Kusur, hukuk düzeninin hoş görmediği ve hukuk düzenini bozan hareketler bütünü olarak tanımakta olup, kusurlu olan davranış daima hukuka aykırı bir davranıştır. ANTALYA, Gökhan, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, C.I-II-III, İstanbul 2018, s.416;KOÇHİSARLIOĞLU, Cengiz, Haksız Eylem Kusuru, C.I-II, Ankara 1990 (Basılmamış doçentlik tezi), s.199 vd; TANDOĞAN, Haluk, s.46.
Yargıtay’ın Yerleşik İçtihatlarında ağır kusur olarak sayılan hallerden bazıları; fiziksel şiddet uygulamak, hakaret etmek, güven sarsıcı davranışlarda bulunmak, sadakatsizlik, eşi dışındaki erkeklerle fotoğraf paylaşmak, kişilik haklarına saldırı mahiyetindeki eylemler, cinsel birliktelikten kaçınmak, kıskanmak ve aşırı baskıcı davranmak, eşin annesini evden kovmak, başka bir kadın ile yaşamak, müşterek çocuklara ebeveynlik yapamamak, birlik görevlerini yerine getirmemek, eski sevgilisinin fotoğraflarını saklamak, eşini ekonomik olarak aşağılamak ve ölümle tehdit etmek, hastalığı ile ilgilenmemek, eşini beğenmemek ve aşağılamak, hırsızlıkla suçlamak , mali durumunu gizlemek müşterek çocukların hastalığı ile ilgilenmemek, ailesi ile tehdit etmek, yatak odası sırlarını paylaşmak halleri örnek gösterilebilir. Kusur kast veya ihmal şeklinde gerçekleşebilir. Kast doğrudan veya dolaylı olabileceği gibi ihmal de; ağır ihmal, hafif ihmal, bilinçli veya bilinçsiz şekilde gerçekleşebilir. YHGK., 24.02.2016 tarih, 2014/2-813 E. ve 2016/157 K,Y.2.HD., 26.09.2019 tarih, 2019/5820 E. Ve 2019/9249 K. sayılı ilam. Y.2.HD., 09/09/2019 tarih, 2019/3959 E. Ve 2019/8345 K. sayılı ilam. Y.2.HD., 20.06.2019 tarih, 2019/3621 E. ve 2019/7521 K. sayılı ilam. Y.2.HD., 03.07.2019 tarih, 2019/2770 E. Ve 2019/8078 K. sayılı ilam. Y.2.HD., 02.10.2019 tarih, 2019/5322 E. ve 2019/9539 K. sayılı ilam. Y.2.HD., 25.06.2019 tarih, 2018/3195 E. ve 2019/9669 K. sayılı ilam. Y.2.HD., 17.06.2019 tarih, 2019/3825 E. ve 2019/7270 K. sayılı ilam. Y.2.HD., 12.06.2019 tarih, 2109/1013 E.ve 2019/7072 K. sayılı ilam. Y.2.HD., 23.05.2019 tarih, 2018/5497 E. ve 2019/6717 K. sayılı ilam. Y.2.HD., 21.05.2019 tarih, 2019/2933 E. ve 2019/6431 K. sayılı ilam. Y.2.HD., 02.05.2019 tarih, 2018/8157 E. ve 2019/6303 K. sayılı ilam. Y.2.HD., 02.05.2019 tarih, 2019/724 E. ve 2019/5238 K. sayılı ilam. Y.2.HD., 21.05.2019 tarih, 2018/8282 E. ve 2019/6418 K. sayılı ilam. Y.2.HD., 20.05.2019 tarih, 2019/1332 E. ve 2019/6248 K. sayılı ilam. Y.2.HD., 30.04.2019 tarih, 2018/3545 E. ve 2019/5165 K. sayılı ilam. Y.2.HD., 29.04.2019 tarih, 2018/4900 E. ve 2019/5044 K. sayılı ilam. Y.2.HD., 17.04.2019 tarh, 2018/3569 E. ve 2019/4793 K. sayılı ilam.
Evlilik; cinsiyetleri farklı iki kişinin, tam ve devamlılık arz eden bir hayat birlikteliği yaratmak üzere, hukuka uygun bir biçimde hayatlarını birleştirmeleridir. Bu birleşmedeki gaye hayatın getireceği iyi ya da kötü şeyleri omuz omuza karşılamak, maddi veya manevi olarak birbirinin destekçisi olabilmek, sevgi, sadakat ve güven ile bu birlikteliği yürütebilmekten ibarettir. AKINTÜRK, Turgut / ATEŞ KARAMAN, Derya, Türk Medeni Hukuku 6098 Sayılı Yeni Borçlar Kanunu ve Yeni Yasal Düzenlemelere Uyarlanmış Aile Hukuku, C. 2, 14. Bası, İstanbul 2012, s. 59; AYAN, Serkan, Evlilik Birliğinin Korunması, TBB Yayınları: 58, Ankara Mart 2004, s. 10; PALAMUT, Mehmet Emin, Medeni Hukuk, Alfa Akademi Yayınevi, İstanbul 2004, s. 84; OĞUZOĞLU, Hüseyin Cahit, Medeni Hukuk II Aile Hukuku, 2. b.s., Ankara, Güney Matbaacılık, 1949, s. 3; ŞAHİN, Emin, 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu Hükümlerine Göre Açıklamalı Uygulamalı-İçtihatlı Aile Hukuku Davaları, Ankara, 2002, s.69; YILDIRIM, Abdulkerim Türk Aile Hukuku, Savaş Yayınevi, İstanbul 2014, s. 26.-BELGESAY, Mustafa Reşit Aile Hayatı ve Boşanma Türk Kanunu Medenisi Şerhi Ek II, Ankara, Güzel İstanbul Matbaası, 1957, s. 6; BİRSEN, Kemaleddin, Medenî Hukuk Dersleri. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1954, s. 212; İNAN, Ali Naim, Türk Medeni Hukuku, 3. Bası Seçkin Yayınevi, Ankara 2014, s. 222.
Evliliğin sona erme sebepleri; Eşlerden birinin ölümü, Eşlerden birinin Gaipliği, Eşlerden birinin Cinsiyet Değiştirmesi ve Boşanmadır. Evlenmenin Geçersizliği ise ; Evlenmenin Yokluğu veya Evlenmenin Butlanı ile mümkün olmaktadır. Evlenmenin kurucu unsurlarının olmaması halinde evlilik yok sayılır. Evlenmenin yokluğu halleri çeşitlidir. Bunlar, evlenmenin ayrı cinsten taraflar arasında yapılmaması, evlenmenin evlendirme memuru önünde yapılmaması ve tarafların evlenme yönünde olumlu ifade kullanmamış olmasıdır.TMK.m.156 gereğince butlanla sakatlanmış bir evlilik hâkim kararıyla iptal edilinceye kadar geçerli bir evliliğin sonuçlarını doğurmaktadır. Evlenmenin mutlak butlanı; TMK.m.145’te sınırlı olarak sayılmıştır. Buna dayanarak hâkimin evliliği iptal etmesinden ibarettir. Evlilik, dava açılıp, mahkemeden butlan yönünde karar alıncaya kadar, geçerli bir evlenme niteliğindedir. Evlenmenin tüm hukuki sonuçlarını doğurur..(TMK.m.156) Kanunun saydığı bu sebepler ise, mevcut evlilik, ayırt etme gücünde sürekli yoksunluk, engel olacak derecede hısımlık, evlenmeye engel nitelikte akıl hastalığıdır.TMK.m.135 hükmü gereğince, taraflardan biri tekrar evlenmek istiyorsa, bir önceki evliliğin bitmiş olduğunu kanıtlamalıdır. Türk Medenî Kanun’u tek kişilik evlilik esasını benimsemiştir. Evlenecek kişinin karşı tarafın evliliğini bilip bilmemesi de bir önem taşımamaktadır. Nitekim kanun koyucu bu durumda iyi niyeti gözetmez. Yalnızca ilk evliliğin bir şekilde ortadan kalkmış olması durumunda iyi niyet korunabilir (TMK.m.147/III). Başka bir deyişle ilk evlilik, ölüm, boşanma veya iptal sebepleriyle sona ererse, ikinci evlenmedeki eşin iyi niyeti korunur. Bu evlilik geçerli bir evlenme niteliğindedir. Ayırt etme gücünden sürekli yoksun olan bir kişinin evliliği ise mutlak butlanla batıldır. (TMK.m.145) Önemli olan husus ayırt etme gücünden yoksunluğun sürekli olmasıdır. Nisbi butlan sebebi olan ayırt etme gücünden geçici yoksunluktan bunu ayıran en önemli özelliği sürekliliktir. Ancak sürekli olarak ayırt etme gücünden yoksun olan taraf, sonradan ayırt etme gücüne sahip olursa, mutlak butlan davasını akıl sağlığı iyileşen eş açabilir . Bu durumda cumhuriyet savcısının dava hakkı ise ortadan kalkar. Engel derecede hısımlık TMK.m.129’da tahdidi olarak sayılmıştır. “Aşağıdaki kimseler arasında evlenme yasaktır: 1.Üstsoy ile altsoy arasında; kardeşler arasında; amca, dayı, hala ve teyze ile yeğenleri arasında, 2. Kayın hısımlığı meydana getirmiş olan evlilik sona ermiş olsa bile, eşlerden biri ile diğerinin üstsoyu veya altsoyu arasında, 3. Evlat edinen ile evlatlığın veya bunlardan biri ile diğerinin altsoyu ve eşi arasında” yapılmış ve yapılacak olan evliliklerdir. Bu evlilikler mutlak butlanla batıldır. “Evlenmelerinde sakınca bulunmadığı resmi sağlık kurulu raporuyla anlaşılan” akıl hastalarının evlenmelerinde bir engel yoktur. “ Eşlerden birinde evlenmeye engel olacak derecede akıl hastalığı bulunması” durumu ise TMK.m. 143/III’de düzenlenmiş olup, yapılan akit evliliğin mutlak butlanını doğurur. Nisbî butlan sebepleri, mutlak butlan sebeplerinde olduğu üzere Kanun’da tahdidî olarak sayılmıştır. Bunlar ayırt etme gücünden geçici yoksunluk, irade sakatlıkları, yasal temsilcinin rızasının bulunmamasıdır. Nisbi butlan sebeplerini mutlak butlan sebeplerinden ayıran en önemli özellik ileri sürülebilen taraflardır. Bir evliliğin mutlak butlanla batıl olduğunu birini herkes ileri sürebilirken, nisbi butlanla batıllığı yalnızca eşler ve yasal temsilciler ileri sürebilir.TMK.m.148’e göre, “ Evlenme sırasında geçici bir sebeple ayırt etme gücünden yoksun olan eş, evlenmenin iptalini dava edebilir.” Geçici olarak ayırt etme gücünden yoksunluk hallerine sarhoşluk, uyuşturucu bir madde alımı, hipnoz olma, kendinde olmama gibi örnekler gösterilebilir. Yine Aldatma, Hata ve Korkutma gibi irade bozukluğu hallerinde eş, evliliğin iptal edilmesini dava edebilir.(Nisbi Butlan).Ayırt etme gücüne sahip küçük veya kısıtlı, yasal temsilcisinin izni olmadan evlenirse, izni alınmayan yasal temsilci evlenmenin iptalini talep edebilir (TMK.m.153/I).Ayırt etme gününe sahip bulunan küçük veya kısıtlılar yasal temsilcinin izniyle evlenebilir. Fakat bu suretle evlenen kimse sonradan on sekiz yaşını doldurmak suretiyle ergin olur, kısıtlı olmaktan çıkar veya karı gebe kalırsa evlenmenin iptaline karar verilemez.(TMK.m.153/I) GÖZLER, Kemal, Hukukun Temel Kavramları, Ekin Basım Yayın, Bursa 2010, s. 173.109 AKINTÜRK/KARAMAN, Aile, s. 220-OĞUZMAN, Kemal/ DURAL, Mustafa, Aile Hukuku, İstanbul, 1994, s.101; AKINTÜRK, Turgut / KARAMAN, Derya, Yeni Medeni Kanununa Uyarlanmış ve 6098 Sayılı Yeni Borçlar Kanunu ile Karşılaştırmalı, Medeni Hukuk, 16. Bası, İstanbul 2011, s. 265.İKİZLER, Metin: Evlenmenin Hükümsüzlüğü, Ankara 2018, s. 143; YILDIRIM, Abdülkerim, s. 56,AKİPEK,ÖCAL, Şebnem, Medeni Hukuk-1., Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir 2014, s. 96; EDİS Seyfullah, Medeni hukuka giriş ve başlangıç hükümleri, AÜHF Yayınları, Ankara 1983, s. 153;AKINTÜRK / KARAMAN, Aile, s. 208.REMZİ, Mehmet / AYDIN, Sezer / ISPARTALI, Murat, Medeni Hukuk, 2.Bası, İstanbul 2012, s. 225.
Boşanmanın dayandığı ilkeler, kusur ilkesi, evlilik birliğinin temelinden sarsılması ilkesi, irade ilkesi ve elverişsizlik ilkesidir. Evlilik birliğinin temelinden sarsılması ilkesine göre, kusur ilkesinin hiçbir önemi yoktur. Başka bir deyişle, bir evlilikte eşlerden biri ya da her ikisinin kusurlu olması ya da birinin kusursuz olmasının hiçbir önemi yoktur. Ancak evlilik birliğinin temelinden sarsılması durumunda boşanmaya karar verilebilir. Evliliğin gaye ve görevlerini yitirmesi, devamının mümkün olmaması hallerinde bu evlilik artık bitmelidir. Nitekim, evliliğin amacı evlilik içindeki kişilerin ve varsa çocukların selameti ve mutluluğudur. Bu birliktelik sarsılmışsa bunu devam ettirmenin bir anlamı yoktur. Evlilik birliğinin temelinden sarsılması ilkesi kusur ilkesinin aksine hâkime geniş bir takdir yetkisi tanır. Çünkü kusur ilkesi objektif olup, kusur sebepleri kanunda sayılmışken, evlilik birliğinin temelinden sarsılması hususunda hâkime geniş bir takdir yetkisi tanınmıştır. Türk Medenî Kanunu’nun 166’ıncı maddesi “Evlilik birliğinin sarsılması” hususunu düzenlemiştir. Buna göre; “Evlilik birliği, ortak hayatı sürdürmeleri kendilerinden beklenmeyecek derecede temelinden sarsılmış olursa, eşlerden her biri boşanma davası açabilir”. Evlilik birliğini temelden sarsacak olan olgu ve olayların mutlaka geçimsizlikten kaynaklanması gerekmez. Elde olmayan sebeplerle de evlilik birliği temelden sarsılabilir. Örneğin; eşlerden biri geçirdiği bir trafik kazası sebebiyle yatalak hale gelmiş ve bu sebeple evlilik birliğinin gerektirdiği sorumlulukların yerine getiremiyorsa ortada şiddetli bir geçimsizlik olmamasına karşın evlilik birliğinin temelinden sarsıldığı söylenebilir. Eşler arasında yaşanacak olgu ve olaylar ister geçimsizlik ister daha farklı durumlardan kaynaklansın sonuç itibariyle eşler açısından evlilik birliğini devam ettiremeyecek şekilde sarsılmış ve taraflar için artık evlilik birliğini devam ettirme istek ve arzusunda değilse evlilik birliğinin temelinden sarsıldığı kabul edilir. Yargıtay içtihatlarında evlilik birliğinin temelinden sarsıldığını kabul ettiği olgu ve olaylar çok çeşitlidir. Yargıtay bir kararında ilgisiz davranışları evlilik birliğini sarstığını kabul ederken, bir başka karar da ise taraflardan birinin hürriyeti bağlayıcı ceza almış olmasının evlilik birliğini temelinden sarstığını kabul etmektedir. Evlilik birliğini sarsan sebebin ortadan kalması halinde ise dava düşecektir. Örneğin; uyuşturucu bağımlısı bir eşin bu bağımlılıktan kurtulması halinde davacı eş açısından evlilik birliği sürdürülebilir hale gelebilir. Yargıtay 2.Hukuk Dairesi’nin yerleşik içtihatlarında itiraz hakkının kötüye kullanıldığını kabul eden bazı örnekler şunlardır; birlikte yaşamaktan kaçınanın itirazı, evlilik birliğinin kendisine yüklediği görevleri yerine getirmeyen kişinin itirazı, tepki dışı ve ağır hakaretlerde bulunan eşin itirazı, uzun süre özgürlüğü bağlayıcı cezaya mahkum edilmiş olan eşin itirazı, kendisi boşanma davası açan kişinin itirazı hakkın kötüye kullanılması olarak nitelendirilmiştir. Evlilik birliğinin temelinden sarsılması halinde Yargıtay’ın kusur izafe ettiği olaylara örnek vermek gerekirse; eşin makul bir sebep olmaksızın çocuk yapmaktan kaçınması, tüp bebek tedavisinden kaçınması , bağımsız konut sağlamaması, beddua veya hakaret etmesi, kocanın çalışmaktan kaçması, yatak odası sırlarını başkalarına anlatması, aile sırlarını başkalarına anlatması, eşin şehir dışında çalışması, sosyal medyada çok sık vakit geçirmesi, eşinin dedikodusunu yapması aşırı cimri davranması, sürekli eleştiri yapılması, telefonlara çıkmaması, eşini işinden dolayı aşağılaması, eşini diğer insanlarla kıyaslaması, doğumda eşinin yanında olmaması, fiziksel görünüşle alay edilmesi, aşağılaması veya küçümsemesi, iftira atması, kendisine yakışmadığını söylemesi, suçlayıcı davranışlar sergilenmesi, üvey çocuğuna hakaret edilmesi, ailesine hakaret edilmesi, sevgisiz davranışlar gösterilmesi, aşırı kıskançlık gösterilmesi, kimseyle görüşmesine izin verilmemesi, tehdit etmesi, bırakıp gitmesi, dışarı atması, baskı yapması, giyim konusunda baskı yapması hürriyetinden yoksun bırakılması, ilgisiz davranılması, hastalığıyla ilgilenmemesi, eve sürekli geç gelinmesi, telefonuna şifre koyması ve telefonla güven sarsıcı davranışlar, evden kovması, baskı yapılması, sık sık evin terk edilmesi, temizlik kurallarına riayet edilmemesi, borçlarını ödememesi, çalışmamak, eşin maaşına el koyması, dinen boşadığını söylemesi, alkollü fotoğraflarını paylaşmak, eşinden habersiz altınlarını bozdurup evlenmeden önceki borçlarını ödemek, eşini bırakıp yurt dışına gitmek gibi durumlar kusurlu hallerden sayılmıştır.
Bunun yanında TMK.m.164 terki düzenlerken TMK.m.165 “akıl hastalığı” nı düzenlemiştir. Böylece, bu sebeplerin evlilik birliğini temelinden sarsacağı kabul edilmiştir. FEVZİOĞLU, s. 254; ÖZTAN, Aile, s. 641.CANSEL, s. 71; KÖPRÜLÜ, Bülent/ KANETİ, Selim, Aile Hukuku, İstanbul, 1985-1986, s. 152;İNAN, s. 222-AKINTÜRK/KARAMAN, Aile, s. 241; YALÇINKAYA/KALELİ, s. 29.Fizikî veya psikolojik rahatsızlıklara boşanma sebeplerinden akıl hastalığı, kısırlık, bulaşıcı hastalık, gelecek soylar için tehlike gibi durumları örnek gösterilebilir. Bu nedenler, aynı zamanda “evlilik birliğinin temelinden sarsılması” hali ile de ilişkilidir (Elverişsizlik İlkesi).
Boşanma sebepleri TMK.m.161-166’da düzenlenmiştir. Bahse konu kanunda belirtilen boşanma sebepleri; zina (TMK.m.161), hayata kast, pek kötü veya onur kırıcı davranış (TMK.m.162), suç işleme ve haysiyetsiz hayat sürme (TMK.m.163), terk (TMK.m.164), akıl hastalığı (TMK.m.165) ve evlilik birliğinin sarsılması (TMK.m.166)’dır. Kanunda tahdidî olarak sayılan bu boşanma sebepleri dışında ise boşanma kararı verilemez. ANIL, s. 26; ERDEM, s. 98; HATEMİ/SEROZAN, s. 217; ÖZTÜRK, Ali, Aile Hukukunda Ayrılık, Türk Hukuku’nda Ayrılık Hükmü Şartları ve Sonuçları, Ankara,2015, s. 74; ÖZTAN, Aile, s. 644; SALMAN, Nihal/ UZUNBOYLU, Hüseyin, Eşlerin Boşanma Nedenleri ve Eğitimi, Pegem Akademi Yayıncılık, Türkiye Boşanma Nedenleri Araştırması, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, İstanbul 2015, s. 75. Özel boşanma sebepleri, zina, hayata kast, pek kötü veya onur kırıcı davranış, suç işleme ve haysiyetsiz hayat sürme, terk, akıl hastalığı olarak beş ana başlıkta düzenlenmiştir. Genel Boşanma sebepleri hakime geniş takdir yetkisi tanımaktadır. Bu sebepler; evlilik birliğinin temelinden sarsılması, anlaşmalı boşanma, eylemli ayrılık sebebiyle boşanma olarak kanunda sayılmıştır. Türk Medenî Kanunu’na göre sayılan sebeplerin tamamında evlilik birliği temelinden sarsılmış olmalıdır. ASLANOVA Kemale, Medeni Hukuk Dersi Sorular ve Cevaplar, 2.Bası, Ankara, 2018, s. 106. Türk Medenî Kanunu’nun kabul ettiği mutlak boşanma sebepleri; zina, hayata kast, pek kötü veya onur kırıcı davranış, terk, anlaşmalı boşanma, eylemli ayrılık sebebiyle boşanmadır. Mutlak boşanma sebeplerinde tarafların evlilik birliğini yürütemeyeceğine muhtemel gözüyle bakıldığından ayrıca evlilik birliğinin temelinden sarsılması aranmaz. Mutlak boşanma sebeplerinin varlığı halinde, boşanma için bahsedilen sebeplerin varlığı yeterli olup, hâkime bu sebeplerden dolayı müşterek hayatın çekilmez hale gelip gelmediğini inceleme ve takdir etme yetkisinin verilmemiştir. Nisbi boşanma sebeplerinin varlığı halinde sebebin varlığı yetmez. Hâkim ortaya çıkan ve ispatlanamamış sebebin diğer eş açısından ortak yaşamın katlanılmaz hale getirip getirmediğini araştırmalıdır. HATEMİ/SEROZAN, s. 230; GENÇCAN, Boşanma, s. 122; KILIÇOĞLU, s. 115; YILDIRIM, s.75.Türk Medenî Kanunu’nun kabul ettiği nisbi boşanma sebepleri; suç işleme, haysiyetsiz hayat sürme, akıl hastalığı, evlilik birliğinin temelinden sarsılması olarak düzenlenmiştir.
Zina aynı zamanda mutlak bir boşanma sebebidir. Nitekim zinanın gerçekleşmiş olması yeterli olup; hâkim evlilik birliğinin temelinden sarsılmış olup olmamasını araştırmak zorunda değildir.TMK.m.161. hükmü uyarınca; “Eşlerden biri zina ederse, diğer eş boşanma davası açabilir.” Zina sebebiyle boşanma kararı her iki eş içinde geçerlidir. Yani kanun koyucu kadın erkek ayırmadan eşler için zinayı bir boşanma nedeni olarak kabul etmiştir. Zina sebebiyle boşanmanın gerçekleşmesi için eşlerin farklı cinsten kişilerle birliktelik yaşaması gerekmektedir. Zina sebebiyle boşanmanın gerçekleşmesi için zina eyleminin başka bir deyişle cinsel ilişkinin gerçekleşmiş olması gerekir. Yalnızca yakınlaşma veya flört gibi durumlar zina sayılmamaktadır. Yine tecavüz gibi bir saldırı halinde gerçekleşen cinsel ilişki zina kapsamında değildir. Ancak Aynı evde yaşamak veya aynı odada kalmak da yine Yargıtay kararlarına göre zina sayılmıştır. Y.2HD.19.01.2012 tarih, 2010/22120 E. Ve 2012/670 K. Sayılı İlamı. Bunun yanında cinsel birliktelik dışında sayılabilecek öpmek, flört etmek, bir hayvanla ilişkiye girmek, eşin haberi olmadan yapılan yapay döllenme gibi haller zina sayılmamaktadır. Zinadan bahsedebilmek için öncelikle zinayı gerçekleştiren kişinin geçerli bir evliliği olmalıdır. Bir diğer ifadeyle zina evlilik birliği içinde gerçekleşmelidir. Ayırt etme gücüne sahip kişinin bilerek ve isteyerek zina etmesi kusurlu olduğunun göstergesidir. Zina eyleminin kasten ve iradi olarak işlenmesi gerektiğinden tecavüz gibi bir zorlama durumunda kusurdan ve zinadan söz edilemeyecektir. Ancak Yargıtay’ın geçmiş yıllarda verdiği bir kararda böyle bir durumun kocanın haysiyetini zedeleyeceği ve bu durumun evlilik birliğini temelinden sarsacağı belirtilmiştir.Y.2.HD. 01.03.1976 tarih, 1976/1414 E. Ve 1976/1767 K. Manevî bir cebir durumda cinsel ilişkiye rıza gösteren kadının kusurlu olup olmayacağı hususunda kadının “çok ciddi ve ağır bir manevi baskıyla ilişkiye razı olan kadının kusurlu bulunmayacağı” kabul edilmektedir. Söylenen tehdit ciddi nitelikte olmalı ve kişinin kendi, eşi veya çocuklarının hayatına ya da beden bütünlüğüne yönelik olmalıdır. Bu hallerde gerçekleşen cinsel ilişki zina olarak adlandırılmamaktadır. Bunun yanında eşin malına yapılan tehdit ile gerçekleşen ilişki zinadır. Zira buradaki tehdit hayati bir ciddiyet oluşturmayacaktır. AKINTÜRK/KARAMAN, Aile, s.246; GENÇCAN, Boşanma, s. 138. TUTUMLU, s. 879; ZEVKLİLER, s. 803.Her iki eşin de ayrı ayrı zina eylemini gerçekleştirmesi bir diğerinin kusurunu hafifletmez. Karşılıklı açılacak davalarda kusur karşılaştırması yapılamaz. Yine birinin daha önce zina eylemini gerçekleştirmiş olması diğer eşten daha kusurlu olmasına yol açmaz. Tüm bunların yanında TMK.m.236/II’ye göre, zina sebebi ile boşanma halinde, hâkim, kusurlu eşin artık değerdeki pay oranının hakkaniyete uygun olarak azaltılmasına veya kaldırılmasına karar verebilir.Y.2.HD., 05.12.2018 tarih, 2018/ 2885 E. Ve 2018 / 14103 K. Zina davalarında diğer davalarda olduğu gibi ispat yükü davacıdadır. Burada eşin mutlaka suçüstü yapması gerekmez. Davacı bu iddiasını her türlü delille ispat edebilir. Bu nokta da yalnızca şüphe yeterli olmaz. Bir kişinin zina yaptığına dair kuvvetli emareler varsa hâkim bunu zina olarak nitelendirebilir. Bu emareler; bir fotoğraf, aynı ev ya da otelde kalmak ve bunun ispatı niteliğindeki kayıtlar, doğum kayıtları ve DNA testleri, mektuplar, ses kayıtları, mesaj dökümleri, telefon ve bilgisayar kayıtları, resmî evraklar, soruşturma belgeleri, düğünle evlenmek ve somut olaylara konu olabilecek birçok delil ispata elverişlidir. Zina sebebiyle boşanma davası açma hakkı iki halde ortadan kalkar. Bu haller; zina yapan eşin affedilmesi ve hak düşürücü süredir. Davalı eşin zinayı ikrarı da yine zinanın bir kanıtı olarak değerlendirilse de, söz konusu kabul hâkimi bağlamaz. Hâkim dosyayı değerlendirip, dosyadaki delile yarar ispat araçlarını da göz önünde bulundurmalıdır. Keza yine davalı eşin yemini de bir delil olarak kullanılmaz. AKINTÜRK/KARAMAN, Aile, s. 247; ÖZTAN, Aile, s. 649.Zina yapan eşin affedilmesi halini TMK.m.161/III’ te düzenlemiştir. Buna göre “Affeden tarafın dava hakkı yoktur”. Bu halde davacı eş zina yapan eşini affederse dava hakkı düşer. Ayrıca af zina yapan eşin kabulüne bağlı değildir. Af, şekle bağlı olmayıp açık ya da örtülü açıklanabilir. Zina olayını bilen eşin bunu bilerek zina eden eşle beraber tatile gitmesi veya bu durumu bildiği halde uzun süre beraber yaşaması affın bir göstergesidir.TMK.m.161/II hükmü uyarınca zina sebebiyle boşanma davası zinanın kesin olarak öğrenildiği tarihten itibaren altı ay içinde açılmalıdır. Bu hak her halde ise zina eyleminin gerçekleşmesinden itibaren beş yıl içinde kullanılmalıdır . Nitekim bu süreler hak düşürücü süreler olup, hâkim tarafından re’sen dikkate alınır. Süresinde zina davası açmayan eşin bu hakkı kaybeder. Eş artık sadece evlilik birliğinin temelinden sarsılması sebebiyle boşanma davası açabilecektir.
- Eşlerden birinin karşı cinsten, yakın akrabası olmaya bir kişiyle, zorunluluk hali bulunmadan geceyi aynı evde geçirmesi zinanın varlığı için yeterlidir. Y.2.HD.2015/7518 E.2015/8189 K.
TMK.m.162’ye göre taraflardan biri diğerinin hayatına kast ederse, pek kötü davranışta bulunursa veya ağır biçimde onur kırıcı davranışta bulunursa diğer tarafa bu nedenlere bağlı olarak boşanma davası açabilir. Bu hüküm tek bir maddede düzenlenmiş olsa da kanun lafzından anlaşılacağı gibi tek bir boşanma sebebi değil, üç ayrı boşanma sebebi söz konusudur. Bunlar; hayata kast, kişiler için yıkıcı ve onur zedeleyici davranışların bütününü oluşturmaktadır. Hayata kast, eşlerden birinin diğer eşi bilerek ve isteyerek öldürmeye teşebbüs etmesiyle ortaya çıkar. Burada önemli olan nokta öldürme eylem ve isteğinin kasten, bilerek ve isteyerek gerçekleşmiş olmasıdır. Eşin öldürmek için kullandığı suç aletlerinin öldürmeye elverişli olmaması durumunda dahi öldürme saiki ile hareket edildiğinden hayata kast gerçekleşmiş sayılır. Eşin diğer eşin hayatına kast etmesi mutlak bir boşanma sebebidir. İhmale dayalı davranışlarda da yine kusurdan bahsedilemeyeceğinden hayata kast sebebiyle boşanma davası da açılamaz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun verdiği bir kararda; “Türk Medenî Kanunu’nun 162 maddesi uyarınca hayata kast, pek kötü veya onur kırıcı davranış nedeniyle boşanma kararı verilmiş ve karar kesinleşmiştir, bu durumda ayrıca kusur değerlendirilmesi yapılamaz. Zira davacı kocanın bu hususta açtığı dava kabul edilmiş ve kusurun tamamının davalı kadında olduğu kabul edilmiş ve karar boşanma yönünden kesinleşmiştir. ”. demek suretiyle kusur karşılaştırmasının yapılamayacağını hükme bağlamıştır. Bir eşin diğer eşin hayatına kast etmesi aynı zamanda TCK’nın ilgili hükümlerince de adam öldürmeye teşebbüs suçunu oluşturur. Boşanma davasına bakan aile mahkemesi hâkimi ise BK.m.74 uyarınca ceza mahkemesince verilen hükümle bağlı değildir. Ancak aile mahkemesi hâkimi boşanma davası sürerken ceza mahkemesi sonucunu bekleyebilir. Yine ceza mahkemesinde verilen beraat kararıyla aile mahkemesi hâkimi bağlı olmaz. Ancak hukuk mahkemesi hakimi ceza davasında belirlenen maddi vakalarla bağlıdır. Hayata kast sebebiyle boşanma davası açılabilmesi için bir diğer önemli nokta ise hayata kastın eşe olmasıdır. Eş haricinde yakınlarına yönelecek eylem bu boşanma sebebinin konusu olmaz. Hayata kast sebebiyle boşanmaya karar verilmesi için gerçekleşen eylem somut olaya göre değerlendirilmesi gereken nedenlerken, bir eşin diğer eşi intihara teşvik etmesi hayata kast kavramına girer. İntiharda kullanılacak gereçlerin temin edilmesi, ölümüne seyirci kalınması ve elverişsiz araç kullanıldığı için ölümün gerçekleşmemesi halleri de hayata kast içinde değerlendirilir. AKINTÜRK/KARAMAN, Aile, s. 249; ÖZTAN, Aile, s. 655.Hayata kast eylemi ölüm sonucunu doğurmamalı, teşebbüs aşamasında kalmalıdır. Ölüm gerçekleşirse evlilik kendiliğinden ölüm sebebiyle son bulacağından hayata kast sebebiyle boşanma davası açılamaz.
