. Taraflar arasında temel ilişki nedeniyle alacak her türlü delille ispatlanabilir. Mahkemece, dinlenen tanıkların görgüye dayalı bilgileri yoktur. Tamamı duyuma dayalı bilgilerdir ve davacının alacağının varlığını kanıtlamaya yeterli değildir. Bu durumda davanın reddi gerekir. Ne var ki, davacının delil listesinde her türlü yasal kanıt demek suretiyle yemin deliline de dayandığı anlaşılmaktadır. Bu durumda davacının bu bedele ilişkin davalıya yemin teklif hakkı hatırlatılarak sonuca uygun karar verilmesi gerekirken aksi düşüncelerle yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozma gerektirir.YARGITAY 13. Hukuk Dairesi Esas No: 2012/13178 Karar No: 2012/17487
Somut olaya bakıldığında; her ne kadar mahkemece, davacı tanıklarından birinin (davacının ailesinin dükkanında işçi) anlatımlarına itibar edilerek, ayrılık gerçekleşmeden önce davacı kadının ziynet eşyalarının bir kısmının ortak ihtiyaçlar için harcandığı, bir kısmının ise davalı eski eşin babasına verildiğinin anlaşıldığı, davacı kadının müşterek haneyi terk ederken düğünde takılan ziynet eşyalarının bulunmadığı kanaatine varılarak davanın kabulü yönünde hüküm tesis edilmiş ise de, anlatımlarına itibar edilen bu tanığın beyanları görgüye dayalı olmayıp, duyuma dayalıdır. Ayrca yargılama sırasında dinlenilen diğer davacı tanığının ise, davacı H…’ın ailesinin yanına dönerken evliliği sırasında ailesi tarafından alınan eşyaları aldığını, H…’a düğünde 5-6 tane burma bilezik takılıp bunları davacı H…’ın yanında getirdiğini beyan ettiği görülmektedir. Bu nedenle de, sırf duyuma dayalı tanık beyanına dayanarak hüküm kurulması doğru değildir.YARGITAY 3. Hukuk Dairesi ESAS: 2013/16952 KARAR: 2014/1575
“Davacı erkek tanıklarının beyanlarının bazıları davacıdan duyum, bazıları ise görgüye dayalı olmayan beyanlar olup boşanmaya esas alınamaz.” (Yargıtay 2. H.D. 2016/13531 E. , 2016/12519 K. , T.28.06.2016 )
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
Esas No : 2017/2-2720
Karar No : 2021/364”… Bu haliyle davacı iddiası ile, davacı tanık beyanı birbiriyle çeliştiği gibi, ayrıca bu beyanın soyut, iddia edilen olayların anlatımına uymayan ve bu nedenle inandırıcılıktan uzak olduğu anlaşılmaktadır. Hükme esas alınamayacağı belirlenen bu eylem dışında davalı kadın eşten kaynaklanan kusurlu bir davranışın varlığı ispatlanamamıştır. Yukarıda açıklandığı üzere, 6100 sayılı HMK uyarınca tanık delili takdiri delildir. Aynı Kanun’un ” Delillerin değerlendirilmesi” başlıklı 198.maddesine göre ‘ kanuni istisnalar dışında hakimin delilleri serbestçe’ değerlendirebileceği açıklanmıştır. Burada hakimin, tanık delili altında yer alan beyanları hükmün gerekçe bölümünde serbestçe takdir ederken, sadece kendi vicdani kanaatinden bahsetmesi yeterli olmayıp ayrıca dinlenen tanığın ifadesinin, hangi nedenlerle hükme esas alınıp alınmadığını da belirtmesi gerekmektedir. Başka bir olayda da Hukuk Genel Kurulu 20.02.2013 tarihli ve 2012/9-843 E.2013/253 K. Sayılı kararında bu hususu ” …. Sıklıkla başvurulan delillerden biri olan tanık beyanı, takdiri bir delildir, hakimi bağlamaz ancak hakim, tanık beyanını serbestçe takdir ederken sadece vicdani kanaati ile karar veremez. Tanık beyanları yönünde ya da aksine hüküm tesis edilmesi durumunda, tanık beyanının neden kabul edildiği ya da edilmediği açıklanmalıdır.” şeklinde açıklamıştır.”
