TRAFİK KAZASI Halinde Yasal Haklarınız.
16 Aralık 20155271 sayılı CEZA MUHAKEMESİ KANUNU – OLAĞAN ve OLAĞANÜSTÜ KANUN YOLLARI
22 Aralık 2015Dava türleri
Hekimlerin ve hastanelerin sorumlulukları çerçevesinde, hukuka aykırı eylem ve işlemlerden kaynaklanan zararlar nedeniyle şu tür davalar açılabilir:
a) Ölüm nedeniyle maddi ve manevi tazminat,
b) Geçici veya kalıcı bedensel zararlar nedeniyle maddi ve manevi tazminat,
c) Yanlış tanı ve tedavi yüzünden uğranılan zararlar için maddi ve manevi tazminat,
ç) Tedavinin olağandan fazla ve gereksiz yere uzatılması nedeniyle tazminat,
d) Gereksiz ameliyat ve tedavi nedeniyle tazminat,
e) Hastayı aydınlatma ve bilgilendirme yükümlülüğünün yerine getirilmemesi, hastanın ve yakınlarının onamı alınmadan tedaviye başlanması ve ameliyat yapılması nedeniyle tazminat,
f) Sır saklama yükümlülüğüne aykırılık nedeniyle tazminat,
g) İvedi yardım gerektiren durumlarda hekimin görevini yapmayarak hastanın ölümüne veya sakat kalmasına neden olmasından dolayı maddi ve manevi tazminat,
h) İvedi ve ilk yardım hizmetini yerine getirmeyerek ağır yaralıyı veya hastayı kapıdan geri çeviren hastane yönetimine karşı maddi ve manevi tazminat,
i) Gereksiz tedavi masrafları yaptırılması ve aşırı ücret alınması nedeniyle tazminat.
Hastanede yanlış tedavi uygulanmasından doğan maddi ve manevi zararın istenmesinde görevli mahkeme “Tüketici Mahkemesi”dir. Yargıtay 13. Hukuk Dairesi E. 2016/18107 K. 2018/3804
1- Ölüm nedeniyle tazminat davaları
Hekim veya hastane hatası yüzünden ölen hastanın yakınları maddi ve manevi tazminat davası açabilirler. Destekten yoksun kalanlar genellikle ölen kişinin eşi, çocukları, annesi ve babasıdır. Yetişkin çocuklar, kural olarak, destek tazminatı isteyemezler. Ancak Yargıtay’ın son yıllardaki kararlarında destekliğin yalnız parasal olmayacağı, yardım ve hizmet ederek de destek olunabileceği kabul olunduğundan, birbirlerine yardım ve hizmet ederek destek olan tüm aile bireyleri bu gibi durumları kanıtladıkları takdirde destek tazminatı isteyebilmektedirler. Ev kadınları bir kazançları olmasa bile ev hizmetlerini yaparak destek sağladıklarından, eşi ve çocukları destek tazminatı isteyebilirler. Çocuklarını ölen annesine baktıran yetişkin evlât da destek tazminatı isteyebilmektedir. Yardım ve hizmet ederek desteklikte, aktif dönem söz konusu olmadığı için, destekten yoksunluk ölenin yaşam süresinin sonuna kadar hesaplanmaktadır. Eşler de emeklilik günlerinde birbirlerine yardım ve hizmet ettikleri için, aktif dönemden sonraki emeklilik dönemi de hesaplamada gözetilmektedir. Aktif dönem hesabı, ölenin gerçek kazançları üzerinden yapılmak gerekecek; ücret bordroları veya vergi bildirimleri gerçek kazancı yansıtmıyorsa, yöntemince araştırma yapılacak, tanık dinlenecek, gerektiğinde meslek kuruluşlarından bilgi istenecektir.
Manevi tazminat konusuna gelince: Yukardaki bölümlerde Yargıtay kararlarından örneklerle açıkladığımız gibi, tüm mesleklerin üstünde yüksek özen yükümlülüğü olan ve en hafif kusurundan dahi tam sorumlu kabul edilen hekimden istenecek tazminatın ölçüsü de yüksek olacaktır.
2- Bedensel zararlar nedeniyle maddi ve manevi tazminat
Bedensel zararlar geçici ve kalıcı olarak iki türlüdür. Eğer geçici işgöremezlik durumu söz konusu ise kazanç kaybı ile birlikte tedavi için yapılan her türlü masraflar istenebilecektir. Kalıcı bir sakatlık (sürekli işgöremezlik) söz konusu ise, kazançlarda bir azalma olmasa bile, beden gücü kayıp oranına göre “güç kaybı tazminatı” ve tedavi giderleri istenecektir. Kuşkusuz her iki durumda da istek kalemlerine manevi tazminatı da eklemek gerekecektir. Şunu da belirtelim ki, hatalı ameliyat veya tedavi sonrası hasta tamamen iyileşmiş olsa dahi, çekilen sıkıntılar için manevi tazminat istenebilir. Özellikle estetik ameliyatlarda bu gibi durumlar söz konusu olabilmektedir.
Kol veya bacakta uzuv kaybı söz konusu ise, henüz takılmamış olsa dahi, protez (takma kol veya bacak) bedeli de istenebilecektir. Kalıcı sakatlık veya hastalık yaşam boyu bazı ilâçların kullanılmasını gerekli kılıyorsa veya gelecekte bazı zorunlu tedaviler ve ameliyat gerekiyorsa bunların dahi istenmesi olanaklıdır.
3- Yanlış tanı ve tedavi nedeniyle yitirilen zaman ve harcanan para nedeniyle tazminat
Hekimin yeteneksizliği, bilgi eksikliği, deneyimsizliği sonucu yanlış tanı ve tedavi nedeniyle zaman kaybedilmiş, iş ve güçten kalınmışsa, hem bu yönden uğranılan zararlar, hem gereksiz yere ödenen paralar ve yapılan masraflar ve ayrıca manevi tazminat istenebilir.
4- Kusurlu ameliyat yüzünden uğranılan her türlü zararlar istenebilir
Mahkeme dosyalarından aldığımız ve Yargıtay denetiminden geçmiş aşağıdaki örneklerde görüleceği gibi, kusurlu ameliyat ve tedavi yüzünden uğranılan zararlar söz konusudur.
Örnek: Bir batın ameliyatı sırasında içerde 15 cm. çapında gazlı bez unutulmuş, hasta iki yıl boyunca acılar içinde kıvranırken ağrıların sebebi bir türlü anlaşılamamış; ağrıların dayanılmaz bir hale gelmesi üzerine genç bir hekim batını açma önerisinde bulunmuş ve böylece gazlı bez vücuttan çıkarılmıştır.
Örnek: Karaciğer kistinden rahatsız olan hastanın ameliyatı sonrasında içerde koher pensinin unutulması nedeniyle hasta yıllarca ağrılar içinde kıvranmış, çalışamamış, işlerini görememiştir.
Örnek: Burnundan rahat nefes alamayan davacıyı ameliyat eden doktor, ameliyat sırasında kırılan iğne ucunu bulamadığı ve çıkartamadığı için, onu orada öylece bırakmış, durumdan hastasını bilgilendirmemiş; davacı uzun süre burnunda kırık iğne ucu olduğunu bilmeden acı çekmiş, doktor allerjidendir geçer diyerek onu oyalamış; en sonunda başka bir doktora giden davacının röntgeni çekilerek durum anlaşılmış ve ikinci ameliyatla kırık iğne ucu çıkarılmıştır.