Pek kötü davranış, bir eşin diğer eşe yönelik, kişilik haklarına saldırı mahiyetindeki tüm eylem ve ağır ihlalleridir. Eşin sağlığına karşı yöneltilecek pek kötü davranışlara, aç bırakmak, zehirlemek veya hapsetmek gibi durumlar örnek verilebilir. Eşin vücut bütünlüğüne karşı saldırılar ise; işkence, ağır fiziki şiddet veya zulümlerdir. Pek kötü davranışın şiddeti ya da nasıl belirleneceği hususunda da yine pek kötü
muameleye maruz kalan eş bakımından söz konusu eylemlerin onun için çekilmez hale gelip gelmediği araştırılmalıdır. Bunun haricinde davranışların zulüm veya ıstırap niteliğinde olması gerekir. Pek kötü davranış sebebiyle açılacak olan boşanma davalarında kusur karşılaştırması yapılamaz. Bir diğer deyişle davacı eşin kusuru ne olursa olsun, davalının gerçekleştirdiği pek kötü muameleyi değiştirmez. Bu sebeple boşanma davası açılamasına davalının kusuru yeterlidir. YHGK., 30.01.2008 tarih, 2008/2-51 E. Ve 2008/87 K. Sayılı ilamı; Y.2.HD., 12.04.2016 tarih ve 2015/16293 E. Ve 2016/7380 K.
Onur, kişinin kendi varlığına, kendi kişiliğine karşı beslediği saygıyı ya da başkalarının beslediği saygıyı ifade eder. Kişilerin bu değerlerine karşı kasten, bilerek ve isteyerek gerçekleştirilen eylemler ise onur kırıcı davranışların bütününü oluşturmaktadır. Onur kırıcı davranışın şeklinin bir önemi yoktur. Sözle yapılabileceği gibi yazılı olarak da herhangi bir şekilde gerçekleşebilir. Önemli olan yapılan eylemin doğrudan eşe yönelik olmasıdır. GENÇCAN, Boşanma, s.196. Y.2.HD. 13.12.2018 tarih ve 2018/5581 E. Ve 2018/14485 K. s,ARSEBÜK, Esat, Medeni Hukuk, Aile Hukuku, C.2, Ankara 1940, s. 737; GÖNENSAY, Samim,Medeni Hukuk, Aile Hukuku, C.2, Kısım 1, Karı Koca, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, İstanbul 1937, s. 76; HATEMİ/KALKAN, s.116; KILIÇOĞLU, s.121; ÖZKAN, Hasan,Açıklamalı-İçtihatlı Aile Hukuku Davaları ve Tatbikatı, Legal Yayıncılık, İstanbul 2004, s. 243.Kanun koyucu onur kırıcı davranışı yalnızca bu şekilde kabul etmemiş; ayrıca bu davranışın ağır olması şartını aramıştır. Bir davranışın önemli ağırlıkta bir davranış kapsamına girip girmeyeceğinin tahlilini ise hâkim yapar. Hâkim bu hususu değerlendirirken kişilerin yaşadığı koşulları, kültürlerini, geleneklerini, sosyal ve eğitim durumlarını gözetmek durumundadır. Tüm bu hususları değerlendirip onur kırıcı davranış sebebiyle boşanmaya karar verecek olan hâkim ise artık ortak yaşamın çekilmez hale gelip gelmediğini araştırmak zorunda değildir. Eşlerin bu davranışları alışkanlık haline getirip sürekli tekrarlaması halinde onur kırıcı davranış sebebiyle boşanma şartları oluşmaz. Ancak diğer şartların oluşması halinde evlilik birliğinin temelinden sarsılması sebebiyle boşanmaya hükmedilebilir. GENÇCAN, Boşanma, s. 200; ÖZTAN, Aile, s. 660.Y.2.HD. 06.12.2017 tarih, 2017/6182 E. Ve 2017/14100 K. Bir olayda ihmal söz konuysa onur kırıcı davranıştan söz edilemez. Kişiler bu halde yalnızca evlilik birliğinin temelinden sarsılması sebebiyle boşanma yoluna gidebilecektir. Taraflardan birinin akıl hastası olması halinde kusur atfı yapılamayacağından yine onur kırıcı davranış sebebiyle boşanma davası açılamaz. Ancak taraflar diğer şartlar da oluşmuşsa akıl hastalığı sebebiyle boşanma davası açabilir. Onur kırıcı davranış sebebiyle açılacak olan boşanma davalarında kusur karşılaştırması yapılamaz. Bir diğer deyişle davacı eşin kusuru ne olursa olsun, davalının gerçekleştirdiği onur kırıcı muameleyi değiştirmez. GENÇCAN, Boşanma, s. 200. YHGK., 30.01.2008 tarih, 2008/2-51 E. Ve .2008/87 K. Hayata kast, pek kötü veya onur kırıcı davranış mutlak boşanma sebepleridir. Bu sebeple af durumunda dava hakkı düşmektedir. Af, hayata kast, pek kötü veya onur kırıcı davranışı gerçekleştirmiş kişinin kabulüne bağlı değildir. Eylemi gerçekleştiren eş ister kabul etsin ister etmesin affeden eşin dava hakkı düşecektir. Af herhangi bir şekle bağlı değildir. Yazılı ya da sözlü olabileceği gibi açık ya da örtülü de yapılabilir. Af kişiye sıkı sıkıya bağlı bir hak olduğu için yasal temsilci ya da başka bir kişi vasıtasıyla yapılamaz. Ancak yine burada da kusur atfında olduğu gibi kişilerin ayırt etme gücüne sahip olmaları gerekmektedir. Hayata kast, pek kötü veya onur kırıcı davranış hallerinde fillere önceden rıza gösterilmesi veya rıza göstereceğini söylemek kişilerin dava hakkını düşürmemektedir. Zira sayılan sebepler kişilik haklarına bir saldırı niteliğinde olup, kişilik haklarından feragat etmek mümkün değildir. Af aynı zamanda itiraz niteliğinde olduğundan hâkim şartlar oluştuğunda resen de gözetecektir. Af bir şarta bağlanamayacağı gibi affın geri alınması mümkün değildir. GENÇCAN, Boşanma, s. 204., Y.2.HD., 07.03.2016 tarih, 2015/ 14215 E. Ve 2016 / 4389 K.
Küçük düşürücü suç işleme artık nisbi bir boşanma sebebi olduğundan tek başına yeterli bir boşanma sebebi olmayıp ayrıca evlilik birliğinin çekilmez hale gelmiş olması şartı aranmaktadır. KILIÇOĞLU, s. 122; TUTUMLU, s. 902.Anayasa’nın ilgili maddeleri uyarınca; “…zimmet, ihtilâs, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı suçlarla, kaçakçılık, resmî ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma, terör eylemlerine katılma ve bu gibi eylemleri tahrik ve teşvik suçlarından biriyle hüküm giymiş olanlar…” şeklindeki tanımlamalarla yüz kızartıcı suçları belirleme yoluna gidilmiştir. Medeni Kanun’da uygulanan küçük düşürücü suç işleme sebebiyle boşanma davaları bakımından ise bu suç sınırlı değildir. Suç somut olaya göre değişiklik göstermektedir. Küçük düşürücü suçun boşanma davasına konu teşkil etmesi için suçu işleyen kişinin ceza soruşturması ya da kovuşturmasına uğramış veya bu suçtan hüküm giymiş olmasına gerek yoktur. Ayrıca ceza kovuşturmasından hüküm giymiş bir eş için aile mahkemesi hâkimi işlenen suç için küçük düşürücü bir suç olmadığı dolayısıyla bu sebebe dayanarak boşanma gerçekleşmeyeceği kanısına varabilir. İşlenen her suç yüz kızartıcı suç olmayıp, bu suçun küçük düşürücü suç olması gerekir. ZEYTİN, Zafer/ ERGÜN, Ömer, Türk Medeni Hukuku, 3.Bası, Ankara, 2017, s. 193.Küçük düşürücü bir suçun işlenip işlenmediğinin tayinini hâkim yapar. Kasten adam öldürme, hırsızlık, dolandırıcılık veya cinsel suçlarda küçük düşürücü suçlar içinde yer almaktadır. ARSEBÜK, s. 740; BİRSEN, s. 322; ÖZTAN, Aile, s.663; ÖZUĞUR, Evlilik, s. 91; VELİDEDEOĞLU, s. 203;Y.2.HD., 09.11.2009, 2009/16450 E. Ve 2009/19112 K.- Y.2.HD., 14.05.2018 tarih, 2016/18314 E. Ve 2018/6130 K. Eşin akıl hastası olması veya ayırt etme gücünden yoksun bulunması halinde küçük düşürücü suç sebebiyle boşanma davası açılamaz. Kişinin akıl hastalığı sebebiyle suç işlemesi halinde diğer şartlarında sağlanmasıyla akıl hastalığı sebebiyle boşanma davası açılabilir. Davalının kusurlu eyleminin ispatı ise davacıya aittir. Kanunda küçük düşürücü suç işleme sebebiyle dava açılması için herhangi bir süre öngörülmemiştir. Ancak bir görüşe göre küçük düşürücü suçun işlenmesinden belli süre sonra bu dava açılmalıdır. Nitekim geçen uzun süreler eşin affına delalet olur. Eşin affı ise suçun hoş görüldüğü ve anlaşıldığı anlamına gelecektir.
Haysiyetsiz hayat sürme birçok özel boşanma sebebinin aksine süreklilik gerektiren bir sebeptir. Bir başka deyişle kişiler bu davranışları adeta bir hayat tarzı haline getirmeli, davranışlar devamlı olmalıdır. Tek bir eylem olması halinde TMK.m.163’ün haysiyetsiz hayat sürmeye ilişkin hükümleri uygulama alanı bulmaz. GENÇCAN, Boşanma, s. 234; ÖZTAN, Aile, s. 665; SAYMEN/ELBİR, s. 250; VELİDEDEOĞLU, s. 205; Y.2.HD., 28.12.2011, 2011/1829 E. Ve 2011/23825 K. Haysiyetsiz hayat sürme, kişilerin içinde yaşadıkları toplumun ahlaki değerleriyle bağdaşmayacak şekildeki eylemler bütünü olarak tanımlanabilir. Örneğin; kadın ticareti yapıyor olmak, teşhircilik, ayyaşlık, uyuşturucu ticareti yapmak, kumarbazlık gibi sebepler haysiyetsiz bir yaşam sürüldüğünü gösterir. AKINTÜRK/KARAMAN, Aile, s. 253; DEDE, s. 645; HATEMİ/KALKAN, s. 116; HELVACI, s. 1162; TUTUMLU, s. 904. DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 107; ÖZKAN, s. 259. Haysiyetsiz yaşam sebebiyle boşanmaya karar verilebilmesi için ortak yaşamın çekilmez hale gelmesi gerekmektedir. ERGÜN, Ömer, TMK’nın 166’ncı Maddesinde Düzenlenen Boşanma Nedenleri, Hüseyin HATEMİ’ye Armağan, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Eylül 2005, s. 45.vd; AKINTÜRK/KARAMAN, Aile, s. 253; HELVACI, s. 1162; ÖZUĞUR, Evlilik, s. 90; TUTUMLU, s. 905.Haysiyetsiz hayat sürme eyleminin evlilik akdi gerçekleştikten sonra ortaya çıkması gerekir. Akıl hastası veya ayırt etme gücü bulunmayan eşe karşı bu sebeple boşanma davası açılamaz. Nitekim bu kişilere kusur atfı mümkün değildir. Kişi bilerek ve isteyerek iradi olarak haysiyetsiz yaşamı seçmeli, istemeli ve sürekli bir biçimde bu hayatı yaşamalıdır. Ancak iradi olmayan hayat biçimi sürekli olsa bile haysiyetsiz yaşam sürme kapsamına girmez. GENÇCAN, Boşanma, s. 235; TUTUMLU, s. 904.Kanunda haysiyetsiz yaşam sürme herhangi bir hak düşürücü ya da zamanaşımı süresine tâbi tutulmamıştır. Diğer eşin kusurlu daha çok olan eşi affetmesi, eşin bu durumuna rıza göstermesi, eşini teşvik etmesi veya bu duruma kendisinin de katılması gibi hallerde dava hakkının ortadan kalkacağı kabul edilmektedir. BERKİ, s. 175; SAYMEN/ELBİR, s. 249; VELİDEDEOĞLU, s. 206
Terk özel ve mutlak bir boşanma sebebidir. TMK.m.164 hükmü gereğince, taraflardan bir tanesi, evlilikten doğan sorumluluklarını yerine getirmemek amacıyla diğer tarafı terk ederse ve bu hal altı ay ve daha fazla sürede devam etmişse diğer eş ihtarın cevapsız kalmasıyla beraber boşanma davası açma hakkını elde eder. Medeni Kanun altı aylık bir süre öngörmüş, eşin evi terk etmesini izleyen dört aylık süre sonunda ihtarda bulunulmasını ve bunu takip eden iki ay içinde ihtarın sonuçsuz kalması halinde, dava hakkının doğduğunu kabul etmiştir. Terkin maddi unsuru olan ortak hayata son verme koşulu, eşlerden birinin ortak konuttan ayrılması ya da kaçması, geri dönmemesi ve haklı bir sebep olmaksızın ortak hayata son vermesidir. Eşlerin birlikte yaşadıkları halde, birlikte yatmamaları, oturdukları odaların farklı olması, birbirleriyle konuşmamaları terk sayılmaz. Zira bu hallerde evlilik birliği az da olsa devam etmektedir. Ancak bu hallerde şartları oluşmuşsa evlilik birliğinin temelinden sarsılması sebebiyle boşanma davası açılabilir. Ortak hayata son verme eylemi isteyerek olabileceği gibi evden atma gibi zorla gerçekleştirilecek eylemler sonucu da olabilir. Bu halde terk eylemini gerçekleştiren eş diğerini evden atan eştir. Bunun yanında eşlerden birinin diğerinin yakınlarıyla oturmak istememesi terk sebebi değildir. Bir eşin diğer eşi terke zorlaması durumu TMK.m.164’te açık bir şekilde düzenlenmiştir. Buna göre ortak konutu terke zorlayan eş terk sebebiyle boşanma davası açamaz. AKINTÜRK/KARAMAN, Aile, s. 254; HATEMİ/KALKAN, s. 117; İPEK, s. 88. AKINTÜRK/KARAMAN, Aile, s. 254; SAYMEN/ELBİR, s. 249; TUTUMLU, s. 913. ÖZTAN, Aile, s. 667. Y.2.HD., 13.03.2015 tarih, 2013/ 2-1688 E. Ve 2015 / 1032 K. GENÇCAN, Boşanma,.250; ÖZTAN, Aile, s. 667; ÖZUĞUR, Evlilik, s. 99., Y.2.HD., 22.02.2017 tarih, 2015/22498 E. Ve 2017/1843 K., Y..2.HD., 15.06.2017 tarih, 2016/ 18628 E. Ve 2017 / 7501 K. Evlilik birliğinin beraberinde getirdiği ödevleri yerine getirmeme amacının bulunması terk sebebiyle boşanmanın manevi unsurudur. Diğer bir deyişle terk eylemi kasten yapılmalı ve hukuka aykırı olmalıdır. Kişi kötü niyetle ve haklı bir sebebi olmaksızın terki gerçekleştirmelidir. Burada önemli olan eşin evlilik birliğinden doğan yükümlülüklerden kaçmak ve bu yükümlülükleri yerine getirmemek amacıyla hareket etmesidir. Terk eyleminin kabul görmesi için haklı bir sebebe dayanmaması gerekir. Örneğin; askerlik veya hastalık sebebiyle ortak konuttan ayrılmak zorunda kalan bir eş için terk eyleminden bahsedilemeyecektir. Yine eğitim, emir ya da bir karar sonucu evden uzaklaşmak zorunda kalan eş için de bu sebepler haklı birer sebep niteliğindedir. Kocanın ortak haneye zorla ve başka bir bayanı getirmesi ya da kocanın karısını anne babasıyla birlikte yaşamaya zorlaması halinde kadının evi terk etmesi haklı birer sebeptir. Terk edilen koca terk sebebiyle boşanma davası açamaz . Nitekim haklı bir sebep gösterebilen eşin evlilik birliğinin yüklediği ödevlerden kaçma gibi bir amacı yoktur. AKINTÜRK/KARAMAN, Aile, s. 255., Y.2.HD., 13.03.2015 tarih, 2013/ 2-1688 E. Ve 2015 / 1032 K. Altı aylık süre eşin evi terk etme tarihinden itibaren başlar . Terk eyleminin üzerinden en az dört ay geçtikten sonra, terk edilen eş mahkeme yoluyla veya noter aracılığı ile ihtarda bulunmak zorundadır . Terk edilen eş bunu sözlü olarak talep edemez. Ancak bir dilekçe ile talep edebilecektir. Hâkim ise terk eden eşe kalan iki ay içinde ihtarda bulunur. Yapılan ihtarda iki aylık süre net bir biçimde belli olmalıdır .Terk eden eşe yapılacak olan bu ihtar mahkeme ya da noter kanalıyla gerçekleştirilmelidir. Mahkeme ya da noterin göndereceği bu ihtarda, terk eden eşin iki ay içinde eve dönmesi gerektiği; dönmediği takdirde boşanma davasının açılacağı belirtilir ve bu husus ihtar olunur. Bunun yanında yine ihtarda iki ay içinde eve dönüş yapılmaması halinde boşanma davasının açılacağı da belirtilmelidir. ÇAKIN, s. 31;KILIÇOĞLU, s. 129; HATEMİ/KALKAN, s. 117; YILDIRIM, s. 80. KANDİL Seher, Türk Hukukunda Terk Sebebiyle Boşanma (TMK. m.164), Seçkin Yayınevi, Ankara 2006, s. 28; ÖZTAN, Aile, s. 669; TUTUMLU, s. 915.İhtarın cevapsız kalması halinde terk edilen eşe boşanma hakkı doğar. Belirtilen süreler dolmadan terk sebebiyle boşanma davası açılması mümkün değildir. İhtar yapılacak eşin adresinin bilinmemesi durumunda ihtar ilan yoluyla yapılır. Yapılan araştırmalara rağmen muhatabın adresinin tespit edilememesi halinde adres belirsiz kabul edilir. Adresi belirsiz olan şahıslara tebligat ilanen yapılır. İlan yoluyla tebliğ, son ilan tarihinden itibaren yedi gün sonra yapılmış sayılır. İlan yoluyla tebliğ yapılmasına karar veren merci, işin gereğine göre daha uzun bir süre tayin edebilir. Ancak bu süre on beş günü geçemez. Ayırt etme gücünden yoksun bir kişinin evi terk etmesi, terk sebebiyle boşanma konusu olmaz. Dolayısıyla yine kusur atfı yapılamayacağından akıl hastası olan bir eşin evi terk etmesi de terk sebebi yapılamaz.
Akıl hastalığı kusurla ilgili olmayan ve nisbi bir boşanma sebebidir. Bu nedenle çok sıkı şartlara tabidir. Bu şartlar; akıl hastalığının bulunması, akıl hastalığının iyileşmesinin imkansız olması ve ortak hayatın çekilmez hale gelmiş olmasıdır. TMK Md 165 “Eşlerden biri akıl hastası olup da bu yüzden ortak hayat diğer eş için çekilmez hale gelirse, hastalığın geçmesine olanak bulunmadığı resmi sağlık kurulu raporuyla tespit edilmek koşuluyla bu eş boşanma davası açabilir.”TMK.m.145/I-III uyarınca eşlerden birinde akıl hastalığı mevcutsa ve bu hastalık evlenmeye engel teşkil edecek nitelikte ise bu kişiler evlenemez. Her nasılsa eşler evlenmiş ise bu evlilik mutlak butlanla batıldır. Fakat her ne kadar yapılan evlilikler butlanla sakatlanmış olsa da mahkeme kararına kadar bu evliliklerin geçerli bir evlilik niteliğinde olacağı önceden belirtilmiştir. Bu sebeple akıl hastalığının evlenmeden sonra ortaya çıkmış olması gerekir. Yalnızca evlenmeden sonraki akıl hastalığı kişilere akıl hastalığı sebebiyle boşanma davası açma hakkı verecektir. HATEMİ/KALKAN, s. 118; KILIÇOĞLU, s. 133; ÖZTAN, Aile, s. 675.Akıl hastalığının iyileşmesinin mümkün olmadığının tespiti resmi sağlık kurulu raporuyla kanıtlanır. Resmi sağlık kurulu raporu zorunlu bir unsurdur. Akıl hastalığı sebebiyle açılacak boşanma davası nisbi birer dava niteliğinde olduğundan ortak hayatın çekilmez hale gelip gelmediği hususu bu boşanma sebebinde aranmaktadır. Öte yandan bu iddianın ispat yükü davacı eştedir. Davacı eş bu iddiasını her türlü delille ispat edebilir. Davacı eş açısından ortak hayatın çekilmez hale gelip gelmediğini ise hâkim araştırır ve takdir yetkisini kullanarak karar verir. Akıl hastalığı sebebi ile açılacak bir davada davacı eşin kusurunun olup olmadığı veya akıl hastası olan eşin hastalığında etkisi olup olmadığı herhangi bir önem taşımamaktadır. Ancak davacı eşin hakkı kötüye kullandığı anlaşılırsa bu husus itiraz konusu olabilir. ÖZTAN, Aile, s. 677., Y.2.HD., 15.05.2018, 2018/2559 E. Ve 2018/6246 K.Y.2.HD., 08.10.2019 tarih, 2019/6050 E. Ve 2019/9757 K.
Eşler anlaşma yoluyla evlilik birlikteliğine son verebilirler. TMK.m.166/III anlaşma yoluyla boşanma ve şartlarını düzenlemektedir. Buna göre, evlilik en az bir yıl sürmüş ise, tarafların birlikte başvurması veya bir eşin diğerinin davasını kabul etmesiyle evlilik birliği temelinden sarsılmış sayılır. Bu halde boşanma kararı verilebilmesi için, hâkimin tarafları bizzat dinleyerek iradelerinin serbestçe açıklandığına kanaat getirmesi gerekir. Yanı sıra boşanmanın mali sonuçları ve diğer konularda hâkimin düzenlemeyi uygun bulması şarttır. Hâkim, tarafların ve çocukların menfaatlerini göz önünde tutarak bu anlaşmada gerekli gördüğü değişiklikleri yapabilir. Kanun koyucunun getirdiği bu düzenlemeye göre, özgür bir şekilde irade beyanlarını ortaya koyarak evlenme akdini gerçekleştiren eşlerin aynı şekilde belirli şartların sağlanmasıyla boşanma hakkına da sahip olacağını kabul etmektedir. Hâkim bir yıllık sürenin geçip geçmediğini bizzat araştırmalıdır. Bu süre evliliğin kuruduğu tarihten itibaren başlar. Evlilik birliğinin üzerinden bir yıl geçmedikçe anlaşmalı boşanma kararının verilemeyeceği TMK.m.166/III hükmünde açıkça ifade edilmiştir. Ancak her ne kadar eşlerin bir yıl geçmedikçe anlaşmalı boşanma yoluna gidemeyecekleri belirtilmiş ise de bu durum eşlerin diğer boşanma sebeplerine dayanarak boşanma yoluna gitmelerine engel değildir. Anlaşmalı boşanma eşlerin birlikte boşanma davası açmaları şeklinde olabileceği gibi davacı eşin açtığı davayı davalı eşin kabul etmesiyle de gerçekleşebilir. Eşlerin anlaşması mutlak suretle anlaşmalı boşanma yoluyla mahkemeye başvurulmasından ibaret değildir. Açılmış olan herhangi bir boşanma dosyasında eşlerin yargılama devam ederken de anlaşması mümkündür. Ancak bu durum evlilik birliğinin temelden sarsıldığı davalarda söz konusu olur. Bu halde davanın nitelik değiştirdiği ve anlaşmalı boşanmaya dönüştüğü söylenebilir. Bunun dışında bu husus açılan davanın kabul edildiğini göstermez. Yalnızca boşanma hususunda anlaşıldığının kanıtıdır. Özel boşanma sebepleri açısından ise, usule uygun yapılan ıslahla anlaşmalı boşanma gerçekleşebilir . Burada hatırlatılması gereken husus akıl hastalığı sebebiyle boşanma davasının devam ederken ıslah yoluyla da olsa böyle bir davanın anlaşmalı boşanmaya dönüşemeyeceğidir. Nitekim akıl hastası olan bir eşten boşanmanın hüküm ve sonuçlarını anlaması ve buna ilişkin anlaşma beyanını ortaya koyması beklenemez. Yargılama süreci devam ederken boşanmadan vazgeçilmesi de mümkündür. Vazgeçmeye ilişkin önceden hazırlanan hiçbir anlaşma protokolü geçerli olmaz. Tarafların boşanmanın mali sonuçlardan başka müşterek evlilikten doğan çocuklar ile alakalı hususlarda anlaşmış olması şarttır. Hâkim yapılan anlaşmada çocukların yararına olmayan kısımları fark etmesi üzerine bu kısımların düzeltilmesini ister. Düzenlemenin yapılması durumunda dava kabul edebilir. Anlaşmalı boşanma kusura dayanmayan bir sebep olduğundan evlilik birliğinin çekilmez hale gelip gelmediği aranmaz. ÖZTÜRK, s.108. Y.2.HD., 08.11.2016 tarih, 2015/20999 E. Ve 2016/14481 K.
TMK.m.166/IV’e göre, boşanma sebeplerinden herhangi biriyle açılmış bulunan boşanma davasının reddine karar verilmesi ve bu kararın kesinleştiği tarihten başlayarak üç yıl geçmesi halinde, ortak hayat yeniden kurulamamışsa evlilik birliği temelden sarsılmış sayılır ve eşlerden birinin istemi üzerine boşanmaya karar verilir. Kanun koyucu bu hükümle evlilik birliğinin temelinden sarsılmasının son şeklini düzenlemiştir. Bu boşanma sebebinde evlilik birliğinin çekilmez hale gelip gelmediğinin bir önemi olmaz. Üç yıllık süre red kararının kesinleşmesinden itibaren başlar. Ortak hayatın yeniden kurulamaması sebebiyle boşanma davası açılabilmesi için davayı açacak eşin kusurunun bulunup bulunmaması, kusuru var ise ne kadar kusurlu olduğu hususlarının hiçbir önemi yoktur.
Boşanma davası devam ederken eşlerden birinin vefatı halinde diğer eşin mirasçı olabilmesi için ölen eşin mirasçıları tarafından sürdürülen boşanma davası sonucunda kendisine hiç bir şekilde kusur yüklenmemesi gerekir. Aksi durumda sağ kalan eş, vefat eden eşe olan mirasçı sıfatını kaybeder. Boşanan eşler birbirlerinin yasal mirasçısı olamazlar. Eğer ki boşanma durumundan sonra bir atanmış mirasçı durumu yoksa ya da boşanma işleminden evvel herhangi bir ölüm durumuna göre ayarlanmış bir hal varsa kusur durumuna göre mirastan yararlanırlar. Boşanan eşin diğer mirasçıları koşulları halinde mirastan yararlanmaya devam ederler.
Boşanma davası kesinleşinceye kadar eşlerin birbirlerine olan sadakat yükümlülüğü devam eder. Bu sebeple davanın devamı sırasında diğer eşin aldatması vs. gibi davranışlar göz önünde bulundurulur . Yargıtay’ın boşanma davası açıldıktan sonra eşler arasında sadakat yükümlülüğünün olmadığına, her davanın açıldığı tarihteki vakıa ve olgulara dayandığı yönündeki gerekçeleriyle tamamen zıt kararları da bulunmaktadır.
BOŞANMA DAVASINDA VEKALET ÜCRETİ
- Tarafların eşit kusurlu olduklarının kabulü halinde, neticeten dava kabul edilip boşanma kararı verildiğinden yargılama giderleri ve vekalet ücreti davalı yanda bırakılır.
- Dava veya takiplerde, taraflardan birisi dava ya da takibinde haklı çıktığında, karşı tarafa yargılama giderlerinin yüklenmesi gerekir. Avukatlık ücreti de yargılama gideri olduğundan, kendisini avukat ile temsil ettiren kişi yararına avukatlık ücretine hükmedilmesi gerekir. Mahkemece karar altına alınacak bu ücret avukatlık asgari ücret tarifesine göre belirlenir. Avukatlık ücretinin takdirinde, hukukî yardımın tamamlandığı veya dava sonunda hüküm verildiği tarihte yürürlükte olan tarife esas alınır.
- Davanın tarafları arasındaki anlaşmazlığın, davanın konusuz kalması, feragat, kabul ve sulh nedenleriyle delillerin toplanmasına ilişkin ara kararı gereğinin yerine getirilmesinden önce giderilmesi halinde avukatlık asgari ücret tarifesi hükümleriyle belirlenen ücretlerin yarısına, karar gereğinin yerine getirilmesinden sonra giderilmesi halinde ise tamamına hükmolunur. Görevsizlik, yetkisizlik, dava ön şartlarının yokluğu veya husumet nedeniyle davanın reddinde, davanın nakli ve açılmamış sayılmasında, delillerin toplanmasına ilişkin ara kararı gereğinin yerine getirilmesinden önce karar verilmesi durumunda, tarifede yazılı ücretin yarısına, karar gereğinin yerine getirilmesinden sonraki aşamada ise tamamına hükmolunur. Şu kadar ki, davanın görüldüğü mahkemeye göre hükmolunacak avukatlık ücreti ikinci kısmın ikinci bölümünde yazılı konusu para olmayan veya para ile değerlendirilemeyen hukuki yardımlara ödenecek ücret miktarlarını geçemez.
- Davanın dinlenebilmesi için kanunlarda öngörülen ön şartın yerine getirilmemiş olması ve husumet nedeniyle davanın reddine karar verilmesinde, davanın görüldüğü mahkemeye göre tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümünde yazılı konusu para olmayan veya para ile değerlendirilemeyen hukuki yardımlara ödenecek ücret miktarlarını geçmemek üzere üçüncü kısımda yazılı avukatlık ücretine hükmolunur.
- Kanunlar gereği gönderme, yeni mahkemeler kurulması, işbölümü itirazı nedeniyle verilen tüm gönderme kararları nedeniyle görevsizlik, gönderme veya yetkisizlik kararı verilmesi durumunda avukatlık ücretine hükmedilmez.
- Bir davanın takibi sırasında karşılık dava açılması, başka bir davanın bu davayla birleştirilmesi veya davaların ayrılması durumunda, her dava için ayrı ücrete hükmolunur. Yazılı avukatlık ücret sözleşmesi yok ise veya ücret konusunda ihtilaf hasıl olursa ,Asgari Ücret tarifesi esas alınarak vekalet ücreti belirlenir.
- Maktu ücret, davanın konusunun para olmadığı veya para ile ölçülemediği hallerde belirlenen ücrettir. Nisbi ücret ise davanın konusunun para olması veya para ile ölçülebilir olması halinde bu değer üzerinden belirlenen ücrettir.