T.C.
YARGITAY
ÜÇÜNCÜ HUKUK DAİRESİEsas : 2012/8395
Karar : 2012/12749
Tarih : 21.05.2012”Mahkemece, çocukların davacı baba yanında kalıp kalmadığı tam ve sağlıklı olarak araştırılmadan, tanık beyanları arasındaki çelişki giderilmeden, davalı tanıklarının beyanlarına itibar edilmemesinin gerekçesi açıklanmadan; yalnızca davacı tanıklarının ifadesine göre eksik inceleme ve araştırma ile hüküm kurulmuş olması doğru görülmemiş, bu husus bozmayı gerektirmiştir.”
T.C.
YARGITAY
ONUNCU HUKUK DAİRESİEsas : 2010/1382
Karar : 2010/7717
Tarih : 31.05.2010”Ayrıca mahkemece, gerek talimat yoluyla gerekse duruşmada dinlenen tanıklardan bir çoğunun, davacının dava konusu dönemde kaloriferci olarak çalıştığını beyan etmeleri karşısında tanık beyanlarına itibar edilmemesinin gerekçeleri yeterli görülmemiştir. ”
T.C.
YARGITAY
ONÜÇÜNCÜ HUKUK DAİRESİEsas : 2000/7671
Karar : 2000/8203
Tarih : 10.10.2000”Davacı, ödünç iddiasına dayanmıştır. Havalelere ilişkin örnekleri dosyaya sunulan banka dekontlarında, paraların hangi ilişkiden dolayı gönderildiği açıklanmamış, davacı bu yönde başkaca yazılı delil de sunmamıştır. Ne var ki,tarafların kardeş oldukları uyuşmazlık konusu değildir. Bu durumda davacı, iddiasını Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 293. Maddesi uyarınca tanıkla ispat edebilir. Nitekim her iki taraf da tanık deliline dayanmış ve dinletmiş; davacı tanıkları tarih ve miktar da belirtmek suretiyle, davacının sunduğu banka dekontlarıyla havale edilen paraların, davacı tarafından davalıya ödünç olarak gönderildiğini, istenilmesine rağmen davalının bu borcunu ödemediğini açıkça ve kuşkudan uzak biçimde beyan etmişlerdir. Davalı tanıklarının da, bu beyanlara itibar edilmemesini gerektirecek,aksi yönde bir açıklamaları yoktur.”
T.C.
YARGITAY
ONBEŞİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas : 2016/763
Karar : 2016/1177
Tarih : 23.02.2016”Tanıklık takdiri bir delildir (HMK 198). Bu nedenle hakim, tanıkların ifadeleri ile bağlı değildir; tanığın doğru söylemediğini, başka delil ve belirtilerle anlarsa, tanık ifadelerinin aksi yönde de karar verebilir. Fakat, tanık ifadelerini serbestçe takdir ederken sadece hakimin vicdani kanaati yeterli olmayıp, hükümde bir tanığın ifadesinin neden kabul edilmediğinin belirtilmesi gerekir (Prof.Dr. Baki Kuru, Prof.Dr. Ramazan Arslan, Prof.Dr. Ejder Yılmaz, Medeni Usul Hukuku, 22. baskı, sayfa 438). Taraflardan her biri de tanığın davada hukuki yararı bulunduğu gibi, bir nedenle doğru söylemediğini iddia ve ispat edebilir (HMK 255). Asıl olan tanığın doğruyu söylemiş olduğudur. Akrabalık, arkadaşlık, işçi işveren ilişkisi ve benzeri bir yakınlık başlı başına tanık beyanına itibar edilmemesini gerektirmez. Tanık beyanının aksinin kabulünü gerektirir delil ve olaylar bulunmadıkça tanık beyanına itibar edilmesi gerekir.”