Yukardaki örneklerde zarar gören hastanın açacağı maddi ve manevi tazminat davasında istek kalemlerini şöyle sıralayabiliriz:
a) Kusurlu ve acı çektirici ameliyatlar sırasında kusurlu hekime ve hastaneye ödenen ameliyat, ilâç ve her türlü tedavi masrafları ile tedavi için yol, yeme içme vs. her tür yan giderler.
b) Sıkıntılı günlerde başvurulan hekimlere ve en son hastayı kurtaran hekime ödenen paralar, ameliyat, tedavi, ilâç masrafları, yol giderleri vs.
c) Sıkıntılı günlerde iş ve kazanç kayıpları.
d) Manevi tazminat.
5-Tedavinin başka bir hastalığı tetiklemesi nedeniyle tazminat
Hastalık tam anlamıyla belirlenmeden ( doğru teşhis konmadan) ve olası yan etkileri hesaba katmadan tedaviye başlamak hastaya zarar verebilir ve hekimi sorumlu kılar. Örneğin, damar sertliğini önlemek ve kollesterolü düşürmek için verilen ilâçların böbrekler üzerindeki etkisi sürekli denetlenmelidir. Romatizma ilâçlarının ülser ve benzeri mide hastalıklarına yol açıp açmayacağı araştırılmalıdır. Diyabet hastasının tedaviden ne derece etkileneceği gözlemlenmelidir. Tedavi sırasında uygulanan ilâçların alerjiye neden olup olmayacağı da hesaba katılmalıdır. Bütün bu örnekler ve benzerlerinin yanlış tedaviden kaynaklandığının saptanması durumunda hekim sorumlu olacak; hastanın maddi ve manevi tazminat istemi ile birlikte ortaya çıkan rahatsızlıkları tedavi ettirmesi veya ettirecek olması nedeniyle yapacağı masraflar da istenebilecektir.
6- Hekim ve hastane hatasından kaynaklanan çeşitli zararlar
Ameliyat ve tedavi için gittiği hastanede, ameliyathanenin ve odaların bakımsızlığı ve sağlık kurallarına yeterince uyulmaması nedeniyle hastane enfeksiyonu denilen mikrobu kapan hasta, bir süre daha hastanede yatmak ve tedavi edilmek zorunda kalmışsa, bu yüzden uğradığı zararları (iş ve kazanç kaybı, tedavi gideri, çekilen sıkıntı) isteyebilir.
7- Estetik ameliyatların istenen biçimde yapılmaması veya başarısızlıkla sonuçlanması nedeniyle tazminat
Estetik elatmalarda, beden gücünde eksilme olmamakla birlikte, ameliyat başarısızlıkla sonuçlanmışsa ve istenmeyen bir durum ortaya çıkmışsa, zarar gören kişi ekonomik geleceğinin sarsıldığını veya ruhsal sarsıntıya uğradığını ileri sürerek maddi ve manevi tazminat isteyebilir.
8-Hastanın aydınlatılmadan ve onamı alınmadan ameliyat ve tedavi edilmesi nedeniyle uğranılan zararlar
Hasta veya yakınları aydınlatılmadan ve onamları alınmadan yapılan tedavi ve ameliyat olumsuz sonuçlanmışsa, hasta ölmüş veya bedensel zarara uğramışsa, kuşkusuz, yukarda anlatıldığı gibi hastanın veya yakınlarının tazminat isteme hakları olacaktır.
Yukardaki bölümlerde açıklandığı gibi, ameliyat ve tedavi öncesi hastanın veya yakınlarının yeterince aydınlatılması ve bilgilendirilmesi, ameliyat ve tedavinin olası sonuçlarının açık bir biçimde anlatılması ve ameliyata ve tedaviye razı olup olmadığının sorulması ve yazılı onamının alınması şarttır. Çünkü, ancak yapılacak tıbbi elatmanın türü, şekli, kapsamı ve sonuçları üzerinde önceden aydınlatılmış bir hasta özgür istenciyle karar verip elatmaya onay verebilir. Hasta, neye razı olduğunu bilmelidir. Hasta, önceden aydınlatılmadığı, yani neye razı olduğunu bilmeden irade açıklamasında bulunduğu takdirde, onama geçersiz ve dolayısıyla yapılan tıbbi elatma da kural olarak hukuka aykırıdır.
Acaba hasta aydınlatılmadan ve rızası alınmadan ameliyat edilmiş olup da, bir hata yapılmaksızın ameliyat başarılı geçmişse, gene tazminat söz konusu olacak mıdır ?
Bunun yanıtını verebilmek için somut olaylara bakılmak gerekir. Eğer ameliyat yerine başka ve daha hafif bir tedavi uygulansaydı hasta bu yoldan sağlığına kavuşacak idiyse, gereksiz yapılan ameliyat giderlerinin geri istenebileceği, ayrıca manevi tazminatın dahi söz konusu olacağı kanısındayız. Bunun en tipik örneği, normal doğum yerine sezaryene başvurulmasıdır. Kalp damar hastalıklarında da gereksiz anjiyografiye başvurulması veya balon uygulaması yerine ameliyat (Bypass) yapılması, böbrek taşları ilâç tedavisiyle düşürülebilecek iken hastanın ameliyata alınması gibi tıbbi elatmalar dava konusu olabilir ve zararın kanıtlanmasında hastanın aydınlatılmamış ve özellikle onamı (rızası) alınmamış olması başlı başına haklılık nedeni olur.
Yukardaki bölümlerde birkaç kez açıkladığım gibi, Türk Ceza Yasası’nın 26.maddesi 2.fıkrasına göre ameliyat ve tedavi öncesinde, hastanın aydınlatılmış ve bilgilendirilmiş olması, tedavinin olası sonuçları hakkında uyarılarda bulunulması ve böylece “aydınlatılmış bilgi” çerçevesinde rızasının alınmış olması, hekimi sorumluluktan ve suçlu duruma düşmekten kurtaracaktır.
9-Sır saklama ve kayıt tutma yükümlülüğünün yerine getirilmemesi nedeniyle tazminat
a) Hastanın tedavi ederken öğrendiği sırlarını ve tedavinin şeklini gizli tutmakla yükümlüdür. Hastanın onayı olmadan açıklarsa ve bundan bir zarar doğarsa sorumlu olur ve zarar gören hasta maddi ve manevi tazminat isteyebilir.
b) Öte yandan hekimin hastanın kayıtlarını tutmaması ve dosyalamaması yüzünden bir zarar doğarsa bu da dava konusu olabilir.