- Nisbi ücretin belirlenmesinde dava dilekçesinde talep edilen miktar esas alınır. Yargılama sırasında miktarın değişmesi ve tarafça usulüne uygun olarak dava değerinin artırılması halinde yeni bedel üzerinden nisbi vekâlet ücreti belirlenir.
- Ziynet alacağına ilişkin davalar konusu para ile ölçülebilen davalardandır. Bu haliyle nisbi vekâlet ücretine hükmedilir. Ziynet alacağı davaları, boşanma davasının fer’isi de olmadıklarından, bu davaların boşanma davasından tefrik edilmedikleri hallerde ayrıca nisbi vekâlet ücreti hesaplaması yapılmalıdır. Yine ziynet alacağına ilişkin davanın kısmen kabul kısmen red edilmesi halinde de reddedilen miktar yönünden davalı yararına nisbi vekâlet ücretine hükmedilmesi gerekir. Ziynet eşyalarının davanın açılmasından sonra teslim edilmesi halinde davacı lehine, davacının ziynetlere ilişkin davasının feragat sebebiyle reddedilmesi durumunda da davalı lehine tarifenin 6. maddesi nazara alınarak vekâlet ücreti takdir edilmelidir. Y.2. Hukuk Dairesi 2009/7723 2010/9614 12.05.2010-Y.2. Hukuk Dairesi 2008/13382 2009/18898 04.11.2009- Y.2. Hukuk Dairesi 2006/22006 2007/1385 07.02.2007- Y.2. Hukuk Dairesi 7056/9101 30.05.2007
- Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 7/2 maddesi hükmü gereğince davanın dinlenebilmesi için kanunlarda öngörülen ön şartın yerine getirilmemiş olması ve husumet nedeniyle davanın reddine karar verilmesi halinde davanın görüldüğü mahkemeye göre tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümünde yazılı miktarları geçmemek üzere üçüncü kısımda belirtilen avukatlık ücretine hükmolunur. Davacı-karşı davalı tarafından dava konusu edilen ziynet ve çeyiz eşyalarının davalı-karşı davacı kayınpederi M.A.dan da aynen ya da bedelinin alınması için dava açılmasına karşın yapılan yargılama sonucu adı geçen davalı-karşı davacı hakkındaki dava husumet yönünden ret edildiğine göre davada kendisini vekille temsil ettiren davalı-karşı davacı M.A. yararına yukarda açıklandığı üzere Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 7/2 maddesi hükmü gereğince vekâlet ücreti takdir edilmesi gerekirken yazılı şekilde fazla vekâlet ücretine hükmedilmesi doğru görülmediğinden kararın vekâlet ücretine hasren bozulması gerekmiştir. 6. Hukuk Dairesi 1270/3837 29.03.2011
- Davacının ziynet ve eşya alacağı talebi reddedildiği halde kendisini vekille temsil ettiren davalı lehine karar tarihindeki tarife gereğince nisbi vekâlet ücreti takdir edilmelidir.Y.2. Hukuk Dairesi 2009/19280 2010/21467 20.12.2010
- Davacıya ziynet eşyalarına yönelik talebi açıklattırılıp, ziynet eşyasının talebe konu değeri üzerinden peşin nispi harcın ikmalinden sonra (Harçlar Kanunu m. 30-32), davalı kocanın eşya tespiti dosyasındaki beyanı göz önüne alınıp ziynetlere yönelik davanın kabulüne karar vermek gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir. Boşanma davasının eki niteliğinde olmayan çeyiz eşyalarına yönelik davanın kabul edilen miktarı üzerinden karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca nispi vekâlet ücretine hükmedilmesi gerekirken, yazılı şekilde maktu vekâlet ücretine hükmedilmesi isabetsizdir. Tarafların tespit edilen ekonomik ve sosyal durumları, boşanmaya yol açan olaylardaki kusur dereceleri, paranın alım gücü, kişilik haklarına yapılan saldırı ile ihlal edilen mevcut ve beklenen menfaat dikkate alındığında davacı kadın yararına takdir edilen maddi ve manevi tazminat azdır. Türk Medeni Kanununun 4. maddesindeki hakkaniyet ilkesi ile Borçlar Kanununun 42 ve 44. maddesi hükmü dikkate alınarak daha uygun miktarda maddi (TMK. md. 174/1) ve manevi (TMK md. 174/2) tazminat takdiri gerekir. Bu yönler gözetilmeden hüküm tesisi doğru bulunmamıştır.Y.2. Hukuk Dairesi 2009/7723 2010/9614 12.05.2010
- Boşanma davasının kesinleşmesinden sonra harcı verilerek açılan manevi tazminat davasının reddi sebebiyle karar tarihindeki Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 10. maddesi gereğince maktu, davacının ziynet eşyalarının reddedilen bölümü için davalı lehine nispi vekâlet ücreti takdir edilmesi ve davacı tarafından yapılan yargılama giderlerinin davanın kabul ve ret oranına göre belirlenmesi ve belirlenen bu bedele hükmedilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.Y.2. Hukuk Dairesi 2008/13382 2009/18898 04.11.2009
- Davacının ziynetler ve otomobile katkı alacağı nedeniyle açtığı davası feragat sebebiyle reddedilmiştir. Bu dava sebebiyle davalı yararına Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi 6’ncı maddesi uyarınca vekâlet ücretine ve Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 417. maddesi gereğince de yargılama giderlerine hükmedilmemesi doğru olmamıştır.Y.2. Hukuk Dairesi 7056/9101 30.05.2007
- Dava 25.11.2004 günü açılmış olup, bir kısım ziynetler ve eşyalar 07.12.2004 tarihinde davacıya teslim edilmiştir. Dava açılmasından sonra teslim edilen eşya ve ziynetler için davacı yararına vekâlet ücreti takdir edilmemesi (Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi m. 6) ve bunların yargılama gideri tayininde nazara alınmaması doğru görülmemiştir (HUMK. m.417). Y.2. Hukuk Dairesi 2006/22006 2007/1385 07.02.2007
- Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 7. maddesi gereğince görevsizlik nedeniyle davanın reddi halinde maktu vekâlet ücreti takdiri gerekirken, ziynetler ve eşya bedeli üzerinden nispi vekâlet ücreti takdir edilmesi usul ve yasaya aykırı ise de; bu yanlışlığın giderilmesi yeniden yargılamayı gerektirmediğinden hükmün bu yönden düzeltilerek onanması gerekmiştir.Y.2. Hukuk Dairesi 2006/16276 2007/2932 28.02.2007
- Kocanın reddedilen boşanma davası ile kadının kısmen kabul edilen eşyalarla ilgili olarak kadın yararına, kadının kısmen reddedilen eşya ve ziynetlere ait olarak da koca yararına vekâlet ücreti takdir edilmemesi usul ve kanuna aykırıdır.Y.2. Hukuk Dairesi 9301/16227 23.11.2006
- Davalı-karşılık davacı kadının ziynete ilişkin davası reddedildiği halde kendisini vekil ile temsil ettiren davacı-karşılık davalı koca lehine nispi vekâlet ücreti verilmemesi doğru bulunmamıştır.Y.2. Hukuk Dairesi 8484/15521 13.11.2006
- Davacının boşanma davası red edildiği halde, kendisini vekille temsil ettiren davalı yararına karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Ücret Tarifesi uyarınca ayrıca maktu vekâlet ücreti takdiri gerekirken, sadece reddedilen ziynet alacağı için nisbi vekâlet ücreti takdiri ile yetinilmesi doğru olmamıştır.Y.2. Hukuk Dairesi 14162/16928 05.12.2005
- Davacı tarafın 1.000.000.000 TL. değer göstererek harç yatırdığı çeyiz ve ziynet alacağına ilişkin talebi ret edilmiştir. Bu talep boşanmanın ferisi niteliğinde değildir. Yargılama giderleri ve bu arada yargılama giderlerinden olan vekâlet ücreti haksız çıkan taraftan alınır. (HUMK. 417 ve 423.m.) Bu talep hakkında kendini vekil ile temsil ettiren davalı yararına vekâlet ücreti takdir edilmemesi doğru değildir.Y.2. Hukuk Dairesi 7806/10302 30.06.2005
- Davacı kadının ziynet eşyalarına yönelik davası kabul edildiği halde ziynetlerin bedeli üzerinden kendisini vekille temsil ettiren kadın yararına karar tarihindeki Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi gereğince nisbi vekâlet ücreti takdir edilmemesi doğru olmamıştır.Y.2. Hukuk Dairesi 3677/7681 10.05.2005
- -Ziynet eşyaları yönünden davanın açılmamış sayılmasına karar verildiği halde, taraflarca yapılan yargılama giderleri ve vekâlet ücreti yönünden olumlu – olumsuz karar verilmemesi doğru olmamıştır.Y.2. Hukuk Dairesi 1158/3190 03.03.2005
Davacı; dava dilekçesinde boşanmanın yanı sıra ziynet eşyası alacağı talebinde de bulunmuştur. Dava açılırken alınan başvuru harcı, dava dilekçesindeki isteklerin tümünü kapsar. Davacının ziynet alacağı talebi boşanmanın eki niteliğinde olmayıp ayrıca nispi harca tabidir. Bu talep sebebiyle davanın açılması esnasında nispi harç alınmadığı gibi bu eksiklik yargılama sırasında da giderilmemiştir. Nispi harç tamamlattırılmadan müteakip işlemler yapılamaz. O halde, talep edilen ziynetlerin bedeli üzerinden nispi harcın peşin kısmının yatırılması için davacıya usulüne uygun olarak süre verilmeli, (Harçlar Kanunu madde 30-32) harç noksanlığı giderildiği takdirde, bu talebin esası incelenmeli ve hasıl olacak sonuca göre karar verilmelidir (Y.2HD-K.2015/4638).
Davacı kadın dava dilekçesinde 20.000,00 TL ziynet bedeli istemiş, düğünde takılan para yönünden talepte bulunmamıştır. Yargılama devam ederken 20.9.2012 tarihinde ziynet talebini ıslah ederken davaya konu yapmadığı düğünde takılan 10.000,00 TL parayı da istemiş, ıslahla yeni bir talepte bulunmuştur. Islahla talep değiştirilebilir, fakat yeni bir talep eklenemez. Kaldı ki; bu konuda yargılama harcı da alınmamıştır. Davacının düğünde takılan paraya dair talebi hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar vermek gerekirken, yazılı şekilde kabulü doğru görülmemiştir (Y.2HD – Karar: 2013/21102).
“Ziynet eşyası rahatlıkla saklanabilen, taşınabilen, götürülebilen türden eşyalardandır. Bu nedenle evden ayrılmayı tasarlayan kadının bunları önceden götürmesi, gizlemesi her zaman mümkün olduğu gibi, evden ayrılırken üzerinde götürmesi de mümkündür. Bunun sonucu olarak, normal koşullarda ziynet eşyalarının kadının üzerinde olduğunun kabulü gerekir. Bu durumda, ziynet eşyasının varlığını, evi terk ederken bunların zorla elinden alındığını ve götürülmesine engel olunduğunu, evde kaldığını, kadının ispatlaması gerekir. Bunların davalı tarafın zilyetlik ve korumasına terk edilmesi olağan durumla bağdaşmaz. Diğer taraftan, düğün sırasında takılan ziynet eşyaları kim tarafından takılırsa takılsın, aksine bir anlaşma bulunmadıkça kadına bağışlanmış sayılır ve artık onun kişisel malı niteliğini kazanır. Bu eşyaların iade edilmemek üzere kocaya verildiği, kadının isteği ve onayı ile bozdurulup müşterek ihtiyaçlar için harcandığı hususu davalı tarafça ispatlandığı takdirde, koca bunları iadeden kurtulur. Somut olayda; düğünde takılan ziynetlerin ve paraların davalı erkek tarafından rızası dışında alındığını ispatlamakla yükümlü olan davacıdır. Davacı kadın iddialarını somut ve inandırıcı deliller ile ispatlayamamıştır. Ancak, davalı taraf 7.000 TL değerindeki ziynet eşyasını düğünden sonra bozdurduklarını, balayına harcadıklarını, takılan paralardan da koltuk takımı aldıklarını ve düğün masraflarına harcadıklarını ikrar etmiştir.” Yargıtay 3. Hukuk Dairesi 2019/1799 E. , 2019/5672 K. 04.07.2019 tarihli kararı
“Dava konusu kadına ait olan altınlar koca tarafından bozdurulup değişik amaçlarla kullanılmış olabilir. Çeşitli sebeplerle (evin ihtiyaçları, düğün borçları, balayı vs) koca tarafından bozdurulan bu altınların karşılığının hibe edilmediği müddetçe kadına iadesi zorunludur. Ziynet eşyalarının iade edilmemek üzere kocaya verildiğinin, davacının isteği ve onayı ile ziynet eşyalarının bozdurulup ev ihtiyaçları için harcandığının davalı yanca kanıtlanması halinde koca ziynet eşyalarının iadesinden kurtulur. Somut olayda; davalı her ne kadar altınların rızaen verildiğini ifade etmekte ise de, geri verilmemek üzere alındığını ispat yükü davalı tarafa aittir. Ancak davalı taraf bu hususu ispat edememiştir. Bu nedenle mehir senedindeki altınlar yönünden de davanın kabulüne karar vermek gerekirken davanın reddine karar vermek doğru olmamış bozmayı gerektirmiştir.” Yargıtay 3. Hukuk Dairesi 2019/597 E. , 2019/2876 K. 02.04.2019 tarihli kararı
“Aşağıda sayılanlar, kanun gereğince kişisel maldır: TMK Md.220
- Eşlerden birinin yalnız kişisel kullanımına yarayan eşya,
- Mal rejiminin başlangıcında eşlerden birine ait bulunan veya bir eşin sonradan miras yoluyla ya da herhangi bir şekilde karşılıksız kazanma yoluyla elde ettiği malvarlığı değerleri,
- Manevî tazminat alacakları,
- Kişisel mallar yerine geçen değerler.”
Mahkemece dayanak ilamda dava konusunun boşanma, çeyiz ve ziynet eşyası bedeli olup, aile ve kişiler hukukuna ilişkin ilamlar kesinleşmedikçe icraya konulamaz ise de boşanma kararında hükmedilen çeyiz ve ziynet eşyası bedeli, boşanma kararının ferisi olmayıp, boşanma davasından bağımsız bir dava olduğundan kesinleşmeden takibe konulabileceği gerekçesiyle şikayetin reddine karar verilmiş borçlu vekili ilama aykırı fazla talepte bulunulduğu ve evrak üzerinde karar verildiğini açıklayarak temyiz itirazında bulunmuştur. Yargıtay 8. Hukuk Dairesi’nin 2015/5688 Esaslı, 2015/16240 Karar numaralı, 14.09.2015 tarihli kararı.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
Esas : 2017/3177
Karar : 2021/1162
Tarih : 05.10.2021
Genel boşanma sebeplerini düzenleyen ve yukarıya alınan madde hükmü, somutlaştırılmamış veya ayrıntıları ile belirtilmemiş olması nedeniyle evlilik birliğinin sarsılıp sarsılmadığı noktasında hâkime çok geniş takdir hakkı tanımıştır. Bu bağlamda evlilik birliğinin temelinden sarsılması nedeniyle boşanma davası açan davacının, davasının kabul edilerek, boşanma kararı elde edebilmesi için iki koşulun gerçekleştiğini kanıtlamış olması gerekir. Bunlardan ilkinde davacı; kendisinden, evlilik birliğinin devamı için gereken “ortak hayatın sürdürülmesi” olgusunun artık beklenmeyecek derecede birliğin temelinden sarsıldığını, ikinci olarak “temelden sarsılmanın” karşı tarafın kusurlu davranışları sonucu gerçekleştiğini ispatlamak zorundadır. Belirtmek gerekir ki; söz konusu hüküm uyarınca evlilik birliği, eşler arasında ortak hayatı çekilmez duruma sokacak derecede temelinden sarsılmış olduğu takdirde, eşlerden her biri kural olarak boşanma davası açabilir ise de, Yargıtay bu hükmü tam kusurlu eşin dava açamayacağı şeklinde yorumlamaktadır. Çünkü tam kusurlu eşin boşanma davası açması tek taraflı irade ile sistemimize aykırı bir boşanma olgusunu ortaya çıkarır. Boşanmayı elde etmek isteyen kişi karşı tarafın hiçbir eylem ve davranışı söz konusu olmadan, evlilik birliğini, devamı beklenmeyecek derecede temelinden sarsar, sonra da mademki “birlik artık sarsılmıştır” diyerek boşanma doğrultusunda hüküm kurulmasını talep edebilir. Böyle bir düşünce, kimsenin kendi eylemine ve tamamen kendi kusuruna dayanarak bir hak elde edemeyeceği yönündeki temel hukuk ilkesine aykırı düşer (TMK m. 2). Nitekim benzer ilkeye HGK’nın 04.12.2015 tarihli ve 2014/2- 594 E., 2015/2795 K. sayılı kararında da değinilmiştir. Bu durumda kusur ilkesine göre genel sebeple (TMK m. 166/1) boşanmaya karar verebilmek için davalının az da olsa kusurlu olması gerekir. Yargıtay kararlarında boşanma davalarında temyiz incelemesi aşamasının daha sağlıklı yürütülebilmesi amacıyla; her bir davada verilecek olan boşanma kararı, fer’îleri ve boşanmanın malî sonuçları yönünden yapılacak denetlemeye uygun şekilde, tarafların boşanmaya sebep olan olaylarda gerçekleşen kusurlu davranışları belirtildikten sonra eşlerin kusur durumlarının “kusursuz, az kusurlu, eşit kusurlu, ağır kusurlu veya tam kusurlu eş” şeklinde belirlenmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Yine Yargıtay, 03.07.1978 tarihli, 5/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararıyla da “kimin daha fazla kusurlu olduğunu tayin hususunda önceden bir ölçü konulamayacağına ve bu hususta bir içtihadı birleştirmeye gidilemeyeceğine” karar vererek her bir boşanma davasında tarafların boşanmaya esas teşkil eden kusur durumlarının kendine özgü ve o evliliğe münhasır olduğunu kabul etmiştir. Diğer yandan, boşanma, bozucu yenilik doğuran bir karar niteliğinde olup, boşanma kararının kesinleşmesiyle evlilik birliği sona erer. Boşanmanın eşler bakımından kişisel ve malî olmak üzere bir takım sonuçlarının bulunduğu kuşkusuzdur. Maddi ve manevi tazminat talepleri de boşanmanın eşlerle ilgili malî sonuçlarındandır. TMK’nın “Maddi ve manevi tazminat” başlıklı 174. maddesinde “Mevcut veya beklenen menfaatleri boşanma yüzünden zedelenen kusursuz veya daha az kusurlu taraf, kusurlu taraftan uygun bir maddî tazminat isteyebilir. Boşanmaya sebep olan olaylar yüzünden kişilik hakkı saldırıya uğrayan taraf, kusurlu olan diğer taraftan manevî tazminat olarak uygun miktarda bir para ödenmesini isteyebilir.” hükmü düzenleme altına alınmıştır. Görülüyor ki hâkim, boşanmaya sebep olan olaylarda kusursuz veya az kusurlu bulunan eş yararına tazminat ödenmesine karar vermek yetkisine sahiptir. Maddi tazminat, mevcut veya beklenen menfaatleri boşanma yüzünden zedelenen kusursuz veya daha az kusurlu tarafın, kusurlu taraftan talep ettiği tazminattır. Maddi tazminatın ön koşulu, talep edenin boşanma yüzünden mevcut veya beklenen menfaatlerinin zedelenmesi, boşanma ve maddi zarar arasında nedensellik bağının bulunmasıdır.
T.C.
YARGITAY
ONUNCU HUKUK DAİRESİ
Esas : 2015/20973
Karar : 2018/3303
Tarih : 10.04.2018
4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 181. maddesi hükmüne göre; boşanan eşler, bu sıfatla birbirlerinin yasal mirasçısı olamazlar ve boşanmadan önce yapılmış olan ölüme bağlı tasarruflarla kendilerine sağlanan hakları, aksi tasarruftan anlaşılmadıkça kaybederler. 6217 sayılı Kanunun 19. maddesi ile Türk Medeni Kanunun 181. maddesinin ikinci fıkrası değiştirilerek, “Boşanma davası devam ederken, ölen eşin mirasçılarından birisinin davaya devam etmesi ve diğer eşin kusurunun ispatlanması hâlinde de yukarıdaki fıkra hükmü uygulanır” hükmü getirilmiştir. Maddenin içeriğinden de anlaşılacağı üzere, boşanma davasının devamı sırasında ölen tarafın mirasçılarından birinin davaya devam ederek, karşı tarafın evlilikte boşanmaya neden olan olaylarda kusurunu ispatlaması halinde, ilk fıkra hükmü gereği boşanan eş gibi miras hakkını kaybedecektir. Diğer yandan, TMK 181/2. maddesi diğer eşin kusurunun ispatlanmasını yeterli kabul etmiş, ölen eşin kusurunun diğer eşe göre daha az, ya da daha çok olması yönünden bir ayrıma gitmemiştir.Boşanma davası devam ederken, ölen davacının mirasçılarından birisinin davaya devam etmesi ve davalının kusurunun ispatlanması halinde de yukarıdaki fıkra hükmü uygulanır.”
GÖRGÜYE DAYALI OLMAYAN DUYUMA ve VARSAYIMA DAYALI TANIK BEYANININ DEĞERİ
Başkalarından duyduğu veya başkalarının görmüş olduğu şeylerle ilgili mahkemeye bunları nakleden kişi, bu anlamda tanık olmayıp, bu kişilerin bilgi vermesine ”başkasından duyma tanıklık” (simaa müstenit şahitlik veya tanıklık, hearsay evidence) denir. Bkz.Kuru,Usul C.3 s.2567 vd;Kuru/Arslan/Yılmaz, Usul,22 , B.s.431 vd;Pekcanitez/Atalay/Özekes,Usul,12.B,s.506, Ertanhan,Tanıklık,s.48, 6.HD.24.10.2011,6792/11461-13.HD.08.10.2012,15558/22161
Tanık, bir vakıa hakkında sadece duyu organlarıyla (gözleri ile görmek ve kulakları ile işitmek suretiyle) edindiği bilgiyi aktarır; yoksa bir vakıa hakkındaki anlayış ve düşüncelerini, değerlendirmelerini bildiremez; bildirse dahi bunlar hükme dayanak yapılamaz.2.HD.21.02.1997,787/1914-2.HD.20.04.2001,4676/6384-Bilge/Önen,Yargılama,s.523
Mahkemenin de kabulünde olduğu üzere davalıdan borcuna karşılık alınan çekler zamanında ibraz edilmediğinden kambiyo vasfını yitirmiş ise de bunlara yazılı delil başlangıcı olarak dayanılabilir. Taraflar arasında temel ilişki nedeniyle alacak her türlü delille ispatlanabilir. Mahkemece, dinlenen tanıkların görgüye dayalı bilgileri yoktur. Tamamı duyuma dayalı bilgilerdir ve davacının alacağının varlığını kanıtlamaya yeterli değildir. Bu durumda davanın reddi gerekir. Ne var ki, davacının delil listesinde her türlü yasal kanıt demek suretiyle yemin deliline de dayandığı anlaşılmaktadır. Bu durumda davacının bu bedele ilişkin davalıya yemin teklif hakkı hatırlatılarak sonuca uygun karar verilmesi gerekirken aksi düşüncelerle yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozma gerektirir. YARGITAY 13. Hukuk Dairesi Esas No: 2012/13178 Karar No: 2012/17487
Somut olaya bakıldığında; her ne kadar mahkemece, davacı tanıklarından birinin (davacının ailesinin dükkanında işçi) anlatımlarına itibar edilerek, ayrılık gerçekleşmeden önce davacı kadının ziynet eşyalarının bir kısmının ortak ihtiyaçlar için harcandığı, bir kısmının ise davalı eski eşin babasına verildiğinin anlaşıldığı, davacı kadının müşterek haneyi terk ederken düğünde takılan ziynet eşyalarının bulunmadığı kanaatine varılarak davanın kabulü yönünde hüküm tesis edilmiş ise de, anlatımlarına itibar edilen bu tanığın beyanları görgüye dayalı olmayıp, duyuma dayalıdır. Ayrıca yargılama sırasında dinlenilen diğer davacı tanığının ise, davacı H…’ın ailesinin yanına dönerken evliliği sırasında ailesi tarafından alınan eşyaları aldığını, H…’a düğünde 5-6 tane burma bilezik takılıp bunları davacı H…’ın yanında getirdiğini beyan ettiği görülmektedir. Bu nedenle de, sırf duyuma dayalı tanık beyanına dayanarak hüküm kurulması doğru değildir. YARGITAY 3. Hukuk Dairesi ESAS: 2013/16952 KARAR: 2014/1575
“Davacı erkek tanıklarının beyanlarının bazıları davacıdan duyum, bazıları ise görgüye dayalı olmayan beyanlar olup boşanmaya esas alınamaz.” (Yargıtay 2. H.D. 2016/13531 E. , 2016/12519 K. , T.28.06.2016 )
TANIK BEYANININ DEĞERLENDİRİLMESİ :
Tanıklara İtiraz;HMK Madde 255
(1) Tanığın davada yararı bulunmak gibi tanıklığının doğruluğu konusunda kuşkuyu gerektiren sebepler varsa, bunu iki taraftan biri iddia ve ispat edebilir.
Yaş, akrabalık ve davayla ilgili menfaatler tanıklığın değerini doğrudan düşürmez; ancak bu hususlar, tanığın beyanı değerlendirilirken göz önünde bulundurulur. Pekcanitez/Atalay/Özekes,Usul,12.s.507-2.HD.26.02.2003,1094/2504-9.HD.21.09.2004,12150/19501-HGK,27.04.2005,9/261-284
” Aksine ciddi ve inandırıcı delil ve olaylar bulunmadıkça asıl olan tanıkların gerçeği söylemiş olmalarıdır. Akrabalık veya diğer bir yakınlık başlı başına tanık beyanını değerden düşürücü bir sebep sayılamaz. Dosyada tanıkların olmamışı olmuş gibi ifade ettiklerini kabule yeterli delil ve olgu da yoktur. O halde kocanın güven sarsıcı davranışlarına ilişkin tanık beyanlarına ve olaylara çok yakın tanık sözlerine değer verilerek isteğin kabulü gerekirken bu yön göz önünde tutulmadan yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve kanuna aykırıdır. 2.HD.03.06.2004,6300/7255
Mahkemece davalı-davacı kadın tanığı …’nin beyanlarına, uzun yıllar önce gerçekleşen bir olayı hatırlayamayacağı gerekçesiyle itibar edilmeyerek ziynet alacağı davasının reddine dair hüküm kurulmuş ise de, yapılan yargılama ve toplanan delillerden bahsedilen tanığın beyanlarını değerden düşürecek maddi bir olayın varlığı iddia ve ispat edilememiş olup aslolan tanığın doğruyu söylemiş olmasıdır. (HMK m. 255). Dosyada, adı geçen tanığın olmamışı olmuş gibi ifade ettiğini kabule yeterli delil ve olgu da yoktur. YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ Esas : 2016/18487 Karar : 2018/6856 Tarih : 29.05.2018
”…Bu olayları anlatan tanıkların beyanlarına itibar edilmemesi için geçerli bir hukuksal sebep bulunmamaktadır. TMK 166/1. Maddesindeki boşanma koşulları gerçekleştiğinden, davanın kabülü ile boşanmaya karar verilmesi gerekirken, yetersiz gerekçe ile reddi isabetsiz olmuş, bozmayı gerektirmiştir….” 2.HD.20.12.2012,11214/31157
Tanığın davada yararı bulunmak gibi tanıklığının doğruluğu konusunda kuşkuyu gerektiren sebepler varsa, bunu iki taraftan biri iddia ve ve ispat edebilir.(m.255)
Aksine ciddi ve inandırıcı delil ve olaylar bulunmadıkça asıl olan tanıkların gerçeği söylemiş olmalarıdır. HGK.16.03.2005,2/133-184.
Davada menfaati bulunmak gibi şüpheyi mücip kılan bir esbabın varlığı iddia ve ispat edilmedikçe, tanıkların doğruyu söyledikleri asıldır. HGK.,19.04.2006,11/160-208.
Mahkemece davalı-davacı kadın tanığı …’nin beyanlarına, uzun yıllar önce gerçekleşen bir olayı hatırlayamayacağı gerekçesiyle itibar edilmeyerek ziynet alacağı davasının reddine dair hüküm kurulmuş ise de, yapılan yargılama ve toplanan delillerden bahsedilen tanığın beyanlarını değerden düşürecek maddi bir olayın varlığı iddia ve ispat edilememiş olup aslolan tanığın doğruyu söylemiş olmasıdır. (HMK m. 255). Dosyada, adı geçen tanığın olmamışı olmuş gibi ifade ettiğini kabule yeterli delil ve olgu da yoktur.YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ Esas : 2016/18487 Karar : 2018/6856 Tarih : 29.05.2018
Tanık, bir vakıa hakkında sadece duyu organlarıyla (gözleri ile görmek ve kulakları ile işitmek suretiyle) edindiği bilgiyi aktarır; yoksa bir vakıa hakkındaki anlayış ve düşüncelerini, değerlendirmelerini bildiremez; bildirse dahi bunlar hükme dayanak yapılamaz. 2.HD.21.02.1997,787/1914-2.HD.20.04.2001,4676/6384-Bilge/Önen,Yargılama,s.523
Mahkemenin de kabulünde olduğu üzere davalıdan borcuna karşılık alınan çekler zamanında ibraz edilmediğinden kambiyo vasfını yitirmiş ise de bunlara yazılı delil başlangıcı olarak dayanılabilir. Taraflar arasında temel ilişki nedeniyle alacak her türlü delille ispatlanabilir. Mahkemece, dinlenen tanıkların görgüye dayalı bilgileri yoktur. Tamamı duyuma dayalı bilgilerdir ve davacının alacağının varlığını kanıtlamaya yeterli değildir. Bu durumda davanın reddi gerekir. Ne var ki, davacının delil listesinde her türlü yasal kanıt demek suretiyle yemin deliline de dayandığı anlaşılmaktadır. Bu durumda davacının bu bedele ilişkin davalıya yemin teklif hakkı hatırlatılarak sonuca uygun karar verilmesi gerekirken aksi düşüncelerle yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozma gerektirir.YARGITAY 13. Hukuk Dairesi Esas No: 2012/13178 Karar No: 2012/17487
Somut olaya bakıldığında; her ne kadar mahkemece, davacı tanıklarından birinin (davacının ailesinin dükkanında işçi) anlatımlarına itibar edilerek, ayrılık gerçekleşmeden önce davacı kadının ziynet eşyalarının bir kısmının ortak ihtiyaçlar için harcandığı, bir kısmının ise davalı eski eşin babasına verildiğinin anlaşıldığı, davacı kadının müşterek haneyi terk ederken düğünde takılan ziynet eşyalarının bulunmadığı kanaatine varılarak davanın kabulü yönünde hüküm tesis edilmiş ise de, anlatımlarına itibar edilen bu tanığın beyanları görgüye dayalı olmayıp, duyuma dayalıdır. Ayrca yargılama sırasında dinlenilen diğer davacı tanığının ise, davacı H…’ın ailesinin yanına dönerken evliliği sırasında ailesi tarafından alınan eşyaları aldığını, H…’a düğünde 5-6 tane burma bilezik takılıp bunları davacı H…’ın yanında getirdiğini beyan ettiği görülmektedir. Bu nedenle de, sırf duyuma dayalı tanık beyanına dayanarak hüküm kurulması doğru değildir.YARGITAY 3. Hukuk Dairesi ESAS: 2013/16952 KARAR: 2014/1575
“Davacı erkek tanıklarının beyanlarının bazıları davacıdan duyum, bazıları ise görgüye dayalı olmayan beyanlar olup boşanmaya esas alınamaz.” (Yargıtay 2. H.D. 2016/13531 E. , 2016/12519 K. , T.28.06.2016 )
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
Esas No : 2017/2-2720
Karar No : 2021/364
”… Bu haliyle davacı iddiası ile, davacı tanık beyanı birbiriyle çeliştiği gibi, ayrıca bu beyanın soyut, iddia edilen olayların anlatımına uymayan ve bu nedenle inandırıcılıktan uzak olduğu anlaşılmaktadır. Hükme esas alınamayacağı belirlenen bu eylem dışında davalı kadın eşten kaynaklanan kusurlu bir davranışın varlığı ispatlanamamıştır. Yukarıda açıklandığı üzere, 6100 sayılı HMK uyarınca tanık delili takdiri delildir. Aynı Kanun’un ” Delillerin değerlendirilmesi” başlıklı 198.maddesine göre ‘ kanuni istisnalar dışında hakimin delilleri serbestçe’ değerlendirebileceği açıklanmıştır. Burada hakimin, tanık delili altında yer alan beyanları hükmün gerekçe bölümünde serbestçe takdir ederken, sadece kendi vicdani kanaatinden bahsetmesi yeterli olmayıp ayrıca dinlenen tanığın ifadesinin, hangi nedenlerle hükme esas alınıp alınmadığını da belirtmesi gerekmektedir. Başka bir olayda da Hukuk Genel Kurulu 20.02.2013 tarihli ve 2012/9-843 E.2013/253 K. Sayılı kararında bu hususu ” …. Sıklıkla başvurulan delillerden biri olan tanık beyanı, takdiri bir delildir, hakimi bağlamaz ancak hakim, tanık beyanını serbestçe takdir ederken sadece vicdani kanaati ile karar veremez. Tanık beyanları yönünde ya da aksine hüküm tesis edilmesi durumunda, tanık beyanının neden kabul edildiği ya da edilmediği açıklanmalıdır.” şeklinde açıklamıştır.”