T.C.
YARGITAY
ONALTINCI HUKUK DAİRESİ
Esas : 2015/5160
Karar : 2016/3544
Tarih : 31.03.2016”Dinlenen yerel bilirkişi beyanları ise soyut nitelikte olup, aydınlatıcı değildir. Mahkemece, tanık sözleri arasındaki çelişki giderilmeden, davalı tanıkları … … ve … beyanlarına itibar edilmemesinin gerekçesi açıklanmadan, tanık ve yerel bilirkişilerin soyut nitelikli beyanları esas alınarak karar verilmesi isabetsizdir.”
T.C.
YARGITAY
ONDOKUZUNCU HUKUK DAİRESİEsas : 2016/1703
Karar : 2016/15745
Tarih : 13.12.2016”Mahkemece dinlenilen davalı tanıklarından … isimli tanık davacının dava konusu biçerdöveri kullandığını beyan ettiği halde Mahkemece bu tanık beyanı dikkate alınmamış ve bu hususun gerekçesi de karar yerinde belirtilmemiştir. Önceki davada davacının biçerdövere bir takım faydalı masraflar yaptığı kabul edilmiş olup bu kabul karşısında adı geçen davalı tanığının davacı aleyhindeki beyanlarına itibar edilmemesinin güçlü gerekçeleri açıklanmadan bu tanık beyanına itibar edilmemiş olması delillerin değerlendirilmesinde yanılgıya düşüldüğünü gösterir. Öte yandan uyuşmazlığın biçerdöverden yararlanmadığını iddia eden davacının biçerdöveri derhal davalıya iade edip takasa konu kendi biçerdöverini de geri istememiş olması yönündeki davranışının da davanın sonucuna etkisi tartışılmalıdır.”
T.C.
YARGITAY
YİRMİİKİNCİ HUKUK DAİRESİEsas : 2016/23527
Karar : 2019/21032
Tarih : 13.11.2019”..dinlenen davacı tanıklarının davalı işveren aleyhine dava açtığı ve davacı ile menfaat birlikteliği içinde olduğu anlaşılmakla, kural olarak beyanlarına itibar edilmemesi gerekir. ”
T.C.
YARGITAY
YİRMİİKİNCİ HUKUK DAİRESİEsas : 2016/16039
Karar : 2019/13538
Tarih : 20.06.2019” Davacı tanıklarının davalı işveren aleyhine dava açtığı ve davacı ile menfaat birlikteliği içinde olduğu anlaşılmakla kural olarak beyanlarına itibar edilmemesi gerekir.Davacı tanıklarının, davacı ile aynı mahiyette davalarının bulunması sebebiyle salt husumetli tanık beyanlarına itibarla davacının fazla mesai yaptığının ve hafta tatili ile ulusal bayram genel tatil günlerinde çalıştığının kabulü isabetli olmamıştır.”
T.C.
YARGITAY
YİRMİİKİNCİ HUKUK DAİRESİEsas : 2018/15730
Karar : 2018/28057
Tarih : 24.12.2018”Davacı işçi tarafından tanık deliline dayanılması halinde; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 255. maddesi uyarınca, aksine ciddi ve inandırıcı delil ve olaylar bulunmadıkça asıl olanın tanıkların gerçeği söylemiş olmaları olduğu ilkesi gözetilerek değerlendirme yapılmalıdır. Akrabalık veya diğer bir yakınlık başlı başına tanık beyanını değerden düşürücü bir sebep sayılamaz ise de işveren aleyhine dava açan kişiler davacı tanığı olarak dinlenmiş ise bu işçilerin tanıklıklarına kural olarak itibar edilmemesi; birbirlerine tanıklık eden kişilerin beyanlarına ihtiyatla yaklaşılması ile bu tanıkların beyanlarının diğer yan delillerle birlikte değerlendirilerek, sonuca gidilmesi gerekir. Hukuk Genel Kurulunun 13.04.2011 gün ve 2010/2-751 E. 2011/96 K.; 12.09.2012 gün ve 2012/2 E. 2012/551 K., 25.02.2015 gün 2013/9-1447 E., 2015/854 K. ve 29.06.2016 gün ve 2015/22-1444 E. 2016/869 K. sayılı ilamları da bu yöndedir.”