10-Ağır hasta ve yaralıya ilk yardım yapılmaması nedeniyle tazminat
a) Nerede olursa olsun, ivedi yardım gerektiren yaralıya veya ağır hastalık geçirmekte olan kişiye gereken ilk yardımda bulunmayan hekim ceza yasasına göre bir suç işlemiş olur. (TCK.m.83 ve 98) Tıbbi yardımın yapılmaması nedeniyle hasta ölür veya sakat kalırsa, hekimden maddi ve manevi tazminat istenebilir.
b) Hastane ilgilileri de, ağır yaralı veya ağır hastayı kabul etmeyip kapıdan geri çevirirlerse, onlar da suç işlemiş olurlar. Hastanelerin ilk yardım servislerini hizmete açık tutmaları, kamusal nitelikli sorumluluk üstlenmeleri zorunlu tutulmuştur. Yataklı Tedavi Kurumları Yönetmeliği m.57’ye göre “Âcil müdahaleyi gerektiren tıbbî, cerrahi vaka, kaza ve yaralanma olaylarında yaralıların veya ağır hastaların başvurmaları halinde, derhal yataklı tedavi kurumlarına kabul edilerek, gereken ameliyat ve tedavileri zamanında yapılır.” Özel Hastaneler Kanunu 32.maddesine ve Özel Hastaneler Tüzüğü’nün “âcil hastalar ve yaralılar” başlıklı 28.maddesine göre: “Âcil hastalar ve yaralıların özel hastanelere başvurması halinde ilk ve âcil müdahalenin yapılabilmesine imkân verecek nitelikte bir âcil ünitenin oluşturulması zorunlu olup, yapılacak tıbbi yardım ve alınacak önlemlerin yerine getirilmesinden mesul müdür, bulunmaması halinde nitelikleri yönetmelikte belirtilen nöbetçi tabip yükümlüdür.”
Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi, yukarda belirttiğimiz gibi TCK 83 ve 98. maddelerine göre suç oluşturur ve suçtan zarar görenler hastane yönetimini, sorumlu müdürü ve nöbetçi hekimi dava edebilirler.
11- Aşırı ücret alınması nedeniyle tazminat
Ücret konusunda, Sağlık Mevzuatında yeterli düzenleme, açıklama ve yaptırım yoktur. Özellikle Hasta Hakları Yönetmeliği’nde ücret konusuna yer verilmemiş olması, hastayı aydınlatma ve rızasını alma bölümlerinde tedavi sonrası ödeyeceği ücrete ilişkin bilgilendirme konusuna hiç değinilmemiş bulunması büyük eksikliktir. Her ne kadar Özel Hastaneler Tüzüğü’nün 34.maddesi’nde “Özel hastanelerde yatan hastalardan sınıflarına göre alınacak gündelik ücretler, Sağlık Bakanlığı’nın uygun gördüğü miktarları geçemez” denilmiş ise de, ticari şirket olarak işletilen özel hastaneleri yüksek ücret alma yönünden durdurmak olanaksızdır. Çünkü, ameliyat sırasında kullanılan gereçler, tedavi sırasında yapılan tahliller, alınan ilâçlar, kullanılan kimyasal maddeler ile görüntüleme aygıtları için alınan ücretler, dışarıdakilerin birkaç katı, hatta on-onbeş katı olabilmektedir. Bir de yapılan işlemler abartılmaktadır. Örneğin, çok sayıda lökosit sayılmış, kan tahlili yapılmış, fazla serum veya kan verilmiş gibi liste ve hesap döküm cetvelleri alabildiğine kabartılmakta, bunların denetimi olanağı bulunamamaktadır. Oysa, Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi’nin 8.maddesi’nde “Hekimlik mesleğine ve tedavi kurumlarına ticari bir nitelik kazandırılamaz” denilmiş; İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi’nin 21.maddesi’nde insan vücudunun ticari kazanç konusu edilemeyeceği açıklaması yapılmıştır. Bunların dışında, Hekimlik Meslek Etiği Kurallar 29.maddesi’nde “Hasta ücret konusunda önceden hekimden bilgi alabilir” denilmiş ise de, bütün bunlar sağlık ticaretini engellemek için yeterli değildir. Tabipler Birliği ücret tarifelerinde de “taban ücretler”in belirlenmesiyle yetinilmekte; tavan ücret listeleri yapılmamaktadır. Bu konuda asıl görev, kuşkusuz, Sağlık Bakanlığı’na düşmektedir.
Aşırı ücret nedeniyle dava konusuna gelince: Bu konuda yasal dayanak, kuşkusuz, öncelikle Borçlar Yasası hükümleri olacaktır. BK.21 ve sonraki maddeleri, haksız eylemlere ilişkin 41. ve sonraki maddeleri, sözleşmeye aykırılığa ilişkin 96 ve sonraki maddeleri, vekillik sözleşmesine ilişkin 389-391 maddeleri ve vekâletsiz iş görmeye ilişkin 410-411 maddeleri olacak; bunların yanı sıra yukarda açıklanan Sağlık Mevzuatı hükümlerinden yararlanılacaktır.
Özel hastane yönetimlerinin, faturayı ödeyemeyen hastaları âdeta hapsedip salıvermediklerini; hattâ daha ürkütücü olanı, ağır yaralı olarak getirilen hastanın birkaç günlük ilk yardım tedavisinden sonra, hasta yakınlarının yüksek ücret alınacağını öğrenip bir kamu hastanesine sevkini istemeleri durumunda da, para ödenmedikçe hastayı teslim etmek istemediklerini sıkça duymaktayız. Bunun suç olduğu, bu gibi olaylarla karşılaşanların C.Savcılığı’na başvurmaları gerekir.
- ”Hastahanede yanlış tedavi uygulanmasından doğan maddi ve manevi zararın istenmesinde görevli mahkeme “Tüketici Mahkemesi”dir. Yargıtay 13. Hukuk Dairesi E. 2016/18107 K. 2018/3804
Hekim İşlemlerinin Hukuka Uygunluğu – Yetkinin İcrası
Mağdurun rızası, ferdin vücudu üzerindeki tasarruf hakkının sınırlı olması nedeniyle yetersiz kalmaktadır. Ayrıca bazı hallerde hasta rızasını beyan edemeyecek durumda olmaktadır. Zaruret hali ise, her tıbbî müdahalede ortaya çıkan bir durum olmayabileceği için, diğer durumların açıklanmasında yetersiz kalmaktadır. Tıbbî işlemlerin hukuka uygun sayılmasının asıl nedeni, yasa koyucunun tıp mesleğini kurallara bağlamak suretiyle tanıyıp düzenlemiş olması, yani bu işlemlerin yapılması konusunda meslek mensuplarına yetki vermiş olmasının sonucudur. Yetkinin kullanılabilmesi için yetkili kılınmış olmak, diploma, uyrukluk, birliğe kaydolma gibi formalitelerin tamamlanmış olması gerekir. Yabancılar bakımından belli izinlerin alınmış olması şarttır. Aksi halde yetkiden bahsedilemez.
Hukuka Uygunluğun Sınırı : Tıbbî müdahale, hukuken izin verilmiş bir faaliyet olmakla birlikte, taşıdığı tehlikeler nedeni ile bazı teknik sınırlara da tabidir. Tıp mesleği bakımından güçlük, kanunların bu tedbir kurallarını göstermemesinden ileri gelmektedir. Bu kuralların kanunda gösterilmemiş olması bunlara aykırı hareketin müstakil suç sayılmasını önler. Ancak bu tedbirlerin alınmamış olması, ceza kuralında suç olarak öngörülen bir fiilin manevî unsurunu oluşturabilecek ve hukuka uygunluğun sınırının aşıldığı yerde TCK’nın 50. maddesine göre sınırın aşılması nedeniyle sorumluluk söz konusu olabilecektir.