T.C.
YARGITAY
ÜÇÜNCÜ HUKUK DAİRESİ
Esas : 2012/8395
Karar : 2012/12749
Tarih : 21.05.2012
”Mahkemece, çocukların davacı baba yanında kalıp kalmadığı tam ve sağlıklı olarak araştırılmadan, tanık beyanları arasındaki çelişki giderilmeden, davalı tanıklarının beyanlarına itibar edilmemesinin gerekçesi açıklanmadan; yalnızca davacı tanıklarının ifadesine göre eksik inceleme ve araştırma ile hüküm kurulmuş olması doğru görülmemiş, bu husus bozmayı gerektirmiştir.”
T.C.
YARGITAY
ONUNCU HUKUK DAİRESİ
Esas : 2010/1382
Karar : 2010/7717
Tarih : 31.05.2010
”Ayrıca mahkemece, gerek talimat yoluyla gerekse duruşmada dinlenen tanıklardan bir çoğunun, davacının dava konusu dönemde kaloriferci olarak çalıştığını beyan etmeleri karşısında tanık beyanlarına itibar edilmemesinin gerekçeleri yeterli görülmemiştir. ”
T.C.
YARGITAY
ONÜÇÜNCÜ HUKUK DAİRESİ
Esas : 2000/7671
Karar : 2000/8203
Tarih : 10.10.2000
”Davacı, ödünç iddiasına dayanmıştır. Havalelere ilişkin örnekleri dosyaya sunulan banka dekontlarında, paraların hangi ilişkiden dolayı gönderildiği açıklanmamış, davacı bu yönde başkaca yazılı delil de sunmamıştır. Ne var ki,tarafların kardeş oldukları uyuşmazlık konusu değildir. Bu durumda davacı, iddiasını Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 293. Maddesi uyarınca tanıkla ispat edebilir. Nitekim her iki taraf da tanık deliline dayanmış ve dinletmiş; davacı tanıkları tarih ve miktar da belirtmek suretiyle, davacının sunduğu banka dekontlarıyla havale edilen paraların, davacı tarafından davalıya ödünç olarak gönderildiğini, istenilmesine rağmen davalının bu borcunu ödemediğini açıkça ve kuşkudan uzak biçimde beyan etmişlerdir. Davalı tanıklarının da, bu beyanlara itibar edilmemesini gerektirecek,aksi yönde bir açıklamaları yoktur.”
T.C.
YARGITAY
ONBEŞİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas : 2016/763
Karar : 2016/1177
Tarih : 23.02.2016
”Tanıklık takdiri bir delildir (HMK 198). Bu nedenle hakim, tanıkların ifadeleri ile bağlı değildir; tanığın doğru söylemediğini, başka delil ve belirtilerle anlarsa, tanık ifadelerinin aksi yönde de karar verebilir. Fakat, tanık ifadelerini serbestçe takdir ederken sadece hakimin vicdani kanaati yeterli olmayıp, hükümde bir tanığın ifadesinin neden kabul edilmediğinin belirtilmesi gerekir (Prof.Dr. Baki Kuru, Prof.Dr. Ramazan Arslan, Prof.Dr. Ejder Yılmaz, Medeni Usul Hukuku, 22. baskı, sayfa 438). Taraflardan her biri de tanığın davada hukuki yararı bulunduğu gibi, bir nedenle doğru söylemediğini iddia ve ispat edebilir (HMK 255). Asıl olan tanığın doğruyu söylemiş olduğudur. Akrabalık, arkadaşlık, işçi işveren ilişkisi ve benzeri bir yakınlık başlı başına tanık beyanına itibar edilmemesini gerektirmez. Tanık beyanının aksinin kabulünü gerektirir delil ve olaylar bulunmadıkça tanık beyanına itibar edilmesi gerekir.”
T.C.
YARGITAY
ONALTINCI HUKUK DAİRESİ
Esas : 2015/5160
Karar : 2016/3544
Tarih : 31.03.2016
”Dinlenen yerel bilirkişi beyanları ise soyut nitelikte olup, aydınlatıcı değildir. Mahkemece, tanık sözleri arasındaki çelişki giderilmeden, davalı tanıkları … … ve … beyanlarına itibar edilmemesinin gerekçesi açıklanmadan, tanık ve yerel bilirkişilerin soyut nitelikli beyanları esas alınarak karar verilmesi isabetsizdir.”
T.C.
YARGITAY
ONDOKUZUNCU HUKUK DAİRESİ
Esas : 2016/1703
Karar : 2016/15745
Tarih : 13.12.2016
”Mahkemece dinlenilen davalı tanıklarından … isimli tanık davacının dava konusu biçerdöveri kullandığını beyan ettiği halde Mahkemece bu tanık beyanı dikkate alınmamış ve bu hususun gerekçesi de karar yerinde belirtilmemiştir. Önceki davada davacının biçerdövere bir takım faydalı masraflar yaptığı kabul edilmiş olup bu kabul karşısında adı geçen davalı tanığının davacı aleyhindeki beyanlarına itibar edilmemesinin güçlü gerekçeleri açıklanmadan bu tanık beyanına itibar edilmemiş olması delillerin değerlendirilmesinde yanılgıya düşüldüğünü gösterir. Öte yandan uyuşmazlığın biçerdöverden yararlanmadığını iddia eden davacının biçerdöveri derhal davalıya iade edip takasa konu kendi biçerdöverini de geri istememiş olması yönündeki davranışının da davanın sonucuna etkisi tartışılmalıdır.”
T.C.
YARGITAY
YİRMİİKİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas : 2016/23527
Karar : 2019/21032
Tarih : 13.11.2019
”..dinlenen davacı tanıklarının davalı işveren aleyhine dava açtığı ve davacı ile menfaat birlikteliği içinde olduğu anlaşılmakla, kural olarak beyanlarına itibar edilmemesi gerekir. ”
T.C.
YARGITAY
YİRMİİKİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas : 2016/16039
Karar : 2019/13538
Tarih : 20.06.2019
” Davacı tanıklarının davalı işveren aleyhine dava açtığı ve davacı ile menfaat birlikteliği içinde olduğu anlaşılmakla kural olarak beyanlarına itibar edilmemesi gerekir.Davacı tanıklarının, davacı ile aynı mahiyette davalarının bulunması sebebiyle salt husumetli tanık beyanlarına itibarla davacının fazla mesai yaptığının ve hafta tatili ile ulusal bayram genel tatil günlerinde çalıştığının kabulü isabetli olmamıştır.”
T.C.
YARGITAY
YİRMİİKİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas : 2018/15730
Karar : 2018/28057
Tarih : 24.12.2018
”Davacı işçi tarafından tanık deliline dayanılması halinde; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 255. maddesi uyarınca, aksine ciddi ve inandırıcı delil ve olaylar bulunmadıkça asıl olanın tanıkların gerçeği söylemiş olmaları olduğu ilkesi gözetilerek değerlendirme yapılmalıdır. Akrabalık veya diğer bir yakınlık başlı başına tanık beyanını değerden düşürücü bir sebep sayılamaz ise de işveren aleyhine dava açan kişiler davacı tanığı olarak dinlenmiş ise bu işçilerin tanıklıklarına kural olarak itibar edilmemesi; birbirlerine tanıklık eden kişilerin beyanlarına ihtiyatla yaklaşılması ile bu tanıkların beyanlarının diğer yan delillerle birlikte değerlendirilerek, sonuca gidilmesi gerekir. Hukuk Genel Kurulunun 13.04.2011 gün ve 2010/2-751 E. 2011/96 K.; 12.09.2012 gün ve 2012/2 E. 2012/551 K., 25.02.2015 gün 2013/9-1447 E., 2015/854 K. ve 29.06.2016 gün ve 2015/22-1444 E. 2016/869 K. sayılı ilamları da bu yöndedir.”
T.C.
YARGITAY
YİRMİİKİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas : 2018/9805
Karar : 2018/16501
Tarih : 02.07.2018
”Somut uyuşmazlıkta, davacının işyerinde fazla çalışma yaptığı ve resmi tatillerde çalıştığı iddiasına ilişkin olarak talep konusu tüm dönemi kapsamayan puantaj kayıtları delil olarak sunulmuştur. Mahkemece, talep konusu resmi tatil çalışmaları ve fazla çalışma ücret talepleri yönünden, puantaj kayıtlarının bulunmadığı dönem için davacı tanığının anlatımı esas alınarak sonuca gidilmiş ise de; dinlenen davacı tanığının, beyanına göre davalı aleyhine açılan davası mevcut olup davacı ile menfaat birlikteliği içinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle kural olarak bu tanığın beyanlarına itibar edilmemesi gerekir.”
T. C.
Y A R G I T A Y
YİRMİİKİNCİ HUKUK DAİRESİ
ESAS : 2017/11745
KARAR : 2018/8871
TARİH : 14.07.2018
”Dosya kapsamına göre, davacı tanıklarının davalı işveren aleyhine aynı taleplerle dava açtıkları, bu sebeple işverenle husumetli OLDUKLARI ANLAŞILMAKTADIR. Fazla çalışmanın ispatı konusunda salt husumetli tanık beyanı itibar edilerek sonuca gidilemez. Bu itibarla, davacının fazla çalışma iddiasıyla ilgili olarak davalı tanıklarının beyanlarına itibar edilerek sonuca GİDİLMESİ GEREKİR.”
T.C.
Yargıtay
10. Hukuk Dairesi
Esas No:2018/7202
Karar No:2020/1223
”Dinlenen tanıkların anlatımları ile bu dosyada bilgi ve görgüsüne başvurulan tanıkların anlatımları karşılaştırılmalı, varsa çelişki giderilmeli, yargılama sürecinde dinlenen tanık anlatımlarının değerlendirilmesinde, iş yerinin kapsamı, kapasitesi ve niteliği nazara alınmalı, işin mevsimlik olduğu anlaşılırsa dönemleri belirlenmeli, bu dönemde davacı ile işveren arasındaki sözleşmenin askıda olduğu ve mevsimlik dönemlerde hak düşürücü sürenin işlemeyeceği gözönünde bulundurulmalı; böylelikle; çalışmanın varlığı, başlangıç ve bitiş tarihleri, mevsimlik mi, sürekli mi olduğu, yapılan işin kapsam ve niteliği de nazara alındığında kısmi çalışma mümkün olduğundan kısmi ve kesintili olup olmadığı yöntemince araştırılmalıdır.”
T.C.
Yargıtay
16. Hukuk Dairesi
Esas No:2020/751
Karar No:2020/1134
”Tanık ve yerel bilirkişilerden, taşınmazların önceki durumları, kime ait oldukları, kimden kime nasıl intikal ettikleri, kim tarafından ne zamandan beri ve ne suretle kullanıldıkları ve üzerlerindeki imar-ihya çalışmalarının hangi tarihte tamamlandığı hususlarında maddi olaylara dayalı ayrıntılı bilgi alınmalı, tanık ve yerel bilirkişi beyanları bilimsel esaslara ve maddi bulgulara dayanılarak hazırlanan bilirkişi raporlarıyla denetlenmeli, beyanları arasındaki çelişkiler gerektiğinde yüzleştirme yapılmak suretiyle yöntemince giderilmeye çalışılmalı…”
T.C.
Yargıtay
22. Hukuk Dairesi
Esas No:2019/6998
Karar No:2019/18654
”Mahkemece verilen karara karşı, dairemizce; dosya kapsamında dinlenen taraf tanık beyanlarının çelişkili olup, mahkemece beyanlar arasındaki çelişki giderilmeden davacının fazla çalışma, hafta tatili ile ulusal bayram ve genel tatil ücreti talepleri hakkında hüküm kurulmasının hatalı olduğu,”
T.C.
Yargıtay
9. Hukuk Dairesi
Esas No:2019/6786
Karar No:2019/17880
”Tanıkların birbirleri ile ya da önceki ifadeleri ile çelişki olması halinde bu çelişki Mahkeme tarafından tanıklardan sorularak giderilmelidir.”
T.C.
YARGITAY
BİRİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas : 2015/7636
Karar : 2018/1021
Tarih : 19.02.2018
”Aksine ciddi ve inandırıcı delil ve olaylar bulunmadıkça asıl olan tanıkların gerçeği söylemiş olmalarıdır. (6100 s. HMK md. 255) Akrabalık veya diğer bir yakınlık başlı başına tanık beyanını değerden düşürücü bir sebep sayılamaz. Dosyada, davacı tanığı … yalan beyanda bulunduğunu, kabule yeterli delil ve olgu da yoktur. Bu durumda, olayları çok yakından bilen davacı tanığının sözlerine değer verilmesi gerekirken, sırf akrabalık nedeniyle beyanına itibar edilmemesi doğru değildir.”
T.C.
YARGITAY
BİRİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas : 2021/21
Karar : 2021/855
Tarih : 17.02.2021
”Mahkemece, davacı tanıklarının birinci dereceden akraba olmaları nedeniyle beyanlarına itibar edilmemişse de, aksine ciddi ve inandırıcı delil ve olaylar bulunmadıkça asıl olan tanıkların gerçeği söylemiş olmalarıdır. (HMK 255.madde) Akrabalık veya diğer bir yakınlık başlı başına tanık beyanını değerden düşürücü bir sebep sayılmaz. Dosyada davacı tanıklarının olmamışı olmuş gibi ifade ettiklerini kabule yeterli delil ve olguda yoktur. O halde olaylara çok yakın davacı tanıklarının beyanlarına itibar edilmelidir.”
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2019/2-32
K. 2019/993
T. 3.10.2019
”Özel Daire bozma kararında; dava dilekçesinde özellikle vurgulanan davalı kadının eşine yönelik ‘’ eski eşine geri dön de seni tekrar boynuzlasın” beyanına vurgu yapılmak suretiyle, davalı kadının eşine hakaret ettiği kabul edilmiştir. Tanıklarca da ifade edildiği üzere davalı kadının eşine aynı zamanda ‘’ bıktım senden, senin pisliklerini temizlemekten ‘’ ve tanıklara da ‘’ bu adamla uğraşıyorum, altına kaçırıyor ‘’ dediği de sabittir. Bu sebeplerle davalı kadın tarafından Özel Daire bozma kararında yer aldığı üzere davacı erkeğe hakaret edildiği sabit olmakla beraber bu vakıaya yönelik olarak esas alınan tanık ifadelerinin gerçeğe aykırı olduğu konusunda da ciddi ve inandırıcı delil, olay bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup direnme kararının bozulması gerekir.”
- Tanık beyanı değerlendirilirken tanığın olaya ilişkin (kişisel) bilgisinin yanında tanığın kişisel özellikleri de nazara alınır. Nitekim HMK m. 254 uyarınca, dinlenme sırasında önce tanıktan adı, soyadı, doğum tarihi, mesleği, adresi, taraflarla akrabalığının veya başka bir yakınlığının bulunup bulunmadığı, tanıklığına güveni etkileyecek bir durumunun olup olmadığı sorulur. Taraflarla ilişkisi olan tanığın beyanına bu nispette değer verilmelidir. Çünkü taraflarla hiçbir ilişkisi olmayan ve davanın kazanılmasında menfaati bulunmayan tanığın beyanı ile dava sonucunda verilecek hükümden menfaati etkilenecek olan tanığın güvenilirliğinin aynı olduğu söylenemez. Bilge/ Önen, s.523; Meriç, s.113; Ertanhan, s.290; Atalay, Pekcanıtez Usul, s.1910.-Belgesay, Reşit Mustafa, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu Şerhi, İkinci Tabı, C.II, İstanbul 1939, s.100; Ertanhan, s.308.
- Hâkim tanığın beyanını dikkatlice değerlendirmeli; varsa çelişkileri gidermeli ve bir tanığın beyanına diğerine göre üstünlük tanıyorsa ya da tanık beyanını kararına hiç temel almıyorsa buna ilişkin gerekçelere kararında mutlaka yer vermelidir. (Ansay, s.267). 33 Postacıoğlu/ Altay, s.734; Atalay, Pekcanıtez Usul, s.1910; Bilge/ Önen, s. 523, dn. 3; Görgün, s.366.
- Sadece vicdani kanaatle karar verilmesi veya tanık sözlerine inanılmaması yeterli değildir; her tanığın beyanına neden itibar edilip edilmediği gerekçeli bir şekilde ortaya konulmalıdır. Ertanhan, s.392-393; Yıldırım, s.81-82; Postacıoğlu/ Altay, s.734; Meriç, s.102-103. Gerçeğin ortaya çıkarılması için tanığın ifadesini tam ve doğru olarak aktarması, olaya ilişkin bilgilerine kendinden bir şey eklememesi ve sorulan soruları cevaplandırabilmesi şarttır. Ansay s.267; Meriç s.94.
Boşanma davalarında, mutlak butlan ve evliliğin geçersizliği davaları hariç; resen araştırma ilkesi değil, taraflarca getirilme ilkesi uygulanır . Bu sebeple kural olarak ön inceleme duruşmasından sonra ikinci tanık listesi verilemez. Listede belirtilen tanığın dinlenilmesinden vazgeçilmesi durumunda karşı tarafın muvafakatı aranır. Listede belirtilen tanığın dinlenilmesinin olanaksız olduğunun ispatı halinde yerine başkaca yeni bir tanık dinletilmesi hakimin dinletilecek tanığın, ileri sürülen vakıanın ispatı bakımından önemli olup olmadığını takdir etmesine bağlıdır. Hak düşürücü süreler zamanaşımı definin aksine mahkemece resen gözetilir. Resen araştırma ilkesinin uygulandığı hususlara yönelik olarak ikinci tanık listesinin verilmesi mümkündür. Örneğin hak düşürücü sürenin geçtiğine ve bu hususun ispatlanmasına dair ikinci bir tanık listesi verilebilinir.
T.C.
YARGITAY
İKİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas |
: 2018/1516 |
Karar |
: 2019/3723 |
Tarih |
: 01.04.2019 |
HMK m. 259/3. maddesine göre tanıkların “Hasta veya özürlü olmasından dolayı gelememesi halinde bulunduğu yerde” dinlenilebileceğini belirtmekle birlikte Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarına göre ancak dinlenilmesi imkansız hale gelmiş tanık yerine, sunulan tanık listesinde, dinlenilmesi imkansız hale gelen tanık ile aynı konuda tanıklık yapacak başka bir tanık ismi belirtilmemiş ise yeni bir tanık ismi belirlenebilecektir. O halde mahkemece yapılması gereken iş, tanık listesinde bulunan tanığın, dinlenilmesinin imkansız hale gelip gelmediğinin araştırılması sonucuna göre, gerekirse bulunduğu yerde dinlenilmesine karar verilmesi gerekirken, tanık listesinde ismi olmayan tanığın dinlenilmesi doğru olmayıp bozmayı gerektirmiştir.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
Esas |
: 2017/2721 |
Karar |
: 2020/1038 |
Tarih |
: 12.11.2020 |
Genel boşanma sebeplerini düzenleyen ve yukarıya alınan madde hükmü, somutlaştırılmamış veya ayrıntıları ile belirtilmemiş olması nedeniyle evlilik birliğinin sarsılıp sarsılmadığı noktasında hâkime çok geniş takdir hakkı tanımıştır. Bu bağlamda evlilik birliğinin temelinden sarsılması nedeniyle boşanma davası açan davacının, davasının kabul edilerek, boşanma kararı elde edebilmesi için iki koşulun gerçekleştiğini kanıtlamış olması gerekir. Bunlardan ilkinde davacı; kendisinden, evlilik birliğinin devamı için gereken “ortak hayatın sürdürülmesi” olgusunun artık beklenmeyecek derecede birliğin temelinden sarsıldığını, ikinci olarak “temelden sarsılmanın” karşı tarafın kusurlu davranışları sonucu gerçekleştiğini ispatlamak zorundadır. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki; söz konusu hüküm uyarınca evlilik birliği, eşler arasında ortak hayatı çekilmez duruma sokacak derecede temelinden sarsılmış olduğu takdirde, eşlerden her biri kural olarak boşanma davası açabilir ise de, Yargıtay bu hükmü tam kusurlu eşin dava açamayacağı şeklinde yorumlamaktadır. Çünkü tam kusurlu eşin boşanma davası açması tek taraflı irade ile sistemimize aykırı bir boşanma olgusunu ortaya çıkarır. Boşanmayı elde etmek isteyen kişi karşı tarafın hiçbir eylem ve davranışı söz konusu olmadan, evlilik birliğini, devamı beklenmeyecek derecede temelinden sarsar, sonra da mademki “birlik artık sarsılmıştır” diyerek boşanma doğrultusunda hüküm kurulmasını talep edebilir. Böyle bir düşünce, kimsenin kendi eylemine ve tamamen kendi kusuruna dayanarak bir hak elde edemeyeceği yönündeki temel hukuk ilkesine aykırı düşer (TMK m.2). Nitekim benzer ilkeye HGK’nın 04.12.2015 tarihli ve 2014/2-594 E., 2015/2795 K. sayılı kararında da değinilmiştir. Bu durumda kusur ilkesine göre genel sebeple (TMK m. 166/1) boşanmaya karar verebilmek için davalının az da olsa kusurlu olması gerekir. Yargıtay boşanma davalarında temyiz incelemesi aşamasının daha sağlıklı yürütülebilmesi amacıyla; her bir davada verilecek olan boşanma kararı, ferileri ve boşanmanın mali sonuçları yönünden yapılacak denetlemeye uygun şekilde, tarafların boşanmaya sebep olan olaylarda gerçekleşen kusurlu davranışları belirtildikten sonra eşlerin kusur durumlarının “kusursuz, az kusurlu, eşit kusurlu, ağır kusurlu veya tam kusurlu eş” şeklinde belirlenmesi gerektiğini belirtmiştir. Yine Yargıtay, 03.07.1978 tarihli, 5/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararıyla da “kimin daha fazla kusurlu olduğunu tayin hususunda önceden bir ölçü konulamayacağına ve bu hususta bir içtihadı birleştirmeye gidilemeyeceğine” karar vererek her bir boşanma davasında tarafların kusur durumlarının kendine özgü ve o evliliğe münhasır olduğunu kabul etmiştir.
Ceza mahkemesi kararlarının hukuk mahkemesi davasına etkisi, hukukumuzda 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu’nun “Ceza Hukuku İle Medeni Hukuk Arasında Münasebet” başlıklı 53. maddesinde “Hakim, kusur olup olmadığına yahut haksız fiilin faili temyiz kudretini haiz bulunup bulunmadığına karar vermek için ceza hukukunun mesuliyete dair ahkamiyle bağlı olmadığı gibi, ceza mahkemesinde verilen beraet karariyle de mukayyet değildir. Bundan başka ceza mahkemesi kararı, kusurun takdiri ve zararın miktarını tayin hususunda dahi hukuk hakimini takyit etmez.” hükmü ile yer almıştır Bu açık hüküm karşısında, ceza mahkemesince verilen, beraat kararı, kusur ve derecesi, zarar tutarı, temyiz gücü ve yükletilme yeterliği, illiyet gibi esasların hukuk hâkimini bağlamayacağı konusunda duraksama bulunmamaktadır. Ancak, hemen belirtilmelidir ki, gerek öğretide ve gerekse Yargıtay’ın yerleşmiş içtihatlarında, ceza hâkiminin tespit ettiği maddi olaylarla ve özellikle “fiilin hukuka aykırılığı” konusu ile hukuk hâkiminin tamamen bağlı olacağı kabul edilmektedir. Diğer bir anlatımla, maddi olayları ve yasak eylemlerin varlığını saptayan ceza mahkemesi kararı, taraflar yönünden kesin delil niteliğini taşır. Nitekim aynı ilkeler Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 10.1.975 tarihli ve 1971/406 E., 1975/1 K.; 23.1.1985 tarihli ve 1983/10-372 E., 1985/21 K.; 27.04.2011 tarihli ve 2011/17-50 E., 2011/231 K.; 09.04.1014 tarihli ve 2013/4-1088 E., 2014/490 K. sayılı kararları ile de aynen benimsenmiştir. Vurgulamakta yarar vardır ki, hukuk usulü bir şekil hukukudur. Davanın açılması, itirazların ileri sürülmesi, tanıkların ve diğer delillerin bildirilmesi belirli süre koşullarına bağlı kılındığı gibi, ikinci tanık listesi verilememesi, iddia ve savunmanın genişletilmesi yasağı gibi, yargılamanın süratle sonuçlandırılması gayesi ile belirli kısıtlamalar getirilmiştir. Bunun sonucunda, hukuk hâkimi şekli gerçeği arayacak, maddi gerçek öncelikli hedef olmayacaktır. Ancak ceza hâkimi bunun tersine öncelikli hedef olarak maddi gerçeğe ulaşmaya çalışacaktır. O hâlde ceza mahkemesinin maddi nedensellik bağını (illiyet ilişkisi) tespit eden kesinleşmiş hükmünün hukuk hâkimini bağlamasına, 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 53.maddesi bir engel oluşturmaz (HGK’nın 16.09.1981 gün E:1979/1-131, K:1981/587 sayılı ilamı; HGK’nın 27.04.2011 gün ve E:2011/17-50, K:2011/231 sayılı ilamı). Öte yandan, Yargıtay’ın yerleşik uygulamasına ve öğretideki genel kabule göre, maddi olgunun tespitine ilişkin ceza mahkemesi kararı hukuk hâkimini bağlar. Ceza mahkemesinde bir maddi olayın varlığı ya da yokluğu konusundaki kesinleşmiş kabule rağmen, aynı konunun hukuk mahkemesinde yeniden tartışılması olanaklı değildir (HGK’nın 11.10.1989 gün ve E:1989/11-373, K:472; HGK’nın 27.04.2011 gün ve E:2011/17-50, K:2011/231 sayılı ilamları).
T.C.
YARGITAY
İKİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas |
: 2016/17206 |
Karar |
: 2018/6512 |
Tarih |
: 22.05.2018 |
Davalı erkek cevap dilekçesinde tanık deliline dayanmış ve bazı tanık isimleri bildirmiştir. Davalı erkek cevap dilekçesinde tanık deliline dayanırken gösterdiği tanıklar dışında başka tanık göstermeyeceğine dair bir açıklamada bulunmamıştır. Mahkemece yapılacak işlem ön inceleme duruşmasında uyuşmazlık konularını tam olarak belirledikten sonra tarafların delillerini sunmaları, ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapmaktan ibarettir (HMK m. 137/1). Davalı, ön inceleme duruşmasından sonra süresi içinde delil listesiyle diğer tanıkları… ve …’ın isimlerini bildirdiğinden bu liste ikinci tanık listesi olarak kabul edilemez. Davalı açıkça bu tanıklarının dinlenmesinden vazgeçmemiştir. Bu tanıklar yönünden HMK m. 241 koşulları da oluşmamıştır. Mahkemece davalı tanıklarının 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 243 ve devamı maddeleri gereğince usulen çağrılarak dinlenilmesi ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek gerçekleşecek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi usul ve kanuna aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir.
T.C.
YARGITAY
İKİNCİ HUKUK DAİRESİ
Esas |
: 2016/6812 |
Karar |
: 2017/11875 |
Tarih |
: 30.10.2017 |
Kanunla belirlenen durumlar dışında hakim kendiliğinden delil toplayamaz (HMK m.25/2). Kendiliğinden (res’en) harekete geçme ilkesi dışında, usulüne uygun biçimde bildirilmemiş tanık beyanları hükme esas alınamaz. Kendiliğinden (re’sen) araştırma ilkesi, dava malzemesinin hazırlanmasında tarafların yanında, hakiminde görevli olması hali olup, bu ilke “kamu yararı” gerekçesine dayanır ve taraflarca hazırlanma ilkesinin istisnasıdır. Dava, boşanma davası olup, “taraflarca hazırlama ilkesi” uygulanacağından tanık deliline başvurma yetkisi de taraflara ait olacaktır. Davacı, dava dilekçesi ve tanık listesinde bildirmediği Hamza’nın dinlenilmesini talep etmiş, mahkemece bu tanık “kamu tanığı ” adı altında dinlenmiştir. HMK’nın 240/2 maddesinde tanık gösterme şekli düzenlenmiş ve “Tanık gösteren taraf, tanık dinletmek istediği vakıayı ve dinlenilmesi istenen tanıkların adı ve soyadı ile tebliğe elverişli adreslerini içeren listeyi mahkemeye sunar. Bu listede gösterilmemiş olan kimseler tanık olarak dinlenemez ve ikinci bir tanık listesi verilemez.” hükmüne yer vermiştir. Bu duruma göre taraflarca hazırlanma ilkesinin uygulanacağı davalarda, listede de gösterilmemiş kimseler tanık olarak dinlenemeyecektir. Mahkemece bu husus gözetilmeden yukarıda adı geçen tanığın kamu tanığı olarak dinlenmesi ve beyanının hükme esas alınması doğru olmamıştır. Ancak bu tanığın beyanı sonuca etkili olmadığından bozma nedeni yapılmamış, yanlışlığa işaret edilmekle yetinilmiştir.