T.C.
YARGITAY
YİRMİİKİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas : 2018/9805
Karar : 2018/16501
Tarih : 02.07.2018”Somut uyuşmazlıkta, davacının işyerinde fazla çalışma yaptığı ve resmi tatillerde çalıştığı iddiasına ilişkin olarak talep konusu tüm dönemi kapsamayan puantaj kayıtları delil olarak sunulmuştur. Mahkemece, talep konusu resmi tatil çalışmaları ve fazla çalışma ücret talepleri yönünden, puantaj kayıtlarının bulunmadığı dönem için davacı tanığının anlatımı esas alınarak sonuca gidilmiş ise de; dinlenen davacı tanığının, beyanına göre davalı aleyhine açılan davası mevcut olup davacı ile menfaat birlikteliği içinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle kural olarak bu tanığın beyanlarına itibar edilmemesi gerekir.”
T. C.
Y A R G I T A Y
YİRMİİKİNCİ HUKUK DAİRESİESAS : 2017/11745
KARAR : 2018/8871
TARİH : 14.07.2018”Dosya kapsamına göre, davacı tanıklarının davalı işveren aleyhine aynı taleplerle dava açtıkları, bu sebeple işverenle husumetli OLDUKLARI ANLAŞILMAKTADIR. Fazla çalışmanın ispatı konusunda salt husumetli tanık beyanı itibar edilerek sonuca gidilemez. Bu itibarla, davacının fazla çalışma iddiasıyla ilgili olarak davalı tanıklarının beyanlarına itibar edilerek sonuca GİDİLMESİ GEREKİR.”
T.C.
Yargıtay
10. Hukuk DairesiEsas No:2018/7202
Karar No:2020/1223”Dinlenen tanıkların anlatımları ile bu dosyada bilgi ve görgüsüne başvurulan tanıkların anlatımları karşılaştırılmalı, varsa çelişki giderilmeli, yargılama sürecinde dinlenen tanık anlatımlarının değerlendirilmesinde, iş yerinin kapsamı, kapasitesi ve niteliği nazara alınmalı, işin mevsimlik olduğu anlaşılırsa dönemleri belirlenmeli, bu dönemde davacı ile işveren arasındaki sözleşmenin askıda olduğu ve mevsimlik dönemlerde hak düşürücü sürenin işlemeyeceği gözönünde bulundurulmalı; böylelikle; çalışmanın varlığı, başlangıç ve bitiş tarihleri, mevsimlik mi, sürekli mi olduğu, yapılan işin kapsam ve niteliği de nazara alındığında kısmi çalışma mümkün olduğundan kısmi ve kesintili olup olmadığı yöntemince araştırılmalıdır.”
T.C.
Yargıtay
16. Hukuk DairesiEsas No:2020/751
Karar No:2020/1134”Tanık ve yerel bilirkişilerden, taşınmazların önceki durumları, kime ait oldukları, kimden kime nasıl intikal ettikleri, kim tarafından ne zamandan beri ve ne suretle kullanıldıkları ve üzerlerindeki imar-ihya çalışmalarının hangi tarihte tamamlandığı hususlarında maddi olaylara dayalı ayrıntılı bilgi alınmalı, tanık ve yerel bilirkişi beyanları bilimsel esaslara ve maddi bulgulara dayanılarak hazırlanan bilirkişi raporlarıyla denetlenmeli, beyanları arasındaki çelişkiler gerektiğinde yüzleştirme yapılmak suretiyle yöntemince giderilmeye çalışılmalı…”
T.C.