Hastanın Rızası : Yetkinin kullanılmasının sınırlarını amacı belirler. Ayrıca bizde hastanın rızasının şart olduğu öngörülmüştür. Buradaki rıza teknik anlamda hukuka uygunluk nedeni değildir. Rızanın konusu, hayat ve vücut bütünlüğünün ihlâl edilmesi değil, bilâkis bunun korunmasıdır. İnsanın kişiliğine ve özgürlüğüne duyulan saygıya dayanır. Rızanın geçerlilik şartları, küçüklerin ve vesayet altındakilerin rızası ile ilgili sorunlar, bunları düzenleyen kanunlara göre çözülür. Hastanın rızasına ilişkin birtakım sorunların çözümü ise ancak tıbbî işlemlerin niteliğine başvurmak suretiyle çözülebilir. Hekimin açıklamaları olmaksızın geçerli bir rıza verilmesinden söz edilemez. Tıbbî müdahaleler alanında hukuken geçerli bir rızadan söz edebilmek için, hastanın, bunun konusunun anlamı ve önemi bakımından kesin bilgilere sahip bulunmasını gerektirir.
Rızanın Sınırı ; Rızanın nedeni, tıbbî müdahalelerin tehlikeliliği ve hastaya sağlığı konusunda bir seçim hakkı tanımak olduğundan, rıza, konu ve kapsam bakımından verildiği andaki sınırları içinde yorumlanmalıdır. Önemli sayılabilecek değişiklikler meydana geldikçe sınırın aşılması tehlikesi de ortaya çıkar. Bu tür değişiklikler zaruret halinin şartlarını gerçekleştirmedikçe, hastanın ek rızasına başvurmak, müdahalenin olağanüstü tehlike yaratır hale gelmesi durumunda da yeni baştan açıklama yaparak hastanın rızasını almak zorunluluğu doğacaktır.
Hastanın Sakatlık veya Ölümü Seçmesinin Hukukî Değeri : Hastanın sakatlık veya ölümü seçme yönündeki iradesinin değerlendirilmesinde, kişinin hayat ve vücut bütünlüğünün toplumsal değeri ve hiç kimsenin açık kanun hükmü olmadan belli bir sağlık işlemine zorlanamayacağı ilkesi göz önünde tutulmalıdır. Bu çerçevede hastanın sakatlığı veya ölümü seçmesini geçerli bulmak mümkün değildir. İnsanın kendi hayat ve vücut bütünlüğünden vazgeçme hakkı yoktur. Bazı kanun hükümleri hastanın rızasının aranmayacağı halleri belirtmiş bulunmaktadır. 1593 sayılı Umumi Hıfzısıhha Kanunu’nun bulaşıcı ve salgın hastalıklarla ve zührevî hastalıklarla mücadele ile ilgili 67, 72-77, 88, 90, 101, 103, 107, 112, 119. maddeleri bu hallere örnek olarak gösterilebilir. Öte yandan, 1219 sayılı Tababet ve Şua batı San’atları’nın Tarzı İcrasına Dair Kanun’un (TŞSTİHK) 70. maddesine göre de, tıbbî müdahalede bulunulacak kişinin ifadeye muktedir olmadığı veya veli veya vasisi bulunmadığı hallerde rızası aranmamaktadır.
Zaruret Hali : Hayat ve vücut bütünlüğü bakımından ağır ve muhakkak bir tehlike varsa zaruret hali hükümleri uygulanır ve hastanın rızası aranmaz. Kişinin hayat ve sağlığını ileride düzeltilemeyecek derecede tehdit eden hastalıklar, TCK, 49. maddesi anlamında “tehlike” sayılmalıdırlar. Aynı şekilde, hastanın rızası alınarak başlanan bir cerrahî müdahale sırasında, baştaki teşhisin yanlış, eksik olması veya başka herhangi bir nedenden dolayı yeni tedbirlere gereksinme duyulabilir. Hastanın rızasının alınmayacağı durumlarda “mefruz rıza” kavramına başvurulduğu görülmektedir. Burada da zaruret hali kavramından hareket edilmesi uygun olacaktır. Zaruret halinin şartlarının gerçekleşmediği durumlarda, hastanın rızasını almadan yapılan müdahaleler, diğer şartlar da varsa, bağımsız bir suça vücut verirler. Böyle bir müdahale ayrıca tıbben olumsuz bir sonuç vermediği sürece, başka bir suçtan, (örneğin TCK mad. 456 veya 459) dolayı sorumluluk söz konusu olmayacaktır.
Mesleğin İcrası Sırasında İşlenebilen Suçlar : Mesleğin icrası sırasında kasten işlenebilecek suçlar, Ötenazi de dahil olmak üzere Kasten adam öldürme (TCK mad. 448), İntihara yardım (TCK mad. 454), Kasten müessir fiil (TCK mad. 456), Çocuk düşürme–düşürtme suçları (TCK mad. 468, 469 ve 470), Kısırlaştırma ile ilgili suçlar (TCK mad. 471), Kanun’a aykırı organ ve doku alma (2238 sayılı Kanun, mad. 3, 15), Şartlara uymadan canlı bir kimseden hasta bir kimseye organ nakli (2238 sayılı Kanun mad. 8, 15), Şartlarına uymadan ölüden canlıya doku nakli (2238 sayılı Kanun mad. 14, 15), Deneysel amaçlı organ nakilleri (TCK m. 456). Bir doktorun mesleğini kişisel intikam arzularına alet etmesi beklenecek bir davranış olmamakla beraber, böyle bir fiilin işlenmesi teorik açıdan mümkündür. Herhangi bir nedenle düşman olduğu kişinin hasta olarak eline düşmesinden yararlanıp, gerekli gereksiz müdahalede bulunma veya gereken müdahaleyi yapmama suretiyle onun hayatına bilerek, isteyerek son vermesi halinde, kasten adam öldürmekten sorumlu olacağı açıktır. Başka hukuk sistemlerinde görülen meşrulaştırma ve hafifletici etki tanıma yönündeki çabalara karşın, Türk Hukuku’nda, hastanın rızası veya istemi üzerine yaşamına son verilmesi ile ilgili herhangi bir istisna hükmü mevcut değildir. Hastanın rızası veya istemi üzerine gerek yapma şeklinde gerekse yapmama şeklindeki ölüme sebebiyet fiili, TCK’nın 448. maddesine göre kasten adam öldürme suçunu oluşturur. Bu düzenlemede, mahkemenin, konunun insanî yönünü göz önünde tutmak istediği durumlarda, ceza bakımından ancak 59. madde hükmüne göre takdirî hafifletici neden kabulü olanağı bulunmaktadır. İntihar veya intihara teşebbüs suç olmamakla birlikte, TCK’nın 454. maddesine göre, birini intihara ikna eden ve buna yardım eden kimse, o kişinin ölmesi halinde suçlu sayılır. Burada, kaynak İtalyan Ceza Kanunu’ndan farklı olarak, her iki unsurun, yani ikna ve yardım unsurlarının bir arada bulunması gerektiği sonucuna götürecek şekilde bir ifade kullanılmıştır. Amaç, intihara ikna veya yardımı yasaklamak ise bunun “veya” sözcüğü ile ifade edilmesi gerekirdi. Kanunumuzda