- Hukuka aykırı ve kusurlu bir davranış sonucu hakkı ihlal edilenin zararının giderilmesi, menfaatinin denkleştirilmesi hukukun temel ilkesidir. Ancak, Türk Medeni Kanunu’nun 174/1.maddesi, genel tazminat esaslarından ayrılmış ve kendisine özgü kural getirmiştir. Haksız fiil tazminatının temel unsuru olan “gerçek zararın belirlenmesi” koşulu, Aile Hukukunda, Borçlar Hukuku’ndaki düzenlemeden farklıdır. Eşler arasındaki ilişkinin özelliği itibarıyla burada gerçek zararı tam olarak belirlemek zordur. Bu özelliği nedeniyledir ki, yasa, menfaati zedelenene, uygun bir tazminat verileceğini açıklamıştır. Hakim, tazminat miktarını takdir ederken, kusurun ağırlığını, tarafların sosyal ve ekonomik durumlarını, evlenme şanslarını, ortalama yaşam sürelerini, yaşam seviyelerini ve geçim koşullarını göz önünde tutarak, makul ve herkesçe kabul edilebilir bir miktar belirlemelidir. Kanun, mevcut veya beklenen menfaatin neler olduğunu göstermemiştir. Mevcut menfaatin belirlenmesinde ölçü, genel olarak evlilik birliğinin eşlere sağladığı yararlardır. Beklenen menfaatler de, evliğin devamı halinde eşlerden birinin diğerine gelecekte sağlaması muhtemel olan çıkarlardır.(HGK-K.2013/303)
- Aile birliği, eşler arasında eşitliğe dayanır ( Anayasa m.41 ). Başka bir ifade ile eşler, evlilik birliğinde eşit hak ve yükümlülüklere sahiptir. Eşler, birlikte yaşamak, birbirlerine sadık kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar ( TMK.m.185/3 ). Birliği beraberce yönetirler ( TMK.m.186/2 ). Evlilik birliğinin giderlerine güçleri oranında emek ve malvarlıklarıyla katılırlar. ( TMK.m.186/3 ) Boşanma halinde eşlerden birinin, diğerine, emek veya malvarlığıyla sağladığı katkı ve desteği yitirmesi, yoksun kalınan bu desteğin maddi değeri kadar mevcut menfaatin ihlalidir. Türk Medeni Kanunu’nun 174/1.maddesinde maddi tazminat talebi için kadın ve erkek yönünden bir ayrım yapılmamıştır ( Hukuk Genel Kurulu’nun 24.10.2007 gün ve E:2007/2-787, K:2007/766 sayılı kararı ). Boşanma sonucu eş en azından diğerinin maddi desteğini yitirecektir.
- 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 174/2. maddesine göre, boşanmaya sebep olan olaylar yüzünden kişilik hakkı saldırıya uğrayan tarafın, kusurlu olan diğer taraftan manevi tazminat olarak uygun miktarda bir para ödenmesini isteyebileceği öngörülmüştür. Manevi tazminat, bozulan manevi dengenin yerine gelmesi için kabul edilmiş bir tatmin ( veya telafi ) şekli olup, boşanmaya sebep olan olayların kişilik haklarına saldırı teşkil etmesi halinde manevi tazminata hükmedilir. Manevi tazminatın miktarının belirlenmesinde ise, kişilik haklarına yapılan saldırının niteliği ve tarafların ekonomik – sosyal durumu dikkate alınmalıdır ( Kılıçoğlu, Mustafa:age., s.1053, 1376; Reisoğlu, Safa:age., s.197-198; Tekinay, S. Sulhi:age., s.261; Oğuzman, Kemal: age., s.655; Hukuk Genel Kurulu’nun 14.04.2010 gün ve E:2010/2-203, K:2010/220 sayılı ilamı ).
- Boşanma davası içinde istenen ve hüküm altına alınan maddi ve manevi tazminat, boşanmanın eki niteliğinde sayıldığından boşanma hükmünün kesinleşmesi ile ödenir hale geleceğinden faizin başlangıç tarihinin de bu tarih olması gerekir. Mahkemece bu yön gözetilmeden, davacı kadın yararına hüküm altına alınan maddi ve manevi tazminatlara boşanma hükmünün kesinleşme tarihinden itibaren faiz işletilmesine karar verilecek yerde yazılı şekilde dava tarihinden itibaren faiz yürütülmesi doğru olmayıp bozmayı gerektirmiştir (Y2HD-K.2019/9161).
- Yapılan soruşturma ve toplanan delilerden; davacı kadının “eşinden soğuduğunu, onu istemediğini, boşanırım annemin evine giderim sonra da evlenirim , çocuk senden değil, çocuk şu anda babasının yanında, babası sen değilsin” dediği, davalı erkeğin ise eşini aşağıladığı, annesinin evlilik birliğine müdahalesine tepkisiz kaldığı, müşterek çocuğu kaçırdığı sabittir. Her ne kadar mahkemece davalı erkeğin, davacı kadına fiziksel şiddet uyguladığı da kabul edilmiş ise de; davacı kadının bu iddiasını sunduğu delillerle ispatlayamadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda, boşanmaya neden olan olaylarda tarafların eşit kusurlu olduğunun kabulü gerekir. Eşit kusurlu eş yararına manevi tazminata karar verilemez ( TMK m. 174/2 ). Durum böyleyken; mahkemece, davalı erkeğin daha ağır kusurlu kabul edilmesi ve bu hatalı kusur belirlemesine bağlı olarak davacı kadın yararına manevi tazminata hükmedilmesi isabetsiz olmuş, bozmayı gerektirmiştir. (Yargıtay 2. HD. – 2016/9871 Karar).
- 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 174/1. maddesi mevcut veya beklenen bir menfaati boşanma yüzünden haleldar olan kusursuz ya da daha az kusurlu tarafın, kusurlu taraftan uygun bir maddi tazminat isteyebileceğini, 186. maddesi, eşlerin evi birlikte seçeceklerini, birliğin giderlerine güçleri oranında emek ve mal varlıklarıyla katılacaklarını öngörmüştür. Toplanan delillerden boşanmaya sebep olan olaylarda maddi tazminat isteyen eşin diğerinden daha ziyade ve eşit kusurlu olmadığı anlaşılmaktadır. Boşanma sonucu bu eş, en azından diğerinin maddi desteğini yitirmiştir. O halde mahkemece, tarafların sosyal ve ekonomik durumlarıyla kusurları ve hakkaniyet ilkesi (T.M.K. Md. 4 T.B.K. madde 50 ve 52) dikkate alınarak davalı (kadın) yararına uygun miktarda maddi tazminat verilmelidir. Bu yönün dikkate alınmaması doğru görülmemiştir (Yargıtay 2. HD – Karar: 2014/18194).
- Affedilen veya hoşgörü ile karşılanan olaylar nedeniyle davacı kadına kusur izafe edilemez(Hukuk Genel Kurulu -Karar: 2021/1362)
- Davacı-karşı davalı kadın, önceki boşanma davasından feragat etmekle, o davadan önceki olayları affetmiş en azından hoşgörü ile karşılamıştır. O davadan sonra davalı-karşı davacı erkekten kaynaklanan boşanmayı gerektirir somut bir olayın varlığı da kanıtlanmamıştır(Yargıtay 2. HD. – 2016/9289 Karar).
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
Esas |
: 2017/2209 |
Karar |
: 2020/475 |
Tarih |
: 24.06.2020 |
Uyuşmazlık; somut olayda davalı-karşı davacının delil listesinde bulunan ve aynı zamanda vekili olan amcasının tanık olarak dinlenip dinlenemeyeceği noktasında toplanmaktadır. Davalı-karşı davacı vekilinin delil listesinde yer alan aynı zamanda vekili olan tanığın yasal olarak dinlenilmesinin mümkün olduğu, bu tanığın da diğer tanıklar gibi HMK’nin 240. ve devamı maddeleri gereğince dinlenilmesi gerektiği, aksi durumda esasen hukuki dinlenilme ve buna bağlı olarak adil yargılanma hakkının ihlaline sebebiyet verilmiş olunacağı, savunma hakkının kısıtlanacağı aşikârdır. Ayrıca yargılamanın geçirdiği safhalar ile dosyada mevcut bilgi ve belgelerin değerlendirilmesi sonucu delil listesinde yer alan bu tanığın dinlenilmesi talebinin davayı uzatma amacıyla yapılmadığı da anlaşılmaktadır. Bu nedenlerle davalı-karşı davacı tanığı dinlenilip tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucu uyarınca bir karar verilmesi gerekmektedir. Bilindiği üzere, dava konusu edilen bir hakkın ve buna karşı yapılan savunmanın dayandığı vakıaların (olguların) var olup olmadıkları hakkında mahkemeye kanaat verilmesi işlemine ispat denir. İspatın konusunu tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümüne etkili olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir (6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) m.187/1). İspat yükü, objektif ispat yükü ve sübjektif ispat yükü olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Objektif ispat yükü ile dayanılan vakıanın ispatlanamamasının kimin aleyhine sonuç doğuracağı belirlenirken, sübjektif ispat yükünde vakıanın ispatı için kimin delil göstereceği söz konusu olmaktadır (Yardımcı, Dr. T. E., Hukuk Yargılamasında Somutlaştırma Yükü, İstanbul 2017, 1. Baskı, s. 35). Vakıa ise, kendisine hukuki sonuç bağlanmış olaylardır (03.03.2017 tarih ve 2015/2 E., 2017/1 K. sayılı YİBK). Sadece taraflarca ileri sürülen ve dayanılan vakıalar, ispatın konusunu oluşturur. Taraflarca dayanılan vakıaların hukuki nitelendirmesini yapmak hâkime ait ise de kural olarak taraflarca ileri sürülmeyen vakıaları hâkim araştıramaz ve bunların ispatını da isteyemez. Usul hukukumuza hakim olan ve HMK’nin 25. maddesinde düzenlenen “taraflarca getirilme ilkesi” uyarınca, kanunda öngörülen istisnalar dışında, hâkim, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamaz. Nitekim bu ilkeye uygun olarak 6100 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun “dava dilekçesinin içeriği” başlıklı 119. maddesinin 1/e bendinde; “Davacının iddiasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri” nin gösterilmesi gerektiği belirtildiği gibi “cevap dilekçesinin içeriği” başlıklı 129. maddesinin 1/d bendinde de; “davalının savunmasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri”nin bulunması gerektiği hüküm altına alınmıştır. Görüleceği üzere, davacı dava dilekçesinde talep sonucunu haklı göstermeye yarayan yani davanın temelini oluşturan maddi vakıaları yazmak zorundadır. Aynı ilke uyarınca davalı da cevap dilekçesinde savunmasının dayanağını oluşturan vakıaları bizzat sunmak zorundadır. Böylece davacı iddiasını, davalı da savunmasını somutlaştırmış olacaktır. Yine davacının cevaba cevap, davalının da ikinci cevap dilekçesi hakkında, dava ve cevap dilekçelerine ilişkin hükümler, niteliğine aykırı düşmediği sürece kanunun açık hükmü (HMK m.136/2) gereği kıyasen uygulanacağı için taraflar cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçelerinde de vakıalarını belirtebileceklerdir Tanık, kavram olarak çekişmeli olan konu hakkında bilgi ve görgüsü bulunan üçüncü kişidir. Dolayısıyla davanın tarafları tanık olarak dinlenilemez. Tanık gösteren taraf, dinleteceği tanıkların adı ve soyadı ile tebligata elverişli adreslerini içeren listeyi mahkemeye sunar ve her bir tanığın hangi vakıa hakkında dinleneceğini de dilekçesinde bildirir (HMK m. 240/2). Bu hüküm, yukarıda belirtilen ve HMK’nin 194. maddesinde düzenlenen somutlaştırma yükümlülüğünün de bir gereğidir. Ayrıca bu listede gösterilmemiş olan kişiler tanık olarak dinlenemeyeceği gibi ikinci bir tanık listesi de verilemez. Tanık listesinde gösterilecek olan tanık sayısı hakkında herhangi bir sınırlama bulunmamaktadır. Taraf, istediği sayıda tanığın dinlenilmesini talep edebilir. Kural bu olmakla birlikte hâkim gösterilen tanıkların tamamının dinlenilmesine gerek olmadığı veya bu hususun davayı uzatma amacıyla yapıldığı sonucuna varırsa, gerekçesini kararında belirtmek şartıyla bütün tanıkları dinlemeyebilir. Bu konuya işaret eden ve yine HMK’nin getirdiği bir yenilik olarak karşımıza çıkan 241. madde ise; “Mahkeme, gösterilen tanıklardan bir kısmının tanıklığı ile ispat edilmek istenen husus hakkında yeter derecede bilgi edindiği takdirde, geri kalanların dinlenilmemesine karar verebilir” düzenlemesini içermektedir. Anılan maddenin gerekçesinde; davayı uzatma niyetiyle hareket etmek isteyen tarafın bu konudaki çabalarını önleme yolunda, mahkemeye tanınmış bir imkânı ifade etmektedir. HMK’nin 240/2. maddesiyle tanıkların hangi vakıa hakkında dinleneceklerini açıklama görevinin tanığı gösteren tarafa ait olduğu da dikkate alınarak, bu bağlamda, tanık listesinde gösterilen tanıklardan bir kısmının dinlenilmesiyle ispat edilmek istenen husus hakkında yeterli derecede sonuç alınmış ise diğer tanıkların dinlenilmemesine karar verilebilecektir. Bu hakkın unsurlarından biri olan “açıklama ve ispat hakkı” uyarınca taraflar, uyuşmazlıkla ilgili açıklamada bulunma, iddia ve savunmalarını ileri sürme ve ispat etme hakkına sahip olup bu haktan eşit şekilde yararlanırlar. Bu durum “silahların eşitliği ilkesi” olarak da ifade edilmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) göre silahların eşitliği ilkesi, davanın bir tarafını, diğer taraf karşısında belirli bir dezavantaj içine sokmayacak şartlar altında, her bir tarafın deliller de dâhil olmak üzere, davasını ortaya koymak için makul ve kabul edilebilir olanaklara sahip olması zorunluluğu şeklinde ifade edilmiştir (İnceoğlu, S.; Adil Yargılanma Hakkı, Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru El Kitapları Serisi-4, 2018, s. 115). Silahların eşitliği ilkesi gereğince taraflar hakkaniyete uygun olarak yargılamanın tüm safhası boyunca hak ve yükümlülükler bakımından eşit şartlara sahip olmalı, bu amaçla da gerek taleplerini ifade ederken gerekse iddia ve savunmalarını ispata yarar delillerini sunarken taraflara aynı imkânlar tanınmalıdır. Avukat vekâleten takip etmekte olduğu bir davada taraflara oranla üçüncü kişi konumunda olduğundan görevi nedeniyle öğrendiği hususlar dışında tanıklık etmek zorunda olup (Kuru, B.; Hukuk Muhakemeleri Usulü, Altıncı Baskı, Cilt 3, 2001, s. 2574), tanık olarak dinlenilmesinde de yasal engel bulunmamaktadır.
T.C.
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
E. 2014/21165
K. 2015/9882
T. 12.5.2015
BOŞANMA DAVASINDA TARAFLARIN İKRARININ HAKİMİ BAĞLAMAYACAĞI (Davalı Kadına Duruşmaya Gelip Sorulan Sorulara Cevap Vermediği Takdirde Başka Bir Erkekle Olan İlişkisini Kabul Edeceği Belirtilerek İsticvap Davetiyesi Çıkarıldığı – Davalının Davetiye Tebliğine Rağmen Gelmemesi Sebebiyle Bu İlişkinin Varlığı Kabul Edilerek Boşanmaya Karar Verilemeyeceği/Kadının Kusurlu Davranışı İspatlanamadığından Davanın Reddi Gerektiği)
İSTİCVAP (Boşanma Davalarında Tarafların İkrarının Hakimi Bağlamayacağı – Davalı Kadına Duruşmaya Gelip Sorulara Cevap Vermemesi Halinde Başka Bir Erkekle Olan İlişkisini Kabul Edeceği Belirtilerek İsticvap Davetiyesi Çıkarıldığı/İsticvap Davetiyesi Çıkarılmasının Usul Hükümlerine Uygun Olmadığı)
BOŞANMA DAVASININ AÇILMASIYLA BİRLİKTE HAKİM TARAFINDAN ALINMASI GEREKLİ TEDBİRLER (Eşlerin Barınmasına Geçimine Malların Yönetimine Ve Çocukların Bakım Ve Korunmasına Dair Geçici Önlemlerin Kendiliğinden Alınması Gerektiği – Tarafların Ekonomik Ve Sosyal Durumları Gözetilerek Dava Tarihinden Geçerli Olmak Üzere Kadın Yararına Uygun Miktarda Tedbir Nafakasına Hükmedileceği)
TEDBİR NAFAKASI (Boşanma Davası – Hakimin Davanın Devamı Süresince Eşlerin Barınmasına Geçimine Malların Yönetimine Ve Çocukların Bakım Ve Korunmasına Dair Geçici Önlemleri Kendiliğinden Alacağı – Tarafların Ekonomik Ve Sosyal Durumları Gözetilerek Dava Tarihinden Geçerli Olmak Üzere Kadın Yararına Uygun Miktarda Tedbir Nafakasına Hükmedilmesi Gerektiği) 4721/m. 169, 184, 185, 186, 215, 223, 242, 244, 262, 263, 264, 267,
ÖZET : 1- Boşanma davalarında tarafların ikrarı hakimi bağlamayacağından isticvap davetiyesi çıkarılması da usul hükümlerine göre doğru değildir. Dosyada davacı erkeğin davalı kadına terk ihtarı gönderdikten sonra, davalı kadından kaynaklanan boşanmayı gerektirir bir kusurlu davranışın varlığı da ispatlanmadığından davanın reddine karar vermek gerekir. 2- Boşanma veya ayrılık davası açılınca hakim, davanın devamı süresince, gerekli olan, özellikle eşlerin barınmasına, geçimine, malların yönetimine ve çocukların bakım ve korunmasına dair geçici önlemleri kendiliğinden almak zorundadır. Tarafların ekonomik ve sosyal durumları da gözetilerek dava tarihinden geçerli olmak üzere kadın yararına uygun miktarda tedbir nafakasına hükmedilmesi gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, hüküm temyiz edilerek; temyiz incelemesinin duruşmalı olarak yapılması istenilmekle; duruşma için belirlenen 12.05.2015 günü temyiz eden davalı G. vekili geldi. Karşı taraf davacı Y. gelmedi. Gelenin konuşması dinlendikten sonra işin incelenerek karara bağlanması için duruşmadan sonraya bırakılması uygun görüldü. Bugün dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : 1-) Mahkemece davalı kadına duruşmaya gelip, sorulan sorulara cevap vermediği takdirde başka bir erkekle olan ilişkisini kabul edeceği belirtilerek isticvap davetiyesi çıkarılmış, davalı kadının davetiye tebliğine rağmen gelmemesi sebebiyle bu ilişkinin varlığı kabul edilerek boşanmaya karar verilmiştir. Boşanma davalarında tarafların ikrarı hakimi bağlamaz (TMK. m. 184/3). Açıklanan sebeple bu şekilde isticvap davetiyesi çıkarılması da usul hükümlerine göre doğru değildir. Dosyada davacı erkeğin davalı kadına terk ihtarı gönderdikten sonra, davalı kadından kaynaklanan boşanmayı gerektirir bir kusurlu davranışın varlığı da ispatlanmamıştır. O halde davanın reddine karar vermek gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmayıp bozmayı gerektirmiştir.
2-) Boşanma veya ayrılık davası açılınca hakim, davanın devamı süresince, gerekli olan, özellikle eşlerin barınmasına (TMK madde 186/1), geçimine (TMK madde 185/3), malların yönetimine (TMK madde 223, 242, 244, 262, 263, 264, 267, 215) ve çocukların bakım ve korunmasına (TMK madde 185/2) dair geçici önlemleri kendiliğinden (re’sen) almak zorundadır (TMK madde 169). O halde; Türk Medeni Kanununun 185/3. ve 186/3. maddeleri uyarınca, tarafların ekonomik ve sosyal durumları da gözetilerek dava tarihinden geçerli olmak üzere kadın yararına uygun miktarda tedbir nafakasına hükmedilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı bulunmuştur.
SONUÇ : Temyiz edilen hükmün yukarda gösterilen sebeple BOZULMASINA, duruşma için takdir olunan 1.100.00 TL vekalet ücretinin davacıdan alınıp davalıya verilmesine, istenmesi halinde temyiz peşin harcının yatırana iadesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 12.05.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C. YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ
Esas No.2014/1497
Karar No.2014/11762
Mahkemece, davacı kocanın daha ağır, davalı kadının az kusurlu olduğu kabul edilerek, tarafların boşanmalarına, davalı kadın yararına maddi ve manevi tazminat ile yoksulluk nafakasına karar verildiği anlaşılmış ise de; yapılan yargılama ve toplanan delillerden davacı kocanın eşi ile ilgilenmeyip vaktini kendi ailesi ile geçirdiği, davalı kadının ise eşine hakaret ettiği anlaşılmaktadır. Tarafların gerçekleşen kusurlu davranışları dikkate alındığında, evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına ve boşanmaya neden olan olaylarda eşit kusurlu olduklarının kabulü gerekmektedir. Boşanma davalarında eşit kusur halinde maddi ve manevi tazminata karar verilemez ( TMK. md. 174/1-2 ). Mahkemece, davacı kocanın daha ağır kusurlu olduğu kabul edilerek, bu hatalı kusur belirlemesine göre davalı kadın yararına maddi ve manevi tazminat verilmesi yanlış olmuştur.
T.C. YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ
Esas No.2013/26237
Karar No.2014/10618
Davalı ile boşanma ve fer’i sonuçlarında anlaştıklarını belirterek boşanma davası açan davacının, dava dilekçesinde, boşanma sebebini göstermesi ve geçimsizliğin dayandığı vakıaları bildirmesi gerekmediği gibi, böyle bir sebep bildirmiş olsa bile bunun hangi delillerle ispat edileceğine ilişkin bir delil bildirmesi de gerekmez. Çünkü davayı açarken anlaşmalı boşanma kararı verileceğine ilişkin bir beklentisi vardır. Bu beklenti sebebiyle boşanma sebebini göstermemiş ve uyuşmazlık çıkmayacağı inancıyla delil bildirmemiştir. Bu bakımdan, anlaşmalı boşanma talebiyle yapılan bir başvuru dilekçesinin içeriğinde Hukuk Muhakemeleri Kanununun 119. maddesinin ( 1. ) fıkrasının ( e ) ve ( f ) bentlerindeki hususların aranması doğru ve gerçekçi bir yaklaşım değildir. Açıklanan hususlardaki gereklilik, anlaşmalı boşanma kararı verilmesinin mümkün bulunmadığının anlaşılmasından sonra söz konusu olabilir. Mahkemece; ön inceleme duruşmasının tensiple 09.09.2013 günü yapılmasına karar verilmiş, tarafların birlikte başvurarak, “duruşmanın erken bir tarihe alınmasını” talep etmeleri üzerine, 15.07.2013 günü ön inceleme için duruşma açılmış, bu duruşmada davalı, boşanmak istemediğini bildirerek davaya karşı çıkmıştır. Bunun üzerine mahkeme tarafların “barışma ve evliliği devam ettirme ihtimalini” görerek, bu sebeple ön inceleme duruşmasını bir defaya mahsus olmak üzere ertelemiş 09.09.2013 tarihli oturumda da delil bildirme imkanı tanımadan davayı yukarıdaki gerekçe ile reddetmiştir. Davalının anlaşmalı boşanma talebine karşı çıkmasıyla dava kendiliğinden çekişmeli hale gelmiştir. Böyle bir durumda, taraflara iddia ve savunmaları çerçevesinde delil gösterme ve sunma imkanı tanınmalı, göstermeleri halinde delilleri toplanmalı Türk Medeni Kanununun 166. maddesinin ( 1. ) ve ( 2. ) fıkralarına göre değerlendirilerek sonuca gidilmelidir. Böyle yapılmadan, yazılı gerekçe ve eksik inceleme ile hüküm kurulması doğru bulunmamıştır.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
Esas |
: 2014/433 |
Karar |
: 2016/63 |
Tarih |
: 22.01.2016 |
4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun “Boşanmada Yargılama Usulü” başlıklı 184. Maddesi ile boşanma veya ayrılık davasında hakimin vicdanen kanaat getirmesi gerektiği, taraflara yemin öneremeyeceği, tarafların ikrarının hakimi bağlamayacağı, hakimin kanıtları serbestçe takdir edeceğine ilişkin düzenlemeler içermekte olup madde metni aynen:
“ Boşanmada yargılama, aşağıdaki kurallar saklı kalmak üzere Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununa tabidir:
1. Hakim, boşanma veya ayrılık davasının dayandığı olguların varlığına vicdanen kanaat getirmedikçe, bunları ispatlanmış sayamaz.
2. Hakim, bu olgular hakkında gerek resen, gerek istem üzerine taraflara yemin öneremez.
3. Tarafların bu konudaki her türlü ikrarları hakimi bağlamaz.
4. Hakim, kanıtları serbestçe takdir eder.
5. Boşanma veya ayrılığın fer’i sonuçlarına ilişkin anlaşmalar, hakim tarafından onaylanmadıkça geçerli olmaz.
6. Hakim, taraflardan birinin istemi üzerine duruşmanın gizli yapılmasına karar verebilir.” şeklindedir.
Yargılamanın gereksiz yere uzamasının engellenmesi; mahkemenin ve tarafların yargılamada gereken hazırlığı davanın başında yapmasının sağlanması bakımından, Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile dilekçelerin verilmesinden sonra ve tahkikat aşamasından önce gelmek üzere “ön inceleme” adıyla yeni bir yargılama aşaması kabul edilmiştir (H. Pekcanıtez/O. Atalay/ M.Özekes, Medeni Usul Hukuku, 11 Bası, 2011, s.375-376).
Davacı-karşı davalı erkek karşı dava dilekçesinde “kadının zinası” ve “evlilik birliğinin temelinden sarsılması” sebeplerine dayalı olarak boşanma talebinde bulunmuştur. Bu durumda davacı-karşı davalı erkek boşanma sebebi olarak hem zina (m.161) hem de evlilik birliğinin temelinden sarsılmasını (m.166/1) göstermek suretiyle özel ve genel boşanma sebeplerine birlikte dayanmak suretiyle dava açmıştır. Mahkemece evlilik birliğinin temelinden sarsılması hukuki sebebine dayalı olarak boşanma kararı verilmiş, zina sebebiyle açılan boşanma davası yönünden olumlu ya da olumsuz bir karar verilmemiştir. Mahkeme, tarafların talep sonuçlarıyla bağlı olup; her bir talep hakkında ayrı ayrı verilen hükmü, kararın sonuç kısmında göstermesi gerekir (m.26). O halde davacı-karşı davalı erkeğin zina hukuki sebebine dayalı boşanma istemi hakkında olumlu ya da olumsuz bir hüküm kurulması gerekirken, bu husus üzerinde durulmadan karar verilmesi bozmayı gerektirmiştir (Y.2HD-K.2017/8145).
Davacı erkek tarafından açılan dava, Türk Medeni Kanununun 161. maddesinde düzenlenen zina hukuksal sebebine dayalıdır. Davacı erkeğin Türk Medeni Kanununun 166. maddesinde yer alan evlilik birliğinin temelinden sarsılması nedenine dayalı bir davası bulunmadığı gibi usulüne uygun olarak yapılmış bir ıslah da bulunmamaktadır. Münhasıran özel boşanma sebebine dayalı olarak açılan bir boşanma davasında genel boşanma sebebine (TMK m.166/1) dayalı olarak karar verilmesi mümkün değildir. Zira hakim tarafların talep sonuçlarıyla bağlıdır (HMK m.26/1). Ondan fazlasına veya başka bir şeye karar veremez. Gerçekleşen duruma göre, mahkemece delillerin zina hukuksal sebebine dayalı dava çerçevesinde değerlendirilerek gerçekleşecek sonucu uyarınca bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir (Y.2HD-K.2018/6770).
“Davalı-karşı davacı (kadın)’ın ortak konuta erkek aldığı, bu şahsın banyoda yarı çıplak vaziyette gizlenmiş halde bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu vakıa mahkemece de sabit kabul edilmiştir. Kadının, yalnızken bir başka erkeği ortak konuta alması ve bu şahsın yarı çıplak vaziyette gizlenirken yakalanması zinanın varlığına delalet eder. Bu bakımdan zina kanıtlanmıştır. Davacı-karşı davalı kocanın çekişmeli boşanma davasının zina sebebiyle kabulü gerekir.” (Y.2HD-K.2013/17864)
“Davacının sadakat yükümlülüğüne (TMK.md.185/3) aykırı davrandığı, davalının (koca) da aile içinde gerçekleşen bu durumu öğrendiği halde, kayıtsız kaldığı anlaşılmaktadır. Bu halde taraflar arasında ortak hayatı temelinden sarsacak derecede ve birliğin devamına imkan bırakmayacak nitelikte bir geçimsizlik mevcut ve sabittir. Gerçekleşen olaylara göre, davacı (kadın) daha fazla kusurlu ise de davalı (koca) da kusurlu olup, davalının davaya itirazı hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olup, evlilik birliğinin devamında davalı ve çocuklar bakımından korunmaya değer bir yarar kalmamış, Türk Medeni Kanununun 166/2. maddesi koşulları oluşmuştur. Öyleyse davacının boşanma davasının kabulü ile tarafların boşanmalarına (TMK.md.166/1-2) karar verilmesi gerekirken isteğin reddi doğru bulunmamıştır” (Y.2HD-K.2010/20775).
Davacı kocanın boşanma davası münhasıran “haysiyetsiz hayat sürme” sebebine ( TMK md. 163 )dayanmaktadır. Haysiyetsiz hayatın varlığından söz edilebilmesi ve bu sebeple boşanma kararı verilebilmesi için, başkalarıyla ilişkinin bir yaşam tarzı olarak benimsenmiş ve bu şekilde yaşamanın devamlılık göstermesi gerekir. Davalı-davacı kadının bir başka erkekle cep telefonu ile konuştuğu ve mesajlaştığı toplanan delillerle ve dinlenen tanık beyanlarıyla anlaşılmaktadır. Gerçekleşen bu eylem koca bakımından, eşiyle birlikte yaşamayı çekilmez hale getirirse de haysiyetsiz yaşam olarak kabul edilemez. Öyleyse davanın reddi gerekirken, yetersiz gerekçe ile Türk Medeni Kanunu’nun 163. maddesindeki boşanma sebebi sabit kabul edilerek yazılı şekilde hüküm kurulması doğru bulunmamıştır (Y.2.HD-K.2011/23825).
Boşanma veya ayrılık davaları, eşlerden birinin yerleşim yeri mahkemesinde açılabileceği gibi, davadan önce son defa altı aydan beri birlikte oturdukları yer mahkemesinde de açılabilir(T.M.K. madde 168). Bu yerlerden birini tercih davayı açana aittir. Davalı, süresinde yetki itirazında bulunmuş; Bor Mahkemesini yetkili göstermiştir. Davacı ise “davadan önce son defa altı aydan beri birlikte oturdukları yerin Şişli olduğunu, nitekim bu davaya mesnet yapılan reddedilen boşanma davasının da Şişli’de görüldüğünü, sözü edilen davadan sonra hiçbir zaman bir araya gelmediklerini” ileri sürerek yetki itirazına karşı çıkmıştır. Bu iddia ve savunma karşısında taraflar arasında yetkiye dair ön sorunda uyuşmazlık bulunmaktadır. Öyleyse, taraflardan ön soruna dair delilleri sorulup, göstermeleri halinde toplanması ve hasıl olacak sonucuna göre ön sorunun çözümü gerekirken, taraflara bu hususa dair delil bildirme hakkı tanınmadan, eksik incelemeyle hüküm kurulması doğru bulunmamıştır (Y.2HD-K:2014/4023).
Davacı-karşı davalı kadın dava dilekçesi ile kişisel eşyaları ile çeyiz eşyalarının da iade edilmesi talebinde bulunmuştur. Bu talep boşanmanın fer’i (eki) niteliğinde olmayıp ayrı harca tabi bağımsız bir taleptir. Başvurma harcı dava dilekçesindeki bütün istekleri kapsar. Davacı-karşı davalı kadına bu talepleri de açıklattırılarak ve bu taleplerle ilgili nispi peşin harcın tamamlattırılması (Harçlar Kanunu m. 30 – 32) harç tamamlandığı takdirde gösterilen deliller değerlendirilip gerçekleşecek sonucu uyarınca karar verilmelidir.(Y.2HD-K.2016/10808).
Düğünde takılan takı paraları ve ziynet eşyaları, taraflar arasında aksine bir anlaşma yoksa kadına ait sayılır. İade edilmeme koşuluyla verildiği kanıtlanmadıkça; bunların koca tarafından borçları için bozdurulup harcanması; onu iade borcundan kurtarmaz. Davacı-davalı koca, kadının takı ve ziynet alacağı taleplerine verdiği cevapta “onların hepsinin nişan, düğün ve ev eşyası borçları için kullanıldığını’’ beyan ve kabul etmiş ; takı parasının, kadın tarafından iade edilmemek üzere kendisine verildiğini de ispatlayamamıştır. Bu nedenlerle, kadının takı parası talebine ilişkin davasının kabulü gerekir (Y.2HD-K.2014/26223).