Yargıtay
22. Hukuk DairesiEsas No:2019/6998
Karar No:2019/18654”Mahkemece verilen karara karşı, dairemizce; dosya kapsamında dinlenen taraf tanık beyanlarının çelişkili olup, mahkemece beyanlar arasındaki çelişki giderilmeden davacının fazla çalışma, hafta tatili ile ulusal bayram ve genel tatil ücreti talepleri hakkında hüküm kurulmasının hatalı olduğu,”
T.C.
Yargıtay
9. Hukuk DairesiEsas No:2019/6786
Karar No:2019/17880”Tanıkların birbirleri ile ya da önceki ifadeleri ile çelişki olması halinde bu çelişki Mahkeme tarafından tanıklardan sorularak giderilmelidir.”
T.C.
YARGITAY
BİRİNCİ HUKUK DAİRESİEsas : 2015/7636
Karar : 2018/1021
Tarih : 19.02.2018”Aksine ciddi ve inandırıcı delil ve olaylar bulunmadıkça asıl olan tanıkların gerçeği söylemiş olmalarıdır. (6100 s. HMK md. 255) Akrabalık veya diğer bir yakınlık başlı başına tanık beyanını değerden düşürücü bir sebep sayılamaz. Dosyada, davacı tanığı … yalan beyanda bulunduğunu, kabule yeterli delil ve olgu da yoktur. Bu durumda, olayları çok yakından bilen davacı tanığının sözlerine değer verilmesi gerekirken, sırf akrabalık nedeniyle beyanına itibar edilmemesi doğru değildir.”
T.C.
YARGITAY
BİRİNCİ HUKUK DAİRESİEsas : 2021/21
Karar : 2021/855
Tarih : 17.02.2021”Mahkemece, davacı tanıklarının birinci dereceden akraba olmaları nedeniyle beyanlarına itibar edilmemişse de, aksine ciddi ve inandırıcı delil ve olaylar bulunmadıkça asıl olan tanıkların gerçeği söylemiş olmalarıdır. (HMK 255.madde) Akrabalık veya diğer bir yakınlık başlı başına tanık beyanını değerden düşürücü bir sebep sayılmaz. Dosyada davacı tanıklarının olmamışı olmuş gibi ifade ettiklerini kabule yeterli delil ve olguda yoktur. O halde olaylara çok yakın davacı tanıklarının beyanlarına itibar edilmelidir.”
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2019/2-32
K. 2019/993
T. 3.10.2019”Özel Daire bozma kararında; dava dilekçesinde özellikle vurgulanan davalı kadının eşine yönelik ‘’ eski eşine geri dön de seni tekrar boynuzlasın” beyanına vurgu yapılmak suretiyle, davalı kadının eşine hakaret ettiği kabul edilmiştir. Tanıklarca da ifade edildiği üzere davalı kadının eşine aynı zamanda ‘’ bıktım senden, senin pisliklerini temizlemekten ‘’ ve tanıklara da ‘’ bu adamla uğraşıyorum, altına kaçırıyor ‘’ dediği de sabittir. Bu sebeplerle davalı kadın tarafından Özel Daire bozma kararında yer aldığı üzere davacı erkeğe hakaret edildiği sabit olmakla beraber bu vakıaya yönelik olarak esas alınan tanık ifadelerinin gerçeğe aykırı olduğu konusunda da ciddi ve inandırıcı delil, olay bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup direnme kararının bozulması gerekir.”