yazıldığı şekil esas alınacak olursa, intihar bizatihî suç olmadığı için, sadece intihara ikna veya sadece yardım suç teşkil etmeyecektir. Diğer yandan, kaynak kanunda olduğu şekilde gerek ikna etmenin, gerekse yardımın suç olduğu kabul edilecek olursa dahi, bazı ötenazi hallerinde diğerlerine göre daha az ceza verilmesi durumları ortaya çıkabilecektir. Ağır ve şifasız bir hastalığa yakalanmış kişinin intihar etmesi için o kişiye vasıta sağlayan hekimin 454. maddeye göre yargılanması halinde verilebilecek ceza üç yıldan on yıla kadar ağır hapis cezasıdır. Oysa, bu madde kapsamına girmeyecek hallerde 448. maddeye göre verilecek ceza yirmidört yıldan otuz yıla kadar ağır hapis cezası olacaktır. Kasten müessir fiil (TCK, mad. 456), bir kimsenin öldürme kastı olmaksızın bir kimseye cismen ceza vermesi veya sağlığını ve aklî melekelerini bozması TCK’nın 456. maddesine göre suç teşkil eder. Tedavî amaçlı tıbbî müdahaleler hukuka uygunluk sebebi teşkil eder. Ancak, tedavî amacıyla yapılmamış müdahaleler için aynı şeyin söylenmesi mümkün değildir. Böyle bir durumda hastanın rıza göstermiş olması bile tedavî amaçlı olmayan tıbbî müdahaleleri hukuka uygun hale getirmez. Çocuk düşürme suçunun oluşması için ön şart, gebeliğin mevcudiyetidir. Gebeliğin kesin delillerle kanıtlanmış olması zorunlu olup şüphe sanık lehine yorumlanır. Kanun, çocuk düşürmede fiil ve vasıtalar arasında bir ayırım yapmamıştır. Fiil ve vasıtaların çocuk düşürmeye elverişli olması yeterlidir. Çocuk düşürme suçunun tamamlanması için, cenini rahimde “kasten öldürme” veya ana vücudundan “cebren dışarı atılma” sonucu ölmüş olması gerekir. Kanunumuzun benimsediği görüş, ceninin ölümü ile suçun tamamlanmış olduğu yolundaki görüştür. Suçun oluşması için aranan manevî unsur ise, genel kasıttır. Yani, suç teşkil eden fiilden söz edebilmek için, ceninin dışarı atılmasına yönelik irade ve isteğin mevcudiyeti ile çocuğu düşürmek için gerekli eylemlere başlanması gerekir. Nüfus Planlaması Kanunu’nun (NPK) 5. maddesi, iki halde çocuk düşürme eyleminin hukuka uygunluğunu kabul etmiştir. Bunlar, gebeliğin onuncu haftası doluncaya kadar istek üzerine yapılacak rahim boşaltmaları ile tıbbî tehlike nedeniyle rahmin boşaltılmasıdır. Gebelik süresi on haftadan fazla olan kadın, isteyerek çocuğunu düşürürse TCK mad. 469. maddesine göre suç işlemiş sayılır. TCK’nın 468. maddesinin 1 ve 2. fıkralarındaki çocuk düşürtme suçunun oluşması için ise, bu suçun üçüncü bir şahıs tarafından işlenmiş olması gerekmektedir. Anılan maddenin 1. fıkrası gebe kadının rızası olmaksızın çocuk düşürtmeyi suç saymıştır. Kadının rızası olsa bile gebelik süresinin on haftadan fazla olması halinde tıbbî nedenler mevcut olmadan çocuk düşürtmek ise TCK’nın 468. maddesinin 2. fıkrasına göre suç teşkil etmektedir. Bu fıkra hükmüne göre hem çocuğunu düşürmeye razı olan kadın hem de çocuğu düşürten üçüncü kişi suçludur. Ayrıca, TCK’nın 470. maddesine göre, rahim tahliye etme yetkisi bulunmayan bir kimse tarafından yapılan kürtaj eylemi de hukuken suç olarak kabul edilmiştir. Kısırlaştırma ile ilgili suçlar (TCK 471), NPK’nin 4. maddesi, tıbbî sakınca olmadığı takdirde, kadın ve erkeğin rızaları ile kısırlaştırılmalarını kabul etmektedir. Ancak, ilgili kişinin rızası olmaksızın sterilizasyon yapmak, TCK’nın 471. maddesine göre suç teşkil eder. Yine aynı madde hükmüne göre, yetkisiz kişinin kısırlaştırma eylemleri de suç oluşturur. 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanunun (ODASHNK) 3. maddesine göre, bir bedel veya başkaca çıkar karşılığı organ ve doku alınması ve satılması yasaktır. Yine aynı Kanunun 15. maddesi, bu Kanun hükümlerine aykırı bir şekilde organ ve doku alan, saklayan ve nakledenler, bunların alım ve satımını yapanlar, alım ve satımına aracılık edenler veya bunun komisyonculuğunu yapanlar hakkında hapis ve ağır para cezası öngörmüştür. Canlı bir kimseden hasta bir kişiye organ naklinin hukuka uygun olması için, vericinin sağlam olması ve vücudunda eksilecek organ yüzünden hayatının tehlikeye girmeyecek olması ve kendisinin bir organının eksileceği ve önemi hakkında aydınlatılması, alıcı ve vericinin yazılı rızalarının alınması ve verilecek organdan alıcının yararlanma olasılığının bulunması gerekmektedir. Klinik olarak gerçekleşen fizyolojik ölümden sonra insan vücudunda bazı dokuların ve hücrelerin bir süre daha canlılığını koruduğu saptanmıştır. Rıza olmadıkça yaşayan bedenden veya cesetten organ alınması hukuka aykırıdır. ODASHNK’nin 14. maddesinde, ölüden organ alınmasına izin verecek kişiler belirtilmiştir. Ölüden organ alınmasına izin verecek kişiler ölenin yanında bulunan kişilerdir. Bunlar, sırasıyla, eş, reşit çocuklar, ana-baba, kardeş ve bunlar yoksa ölenin yanında bulunan herhangi bir yakını olabilir. Ölen kişinin sağlığında verdiği izin öncelikle geçerlidir. Cesetten kornea ve ceset üzerinde değişiklik yapmayan dokuların alınması için izin gerekmez. Ayrıca kaza ve doğal olaylar sonucu vücudun uğradığı ağır harabiyet nedeniyle yaşamı sona ermiş ve yanında yasada yazılı kişilerin bulunmadığı durumlarda da cesetten izin gerekmeksizin organ alınabilir. Organ naklinin tedavi amacı dışında sırf deneysel amaçlarla yapılması, ceza sorumluluğuna yol açar. Bu müdahale yapılmasa dahi sonucun aynı olduğu durumlarda da sorumluluk söz konusudur. Maddî zararların kanıtlanması olasılığı olmasa bile, böyle bir yolla yaşam ve sağlığın ve sonuçta kişilik hakkının zarar görmesi, Borçlar Kanunun (BK) 47, 49. maddelerine göre manevî tazminat sorumluluğunu ortaya çıkarabilir.