Boşanma davasında toplanan delillerden davacı kocanın eşine sürekli şiddet uyguladığı, hakaret ettiği, eşinin ihtiyaçlarını gidermediği, boşanmaya sebep olan olaylarda tamamen kusurlu olduğu; davalı kadının ise kusurlu bir davranışının varlığının kanıtlanamadığı anlaşılmaktadır. Türk Medeni Kanununun 166 ncı maddesi hükmünü tamamen kusurlu eşin de dava açabileceği ve yararına boşanma hükmü elde edebileceği biçiminde yorumlamamak ve değerlendirmemek gerekmektedir. Çünkü böyle bir düşünce, kimsenin kendi eylemine ve tamamen kendi kusuruna dayanarak bir hak elde edemeyeceği yönündeki temel hukuk ilkesine aykırı düşer. Diğer taraftan gene böyle bir düşünce tek taraflı iradeyle sistemimize aykırı bir boşanma olgusunu ortaya çıkarır. Boşanma kararı elde etmek isteyen kişi karşı tarafın hiçbir eylem ve davranışı söz konusu olmadan, evlilik birliğini, devamı beklenmeyecek derecede temelinden sarsar, sonrada madem ki birlik artık sarsılmış diyerekten boşanma doğrultusunda hüküm kurulmasını talep edebilir. Öyle ise Türk Medeni Kanununun 166 ncı maddesine göre boşanmayı isteyebilmek için tamamen kusursuz ya da az kusurlu olmaya gerek olmayıp daha fazla kusurlu bulunan tarafın dahi dava hakkı bulunmakla beraber, boşanmaya karar verilebilmesi için davalının az da olsa kusurunun varlığı ve bunun belirlenmesi kaçınılmazdır. Az kusurlu eş boşanmaya karşı çıkarsa bu halin tespiti dahi tek başına boşanma kararı verilebilmesi için yeterli olamaz. Az kusurlu eşin karşı çıkması hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olmalı, eş ve çocuklar için korunmaya değer bir yararın kalmadığı anlaşılmalıdır.(TMK.md.166/2). Mevcut olaylara göre evlilik birliğinin, devamı eşlerden beklenmeyecek derecede, temelinden sarsıldığı kuşkusuzdur. Ne var ki bu sonuca ulaşılması tamamen davacının tutum ve davranışlarından kaynaklanmış olup, davalıya atfı mümkün hiçbir kusur gerçekleşmemiştir. Bu durumda açıklanan nedenle isteğin reddi gerekirken yasa hükümlerinin yorumunda yanılgıya düşülerek boşanmaya karar verilmesi usul ve kanuna aykırıdır (YHGK – Karar:2015/1655).
Davacı-karşı davalı erkeğin EŞİNİN TELEFONUNA CASUS PROGRAM YÜKLEYEREK ele geçirdiği ses kayıtları HUKUKA AYKIRI DELİL NİTELİĞİNDE OLUP kusur belirlemesinde dikkate alınamaz (Yargıtay 2.Hukuk Dairesi – Karar: 2017/6688)
Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla geçimi için diğer taraftan mali gücü oranında süresiz olarak nafaka isteyebilir. Nafaka yükümlüsünün kusuru aranmaz. (TMK m. 175), Mahkemece, davalı-karşı davacı kadının boşanmaya sebebiyet veren olaylarda kusurlu bulunduğu ve davacı-karşı davalı erkeğe bir kusur yüklenmediği dikkate alındığında, davalı-davacının yoksulluk nafakası talebinin reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı olduğu haliyle kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir (Yargıtay 2. HD – Karar:2017/3725).
Türk Medeni Kanununun 166/1. maddesine göre boşanmaya karar vermek için davalının az da olsa kusurlu bulunması zorunludur.Oysa mahkemece davalı-davacı kadına herhangi bir kusur yüklemesi yapılmamıştır. Davacı-davalı erkek tam kusurludur. Bir kimse sırf kendi kusuruna dayanarak boşanma hükmü elde edemez. Bu itibarla davacı-davalı erkeğin açmış olduğu boşanma davasının reddi gerekirken delillerin takdirinde hataya düşülerek yetersiz gerekçe ile boşanmaya karar verilmesi usul ve kanuna aykırıdır (Yargıtay 2. HD – Karar:2017/4104).
Türk Medeni Kanununun 174/2. maddesi, boşanmaya sebebiyet vermiş olan olaylar yüzünden kişilik hakları saldırıya uğrayan tarafın, kusurlu olandan manevi tazminat isteyebileceğini öngörmüştür. Toplanan delillerden evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına sebep olan olaylarda tazminat isteyen davalı kadın ağır ya da eşit kusurlu olmadığı, bu olayların kişilik haklarına saldırı teşkil ettiği anlaşılmaktadır. O halde mahkemece, tarafların sosyal ve ekonomik durumları, tazminata esas olan fiilin ağırlığı ile hakkaniyet kuralları (TMK m. 4, TBK m. 50, 51, 52, 58) dikkate alınarak davalı kadın yararına uygun miktarda manevi tazminata hükmedilmesi gerekir. Bu yönün dikkate alınmaması doğru görülmemiştir. Boşanma sebebiyle yoksulluk nafakasına hükmedilebilmesi için, nafaka talep eden eşin kusurunun daha ağır olmaması ve boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek olması gerekir (TMK m. 175). (Yargıtay 2. Hukuk dairesi – Karar:2016/14021).
Mahkemece davalı-karşı davacı erkeğin, karşı boşanma davasının cevap süresi içinde açılmadığı gerekçesiyle karşı davanın reddine karar verilmiştir. Kural olarak, “karşı dava”, esas davaya cevap süresi içinde açılmalıdır (HMK m. 133/1). Cevap süresi içinde açılmayan karşı davanın ayrılmasına karar verilir (HMK m.133). Ancak, boşanma davalarında; tarafların kusurlarının belirlenmesi, boşanmanın fer’i (eki) niteliğindeki, maddi ve manevi tazminat (TMK m.174/1-2), yoksulluk nafakası (TMK m. 175), velayet gibi taleplerin sağlıklı olarak değerlendirilip isabetli karar verilebilmesi, bir kısım taleplerin de incelenmez hale gelmemesi için; kural olarak, boşanma konusunda birden çok dava varsa, bunların birlikte görülmesi; hem adaletli bir karar için, hem de usul ekonomisi bakımından gereklidir. Süresinde açılmayan karşı boşanma davasının ayrılmasına karar verilse bile, Hukuk Muhakemeleri Kanununun 166/1. maddesi uyarınca tekrar birleştirilmesine karar verilmesi gerekeceğinden, davanın ayrılmasında da “usul ekonomisi” ilkesi gereğince, bir yarar bulunmamaktadır. Bu nedenlerle, süresinde açılmamış olsa bile, karşı boşanma davasının esasına girilerek bir karar verilmesi gerekir.Mahkemece, bu husus gözetilmeyip, karşı davanın süresinde olmadığından bahisle reddine karar verilmesi bozmayı gerekmiştir (Yargıtay 2.Hukuk Dairesi – Karar:2017/3638).
Eşit kusurlu eş lehine tazminata hükmedilemez.Hal böyle iken davacı-karşı davalı kadının ağır kusurlu kabul edilmesi ve bu hatalı kusur tespitine bağlı olarak davalı-karşı davacı erkek yararına maddi ve manevi tazminata (TMK m. 174/1-2) hükmedilmesi doğru olmayıp bozmayı gerektirmiştir (Yargıtay 2. HD – Karar : 2017/4021).
Davalı-karşı davacı kadın, ziynet eşyasının davacı-karşı davalıda kaldığını ileri sürmüş, davacı-karşı davalı ise onun tarafından götürüldüğünü savunmuştur. Hayat deneylerine göre olağan olan, bu çeşit eşyanın kadın üzerinde olması yada evde saklanmış, muhafaza edilmiş bulunmasıdır. Diğer bir deyimle bunların davalının zilyetlik ve siyanetine terk edilmiş olması olağana ters düşer. Diğer taraftan, söz konusu eşya rahatlıkla saklanabilen, taşınabilen, götürülebilen nev’idendir. Onun için evden ayrılmayı tasarlayan kadının bunları önceden götürmesi gizlemesi her zaman mümkündür. Davacı-karşı davalı kadın dava konusu ziynet eşyasının varlığını, evi terk ederken bunların zorla elinden alındığını ve götürülmesine engel olunduğunu, evde kaldığını ispat yükü altındadır. Olayda kadın, dava konusu ziynet eşyasının, götürülmesine engel olunduğunu ve zorla elinden alındığını, daha öncede götürme fırsatı elde edemediğini ispat edememiştir. Buna rağmen yukarıda yazılı ilkelerde hataya düşülerek hüküm kurulması usul ve kanuna aykırıdır (Yargıtay 2.Hukuk Dairesi – Karar : 2017/3455).
Davacı, ıslah yoluyla, dayandığı vakıaları değiştirebilir veya davaya yeni vakıaları dahil edebilir. Evvelce göstermiş olsa bile, davaya kattığı bu yeni vakılara ilişkin delil de gösterebilir. Bu halde, ikinci tanık listesi verilemeyeceğine ilişkin yasağa (HMK. m. 240/2) dayanılarak, gösterilen bu tanıkların dinlenmesinden kaçınılamaz.Davacı, 7.1.2013 günü verdiği ıslah dilekçesiyle, yeni vakıalar ileri sürmüş ve bununla ilgili tanık da göstermiştir. Yapılan ıslah kanuna uygundur. O halde, davacının 7.1.2013 günü verdiği ıslah dilekçesinde gösterdiği tanıklar usulünce dinlenmeli ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek hasıl olacak sonucuna göre karar verilmelidir. Bu yön nazara alınmadan eksik inceleme ile hüküm kurulması doğru bulunmamıştır (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi – K. 2015/6532).
Davalı, mütekabil boşanma davası açmış, mütekabil boşanma davasında; zina, olmazsa hayata kast, bu da olmazsa pek kötü davranış, bunun da kabul edilmemesi halinde haysiyetsiz hayat sürme, bu da kabul edilmediği takdirde evlilik birliğinin temelinden sarsılması sebebiyle boşanmalarına karar verilmesini istemiştir. Zina, hayata kast, pek kötü muamele ve haysiyetsiz hayat sürme özel boşanma sebebi yanında genel boşanma ( m. 166/1) sebebi de oluşturur. Böyle bir durum karşısında kalan eş, dilerse bu özel sebeplerin yanında genel sebebe, dilerse birine veya birkaçına birlikte dayanarak boşanma talep edebilir. Hem özel hem de genel sebebe dayanılarak boşanma davası açılmış ise, doğuracakları hukuki sonuçlar farklı olacağından öncelikle özel boşanma sebeplerinin bulunup bulunmadığı belirlenmeli, özel sebep varsa, bu sebebe dayanılarak, özel boşanma sebeplerinin gerçekleşmemesi veya özel sebebe dayalı dava hakkının düşmüş olması halinde, deliller, genel boşanma sebebi çerçevesinde değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmelidir. Toplanan delillerin öncelikle özel boşanma sebepleri bakımından değerlendirilip, sonucu uyarınca karar verilmesi gerekirken, bu husus gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurulması doğru bulunmamıştır (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi – Karar: 2010/12941).
01 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe giren 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu ile edinilmiş mallara katılma rejimi yasal mal rejimi olarak kabul edilmiştir. 01.01.2002 tarihinden önce yürürlükte olan Medeni Kanun ise eşler arasında Mal Ayrılığı Rejiminin geçerli olduğunu kabul etmektedir. Yeni yürürlükte bulunan Yasa seçilebilir üç mal rejimi de düzenlemiştir. Bunlar:
-
Mal ayrılığı rejimi,
-
Paylaşmalı mal ayrılığı rejimi,
-
Mal ortaklığı rejimi, olmak üzere yasal mal rejimi yanında 3 seçimlik mal rejimi yeni kanun ile düzenlemiştir.
Taraflar yukarıda belirtilen mal rejimlerinden birini özel olarak seçmemişler ise edinilmiş mallara katılma rejimine tabidirler. Yani taraflar arasında seçilmiş özel bir mal rejimi yoksa 01 Ocak 2002 tarihinden önce alınan malların paylaşımında mal ayrılığı rejimi, 01 Ocak 2002 tarihinden sonra alınan malların paylaşımında edinilmiş mallara katılma rejimi uygulanmaktadır. Edinilmiş mallara katılma rejimine tabi olup da boşanma gerçekleştiğinde öncelikle her eş kendisine ait kişisel mallarını geri alır. Bir eşin kişisel malı boşanmadan sonra da o eşin kişisel malı olarak kalır. Türk Medeni Kanun’da “kişisel mallara nelerin girdiği dört bent halinde sayılmıştır. Kanuna göre;
-
Eşlerden birinin yalnız kişisel kullanımına yarayan eşya,
-
Mal rejiminin başlangıcında eşlerden birine ait bulunan veya bir eşin sonradan miras yoluyla ya da herhangi bir şekilde karşılıksız kazanma yoluyla elde ettiği malvarlığı değerleri,
-
Manevî tazminat alacakları,
-
Kişisel mallar yerine geçen değerler, olmak üzere kanunda sayılmıştır.
Ayrıca taraflar aralarında bir sözleşme yaparak kişisel mallara nelerin gireceğini kararlaştırabilirler. Kanun bu sözleşme ile nelerin dâhil edilebileceğini de belirtmiştir. Kanuna göre; eşler, mal rejimi sözleşmesiyle, bir mesleğin icrası veya işletmenin faaliyeti sebebiyle doğan edinilmiş mallara dâhil olması gereken malvarlığı değerlerinin kişisel mal sayılacağını kabul edebilirler. Eşler, mal rejimi sözleşmesiyle kişisel malların gelirlerinin edinilmiş mallara dâhil olmayacağını da kararlaştırabilirler. Örneğin size miras kalan bir gayrimenkul sizin kişisel malınızdır, fakat bu gayrimenkulden aldığınız kira kişisel malınız değildir. Sözleşme ile bu gelir kişisel mal olarak belirlenebilir.
Edinilmiş malların neler olduğu ve neler olmadığı kanunda belirtilmiştir. Kanuna göre:
-
Çalışmasının karşılığı olan edinimler,
-
Sosyal güvenlik veya sosyal yardım kurum ve kuruluşlarının veya personele yardım amacı ile kurulan sandık ve benzerlerinin yaptığı ödemeler,
-
Çalışma gücünün kaybı nedeniyle ödenen tazminatlar,
-
Kişisel mallarının gelirleri,
-
Edinilmiş malların yerine geçen değerler, edinilmiş mallar olarak kanunda sayılmıştır.
Kanuna göre; belirli bir malın eşlerden birine ait olduğunu iddia eden kimse, iddiasını kanıtlamakla yükümlüdür. Eşlerden hangisine ait olduğu ispat edilemeyen mallar onların paylı mülkiyetinde sayılır. Kısaca ve net olarak bir eşin bütün malları, aksi ispat edilinceye kadar edinilmiş mal kabul edilir.
Kişisel mal ve edinilmiş mallara örnek verecek olursak;
-
Traş takımı, kişisel olarak kullandığınız spor malzemeleri, cep telefonunuz, şahsi bilgisayarınız vb. kişisel kullanımınıza yarayan şeyler kişisel maldır.
-
Babanızdan miras kalan bir ev sizin kişisel malınızdır. Fakat bu evden kira geliri elde ediyorsanız sadece bu kira bedeli edinilmiş mal kategorisine girer.
-
Size miras kalan tarlayı satıp, bu para ile yeni bir daire alırsanız bu sizin kişisel malınızdır.
-
Evlilikten önce aldığınız bir ev sizin kişisel malınızdır. Bu evi satıp parasıyla aldığınız yeni ev de sizin kişisel malınızdır.
-
At yarışından kazandığınız ikramiye kişisel malınızdır.
-
Evlilik devamınca çalışmanız sonucu kazandığınız para ile aldığınız ev veya araba edinilmiş maldır.
-
Emekli ikramiyesiyle aldığınız ev edinilmiş maldır. Bu örnekler çoğaltılabilir.
Edinilmiş mallar da kural olarak ayni tasfiye söz konusu değildir. Yani malların ikiye bölünmesinden ziyade parasal değerlerinin bölünmesi söz konusudur. Örnek verecek olursak, erkek adına kayıtlı bir gayrimenkulün tapu kaydını değiştirerek ½ hissesini kadın adına tescili yapılmayacaktır. Dolayısıyla edinilmiş malın tasfiye anındaki parasal değeri bölünecektir. Dolayısıyla edinilmiş malların değerinin hesaplanması ile parasal karşılığının bulunması gerekir. Kanuna göre; her eşin kişisel malları, edinilmiş mallardan ayrıldıktan sonra, edinilmiş malların borçları bu değerden düşülür, geriye kalan miktar artık değeridir. Evlilik süresince edinilen mallar eşlerin dayanışması sonucunda elde edildiği fikrinden hareketle, kural olarak bu artık değer, eşler arasında yarı yarıya paylaştırılır.
Ayrıca eşlerden biri diğerine ait bir malın edinilmesine, iyileştirilmesine veya korunmasına hiç ya da uygun bir karşılık almaksızın katkıda bulunmuşsa, tasfiye sırasında bu malda ortaya çıkan değer artışı için katkısı oranında diğer eşin alacak hakkı vardır. Mahkemeler bütün hesaplamaları bilirkişilere yaptırmakta olup, alacak miktarını genellikle parasal olarak tespit edilerek borçlu eşin tespit edilen miktarı ödemesine hükmetmektedir.
Özel bir mal rejimi seçilmemişse eşler yasal mal rejimi olan edinilmiş mallara katılma rejimine tabidirler. Edinilmiş mallara katılma rejimine tabi olup da boşanan çiftler, öncelikle kişisel mallarını aldıktan sonra, boşanma kararının kesinleştiği tarihten itibaren boşanma kararını veren mahkemeye 10 yıllık zaman aşımı süresi (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2013 yılı içerisinde oluşturduğu içtihadı) içerisinde dava açarak, evlilik birliği içerisinde edinilmiş malların (mümkünse ayni olarak yarısını) parasal değerinin yarısını katılma alacağı olarak, ayrıca diğer eşin şahsı mallarına yapmış olduğu katkıyı ve değer artışını da değer artış payı olarak dava ile talep edebilir.
BOŞANMA SONRASI MAL PAYLAŞIMINDA GENEL ESASLAR
- Boşanma halinde eşler arasında görülecek mal paylaşımı davasına bakmaya, 4787 sayılı kanun ile kurulan Aile Mahkemesi görevlidir.
- Anlaşmalı boşanmada mal paylaşımı, tarafların özgür iradesi ile yapılabilir. Eşler, anlaşmalı boşanma protokolüyle isterlerse malları yarı yarıya paylaşabilir veya başka bir paylaşım oranı da belirleyebilir.
- Zina nedeniyle boşanma kararı verilmesinde kusurlu olan eşin katılma alacağı tamamen ortadan kaldırılabilir veya hakkaniyete uygun oranda alacağı azaltılabilir. Aldatan eşin diğer eşin edinilen malları üzerindeki alacak hakkı tümüyle sona erdirelebilir veya azaltılabilir.
- Ancak eşlerin katkı payı alacağı, zina nedeniyle ortadan kaldırılamaz.
- Eşlerden birinin ölümü halinde, eşin ölüm tarihi edinilmiş mallara katılma rejiminin tasfiye tarihi olarak belirlenir. Sağ kalan eş, ölüm tarihine kadar evlilik içinde edinilen malların yarısı üzerinde katılma alacağı hakkına sahiptir.
- Evlenmeden önce satın alınan mallar, satın alan eşin kişisel malı olarak kabul edildiğinden mal paylaşımına dahil edilemez.
- Evlilik içerisinde alınan veya evlenmeden önce alınıp evlilik içerisinde ödenen her türlü kredi ile borcu ödenen her türlü malın krediyle ödenen kısmı edinilmiş mal kabul edilir.
- Boşanma davasının açıldığı tarihe kadar edinilmiş olan ve elden çıkarılan tüm mallar, boşanmada mal paylaşımına dahil edilir. Boşanma davasının açıldığı tarih, eşler arasındaki mal rejiminin de tasfiye edileceği tarihtir.
- Boşanma davası açıldığı tarihten sonra eşlerin edindiği mallar mal paylaşımına dahil edilmez.
- Boşanma davası açılmadan önce mal kaçırmak veya paylaşıma dahil etmemek amacıyla satılan mallar boşanmada mal paylaşımı hesaplamalarına dahil edilir. Bu şekilde karşılıksız kazandırmalardan faydalanarak malı devralan üçüncü şahıslardan da eksik kalan alacak miktarı talep edilebilir. Bu hadiselere mahal vermemek için ihtiyati tedbir talepli olarak davanın açılmasının uygun olacağı kanaatindeyiz.
- Evlilik sırasında eşlerden birine kalan miras, kendisine miras kalan eşin kişisel malı olarak kabul edilir. Boşanma halinde, diğer eş mal paylaşımı sırasında eşine miras kalan mal üzerinde hiçbir hak talep edemez.
- Evlilik sırasında eşlerden birine bağışlanan her türlü ev, araba, para veya parasal değeri olan her şey bağışlanan eşin kişisel malıdır sayılır.
- Evlenmeden önce alınan malın değerine, bir miktar para veya mal eklenerek yeni bir mal alınırsa, bu eklenen değerin malda meydana getirdiği artık değerin yarısı üzerinde diğer eş hak sahibi olur.
- Manevi tazminatlar, kişisel mal olarak kabul edildiğinden boşanmada mal paylaşımı davasında diğer eşin manevi tazminat üzerinde talep hakkı yoktur. Maddi tazminatlar edinilmiş mal olarak kabul edilmiştir.
- Evlilikten Önce Alınan Malların evlilik birliği içerisindeki kira gelirleri mal paylaşımına dahil edilir.
- Bir Eşin Diğer Eş Tarafından Satın Alınan Mallara Sunduğu Katkı Boşanmada Mal Paylaşımı Hesabına Dahil edilir. Eşler Arasında Bağışlanan Değerler ise Mal Paylaşımına Dahil Edilmez.
- Piyango Bileti Gelirleri Boşanmada Mal Paylaşımına Dahil edilir.
- Mal Paylaşımı Davasında açılan Boşanma Davasında verilen kararın Kesinleşmesi Beklenir ve mal paylaşımı sebebiyle açılan davada kararı kesinleşmesi bekletici sorun kabul edilir. Boşanma Davasında verilen hüküm Kesinleşmeden Mal Paylaşımı yoluna gidilemez. Buna ilişkin boşanma davası açıldıktan sonra paylaşıma ilişkin davanın açılabilmesi de mümkündür. Boşanma davası kesinleşmeden paylaşım yoluna gidilebilmesi ise mümkün değildir. Uygulamada mal kaçırma işlemlerinin engellenebilmesi için paylaşıma ilişkin davaların ihtiyati tedbir talepli olarak önceden açıldığı görülmektedir.
- Taraflar mal paylaşımı davasında Katılma Alacağı, Katkı Payı Alacağı ve Değer Artış Payı Alacağına yönelik bir talepte bulunabilir.
T.C.
Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu
2017/1446 E., 2021/65 K.
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : Asliye Hukuk Mahkemesi
1. Taraflar arasındaki “tapu iptal ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İzmir 3. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın reddine ilişkin karar, davacı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 4. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davacı vekili ve davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:
I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkili ile davalılardan …’ün İzmir 4. Aile Mahkemesi’nin 06.06.2005 tarihli ve 2003/207 E., 2005/674 K. sayılı kararı ile boşandıklarını, müvekkili tarafından davalı … aleyhine katkı payı alacağına ilişkin açılan davada İzmir 12. Aile Mahkemesinin 02.12.2009 tarihli ve 2008/542 E., 2009/991 K. sayılı kararı ile 30.960TL’nin tahsiline karar verildiğini, boşanma kararından bir hafta sonra 13.06.2005 tarihinde davalı …’ün adına kayıtlı taşınmazı çok düşük bir bedelle ve hiçbir işi olmayan yeğeni diğer davalı …’na satış gibi göstermek suretiyle tapuda devrettiğini, yapılan satış işleminin mal kaçırma amacıyla muvazaalı yapıldığını, bu nedenle davalı …’na karşı tapu iptali ve tescil davası açıldığını, katkı payı nedeniyle taşınmazın yarı hissesinin iptali ile müvekkili adına tescilinin talep edildiğini, ancak bu davanın yazılı delil bulunmadığı gerekçesiyle reddedildiğini belirterek dava konusu taşınmazın tapu kaydının iptali ile davalı … adına tapuda kayıt ve tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı Cevabı:
5. Davalı …, katkı payına ilişkin tapu iptali ve tescil davasının reddedildiğini ve buna ilişkin kararın kesinleştiğini, bu nedenle kesin hüküm itirazının bulunduğunu, ayrıca kötü niyetle açıldığını savunarak davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
6. Davalı … vekili, İzmir 12. Aile Mahkemesinin hem müvekkili hem de diğer davalı aleyhine açılan tapu iptali ve tescil davasını reddettiğini, bu kararın Yargıtay denetiminden geçerek kesinleştiğini, ortada kesin hüküm bulunduğu gibi, dava konusu taşınmazın müvekkili adına tapuya tescilinde muvazaa bulunmadığını savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkeme Kararı:
7. İzmir 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 16.07.2012 tarihli ve 2011/168 E., 2012/276 K. sayılı kararı ile; dava konusu taşınmazın 13.06.2005 tarihinde 12.000TL bedelle davalı …’na satıldığı, davacı ile davalı …’ün 1974 yılında evlenip, 06.06.2005 tarihinde boşandıkları, davacının evlilik birliği içerisinde edinilen tek taşınmaz olan dava konusu yer hakkında katkı payı alacağı davası açtığı ve lehine 30.960TL alacağa hükmedildiği, davalı …’ün boşanma kararı verilmesinden hemen sonra davacının katkı payı davası açacağı düşüncesiyle taşınmazı yeğeni olan diğer davalıya satış suretiyle devrettiği, ancak satışın danışıklı olup, değerinin de düşük bulunduğunu ileri sürerek tapu kaydının iptali ile önceki malik adına tescilini talep etmekle beraber; davalı …’ün hayatta olduğu, kısıtlı bulunmadığı, davacının muvazaa nedeniyle tapu iptali tescili talep etmesi yönünde aktif dava ehliyetinin olmadığı, istemin tasarrufun iptali mahiyetinde düşünülmesi durumunda dahi koşullarının oluşmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
8. Yerel Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz isteminde bulunulmuştur.
9. Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 22.01.2014 tarihli ve 2013/3286 E., 2014/737 K. sayılı kararı ile; “…Dava, Borçlar Yasası’nın 18. maddesinde düzenlenmiş bulunan danışık (muvazaa) iddiasına dayalı tasarrufun iptali istemine ilişkindir. Kural olarak üçüncü kişiler, danışıklı işlem (muvazaalı muamele) nedeniyle hakları zarara uğratıldığı takdirde tek taraflı veya çok taraflı olan bu hukuki işlemlerin geçersizliğini ileri sürebilirler. Çünkü; danışıklı bir hukuki işlem ile üçüncü kişilere zarar verilmesi, onlara karşı işlenmiş haksız eylem niteliğindedir. Ancak, üçüncü kişilerin danışıklı işlem ile haklarının zarara uğratıldığının benimsenebilmesi için, onların, danışıklı işlemde bulunandan alacakları bulunmalı ve danışıklı işlem o alacağın ödenmesini önlemek amacıyla yapılmış olmalıdır.
Diğer yandan; zarara uğradıklarını ileri süren üçüncü kişilerin, danışıklı işlemde bulunduğu iddia edilen kişi hakkında tazminat davası açmış olmaları, bu davanın kabulü için tek başına yeterli olmadığından danışıklı işlemde bulunanın, üçüncü kişilere borçlu bulunduğunun gerçekleşmesi ve borcunu ödememek için danışıklı hukuki işlem yapmış olması gerekir.
Somut olayda; davacı, davalılardan …’in katkı payı alacağına ilişkin hükmedilecek tazminatı ödememek amacıyla dava konusu edilen taşınmazı danışıklı olarak diğer davalıya devredildiği iddiası ile eldeki bu davayı açmıştır. Yargılama sonunda satışın danışıklı olduğunun kanıtlanması durumunda davacı, satışa konu edilen maldan alacağının tahsili için yararlanabilecektir. Ancak, davacının bu hakkı ayni değil şahsi bir sonuç doğuracağından tapunun iptaline değil, İ.İ.K.’nun 283/1. maddesi gereğince, iptal ve tescile gerek olmaksızın davacıya taşınmazın haciz ve satışını isteyebilme hakkı tanınmasına karar verilecektir. Bu davada güdülen amaç da budur. Davacı ile davalı …’in İzmir 4. Aile Mahkemesi’nin 06/06/2005 tarih ve 2005/207 E., 2005/674 K., sayılı kararı ile boşanmalarına karar verildiği, kararın 07/07/2005 tarihinde kesinleştiği, yine davacı tarafından davalı … aleyhine katkı payı alacağına ilişkin davada İzmir 12. Aile Mahkemesi’nin 2008/542 E., 2009/991 K. sayılı kararı ile 30.960,00 TL katkı payı alacağının tahsiline karar verildiği ve kararın 28/01/2011 tarihinde kesinleştiği, davalı …’in üzerine kayıtlı 188 ada 1 nolu parselde kayıtlı L Blok 3. kat 7 nolu bağımsız bölümü boşanma davasının karara bağlanmasından bir hafta sonra çok düşük bir bedelle, hiçbir işi olmayan yeğeni diğer davalı …’na satış göstererek tapudan devrettiği, yapılan satış işleminin katkı payı alacağından kurtulmaya yönelik olarak muvazaalı yapıldığı anlaşılmaktadır.
Şu durumda, satışın muvazaalı olduğu kanıtlanmıştır. O halde, davanın İİK 283/1 maddesi gözetilerek tapu iptaline gerek olmaksızın davacının alacağını alabilmesini sağlamak için dava konusu taşınmazın haciz ve satışını isteyebilmesi yönünde hüküm kurulması suretiyle davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken açıklanan maddi ve hukuki olgular gözetilmeden yerinde görülmeyen yazılı gerekçeyle istemin reddedilmiş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir,…” gerekçesiyle karar oy çokluğuyla bozulmuştur.
Direnme Kararı:
10. İzmir 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 20.10.2014 tarihli ve 2014/280 E. 2014/413 K. sayılı kararı ile önceki gerekçeler yanında; hukuk davalarında mahkemenin taleple bağlı olduğu, dava dilekçesinde tapu kaydının iptali ile davalı … adına tescilinin istendiği, 2004 sayılı İcra ve İflâs Kanunu’nun (İİK) 283. maddesinden söz edilmediği, davacının taşınmazın haciz ve satışını isteyebilmesi yönünden hüküm kurulması talebinin de bulunmadığı, İİK’nın 277 ve devamı maddelerinde belirtilen tasarrufun iptali davalarındaki koşulların bu davada oluşmadığı, davacının tasarruftan önce kesinleşmiş bir alacağı bulunmadığı gibi yapılmış bir icra takibinin mevcut olmadığı, geçici ve kesin aciz vesikası şartlarının da bulunmadığı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
11. Direnme kararı süresi içinde davacı vekili ile davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
12. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davacının muvazaa nedeniyle tapu iptali tescili talep etmesi göz önüne alındığında aktif dava ehliyetinin bulunup bulunmadığı ve satışın muvazaalı olduğunu kanıtlayıp kanıtlayamadığı; Özel Dairece bozma kararında davanın İİK’nın 283/1. maddesi gözetilerek tapu iptaline gerek olmaksızın davacının alacağını alabilmesini sağlamak için dava konusu taşınmazın haciz ve satışını isteyebilmesi yönünde hüküm kurulması suretiyle davanın kabulüne karar verilmesi gerektiğinin belirtilmesinin taleple bağlılık ilkesine aykırılık teşkil edip etmeyeceği noktalarında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
A) Davalı … vekilinin temyiz itirazları bakımından yapılan incelemede:
13. Bir nihai kararın şekli anlamda kesinliği ile, o karara karşı artık olağan kanun yollarına (temyiz, karar düzeltme) başvurulamayacağı anlaşılır. Şekli anlamda kesin hükmün amacı, bir davanın sona ermesine hizmet etmektir. Bir nihai karar şekli anlamda kesinleşince, tarafların o davada takip ettikleri amaç gerçekleşmiş olur. Fakat bu, taraflar arasındaki uyuşmazlığın değil, ancak görülmekte olan davanın sona ermesi demektir. Bundan sonra da aynı taraflar arasında aynı uyuşmazlığın yeni bir dava konusu yapılmaması için, başka bir müesseseye yani maddi anlamda kesin hüküm müessesesine ihtiyaç vardır (Kuru B.: Hukuk Muhakemeleri Usulü, C.V, 6.b İstanbul 2001, s.4981).