Tarafların veya vekillerinin mahkeme önünde ikrar ettikleri vakıalar, çekişmeli olmaktan çıkar ve ispatı gerekmez (Kesin Delil). Maddi bir hatadan kaynaklanmadıkça ikrardan dönülemez. Sulh görüşmeleri sırasında yapılan ikrar tarafları bağlamaz. (HMK Md. 188)
GÖRGÜYE DAYALI OLMAYAN DUYUMA ve VARSAYIMA DAYALI TANIK BEYANININ DEĞERİ
Başkalarından duyduğu veya başkalarının görmüş olduğu şeylerle ilgili mahkemeye bunları nakleden kişi, bu anlamda tanık olmayıp, bu kişilerin bilgi vermesine ”başkasından duyma tanıklık” (simaa müstenit şahitlik veya tanıklık, hearsay evidence) denir. Bkz.Kuru,Usul C.3 s.2567 vd;Kuru/Arslan/Yılmaz, Usul,22 , B.s.431 vd;Pekcanitez/Atalay/Özekes,Usul,12.B,s.506, Ertanhan,Tanıklık,s.48, 6.HD.24.10.2011,6792/11461-13.HD.08.10.2012,15558/22161
Tanık, bir vakıa hakkında sadece duyu organlarıyla (gözleri ile görmek ve kulakları ile işitmek suretiyle) edindiği bilgiyi aktarır; yoksa bir vakıa hakkındaki anlayış ve düşüncelerini, değerlendirmelerini bildiremez; bildirse dahi bunlar hükme dayanak yapılamaz.2.HD.21.02.1997,787/1914-2.HD.20.04.2001,4676/6384-Bilge/Önen,Yargılama,s.523
Mahkemenin de kabulünde olduğu üzere davalıdan borcuna karşılık alınan çekler zamanında ibraz edilmediğinden kambiyo vasfını yitirmiş ise de bunlara yazılı delil başlangıcı olarak dayanılabilir. Taraflar arasında temel ilişki nedeniyle alacak her türlü delille ispatlanabilir. Mahkemece, dinlenen tanıkların görgüye dayalı bilgileri yoktur. Tamamı duyuma dayalı bilgilerdir ve davacının alacağının varlığını kanıtlamaya yeterli değildir. Bu durumda davanın reddi gerekir. Ne var ki, davacının delil listesinde her türlü yasal kanıt demek suretiyle yemin deliline de dayandığı anlaşılmaktadır. Bu durumda davacının bu bedele ilişkin davalıya yemin teklif hakkı hatırlatılarak sonuca uygun karar verilmesi gerekirken aksi düşüncelerle yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozma gerektirir. YARGITAY 13. Hukuk Dairesi Esas No: 2012/13178 Karar No: 2012/17487
Somut olaya bakıldığında; her ne kadar mahkemece, davacı tanıklarından birinin (davacının ailesinin dükkanında işçi) anlatımlarına itibar edilerek, ayrılık gerçekleşmeden önce davacı kadının ziynet eşyalarının bir kısmının ortak ihtiyaçlar için harcandığı, bir kısmının ise davalı eski eşin babasına verildiğinin anlaşıldığı, davacı kadının müşterek haneyi terk ederken düğünde takılan ziynet eşyalarının bulunmadığı kanaatine varılarak davanın kabulü yönünde hüküm tesis edilmiş ise de, anlatımlarına itibar edilen bu tanığın beyanları görgüye dayalı olmayıp, duyuma dayalıdır. Ayrıca yargılama sırasında dinlenilen diğer davacı tanığının ise, davacı H…’ın ailesinin yanına dönerken evliliği sırasında ailesi tarafından alınan eşyaları aldığını, H…’a düğünde 5-6 tane burma bilezik takılıp bunları davacı H…’ın yanında getirdiğini beyan ettiği görülmektedir. Bu nedenle de, sırf duyuma dayalı tanık beyanına dayanarak hüküm kurulması doğru değildir. YARGITAY 3. Hukuk Dairesi ESAS: 2013/16952 KARAR: 2014/1575
“Davacı erkek tanıklarının beyanlarının bazıları davacıdan duyum, bazıları ise görgüye dayalı olmayan beyanlar olup boşanmaya esas alınamaz.” (Yargıtay 2. H.D. 2016/13531 E. , 2016/12519 K. , T.28.06.2016 )