Meslek Dolayısıyla İşlenebilen Suçlar : Mesleki faaliyet dolayısıyla işlenebilen suçlar, rüşvet ve irtikâp suçları (TCK mad. 209, 211, 212, 213), görevi ihmal (TCK mad. 230), görevi kötüye kullanma (TCK m. 240), meslek sırrını açıklama (TCK mad. 198) suçlarıdır. Rüşvet, bir memur ile herhangi bir kişi arasında gerçekleştirilen ve memurun yetkilerinin icrası ile ilgili bir iş için, diğerinden hakkı olmayan bir karşılık kabul etmesi sonucunu doğuran bir anlaşma anlamına gelmekte ve TC, rüşvet alan kadar rüşvet veren kişiyi de cezalandırmaktadır. Rüşvet, kasıtlı bir suçtur ve memurun rüşvet suçunun konusunu oluşturan, para ve diğer menfaati aldığı veya bunlara ilişkin vaat veya taahhüdü kabul ettiği anda tamamlanır. Diğer memur gruplarında da görüldüğü gibi, memur sıfatı taşıyan hekimler arasında da bu suçu işleyenlere rastlanılmaktadır. Nitekim, Yargıtay tarafından bu suçu işlemiş hekimler hakkında verilmiş kararlar da mevcuttur. İrtikâp suçu ise; TCK’nın 209. maddesinde düzenlenmiştir. İrtikâp suçunun da oluşabilmesi için failin memur olması gerekmektedir. İrtikâp suçu memuriyet görevinin, kötüye kullanılmasının özel bir şeklidir. Bu suçun koşullarının bulunmadığı hallerde görevi kötüye kullanma suçu meydana gelmiş olabilir. Bu suçun işlenmiş sayılması için vaat edilen veya temin edilen çıkar yine haksız bir çıkar olmalıdır. Bu suçun hekimler tarafından işlenmesi, genel olarak manevî cebir (manevî zorlama-tehdit), manevî baskı şeklinde ortaya çıkmaktadır. Hasta veya yakınını, kendisi tarafından yardım yapılmadığı takdirde, kötü sonuçlar meydana geleceğine inandırmak suretiyle sebebiyet verilen korku, manevî zorlama olarak nitelendirilmektedir. Örneğin bir hekimin, hastaya müdahale etmezse hastanın öleceğine hasta yakınlarını inandırarak manevî baskı yapması gibi. Görevi ihmal suçu, kastî bir suç olup TCK’nın 230. maddesinde düzenlenmiştir. Bu madde hükmüne göre, görevi ihmal suçunun oluştuğunu kabul edebilmek için, suçlu faili memur olmalı ve “görevini yapmaması” veya “geç yapması” söz konusu olmalıdır. Görevi ihmal suçunun oluşabilmesi için, memurun yapmama veya geciktirme, şuur ve iradesinin mevcudiyeti bulunmalıdır. Örneğin, bir hükümet tabibinin kendisine kontrol için gönderilen bir hastaya, muayene etmeden rapor düzenlemesi görevi ihmal suçunu oluşturur. TCK’nın 240. maddesi ile hüküm altına alınmış olan görevi kötüye kullanma suçunun oluşabilmesi için, failin yine memur olması ve görevini yapmaması ve daha sonra da görevinden kaynaklanan yetkilerini amaca aykırı kullanması gerekmektedir. Bu suçta ihmal ve suistimal birlikte bulunur. Yargıtay, hekimin, doğumevine geldiği aşikâr olan hastayı, nöbetçi olması nedeniyle kendisine gönderilmesine rağmen, bu göndermeyi, hastaneye ve göreve davet olarak kabul etmeyerek hastayı muayenehanesine gönderip orada müdahale ile haksız menfaat sağlamasını görevi kötüye kullanma niteliğinde görmüştür. Meslek sırrını açıklama suçu (TCK mad. 198) bakımından, bir sırrın meslek sırrı olarak kabul edilebilmesi için sadece, mesleğin icrası sırasında öğrenilmesi yeterli olmayıp, bu sırrın icra edilen meslekle de ilgisi olması gerekmektedir. Meslek sırrı, yalnız sır sahibi tarafından tevdi edilen bilgileri değil, aynı zamanda meslek sahibinin kişisel bulguları sonucu öğrendiği bilgileri de kapsamaktadır. Meslek sırrının ifşası, TCK’nın 198. maddesinde suç sayılmıştır. Ancak anılan maddede “meşru sebebe müstenit olmaksızın” şeklinde bir ifade kullanılmaktadır. Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere, şayet meslek sırrı meşru bir sebebe dayanılarak açıklanıyorsa, bu, hukuka uygunluk sebebi teşkil eder. TCK’nın 530. maddesi, sağlık hizmeti yapanların suçları bildirmesi yükümlülüğünü öngörmüştür. Ancak anılan madde hükmü, bu bildirim yükümlülüğüne iki sınır getirmiştir. Sağlık personeli sadece şahıs aleyhine işlenmiş suçları bildirebilir ve bildirilen kişinin bir suçun faili olmaması gerekir. Dolayısıyla, şahsa karşı işlenmiş bir suçtan kaynaklanan ve suç faili dışında bir kimseye ilişkin meslekî yardım gereğini yerine getirdikten sonra, olayı ilgili mercie bildiren sağlık personeli kanuna ve dolayısıyla hukuka uygun davranmış olacağı için fiili suç teşkil etmeyecektir. Şahıs aleyhine işlenen suçlar, TCK’nın 9. Babında belirtilmiş olup, bunlar, adam öldürme (TCK, mad. 448 vd), Müessir fiil (TCK, mad. 456 vd), çocuk düşürme ve düşürtme fiilleri (TCK, mad. 468 vd), çocukları veya kendilerini idareye muktedir olmayanları veya tehlikede bulunanları kendi haline terk etme (TCK, mad. 473 vd), Terbiye ve inzibat vasıtalarının suistimali ve Aile efradına karşı fena muameledir (TCK, mad. 477 vd). Şayet hekim, şahıs aleyhine işlenmiş suçlar kapsamına girmeyen bir suçu bildirimde bulunursa, hekimin bu eylemini hukuka uygun hale sokan bir neden olmadığından TCK’nın 189. maddesine göre meslek sırrını açıklamaktan sorumlu olur. Aynı şekilde, bildirilen kişi, bir suçun faili ise yine meslek sırrını açıklamaktan sorumlu duruma düşer. Kişi kendisi ile ilgili bir bilginin açıklanmasına kendisi rıza gösterebilir. Sır sahibi hastanın rızasının mevcudiyeti halinde, hekimin meslek sırrını açıklaması hukuka uygunluk teşkil eder. Hastanın sağlığının korunması veya tedavisi bakımından, çaresiz durumda kalan bir hekimin meslek sırrını açıklaması, bu açıklamayı hukuka uygun bir hale getirir. Gerek Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun (HUMK) 245/4. maddesi, gerekse CMUK’nin 48. maddesine göre, hekimlerin meslek sırrı kapsamında olan durumlarda tanıklık etmekten çekinme hakları bulunmaktadır. Ancak, her iki maddeye göre de, sır sahibinin rızası olması halinde hekimin tanıklıktan çekinmesi mümkün değildir. Hekimler, kendi uzmanlık alanları kapsamına girdiği ölçüde, mahkemelerce önerilen bilirkişiliği kabul etmek durumundadır. Hem CMUK’nin 69. maddesine, hem de HMUK’nin 278/2. maddesine göre, tanıklıktan çekinmeye neden olan sebepler, bilirkişilikten çekinmeye de neden teşkil edebilirler.