14. Bir mahkeme kararına karşı başvurulabilecek kanun yolunun hiç olmaması veya mevcut olan kanun yollarının tüketilmesi ya da süresinde kanun yollarına başvurulmaması hâllerinde şekli anlamda kesinlik gerçekleşir. İstisnai olarak olağanüstü kanun yoluna başvurarak ya da eski hâle getirme mümkün ise bu suretle şekli anlamda kesin hükmü sona erdirmek mümkündür.
15. Gerek 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda (HUMK) gerekse 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda (HMK) şekli anlamda kesinliğin tanımı yapılmamış ise de, çeşitli maddelerde geçen “kesin”, “kesinleşme”, “kesinleşmiş” sözleriyle şekli anlamda kesin hükmün kastedildiğini söylemek mümkündür.
16. Maddi anlamda kesin hüküm HUMK’da tanımlanmamış olmakla birlikte Kanun’un 237. maddesinde;
“Kaziyei muhkeme, ancak mevzuunu teşkil eden husus hakkında muteberdir.
Kaziyei muhkeme mevcuttur denilebilmek için iki tarafın ve müddeabihin ve istinat olunan sebebin müttehit olması lazımdır.” şeklinde maddi anlamda kesin hükmün şartlarına yer verilmiştir.
17. HMK’nın 303/1. maddesinde de maddi anlamda kesin hükmün şartları;
“Bir davaya ait şeklî anlamda kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için, her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir.” şeklinde düzenlenmiştir.
Bu hükümden yola çıkıldığında denebilir ki, kesin hükmün ilk koşulu her iki davanın taraflarının aynı kişiler olması, ikinci koşulu müddeabihin aynılığı, üçüncü koşulu ise dava sebebinin aynı olmasıdır.
18. Kesin hükmün ikinci koşulu olan müddeabihin aynılığı, dava konusu yapılmış olan hakların aynı olmasıdır. Önceki dava ile yeni davanın müddeabihlerinin (konularının) aynı olup olmadığını anlamak için hâkimin, eski davada verilen kararın hüküm fıkrası ile yeni davada ileri sürülen talep sonucunu karşılaştırması gerekir. Eski ve yeni davanın konusu olan maddi şeyler fiziksel bakımdan aynı olsa bile bu şeyler üzerinde talep olunan haklar farklı ise müddeabihlerin aynı olduğundan bahsedilemez.
19. Kesin hükmün üçüncü koşulu dava sebebinin aynı olmasıdır. Dava sebebi, hukuki sebepten farklı olarak, davacının davasını dayandırdığı vakıalardır. Öyle ise her iki davanın da dayandığı maddi vakıalar (olaylar) aynı ise diğer iki koşulun da bulunması hâlinde kesin hükmün varlığından söz edilebilir. Nitekim aynı hususlara Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun 22.03.2019 tarihli ve 2017/7 E., 2019/2 K. sayılı kararında da değinilmiştir.
20. Yapılan bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Davacı … vekili tarafından davalı … aleyhine İzmir 12. Aile Mahkemesinde açılan davada davacı vekili, dava konusu taşınmazın mümkün ise ½ hissesinin tapu kaydının iptali ile müvekkili adına tapuda kayıt ve tesciline, bu talebin kabul edilmemesi durumunda katkı payı bedeli olan şimdilik 15.000TL’nin davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiş; bu dava ile birleşen diğer davalı … aleyhine açılan davada ise, davalı …’ün boşanmadan sonra evlilik birliği içinde alınan evi bir hafta sonra davalı …’e muvazaalı olarak sattığını iddia ederek dava konusu taşınmazın ½ hissesinin iptali ile müvekkili adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
21. Davacı vekili davalılar … ve … aleyhine açtığı eldeki davada ise; davalı … tarafından dava konusu taşınmazın muvaazalı olarak diğer davalı …’na tapuda devredilmesi nedeniyle müvekkilinin katkı payı alacağını almasının engellendiğini ileri sürerek, dava konusu taşınmazın diğer davalı … adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
22. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, İzmir 12. Aile Mahkemesinde görülüp sonuçlanan birleşen dava ile, eldeki davanın tarafları aynı ise de, konuları (müddeabih) ve dava sebepleri (dayanılan vakıalar) birbirinden farklı olduğundan davalı … vekilinin direnme kararı gerekçesine yönelik temyiz isteminin reddine karar vermek gerekmiştir.
B) Davacı vekilinin temyiz itirazları bakımından yapılan incelemede:
23. Dava, muvazaa hukuksal nedenine dayalı olarak açılan tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
24. Davanın açıldığı tarihte yürürlükte bulunan ve somut olaya uygulanması gereken 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK ) 18. maddesinde genel muvazaa düzenlenmiş; maddenin 1. fıkrası ile “Bir akdin şekil ve şartlarını tayininde, iki tarafın gerek sehven gerek akitteki hakiki maksatlarını gizlemek için kullandıkları tabirlere ve isimlere bakılmıyarak, onların hakiki ve müşterek maksatlarını aramak lazımdır.” hükmü getirilmiştir.
25. Bilindiği üzere “tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacı ile gerçek durumu onlardan gizleyerek kendi gerçek iradelerine uymayan ve kendi aralarında geçerli olmayan bir hususta anlaşmalarına” muvazaa ve bu şekilde yapılan işlemlere de muvazaalı işlemler denir (Eren, F: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2018, s. 367). Eş söyleyişle muvazaa açıklanan beyanlarının gerçek maksatlarına uymadıklarını bildikleri hâlde, tarafların kastettikleri durumdan başka bir ilişkide kendilerini anlaşmış gibi göstermeleri hâli, tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacıyla kendi gerçek iradelerine uymayan haksız eylem niteliğinde anlaşmalarıdır (7.10.1953 tarihli ve 8/7 Sayılı Yargıtay içtihadı Birleştirme Kararı).
26. Muvazaalı bir hukuki işlemden söz edilebilmesi için;
i)Tarafların iradeleri ile beyanları arasında isteyerek oluşturulmuş bir uygunsuzluk,
ii) Üçüncü kişileri aldatmak (muvazaa) niyeti,
iii) Taraflar arasında gizli işlemi oluşturan muvazaa sözleşmesi bulunmalıdır.
27. Kural olarak üçüncü kişiler anılan maddeye dayalı olarak, danışıklı işlem nedeniyle hakları zarara uğratıldığı takdirde tek taraflı veya çok taraflı olan bu hukuki işlemlerin geçersizliğini ileri sürebilirler. Çünkü danışıklı bir hukuki işlem ile üçüncü kişilere zarar verilmesi onlara karşı işlenmiş bir haksız eylem niteliğindedir. Ancak üçüncü kişilerin danışıklı işlem ile haklarının zarara uğratıldığının benimsenebilmesi için, onların, danışıklı işlemde bulunandan alacaklarının bulunması ve danışıklı işlemin o alacağın ödenmesini önlemek amacıyla yapılmış olması gerekmektedir.
28. Muvazaa davası, borçlunun yapmış olduğu işlemin gerçekte hiç yapılmamış olduğunun (işlemin temelinin geçersizliğinin) tespitini amaçladığından, görünürdeki satış işlemlerine karşı açılır. Muvazaaya dayalı tasarrufun iptali davalarında ise davacının icra takibine geçmesi ya da aciz belgesi almasına gerek yoktur. Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 07.07.2020 tarihli ve 2017/17-1507 E., 2020/525 K. sayılı kararında da aynı ilkelere yer verilmiştir.
29. Yüzeysel olarak bakıldığında, iptal davaları ile muvazaa davaları arasında bir benzerlik görülmekte ise de, bu benzerlik her iki tür davanın güttüğü amaçtan öteye gitmemektedir. Muvazaa davası, yani yapılan işlemin muvazaa nedeniyle hükümsüz olduğunu belirtmek için açılan dava ile tasarrufun iptali davası amaçları bakımından birbirlerine yakınsa da gerçekte nitelikleri, koşulları, doğurduğu sonuçlar bakımından birbirinden farklıdırlar. Tasarrufun iptali davası, borçlunun tasarruf işlemlerinden zarar gören ve elinde aciz belgesi bulunan alacaklılar tarafından açılabilir. Ne var ki, tasarrufun iptali davası, borçlu tarafından geçerli olarak yapılan tasarruf işleminin davacı bakımından hükümsüz olduğunu tespit ettirmek için açıldığı hâlde, muvazaa davasında borçlunun yaptığı tasarruf işleminin gerçekte hiç yapılmamış olduğunun tespiti istenir. Başka bir ifadeyle yapılan işlemin geçersizliği ileri sürülür.
30. Tasarrufun iptali davası, aynî nitelikte olmayıp kişisel (şahsî) bir dava olduğu hâlde, muvazaa davası ayni nitelikte bir davadır. Muvazaanın kanıtlanması hâlinde dava konusu mal, borçlunun mal varlığından hiç çıkmamış hâle gelir. Taşınmaza ilişkin muvazaa davalarında hâkim tapu kaydının da borçlu adına tesciline karar verir. Muvazaa iddiası, zamanaşımına bağlı olmadan ileri sürülebildiği hâlde, iptal davasının tasarrufun yapıldığı tarihten itibaren en geç hak düşürücü süre olan beş yıl içinde açılması gerekir (İİK m. 284). İİK’nın 277 vd. maddelerine dayalı olarak açılmış iptal davasının amacı, alacaklının davaya konu mal üzerinde, cebri icra yolu ile alacağı miktarla sınırlı olarak hakkını almasını sağlamaktır.
31. Kural olarak iptal davasına konu edilen tasarruflar, muvazaalı akitlerden farklı olarak hukuken geçerlidir. Başka bir ifade ile muvazaalı akitlerde, görülen akit değil tarafların gerçek iradelerine uygun bulunan akit tarafları bağlayıcı olduğu hâlde, İİK’nın 277 ve bunu izleyen maddelerinde düzenlenen tasarruflar özel hukuk ilişkisi açısından geçerliliğini korumaktadır. Bu nedenle, alacaklının gerçek alacak ve ayrıntılarına yetecek miktardaki tasarrufun iptaline, bunun dışında kalan kısmı geçerliliğini koruyacağından, olduğu gibi bırakılmasına karar verilmesi gerekmektedir. Kanun koyucu bu özelliği gözeterek “iptal davasının sübutu hâlinde davaya konu teşkil eden mal üzerinde icra kovuşturması yapılabileceğini, davanın konusu taşınmaz mal olduğu takdirde ise, üçüncü şahıs üzerindeki kaydın düzeltilmeksizin taşınmazın haciz ve satışının istenebileceğini” öngörmüştür (İİK. m.283). Nitekim aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 03.05.2000 tarihli ve 2000/4-823 E., 2000/851 K.; 25.05.2011 tarihli ve 2011/4-149 E., 2011/346 K.; 02.04.2014 tarihli ve 2013/4-1016 E., 2014/436 K.; 17.01.2019 tarihli ve 2017/17-2051 E., 2019/19 K.; 25.02.2020 ve 2017/1505 E., 2020/204 K. sayılı kararlarında da benimsenmiştir.
32. Yapılan tüm açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
33. Dava dilekçesinin konusu, maddi olguların anlatılış biçimi ve talep sonucu kısmından da açıkça anlaşılacağı gibi dava BK’nın 18. maddesinde tanımını bulan muvazaa hukuksal nedenine dayalı iptal davasıdır.
34. Yerel mahkemece eldeki davada İİK’nın 283. maddesinin uygulanmasının taleple bağlılık kuralına aykırı olduğu gerekçesine de dayanılması nedeniyle HMK’nın 26. maddesinde düzenlenen taleple bağlılık kuralına da kısaca değinmek gerekmektedir. Maddeye göre, hâkim tarafların talepleri ile bağlıdır. Kanunlarda gösterilen sınırlı sayıdaki istisnalar bir kenara bırakılacak olursa talepten fazlasına veya talepten başka bir şeye karar veremez. Fakat hâkimin duruma göre talep sonucundan daha azına karar vermesinin önünde engel yoktur. Taleple bağlılık ilkesi özü itibariyle hâkimin, tarafların talebiyle bağlı olduğunu ifade eder. İlkenin taşıdığı ilk anlam; tarafın talep etmediği husus hakkında mahkemenin karar veremeyeceğidir. Buna göre tarafın neyi talep edip etmediği ve hâkimin ne hakkında karar verip veremeyeceği dava dilekçesine bakılarak tespit edilir. Bu tespitin konusunu, istenilen hukuki sonuç oluşturur. Bu itibarla hâkimin karar verme sınırı dava dilekçesi ile belirlenmiş olur. Taleple bağlılık ilkesinin taşıdığı ikinci anlam ise tarafın talebinden fazlasına mahkemece karar verilememesidir. Taleple bağlı olma, yargılama sonucunda davacının talep ettiği haktan daha azına sahip olduğunun belirlenmesi durumunda uygulanmaz (HMK m. 26). Talepten azına karar verme “çoğun içinde az da vardır” esasına dayanmaktadır. Bu kural ise davacının talep sonucu ile aynı nitelikte olan daha azına karar vermeyi ifade etmektedir. Nitekim dava açıldığında davacının talebi maddi hukukta karşılığa sahip olduğu oranda mahkemeden hukuki koruma sağlanmasıdır (Taleple bağlılık kuralı hakkında daha geniş açıklamalara Hukuk Genel Kurulunun 30.05.2018 tarihli ve 2017/23-2539 E., 2018/1149 K. sayılı kararında yer verilmiştir).
35. Eldeki davada, davacıyı alacağından yoksun bırakmak için yapıldığı iddia edilen muvazaalı satış işleminin iptali ve hiç yapılmamış sayılmasının tespiti istenmektedir. Bu davada davacı muvazaalı işlemle kendisinin zararlandırıldığını ileri sürmüştür. Davacının amacı tapunun iptali olmayıp, alacağına kavuşmaktır.
36. Davacı vekili, davalılardan …’ün katkı payı alacağına ilişkin hükmedilecek tazminatı ödememek amacıyla dava konusu edilen taşınmazı danışıklı olarak diğer davalıya devrettiği iddiasıyla eldeki bu davayı açmıştır. Yargılama sonunda satışın danışıklı olduğunun kanıtlanması durumunda davacı, satışa konu edilen maldan alacağının tahsili için yararlanabilecektir. Ancak, davacının bu hakkı ayni değil şahsi bir sonuç doğuracağından tapunun iptaline değil, İİK’nın 283/1. maddesi gereğince, iptal ve tescile gerek olmaksızın davacıya taşınmazın haciz ve satışını isteyebilme hakkı tanınmasına karar verilecektir. Bu davada güdülen amaç da budur. Davacı ile davalı …’ün İzmir 4. Aile Mahkemesinin 06.06.2005 tarihli ve 2003/207 E., 2005/674 K. sayılı kararı ile boşanmalarına karar verildiği; yine davacı tarafından davalı … aleyhine açılan katkı payı alacağına ilişkin davada İzmir 12. Aile Mahkemesinin 02.12.2009 tarihli ve 2008/542 E., 2009/991 K. sayılı kararı ile 30.960TL katkı payı alacağının tahsiline karar verildiği ve bu kararın 28.02.2011 tarihinde kesinleştiği, davalı …’ün 188 ada 1 nolu parselde adına kayıtlı L Blok 3. kat 7 nolu bağımsız bölümü boşanma davasının karara bağlanmasından bir hafta sonra çok düşük bir bedelle, hiçbir işi olmayan yeğeni diğer davalı …’na satış göstererek tapudan devrettiği, yapılan satış işleminin katkı payı alacağından kurtulmaya yönelik olarak muvazaalı yapıldığı anlaşılmaktadır.
37. O hâlde satışın muvazaalı olduğunun kanıtlanmış olduğu eldeki davada, mahkemece İİK’nın 283/1 maddesi gözetilerek tapu iptaline gerek olmaksızın davacının alacağını alabilmesini sağlamak için dava konusu taşınmazın haciz ve satışını isteyebilmesi yönünde hüküm kurulmalıdır.
38. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, Borçlar Kanunu ve İcra ve İflâs Kanunu birbirinden farklı nitelik taşıyan kanunlar olduğundan, eldeki dava BK’nın 18. maddesine göre açılan tasarrufun iptali davası niteliği taşıdığından ve taleple bağlılık ilkesi gereğince de İİK’nın 277. maddesine göre açılan tasarrufun iptali davası niteliğini taşımaması nedeniyle İİK’nın 283/1-2 maddesine göre karar verilemeyeceğinden ve davacı tarafın aktif dava ehliyetinin de bulunduğu nazara alınarak direnme kararının belirtilen bu değişik gerekçe ile bozulması gerektiği ileri sürülmüş ise de; bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmemiştir.
39. Diğer taraftan dava tarihi 25.03.2011 olduğu hâlde gerekçeli karar başlığında 16.06.2014 olarak gösterilmesine ilişkin yanlışlık, mahallinde düzeltilebilir maddi hata niteliğinde bulunduğundan ayrıca bozma nedeni yapılmamıştır.
40. Hâl böyle olunca tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki delillere, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
41. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1) Davalı … vekilinin temyiz isteminin REDDİNE oy birliğiyle (III-A),
2) Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA oy çokluğuyla (III- B),
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatıranlara geri verilmesine,
Aynı Kanun’un 440. maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 11.02.2021 tarihinde karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2014/2-1226
K. 2016/1057
T. 16.11.2016
DAVA : Taraflar arasındaki “boşanma” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İzmir 14.Aile Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 07.03.2013 gün ve 2012/614 E., 2013/144 K. sayılı karar, davacı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 10.12.2013 gün ve 2013/14994 E., 2013/29160 K. sayılı kararı ile;
“…Ön inceleme duruşmasında hakim tarafların iddia ve savunmaları çerçevesinde anlaştıkları veya anlaşmadıkları hususları tek tek belirleyip uyuşmazlık konularını tespit edeceğine göre bu işlemler yapılmadan tarafların delil ve tanıklarını bildirmesi beklenemez. Davacı ve davalı taraf tahkikata başlamadan önce tanık listesi vermişlerdir. O halde, hukuki dinlenilme hakkını (HMK. madde 27) kullanabilmeleri için, davacıyı tanıklarının dinlenmesi, için gerekli giderleri yatırmaları konusunda kesin süre verilerek tanıklarının dinlenmesi, davalı da bildirdiği tanıklarının dinlenmesini talep ettiği takdirde bu konuda kendisine imkan tanınması ve gerçekleşecek sonucu uyarınca davanın esası hakkında bir karar verilmesi gerekirken; eksik incelemeyle karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir…” gerekçesiyle oy çokluğuyla bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, boşanma istemine ilişkindir.
Davacı vekili davalı ile müvekkilinin önceden boşanıp tekrar evlendiğini ancak geçimsizliklerinin son bulmadığını, müvekkilinin davalının başka erkeklerle birlikte olduğu yönünde kuvvetli şüpheleri olduğunu, aralarında geçen olay sebebiyle müvekkilinin tutuklu olduğunu ileri sürerek boşanmalarına karar verilmesini istemiştir.
Davalı suçlamaları kabul etmediğini, aldatma iddiasının iftiradan ibaret olduğunu, kendisinin de boşanmak istediğini bildirmiş ve mahkemenin belirleyeceği nafakanın tarafına verilmesini istemiştir.
Mahkemece davacı vekilinin dava dilekçesinde herhangi bir delile dayanmadığı, yargılamanın devamı sırasında delil listesi sunduğu, her ne kadar iddia ve savunmanın ön inceleme safhasına kadar taraflarca genişletilip değiştirilmesi mümkün ise de davacı vekilinin dava açarken iddialarını ispata yarayan hiçbir delil sunmaması durumunda sonradan bir kısım delillerin bildirilmiş olmasının durumu değiştirmeyeceği belirtilerek evlilik birliğinin temelinden sarsıldığını gösterir ve boşanmayı gerektirir şekilde davalının kusurundan kaynaklanan bir geçimsizliğin kanıtlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Hükmün davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Özel Dairece yukarda başlık bölümünde açıklanan gerekçelerle oy çokluğu ile karar bozulmuş, davacının süresinde delil bildirmemesi sebebiyle davanın esastan reddi gerektiği karşı oy yazısında belirtilmiştir.
Mahkemece önceki gerekçe genişletilerek direnme hükmü verilmiştir.
Direnme hükmü davacı vekilince temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dava dilekçesinde tanık deliline dayanılmamış olması durumunda tahkikat duruşmasına başlamadan önce verilen dilekçeyle delil bildirilmesinin mümkün olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle konu ile ilgili yasal düzenlenmelerin incelenmesi gerekir.
Anayasanın 90. maddesinin beşinci fıkra hükmü uyarınca, milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınacak olması sebebiyle ilk olarak belirtilmesi gerekir ki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının en önemli unsurlarından bir tanesi de yargılamanın “makul bir süre içinde” bitirilmesi ilkesidir.
Bu bağlamda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), devletlerin yasal sistemlerini mahkemelerin 6. maddede yer alan şartlara, makul bir sürede yargılama dahil olmak üzere uyacak şekilde düzenlemek ile görevli olduğunu belirtmiştir (AİHM, Zimmerman ve Steiner –İsviçre, 13 Temmuz 1983, 29. paragraf).
Bir davaya taraf olan herkesin karşı taraf karşısında kendisini önemli bir dezavantajlı konumda bırakmayacak şartlarda, iddialarını mahkemeye sunabilmesi için makul bir fırsata sahip olabilmelidir (AİHM, De Haes ve Gijsels-Belçika, 24 Şubat 1997).
Tarafların gösterilen tüm delillerden haberdar olması ve görüş bildirebilmesi de adil yargılanma hakkı kapsamında gözetilmesi gereken ilke olarak belirtilmiştir (AİHM, Borgers-Belçika, 30 Ekim 1991).
Anayasanın 141. maddesinde de “davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir” denilmek suretiyle davaların makul bir süre içerisinde bitirilmesi gerekliliği açıkça düzenlenmiştir.
Açıklanan bu ilkelere paralel olarak 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda (HMK) yargılamanın makul sürede bitirilmesini sağlamak amacıyla düzenlemeler yapılmış ve bu amaca ulaşılabilmesi için önemli bir katkı sağlayan delillerin bildirilme zamanı özel olarak düzenlenmiştir.
Delillerin belirli bir zaman dilimi içinde gösterilip sunulması yargılamayı çabuklaştıracak olmasının yanı sıra, taraflara da gösterilen delillerden haberdar olarak zamanında bunlara karşı delil veya görüş bildirebilme imkanı tanıyacak, böylece uyuşmazlıklar en kısa sürede adilane çözüme kavuşacaktır.
Bu aşamada HMK’nın delillerin ibrazıyla ilgili hükümlerini değerlendirmek gereklidir.
6100 Sayılı HMK’nın “Dava Dilekçesinin İçeriği” başlıklı 119/1-e-f maddesine göre; davacı, dava dilekçesinde, iddiasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetlerini ve iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğini açıkça göstermek zorundadır.”
Maddenin gerekçesinde bu gerekliliğin, 6100 Sayılı HMK’da bir yenilik olarak düzenlendiği ifade edilmiştir. Davacının genel ifadelerle delillerini belirtmesi yeterli sayılmayıp hangi delillere dayandığı dilekçeden anlaşılmalıdır. Delillerin bildirilmesine dair bu düzenleme, somutlaştırma yükünün de bir gereğidir. (Pekcanıtez, H.\ Atalay O.\ Özekes M.: Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı, 3. Bası, Ankara 2015, s. 277).
6100 Sayılı HMK’nın “Belgelerin Birlikte Verilmesi” başlıklı 121/1. maddesine göre; dava dilekçesinde gösterilen ve davacının elinde bulunan belgelerin asıllarıyla birlikte harç ve vergiye tabi olmaksızın davalı sayısından bir fazla düzenlenmiş örneklerinin veya sadece örneklerinin dilekçeye eklenerek, mahkemeye verilmesi ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunludur. Ayrıca, aynı Kanunun “Cevap Dilekçesinin İçeriği” başlıklı 129/1-d-e. maddelerine göre, cevap dilekçesinde; davalının savunmasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri ile savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin bildirilmesi gerekir. Bu husus davalının savunmasını somutlaştırma yükünün gereğidir. Davalı da davacı gibi yazılı delillerini cevap dilekçesine ekleyerek mahkemeye vermeli ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamalarda bulunmalıdır. (Pekcanıtez, H.\ Atalay O.\ Özekes M., s. 306).
Dava dilekçesinin davalıya tebliğinde, davalının iki hafta içinde davaya cevap verebileceğinin ihtarının gerektiği HMK’nın 122. maddesinde düzenlendikten sonra aynı süreye “cevap dilekçesini verme süresi” başlıklı 127. maddesinde tekrar yer verilerek “Cevap dilekçesini verme süresi, dava dilekçesinin davalıya tebliğinden itibaren iki haftadır…” şeklinde düzenleme yapılmıştır.
Önemle vurgulanmalıdır ki; HMK’nın 122. maddesinin gerekçesinde de belirtildiği üzere cevap süresi, Kanun tarafından düzenlenmiş kesin bir süre hâline getirilmiştir.
HMK’nın “Süresinde Cevap Dilekçesi Verilmemesinin Sonucu” başlıklı 6100 Sayılı HMK’nın 128/1. maddesine göre; “süresi içinde cevap dilekçesi vermemiş olan davalı, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamını inkâr etmiş sayılır.” Davayı inkar etmiş sayılan davalı, daha sonra ikici cevap dilekçesi veremez. Zira ikinci cevap dilekçesi cevaba cevap dilekçesine karşı verilir. Cevap dilekçesi vermemiş olan davalının sadece inkar ile yetinmiş olduğu varsayılır ve ön inceleme ile tahkikat aşamasında sadece inkar çerçevesinde savunma yapabilir ve bu yönde ispat faaliyetinde bulunarak delil gösterebilir (Pekcanıtez, H.\ Atalay O.\ Özekes M.s. 294-295). Süresinde cevap vermediği için davayı inkar etmiş sayılan davalı, davacının dava dilekçesinde bildirdiği vakıaların doğru olmadığını (inkarı) ispat için karşı delil gösterebilir. Davalı, davayı inkarının karşı delilini göstermek bahanesi ile, yeni vakıalar (mesela zamanaşımı veya borcu ödediğini ileri sürerse, bununla savunmasını genişletmiş olur; bu ise kural olarak yasaktır. Bu halde mahkeme, davacının iddiasının doğru olmadığını ispat için davalının göstereceği delilleri inceleyip, davacının delilleri ile birlikte değerlendirerek varacağı sonuca göre hüküm vermelidir. (Kuru B.\ Arslan R.\Yılmaz E.: Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı, Ankara 2014, 25. Bası, s.317).
6100 Sayılı HMK’nın “Ön İncelemenin Kapsamı” başlıklı 137/1. maddesine göre; dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılır. Mahkeme ön incelemede; dava şartlarını ve ilk itirazları inceler, uyuşmazlık konularını tam olarak belirler, hazırlık işlemleri ile tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapar, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik eder ve bu hususları tutanağa geçirir.
6100 Sayılı HMK’nın “Ön İnceleme Duruşması” başlıklı 140/5. maddesine göre; ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir. Bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi hâlinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir. Aynı Kanunun 119 ve 121. maddelerinde delillerin gösterilmesinden bahsedilmesine rağmen, 137 ve 140. maddelerinde delillerin sunulmasından ve toplanmasından bahsedilmektedir. Burada vurgulanması gereken husus özellikle 140. maddede “dilekçelerinde gösterdikleri” ibaresinin kullanılmış olmasıdır.
6100 Sayılı HMK’nın 140. maddesinin gerekçesinde belirtildiği üzere taraflar, delil olarak dayandıkları belgeleri dilekçelerine ekleyerek vermek ya da başka yerden getirilecekse, bunu belirtmek zorundadırlar. Şayet taraflar, bu konuda yapmaları gereken işlemleri eksik bırakmışlarsa, tahkikata başlamadan önce, taraflara son kez kısa bir süre verilerek bu eksiklikleri tamamlamaları düşünülmüştür. Taraflar bu şanslarını da doğru kullanamazlarsa, artık tahkikat mevcut delillerle yürütülecek ve tarafların o delile dayanmaktan vazgeçtikleri kabul edilecektir.
Özetle; 6100 Sayılı HMK’nın 119/1-f maddesine göre dava dilekçesinde iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği, 129/1-e maddesine göre de cevap dilekçesinde savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin belirtilmesi gerekir. 6100 Sayılı HMK’nın 137 ve 140.maddelerinde ise; 119 ve 129.maddelerdeki düzenlemenin aksine, delillerin belirtilmesinden değil, tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapmasından bahsedilmiştir. Buna göre; delillerin dava ve cevap dilekçelerinde belirtilmesi, dilekçelerinde belirtikleri delillerin en geç ön inceleme duruşmasında mahkemeye sunulması, başka bir yerden getirtilecek olması halinde delillerin toplanması için gerekli işlemlerin yapılması gerekir. Yani dava ve cevap dilekçelerinin verilmesinden sonra tarafların iddia ve savunmalarını kanıtlayıcı delil bildirmeleri mümkün değildir.
Dilekçelerin teatisi aşamaları bu şekilde net sürelere bağlı olarak düzenlendikten sonra yasa koyucu, “delil bildirmenin “süreye” bağlı olduğunu tekrar vurgulayan 145. maddeye yer vermiştir. 6100 Sayılı HMK’nın “Sonradan Delil Gösterilmesi” başlıklı 145/1. maddesine göre; taraflar, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler. Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.
6100 Sayılı HMK’nın 145. maddesinin birinci cümlesinde de tarafların, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremeyecekleri açıkça belirtilmiştir. 145. maddenin ikinci cümlesinde; birinci cümledeki tarafların Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremeyeceklerine dair olarak getirilen istisnanın dava ve cevap dilekçelerinde hiç delil belirtmeyen, ön inceleme aşamasında da delillerini sunmayan veya toplanması için gerekli işlemleri yapmayan tarafların tahkikat aşamasında delil bildirme haklarının olduğu şeklinde anlaşılması mümkün değildir. 145.maddenin gerekçesinde, “uygulamada, davaların uzamasının temel sebeplerinden birinin de gereksiz yere yeni delil sunulması ve bu konuda taraflara verilen sürelere uyulmaması olduğunun bilindiği, maddenin ilk fıkrasıyla, Kanunda belirtilen sürelerden sonra, davada yeni delil sunulmasının yasak olduğunun kural olarak benimsendiği, fakat iki istisnanın kabul edildiği, bunun için; yeni delil sunulması talebinin yargılamayı geciktirme amacı taşımaması veya delilin süresinde sunulmamasının ilgili tarafın kusuru dışında bir sebebe dayanması halinde, hâkimin gerekçesini de belirtmek şartıyla, yeni delil sunulmasına izin verebileceği, bu şekilde delil sunma kuralına istisna getirilmesinin hukuki dinlenme hakkının tabii bir sonucu olduğu” belirtilmiştir.