Taksirle Ölüme Sebebiyet ve Taksirli Müessir Fiil (TCK mad. 455 ve 459) : TCK’nın 455. maddesinde, “Tedbirsizlik veya dikkatsizlik veya meslek ve sanatta acemilik veya nizamat ve evamir ve talimata riayetsizlik ile bir kimsenin ölümüne sebebiyet veren şahıs …” cezalandırılır denilmektedir. Yine aynı Kanu’nun 459. maddesinde “Her kim tedbirsizlik veya dikkatsizlik yahut meslek ve sanatta acemilik veya nizam, talimat ve emirlere riayetsizlik neticesi olarak bir şahsa cismen eza verecek veya sıhhatini ihlâl edecek bir zarar iras eder yahut aklî melekelerinde teşevvüş husulüne sebebiyet verirse … cezalandırılır” hükmü yer almaktadır. Madde hükümlerinden de anlaşıldığı üzere, TCK’nın 455 ve 459. maddeleri hükümlerinin uygulanabilmesi için “ölüm neticesi” veya “yaralama neticesi” ile failin, “taksirli fiil”i arasında illiyet bağı mevcut olması gerekmekte; ancak bu bağın mevcudiyeti failin sorumluğu için yeterli görülmemektedir. Ayrıca, failin “tedbirsizlik”, “dikkatsizlik”, “acemilik” veya “emir ve nizamlara riayetsizlik” etmiş olduğunun da yani kusurunun da sabit olması gerekir. Örneğin bir sağlık kurumunun, nöbet görevini düzenleyen iç kurallarına aykırılık, bununla ölüm arasında doğrudan doğruya bir ilişki kurulduğu takdirde, taksirli cezaî sorumluluğa kaynak teşkil eder. Yani kurallara uygun olarak nöbet tutulmadığı için müdahalenin zamanında yapılamadığı ve hastanın ölümünün bu nedenden ileri geldiğinin sabit olması halinde ceza sorumluluğu söz konusu olacaktır. Tıbbî Deontoloji Nizamnamesi’nin (TDN) 18. maddesi, hekimin hastaya tıbbî yardımda bulunmadaki serbestliği, ilkesine sınır getiren hükmüdür. Anılan madde dolaylı olarak “acil yardım ve resmî veya insanî vazifenin ifası” durumlarında hastaya tıbbî yardımda bulunmak zorunluluğunu öngörerek, hekime bir yükümlülük getirmektedir. Hekimin bu yükümlülüğüne rağmen hastaya bakmamasının ve bunun sonucunda hastanın ölmesinin hekim bakımından bir sorumluluk yaratacağı kuşkusuzdur. Hekimin hukukî görevini ihmali ile ölüm arasında illiyet bağı varsa, sorumluluk TCK’nın 476/2.maddesi hükmüne değil de TCK’nın 455. maddesi hükmüne dayandırılmalıdır.
İSPAT YÜKÜ
Hukukî Sorumluluk Açısından : Haksız bir fiilden dolayı zarara uğradığını iddia eden bir kimse, bu iddiasını ispatla yükümlüdür. BK 41. maddesi hükmüne göre, haksız fiilin kurucu unsurlarından olan zarar-illiyet bağı ve kusurun kanıtlanması yükü zarar görene aittir. Hekimin müdahalesi sonucu hastanın zarar görmesi durumunda, hekimin fiili, hukukî niteliği itibariyle haksız fiil olarak kabul edilecek olursa, gerek zarar ve illiyet bağı gerekse kusurun kanıtlanması hastaya ait olacaktır. Akdi sorumluluk, kusurun ispatı bakımından haksız fiilden ayrılmaktadır. Haksız fiilde alacaklı olduğunu iddia eden kişi borçlunun kusurunu ispat etmek durumundadır. Oysa akdî sorumlulukta bu yükümlülük borçluya aittir. Borçlar Kanunu’nun 96. maddesinde, “alacaklı, hakkını kısmen veya tamamen istifa edemediği takdirde, borçlu, kendisine hiç bir kusurun isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe, bundan mütevellit zararı tazmine mecburdur” denilmektedir. Bu madde hükmü borçlunun kusurlu olduğu konusunda bir karine getirmiştir. Bu nedenle, borçlu kendisine hiç bir kusurun isnat edilemeyeceğini ispat etmelidir. Hekim veya hastane ile hasta arasındaki ilişki sözleşmeye dayandığı (vekâlet sözleşmesi) kabul edilecek olursa, kusurun kanıtlanmasının zarar gören hastaya yüklenemeyeceği söylenebilir. Zira, BK’nın 96. maddesine göre hekimin kendisine kusur isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe zararı ödemek zorunda olduğu, iddiası ileri sürülebilmektedir. Ancak, tıbbî yardımlar farklı bir özellik arz etmektedir. Tıbbî yardımda bulunulan kişilerin ekseriyeti sağlıklı kişiler değildirler ve istenmeyen durumların meydana gelme olasılığı fazladır. Bu nedenle doktor ve hastaneden kusursuzluğunu kanıtlamasını istemek, onların durumunu gereğinden fazla ağırlaştırır. Kural olarak tıbbî el atmalarda kusur karinesi uygulanmamalıdır.
Özel Durumlar : Ancak bazı özel durumlarda kusur karinesi kabul edilmelidir. Böyle durumlarda, kusursuzluğun kanıtlanması hastane ve hekime yüklenmelidir. İncelemeye Gerek Olmayan Haller Zararlı sonucun, hekimin kusurlu eylemi sonucu meydana geldiği hiç bir incelemeye gerek kalmaksızın kesin olarak anlaşılabilen durumlarda, hekim ve hastane kusursuzluğunu kanıtlamalıdır. Sağlıklı Kişiye Yapılan Tıbbî Müdahalelerde Sağlıklı bir kişiye tıbbî yardımda bulunurken, hekim kural olarak sonucun sağlıklı olacağını da yüklenmektedir. Bu gibi durumlarda hekim kusursuzluğunu kanıtlamalıdır. Hastanın Rızası Hastanın rızasının alındığının ve rızası alınırken de yapılacak olan tıbbî müdahale konusunda aydınlatıldığının kanıtlanması hekime ve hastaneye aittir. Hekim bu konuda kusursuzluğunu kanıtlamalıdır.
Yüksek Sağlık Şurası 1219 sayılı TŞSTİHK’ nın 75. maddesinde, hekimlik mesleğinin icrasından kaynaklanan suçlarda, “ceza mahkemelerinin uygun görecekleri bilirkişinin, oy ve görüşüne başvurma hakkında serbestileri ayrık olmak üzere, Yüksek Sağlık Şurası’nın görüşünün alınacağı” kabul edilmiştir. Anılan madde, ceza mahkemelerinin Yüksek Sağlık Şurası’na başvurma zorunluluğunu getirmiştir. Ancak, Yüksek Sağlık Şurası’ndan görüş alınacağı kabul edilirken bunun kapsamı belirlenmemiştir. Bu nedenle verilecek bilginin CMUK’nin 66. maddesi ile sınırlı olması ve Şura’nın, teknik ve bilimsel bilgiler ile somut olayda ortaya çıkan tıbbî olguların dışında bir görüş açıklamaması gerekecektir. Ayrıca, ceza hâkimi, CMUK’nin 76. maddesinden de anlaşılacağı üzere, bu Şura’nın verdiği bilgilerle bağlı olmayıp, uygun göreceği başka bir uzman kurum veya kişinin görüşünü alabilir. Bilirkişi olarak, ister Yüksek Sağlık Şurası’na, isterse başka kuruma ve uzmana başvurulsun, yargıç bilirkişi raporu ile bağlı değildir. Yargıç, bilirkişi oy ve görüşlerini sezgisi ve genel kültürü ile denetlemek gerektiğinde başka bilirkişilerin oy ve görüşüne başvurmakla görevlidir. Maddî olgu şeklinde ortaya çıkmış ve çekişmesiz durumların bilirkişi aracılığı ile tekrar incelenmesine gerek yoktur. Bir ameliyat sırasında hastanın karnında gazlı bez, pens gibi şeylerin unutulmuş olduğu çekişmesiz ise, Şura’nınveya başka bilirkişinin, doktorun kusuru olmadığı yönündeki tespitini mahkemenin tartışması kaçınılmaz olur.
ZAMANAŞIMI
Özel Hukukta Zamanaşımı : Hekimler tarafından yapılan tıbbî yardımlar nedeniyle, hekimle hasta arasındaki hukukî bakımdan vekâlet sözleşmesi ilişkisinin bulunduğu ileri sürülebiliyor ise BK, mad. 126/4’e göre beş yıllık, haksız fiil hallerinde ise yine aynı Kanun’un 60. maddesine göre bir ve on yıllık zamanaşımı süreleri vardır. Vekâlet Sözleşmesi Vekâlet akdinden doğan bütün davalar, BK’nın 126/4. maddesi uyarınca beş yıllık zamanaşımı süresine tabidir. BK’nın 128. maddesine göre, zamanaşımı, alacağın muaccel olduğu zamandan başlar ve zamanaşımı süresinin işlemeye başlaması için, borçlunun temerrüde düşmesine gerek bulunmamaktadır. Borcun muaccel olması, ifa zamanının gelmiş olmasını ifade eder. Borcun ifası henüz istenmiyorsa muaccel bir borçtan söz edilemez. BK’nın 74. maddesi gereğince borcun yerine getirilmesi bir süreye bağlanmamışsa, borcun doğumu ile birlikte alacak muaccel olur. Borcun ifası bir süreye bağlanmışsa, alacak süreninin dolması, ifa gününün gelmesi ile muaccel olur.Vekâlet akdinden doğan ve bir vadeye bağlı olmayan iade borçlarında borcun ne zaman muaccel sayılacağı ihtilâflıdır. Bir görüşe göre zamanaşımı tevdi tarihinden başlar, diğer bir görüşe göre ise; akdin yapıldığı tarihten değil, bu ilişkinin sona erdiği tarihten itibaren işlemeye başlamaktadır. Yargıtay’ın her iki görüşü de benimseyen kararları mevcuttur.
Haksız Fiil Bir Yıllık Zamanaşımı
BK’nın 60. maddesi hükmüne göre, gerek maddî, gerekse manevi tazminat davaları, zarar gören tarafın zararı ve haksız fiil sorumlusunun kim olduğunu öğrenmesinden itibaren bir yıl geçince zamanaşımına uğrar. Zarar görenin zararı öğrenmesi demek, zararın varlığı, mahiyeti ve esaslı unsurları hakkında, bir dava açmaya ve davanın gerekçelerini göstermeye elverişli bütün şartların öğrenilmesi demektir. Ancak, tazminatın hesabına yarayacak bütün ayrıntıların bilinmesi aranmaz. Eğer zararın genişliğini tayin edecek olan husus gelişmekte olan bir durum ise, zamanaşımı bu gelişme sona ermedikçe işlemeye başlamaz. Haksız fiilin sürekli tekrarlanması durumunda ise, her yeni fiilden doğan zarar için yeni bir zamanaşımı süresi işlemeye başlar. On Yıllık Zamanaşımı Zarar gören kişi, zararı ve sorumlunun kim olduğunu ne zaman öğrenmiş olursa olsun, fiilin meydana geldiği tarihten itibaren on yıl geçince tazminat davası zamanaşımına uğrar. Örneğin (A), sağlığının bozulmasına geçirdiği bir ameliyatın neden olduğunu ameliyatın vuku bulduğu tarihten itibaren dokuz buçuk yıl sonra öğrenmiş olsa, tazminat davasını on yıl dolmadan, yani altı ay içinde açmış olması gerekir. Zararın ve sorumlunun, fiil meydana geldikten on yıl sonra öğrenilmesi, zarar gören kişiye fayda sağlamaz. Zira, bir yıllık süre işlememiş olmasına rağmen zarar görenin dava hakkı on yıllık sürenin sona ermesi ile zamanaşımına uğrar. Zarara neden olan fiilin sona ermesinin üzerinden on yıl geçtikten sonra oluşan zararın giderilmesi için açılacak davada zamanaşımı def’i başarıyla ileri sürülebilir. Ancak; zarar verici fiil devamlılık arz eden bir nitelik taşıyorsa, on yıllık zamanaşımı süresi fiilin tamamlandığı tarihten itibaren işlemeye başlar. Ceza Hukukunda Zamanaşımı Suçun işlendiği zamandan veya cezanın kesinleşmesinden itibaren belli sürelerin geçmesine, ceza hukukunda dava ve ceza yetkisini ortadan kaldırıcı bir etki tanınmıştır. Bu şekilde dava zamanaşımı ve ceza zamana- şımı olmak üzere iki tür zamanaşımı söz konusudur. TCK’nın 102 ve 112. maddeleri her iki türlü zamanaşımı ile ilgili hükümler öngörmektedir. Dava Zamanaşımı Belli bir sürenin geçmesiyle, suç işleyen bir kimse hakkında kamu davası açılamaması dava zamanaşımını ifade etmektedir. TCK’nın 102. maddesi, suçların gerektirdikleri cezanın ağırlığına göre dava zamanaşımı sürelerini öngörmüştür. Dava zamanaşımının başlangıcı, tamamlanmış suçlarda fiilin işlendiği gün, teşebbüs halinde kalan cürümlerde son icra hareketi günü, mütemadî ve müteselsil suçlarda temadî veya teselsülün bittiği gündür. Mahkûmiyet hükmü, yakalama, tutuklama, celp ve ihzar müzekkereleri, adlî makamca sorguya çekilme, son soruşturmanın açılması kararı ve iddianame düzenlenmesi dava zamanaşımını kesen nedenlerdir (mad. 104). Ancak, kanunun bir yıldan daha az dava zamanaşımı öngördüğü hallerde, her türlü usul işlemi zamanaşımını keser (mad. 105). Zamanaşımının kesilmesi sonucu, yeniden başlayan sürenin azamî sınırı bulunmaktadır. Bu süre, 102. maddede öngörülen süreye yarısının eklenmesiyle elde edilecek süredir (mad. 104). Dava zamanaşımı, dava açılması izin veya karar alınmasına veya başka bir mercide çözülmesi gereken bir sorunun sonucuna bağlı olduğu hallerde, izin veya kararın alınmasına yahut bekletici sorunun çözümüne kadar durur (mad. 107). Takibi şikâyete bağlı suçlarda, davanın, fiilden ve failin kim olduğundan haberdar olunduğu tarihten itibaren, en çok altı ay içinde açılması gerekir (mad. 108).
Ceza Zamanaşımı
Ceza zamanaşımı süreleri, TCK’nın 112. maddesinde, hükmedilen cezaların ağırlıklarına göre değişik şekilde tespit edilmiştir. Eğer bir hüküm değişik neviden cezaları kapsıyorsa, zamanaşımı en ağır cezaya konulan süreye göre hesaplanır. Ceza zamanaşımının başlangıcı, hükmün kesinleştiği veya infazın herhangi bir nedenle kesildiği gündür (mad.113). Hükmün infazı konusunda hükümlüye yetkili merci tarafından yapılan her türlü tebligat ceza zamanaşımını kesmektedir. Ayrıca, hürriyeti bağlayıcı ceza ile ilgili bir hükmün infazı için hükümlünün yakalanması da zamanaşımını kesmektedir. Hükümlü, mahkûm olduğu suç cinsinden başka bir suç daha işlediğinde de zamanaşımı kesilmektedir (mad. 114).
Konu ile ilgili YARGITAY KARARLARI