Tahkikatın amacı, kural olarak delil toplamak değil, delilleri incelemek ve değerlendirmektir; aksi halde tahkikat tamamlanamaz ve yargılama uzar. Bu sebeple 145. maddede belirtilen ve tarafın etki alanı dışında kalan çok özel durumlar dışında, sonradan delil sunulması halinde bu deliller dikkate alınmamalıdır. Keza, tarafların 145. madde şartları oluşmadan sonradan delil sunması ya da kanun yoluna başvururken bu şekilde delilleri dilekçesine ekleyip vermeleri kabul edilmemelidir (Pekcanıtez, H.\ Atalay O.\ Özekes M., s. 332-333).
Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde; 6100 Sayılı HMK’nın sistematiği içinde; tahkikat aşamasına geçilmezden evvel tarafların uyuşmazlıkların çözümü için ileri sürdükleri delillerin daha işin başında belirlenerek tahkikatın etkin bir şekilde yapılmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Yargılamanın etkin ve makul bir süre içinde bitirilmesi için delil gösterilmesi dilekçelerin teatisi (dava, cevap, cevaba cevap ve ikinci cevap) aşamasına hasredilmiştir. Buna göre, dilekçelerin teatisi aşamasında herhangi bir delil bildirmeyen davacı veya davalıya ön inceleme duruşmasında delillerini bildirmesi için yeni bir süre verilmesine imkân bulunmamaktadır.
Somut olayda; davacı 24.08.2012 tarihinde boşanma davası açmış, dava dilekçesinde iddialarını ispata yarar herhangi bir delil bildirmemiştir. Davalı ise süresinde verdiği cevap dilekçesi ile delillerini bildirmiş, cevap dilekçesinin davacıya tebliği üzerine davacı cevaba cevap dilekçesi ibraz etmemiştir. Mahkemece 17.01.2013 tarihinde ön inceleme duruşması icra edilip tahkikat duruşmasına geçildikten sonra 07.03.2013 tarihli celse de davacı vekili “Tanıklarımızı bildirdik. Dinlenmesini talep ediyoruz” şeklinde beyanda bulunmuştur.
Yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler dikkate alındığında, dava dilekçesinde herhangi bir delil bildirmeyen, sonradan delil gösterilebilmesi için HMK’nın 145.maddesinde belirtilen istisnai hallerin mevcudiyetini de ileri sürmeyen davacının ön inceleme aşamasından sonra bildirdiği tanıkların dinlenmesi mümkün değildir.
Hal böyle olunca, yerel mahkemenin davacı vekilinin dava açarken iddiaları ispata yarayan hiçbir delil sunmadığı gerekçesiyle verdiği davanın reddine dair direnme kararı yerindedir.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, yukarıda açıklanan sebeplerle direnme kararının ONANMASINA, gerekli temyiz ilam harcı peşin alındığından başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 1086 Sayılı Hukuk Usulu Muhakemeleri Kanunu’nun 440. Maddesi uyarınca karar düzeltme yolu açık olmak üzere 16.11.2016 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
E. 2015/13068
K. 2016/3601
T. 25.2.2016
• KESİN SÜRE VERİLMESİ ( Verilen Kesin Süre İçinde Tanık ve Delil İbraz Etmeyen Tarafın Delil Sunmaktan Vazgeçtiğinin Kabulü Gerektiği – Hal Böyleyken Tanıkların Dinlenmesi Doğru Olmadığı Gibi Davalı Karşı Davacı Erkeğin Davasının Reddi Gerekirken Kabulü Yönünde Hüküm Kurulması da Doğru Olmadığı )
• TANIKLARIN DİNLENMESİ ( Verilen Kesin Süre İçinde Tanık ve Delil İbraz Etmeyen Tarafın Delil Sunmaktan Vazgeçtiğinin Kabulü Gerektiği – Hal Böyleyken Tanıkların Dinlenmesinin Doğru Olmadığı )
• KARAR VERİLMESİNE YER OLMAMA ( Davacı Karşı Davalı Kadın Tarafından Kendi Boşanma Davası Temyize Getirilmeyerek Kesinleşmiş Olduğundan Davalı Karşı Davacı Erkeğin de Davası Konusuz Kaldığı – Karşı Dava Hakkında “Karar Verilmesine Yer Olmadığına” ve Davadaki Haklılık Durumuna Göre Yargılama Giderlerine Karar Verileceği ) 4721/m.174/1-2
ÖZET : Mahkemece, ön inceleme duruşmasında, taraflara delillerini bildirmek üzere iki haftalık kesin süre verilmiş, davalı karşı davacı erkek kesin süre içinde tanıklarını bildirmemiştir. Dilekçe ile tanık listesi sunmuştur. Verilen kesin süre içinde tanık ve delil ibraz etmeyen tarafın delil sunmaktan vazgeçtiğinin kabulü gerekir. Hal böyleyken, tanıkların dinlenmesi doğru olmadığı gibi, davalı karşı davacı erkeğin davasının reddi gerekirken, kabulü yönünde hüküm kurulması da doğru olmamıştır. Ancak, davacı karşı davalı kadın tarafından kendi boşanma davası temyize getirilmeyerek kesinleşmiş olduğundan, davalı karşı davacı erkeğin de davası konusuz kalmıştır. Karşı dava hakkında “karar verilmesine yer olmadığına” ve davadaki haklılık durumuna göre yargılama giderleri ve vekalet ücreti yönünden karar verilmek üzere hükmün bozulması gerekmiştir.
DAVA : Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm, davacı karşı davalı kadın tarafından karşı davanın kabulü, reddedilen tazminatlar ve nafakaların miktarı yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : 1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre, davacı karşı davalı kadının aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.
2-Mahkemece, 04.02.2014 tarihli ön inceleme duruşmasında, taraflara delillerini bildirmek üzere iki haftalık kesin süre verilmiş, davalı karşı davacı erkek kesin süre içinde tanıklarını bildirmemiştir. 08.04.2014 havale tarihli dilekçe ile tanık listesi sunmuştur. Verilen kesin süre içinde tanık ve delil ibraz etmeyen tarafın delil sunmaktan vazgeçtiğinin kabulü gerekir. Hal böyleyken, tanıkların dinlenmesi doğru olmadığı gibi, davalı karşı davacı erkeğin davasının reddi gerekirken, kabulü yönünde hüküm kurulması da doğru olmamıştır. Ancak, davacı karşı davalı kadın tarafından kendi boşanma davası temyize getirilmeyerek kesinleşmiş olduğundan, davalı karşı davacı erkeğin de davası konusuz kalmıştır. Karşı dava hakkında “karar verilmesine yer olmadığına” ve davadaki haklılık durumuna göre yargılama giderleri ve vekalet ücreti yönünden karar verilmek üzere hükmün bozulması gerekmiştir.
3-Mahkemece belirlenen vakılara göre, davalı karşı davacı erkek boşanmaya sebebiyet veren olaylarda tamamen kusurlu olup, bu kusurlu davranışlar kadının kişilik haklarına saldırı oluşturacak niteliktedir. O halde, kusurun ağırlığı tarafların sosyal ve ekonomik durumları gözetilerek davacı karşı davalı kadın lehine uygun miktarda maddi ve manevi tazminat takdiri gerekirken ( TMK. M. 174/1-2 ), bu taleplerin reddine karar verilmesi doğru olmamıştır.
4-Tarafların gerçekleşen sosyal ve ekonomik durumlarına, nafakanın niteliğine, günün ekonomik koşullarına göre müşterek çocuğun ihtiyaçlarına nazaran takdir edilen iştirak nafakası azdır. Mahkemece Türk Medeni Kanununun 4. maddesindeki hakkaniyet ilkesi de dikkate alınarak daha uygun nafakaya hükmedilmesi gerekir. Bu yön gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır.
SONUÇ : Temyiz edilen hükmün yukarıda 2, 3 ve 4. bentlerde gösterilen sebeplerle BOZULMASINA, hükmün bozma kapsamı dışında kalan temyize konu diğer bölümlerinin ise yukarıda ( 1. ) bentte gösterilen sebeple ONANMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, iş bu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 25.02.2016 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2014/2-433
K. 2016/63
T. 22.1.2016
• GENEL BOŞANMA İSTEMİ ( Mahkemece Tarafların Henüz Uyuştukları ve Ayrıştıkları Hususlar Belirlenmeden Tensip İle Birlikte Kesin Süre Verilerek Tanıkların Bildirilmesinin İstenmesi Doğru Olmadığı )
• SİLAHLARIN EŞİTLİĞİ İLKESİ ( Boşanma İstemi – Tensip Tutanağı İle Verilen Kesin Süreye Rağmen Tanıklarını Bildirmeyen Davacı Tanıklarının Dinlenmesine Karar Verilmesine Karşın Davalı Tanıklarının Bildirilmesi İsteminin Reddine Karar Verilmesi Bozma Nedeni Olduğu )
• TENSİP İLE KESİN SÜRE VERİLEREK TANIK BİLDİRİLMESİ İSTENEMEYECEĞİ ( Tarafların Henüz Uyuştukları ve Ayrıştıkları Hususlar Belirlenmeden Tanık Bildirilmesi İstenmesi Boşanmaya Dair 4721 S. T.M.K.’nun 184. ve 4787 S. Kanunun 7. Md. ve Anayasanın 41. Md. Yer Verilen Amaç Gözetildiğinde Doğru Olmadığı ) 2709/m.41 4787/m.7 6100/m.137,138,139,140 4721/m.166/1,184
ÖZET : Dava, evlilik birliğinin temelden sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat isteklerine ilişkindir. Mahkemece, tarafların henüz uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar belirlenmeden tensip ile birlikte kesin süre verilerek tanıkların bildirilmesinin evliliği sonlandıran ve istenmesi kamu düzenini ilgilendiren boşanmaya dair 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 184. ve 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 7. maddesinde düzenlenen usul kuralları ve özellikle Anayasanın 41. maddesinde yer verilen amaç gözetildiğinde doğru olmadığı gibi tensip tutanağı ile verilen kesin süreye rağmen tanıklarını bildirmeyen davacı tanıklarının dinlenmesine karar verilmesine karşın davalı tanıklarının bildirilmesi isteminin reddine karar verilmesi silahların eşitliği ilkesi gereğince de doğru bulunmamıştır.
DAVA : Taraflar arasındaki “boşanma, nafaka, velayet ve tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara Batı 1. Aile ( Kapatılan Sincan 1.Aile ) Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 15.01.2013 gün ve 2012/198E., 2013/27 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 03.07.2013 gün ve 2013/6356 E., 2013/18904 K. sayılı ilamı ile;
( … Mahkemece; ” davalının cevap dilekçesinde tanık deliline dayanmadığı, daha sonra dilekçeler teatisinde de tanık ve delil bildirmediği” gerekçesiyle davalı tarafın delilleri toplanmadan davacı delilleri ile sonuca gidilmiştir.
Davalının davaya süresinde cevap vermemiş olması, delil bildirme ve savunmasını ispat etme hakkını ortadan kaldırmaz. Davaya süresinde cevap verilmemesinin sonucu, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamının inkar edilmiş olmasıdır ( HMK. madde 128 ). Bu böyle olmakla birlikte süresinde davaya cevap vermeyen davalı, Hukuk Muhakemeleri Kanununun 145/1. maddesindeki hal dışında, davacıya kusur isnat edemez ise de, davacının iddiasını dayandırdığı vakıaların gerçekte vukuu bulmadığına, diğer bir ifade ile evlilik birliğini temelinden sarsar nitelikte bir hadisenin mevcut olmadığına yönelik olarak kanunda belirtilen süre içinde olmak koşuluyla delil bildirebilir. Aksinin kabulü, bir kez cevap süresini kaçırmış veya davaya cevap vermemiş olan davalının bundan sonra delil bildirememesi sonucunu doğurur. Bu ise Hukuk Muhakemeleri Kanununun 27. maddesinde yer alan hukuki dinlenilme hakkını zedeler. Tarafların, dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları “belge” niteliğindeki delillerini sunmaları için ön inceleme duruşmasında iki haftalık kesin süre verilmesi yasal olarak mümkün ( HMK. madde 140/5 ) iken, uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar henüz belirlenmeden tarafların, ön inceleme duruşmasından önce davanın daha başında ( tensiple ) ” tanık bildirmelerini” beklemek doğru olmadığı gibi, bu yönde tensiple kesin mehil verilse bile, bu hukuki sonuç doğurmaz. Çünkü delil çekişmeli vakıalar için gösterilir ( HMK. madde 187/1 ).Taraflar arasındaki çelişmeli hususlar ise ön inceleme duruşmasında belirlenir ( HMK. madde 140/1 ). Tahkikat tespit edilen çekişmeli hususların çözümü için yürütülür. O halde davalıya tanıklarını göstermesi için süre verilmeli, gösterdiği takdirde, tanıkları savunması çerçevesinde dinlenmeli ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek hasıl olacak sonucu uyarınca karar verilmelidir. Bu yapılmadan eksik inceleme ile hüküm tesisi doğru bulunmamıştır… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, Türk Medeni Kanununun 166/1. maddesi uyarınca evlilik birliğinin temelden sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat isteklerine ilişkindir.
Davacı vekili, eşinin şiddet uyguladığını, ailesini ziyarete göndermediğini, anne, baba ve kardeşleriyle birlikte yaşadıklarını belirterek evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına dayalı olarak boşanmalarına, 1.000,00 TL tedbir ve yoksulluk nafakasına, çocukların velayetlerinin babalarına bırakılmasına, 50.000,00’er TL maddi ve manevi tazminata hükmedilmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, mahkemenin yetkili olmadığını, davacının hasta olan annesini ziyarete geldiğini, onların etkisi ile dönmediğini, ileri sürülen iddiaların doğru olmadığını, evine dönmesi şartıyla davacı eşini affettiğini belirterek davanın reddine karar verilmesi ile Yozgat 2 Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan karşı davanın sonucunun beklenilmesi aksi takdirde birleştirilmesine karar verilmesini, müşterek çocukların velayetlerinin kendisine bırakılmasını savunmuştur.
Yerel Mahkemece, davalı tarafa 29.03.2012 tarihli tensip ara kararı ile birlikte davaya dair cevapları ile varsa tüm delillerinin ibrazı için süre verildiği, bu süre içerisinde tanık deliline dayanılmadığı gibi davanın uzamasına sebebiyet vermeyecek şekilde ön inceleme duruşmasının bitimini müteakip dinletmek istedikleri tanıkları hazır edilmediğinden ve istenilen süreusule uygun olmadığından reddine karar verildiği, davacı tarafından gösterilen ve dinlenilen tanık anlatımları, nüfus aile kayıt tablosu ile tüm dosya kapsamı bir bütün halinde değerlendirildiğinde; evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına neden olan hadiselerde Serhat Altın’ın tamamen kusurlu olup Sevgi’den kaynaklanan herhangi bir kusurun varlığının ispat edilemediği, TMK’nın 166/1-2 maddesi koşullarının davacı bakımından gerçekleştiği anlaşılmakla tarafların boşanmalarına, müşterek çocukların velayetlerinin babaya bırakılmasına, müşterek çocuklardan Yasin yararına dava tarihinden geçerli olmak üzere 200,00 TL tedbir nafakasının, hüküm kesinleşinceye kadar davalıdan alınarak davacıya verilmesine, davacı yararına dava tarihinden itibaren geçerli olmak üzere 250,00 TL tedbir ile hükmün kesinleşmesini müteakip 300,00 TL yoksulluk nafakasının davalıdan alınarak davacıya verilmesine,TMK’nın 174/1-2 maddesi gereğince 7.000,00 TL maddi 6.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan alınarak davacıya verilmesine, fazlaya dair taleplerin reddine dair verilen karar davalı vekilinin temyizi üzerine; Özel Dairece yukarda yazılı olan karar ile bozulmuş; mahkemece, önceki gerekçeler tekrar edilip genişletilerek direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararını davalı vekili temyize getirmektedir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ön inceleme duruşması yapılmadan tensip tutanağı ile davalının delillerini sunması için süre verilip verilemeyeceği, cevap dilekçesinde delil bildirmeyen davalıya ön inceleme duruşmasında delillerini bildirmesi için süre verilmesinin gerekip gerekmediği, mahkemece usulüne uygun olarak ön inceleme duruşmasının yapılıp yapılmadığı, tahkikat aşamasında davalıya delillerini bildirme hakkının tanınıp tanınamayacağı; varılacak sonuca göre davalının hukuki dinlenilme hakkının ihlal edilip edilmediği noktasında toplanmaktadır.
6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile usul hukukumuzda ilk derece yargılamasının beş temel aşamadan oluşması öngörülmüştür. Bunlar sırası ile; dilekçelerin karşılıklı verilmesi, ön inceleme, tahkikat, sözlü yargılama ve hükümdür. Bu aşamalar içinde yeni olan ise ön inceleme aşamasıdır.
Yargılamanın gereksiz yere uzamasının engellenmesi; mahkemenin ve tarafların yargılamada gereken hazırlığı davanın başında yapmasının sağlanması bakımından, Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile dilekçelerin verilmesinden sonra ve tahkikat aşamasından önce gelmek üzere “ön inceleme” adıyla yeni bir yargılama aşaması kabul edilmiştir ( H. Pekcanıtez/O. Atalay/ M.Özekes, Medeni Usul Hukuku, 11 Bası, 2011, s.375-376 ).
6100 Sayılı HMK’nın 137. maddesinde, ön incelemenin kapsamı, HMK 138. maddesinde ön inceleme aşamasında dosya üzerinden dava şartları ve ilk itirazlar hakkında verilecek kararlar, HMK 139. maddesinde ön inceleme duruşmasına davet, HMK 140. maddesinde ise yapılması zorunlu olan ön inceleme duruşması düzenlenmiştir.
6100 Sayılı HMK’nın ön incelemenin kapsamı başlıklı 137. maddesinde, dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılacağı, 138. madde dikkate alınarak öncelikle dava şartları ve ilk itirazlar hakkında dosya üzerinden karar vereceği, dava şartları ve ilk itirazlar hakkında gerektiği takdirde kararını vermeden önce, bu konuda tarafları ön inceleme duruşmasında dinleyebileceği, ön inceleme duruşmasında tarafların iddia ve savunmaları kapsamında uyuşmazlık konularını tam olarak belirleyebileceği, hazırlık işlemleri ile tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapacağı, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik edeceği ve bu hususların tutanağa geçirileceği belirtilmiştir. Ön inceleme duruşmasında dava şartları ve ilk itirazlar ile sınırlı olmak üzere tanık dinleme, belge inceleme, bilirkişi görüşü alma, keşif yapma ve yemin teklif etme gibi işlemler yapılabilir, ancak tahkikata yönelik işlemler yapılamaz.
HMK’nın 137. maddesinin ikinci fıkrasında ise ön inceleme tamamlanmadan ve gerekli kararlar alınmadan tahkikata geçilemeyeceği ve tahkikat için duruşma günü verilemeyeceği düzenlenmiştir. Gereksiz duruşmalara dair uygulamadaki eski alışkanlıkların devam etmesinin kesin olarak önüne geçilmesi amacıyla kanun koyucu, ön inceleme aşaması tamamlanmadan ve bu aşamada alınması gereken kararlar alınmadan tahkikat aşamasına geçilmesini ve tahkikat için duruşma günü belirlenmesini kesin bir ifade ile ( emredici nitelikteki bir düzenlemeyle ) yasaklamıştır ( H. Pekcanıtez/O. Atalay/M.Özekes, a.g.e., s.375-376 ).
Tüm bu hususlar dikkate alındığında, dilekçeler aşaması tamamlandıktan sonra öncelikle dosya üzerinden dava şartları ve ilk itirazların incelenmesi; bu konularda olumlu veya olumsuz bir karar verilmesi, dosya üzerinden karar verilemeyen dava şartları ile ilk itirazlar hakkında karar verilmek ve diğer ön inceleme işlemlerini yapmak üzere tarafların ön inceleme duruşmasına davet edilmesi, 6100 Sayılı HMK 137 ve 140 maddelerine göre ön inceleme duruşmasında gerekli usul işlemleri yapıldıktan sonra, tahkikat duruşmasına geçilmesi gerekir.
HMK’nın 145. maddesi;
“ Taraflar, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler. Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.” hükmünü içermektedir.
Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 41. maddesi gereğince toplumu oluşturan en temel kurumlardan biri olan ailenin korunması ve sağlıklı bir şekilde devamı için aile hukukundan doğan ilişkiler esas itibariyle özel hukuka girmesine rağmen diğer özel hukuk dallarına oranla devletin daha fazla müdahalesini gerekmiş bu amacı gerçekleştirmeye yönelik olarak 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 5133 Sayılı Kanun ile değişik 4/1. maddesinde; 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun üçüncü kısmı hariç olmak üzere ikinci kitabından ( TMK. madde 118-494 ) doğan bütün dava ve işlere Aile Mahkemesinde bakılacağı düzenlenmiştir.
Buna göre davaya konu uyuşmazlık, boşanma ve fer’ilerine dair olup bu tür uyuşmazlıkların Aile Mahkemelerinde görülmesi gerekir.
Anılan Kanunun Aile Mahkemelerinin görevi ve görevine giren işlerdeki yargılama usulüne dair 7. maddesi:
“ Aile mahkemeleri, önlerine gelen dava ve işlerin özelliklerine göre, esasa girmeden önce, aile içindeki karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörünün korunması bakımından eşlerin ve çocukların karşı karşıya oldukları sorunları tespit ederek bunların sulh yoluyla çözümünü, gerektiğinde uzmanlardan da yararlanarak teşvik eder. Sulh sağlanamadığı takdirde yargılamaya devam olunarak esas hakkında karar verilir.
Özel kanunlardaki hükümler saklı kalmak kaydıyla, bu Kanunda hüküm bulunmayan konularda Türk Medeni Kanununun aile hukukuna dair usul hükümleri ile Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu hükümleri uygulanır.” hükmünü içermektedir.
Diğer taraftan 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun “Boşanmada Yargılama Usulü” başlıklı 184. Maddesi ile boşanma veya ayrılık davasında hakimin vicdanen kanaat getirmesi gerektiği, taraflara yemin öneremeyeceği, tarafların ikrarının hakimi bağlamayacağı, hakimin kanıtları serbestçe takdir edeceğine dair düzenlemeler içermekte olup madde metni aynen:
“ Boşanmada yargılama, aşağıdaki kurallar saklı kalmak üzere Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununa tabidir:
1. Hakim, boşanma veya ayrılık davasının dayandığı olguların varlığına vicdanen kanaat getirmedikçe, bunları ispatlanmış sayamaz.
2. Hakim, bu olgular hakkında gerek resen, gerek istem üzerine taraflara yemin öneremez.
3. Tarafların bu konudaki her türlü ikrarları hakimi bağlamaz.
4. Hakim, kanıtları serbestçe takdir eder.
5. Boşanma veya ayrılığın fer’i sonuçlarına dair anlaşmalar, hakim tarafından onaylanmadıkça geçerli olmaz.
6. Hakim, taraflardan birinin istemi üzerine duruşmanın gizli yapılmasına karar verebilir.” şeklindedir.
Yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler ışığında somut olayın incelenmesinde; dava 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonra 27.03.2012 tarihinde açıldığı anlaşılmaktadır. Mahkemece, 29.03.2012 tarihli tensip tutanağının “ Ç,D,E” bendi ile davalıya tüm delillerini ve varsa tanıklarını bildirmesi için iki hafta süre verilmiş, 18.10.2012 tarihli ön inceleme duruşmasına tarafların vekilleri davet edilmiş, davalı vekilinin mazereti kabul edilmemiştir.20.12.2012 tarihli oturumda ise davacı her ne kadar tanık bildirmemiş ise de hazır olan tanıklarının dinlenmesini istemiş, davalı taraf da delillerini bildirmek için süre istemiştir. Mahkemece, davacı tarafın tanıkları dinlenmiş, tensip tutanağı ile verilen kesin sürede tanık ve delil bildirmediği gerekçesiyle davalı tarafa delillerini bildirmek için talep ettiği süre verilmemiştir.
Mahkemece, tarafların henüz uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar belirlenmeden tensip ile birlikte kesin süre verilerek tanıkların bildirilmesinin evliliği sonlandıran ve istenmesi kamu düzenini ilgilendiren boşanmaya dair 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 184. ve 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 7. maddesinde düzenlenen usul kuralları ve özellikle Anayasanın 41. maddesinde yer verilen amaç gözetildiğinde doğru olmadığı gibi tensip tutanağı ile verilen kesin süreye rağmen tanıklarını bildirmeyen davacı tanıklarının dinlenmesine karar verilmesine karşın davalı tanıklarının bildirilmesi isteminin reddine karar verilmesi silahların eşitliği ilkesi gereğince de doğru bulunmamıştır.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından, delil gösterme ve sunma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunundan ayrılmayı gerektiren boşanma davalarına özgü bir boşluktan söz edilemeyeceği yönünde görüş bildirilmiş ise de bu görüş çoğunluk tarafından benimsenmemiştir.
O halde Özel Daire bozma ilamında ve yukarıdaki belirtilen ilave gerekçelerle Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu sebeple direnme kararın bozulması gerekir.
SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarda belirtilen ilave gerekçe ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istenmesi halinde temyiz peşin harcın yatırana iadesine, 22.01.2016 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY :
Özel Daire ile mahkeme arasındaki uyuşmazlık boşanma davasında cevap dilekçesinde delillerini göstermeyen davalının daha sonra sunduğu delillerin değerlendirilip değerlendirilemeyeceğidir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının en önemli unsurlarından bir tanesi de “yargılamanın makul süre içerisinde bitirilmesi” ilkesidir.
Anayasa’nın 141. maddesinde “Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir” denilmek suretiyle davaların makul bir süre içerisinde bitirilmesi gerekliliği açıkça düzenlenmiştir.
Adil yargılanma hakkı bağlamında usul hukuku, çabuk, basit ve ucuz yargılamayı amaç edinmiştir. Delillerin belirli bir zaman dilimi içinde gösterilip sunulması, sonradan yeni delil bildirme imkânının tanınmaması yargılamayı çabuklaştıracak ve uyuşmazlığı kısa sürede çözüme kavuşturacaktır.
6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu, yargılamanın makul sürede bitirilmesini sağlamak amacıyla hâkimi, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli biçimde yürütmekle yükümlü tutmuş; dava ve cevap dilekçesinin içeriği ve özellikle delillerin bildirilme zamanını özel olarak düzenlemiştir.
HMK.m.30’a göre “Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür”.
HMK.m.119/1-f hükmü uyarınca, gerek yazılı gerekse basit yargılama usulünde, iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin, dava dilekçesinde belirtilmesi gerekir.
“Belgelerin birlikte verilmesi” başlığını taşıyan 121. maddeye göre “Dava dilekçesinde gösterilen ve davacının elinde bulunan belgelerin asıllarıyla birlikte harç ve vergiye tabi olmaksızın davalı sayısından bir fazla düzenlenmiş örneklerinin veya sadece örneklerinin dilekçeye eklenerek, mahkemeye verilmesi ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunludur.”
“Cevap dilekçesinin içeriği” başlığını taşıyan 129.maddenin ( e ) bendinde savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin cevap dilekçesinde bulunması gerektiği belirtilmiş; 2.fıkrada “121. madde hükmü cevap dilekçesi hakkında da uygulanır” denilerek delillerin gösterilme zamanı bakımından dava dilekçesi için öngörülen zorunluluğun cevap dilekçesi için de aranacağı düzenlenmiştir.
HMK’nın 140/5. maddesi uyarınca: “Ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir. Bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi halinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir.”
Yukarıda belirtilen hükümlerden de anlaşılacağı üzere gerek davacı gerekse davalı bakımından delil gösterme ile delil sunma ayrı olarak ele alınmış; dava ve cevap dilekçelerinde iddia edilen vakıaların hangi delillerle ispatlanacağının belirtilmesi zorunluluğundan söz edildikten sonra, eldeki belgelerin dilekçelere eklenmesi, elde bulunmayan belgeler için ise nereden getirtileceği konusunda bilgi verilmesi gerektiği açıkça öngörülmüştür. HMK.m.140/5 dilekçelerde belirtilen ve fakat henüz sunulmayan belgelerin süresinde sunulmaması halinde uygulanacak yaptırımı da düzenlemiştir.
HMK.m.145 “Taraflar, kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler” şeklinde emredici bir düzenleme öngördükten sonra bunun istisnalarını da belirtmiştir. Buna göre “…Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.”
Somut olayda, davalının cevap dilekçesinde delillerini belirtmediği tartışma dışıdır. Sonradan delil gösterilmesi için HMK.m.145’te belirtilen istisnai hallerin mevcudiyeti ileri sürülmediğine göre mahkemece davalının gösterdiği tanıkların dinlenmemesi usule uygundur. Belirtmek gerekir ki, davacı taraf da süresi içinde tanık deliline dayanmadığı halde mahkemece davacı tanıklarının dinlenmiş olması da usule aykırı olmakla birlikte, bu yanlışlık o tanıkların beyanlarının hükme esas alınmaması ile giderilebilir. Davalı tarafa da usule aykırı olarak aynı imkânın sağlanması ile yanlışlığın giderilmesi doğru olmaz. Başka bir anlatımla, “iki yanlış bir doğru etmez”.
Boşanma davalarının özelliği sebebiyle Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun delil gösterme süresini sınırlayan hükümlerinin uygulanamayacağı yönündeki görüşe de katılmak mümkün değildir.
4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu”nun “Boşanmada yargılama usulü” başlıklı TMK.m. 184’te “Boşanmada yargılama, aşağıdaki kurallar saklı kalmak üzere Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununa tâbidir” denildikten sonra boşanma davalarına özgü alt usul kuralına yer verilmiştir. Belirtilen istisnai kurallar arasında delillerin gösterilme ve sunulma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunu ilkelerinden ayrılmayı gerektiren bir düzenleme bulunmamaktadır.
Boşanma davaları devam ederken iddia ve savunmayı genişletme yasağı çerçevesinde yeni vakıaların ileri sürülebilmesine imkân veren uygulamalar dahi HMK.nın öngördüğü ilkelerin dışına çıkılmasını gerektirmez. Yeni vakıalar için delil gösterilmesine izin verilebilirse de somut olayda yeni bir vakıanın varlığı da ileri sürülmüş değildir. Dava tarihinden önceki vakıalar için süresinde gösterilmeyen delillin dikkate alınması ancak HMK.m.145 şartlarında mümkündür.
Delil gösterme ve sunma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunu hükümleri ayrıntılı olup, bu konuda bir boşluktan da söze edilemez. Belirtmek gerekir ki, Anayasamızın 142.maddesinde mahkemelerin yargılama usullerinin kanunla düzenleneceği belirtilmekle, hâkime bu hususta inisiyatif bırakılmak istenmemiş; her hâkimin ayrı bir usul icat etmesinin önüne geçilmek istenmiş, adeta “oyunun kuralı önceden belli olmalı” denilmiştir. Kanunun açıkça izin vermediği durumlarda usul kuralları değiştirilemez.
Yukarıda açıklanan gerekçelerle mahkemenin direnme kararının usul ve yasaya uygun olduğu, direnme kararının onanması gerektiği kanaati ile Sayın Çoğunluğun bozma yönündeki görüşüne katılamıyorum.
KARŞI OY :
Davacı ile davalı arasındaki 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 166/1. maddesindeki evlilik birliğinin sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat istemine dair davada, davanın kabulüne dair ilk derece mahkemesi kararının özel dairece temyiz incelemesi sonucu, davalının davaya süresinde cevap vermemiş olmasının delil bildirme ve savunmasını ispat etme hakkını ortadan kaldırmayacağı, davaya süresinde cevap verilmemesinin sonucunun, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamının inkar edilmesi olup süresinde davaya cevap vermeyen davalının, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 145/1. maddesindeki hal dışında, davacıya kusur isnat edemez ise de, davacının iddiasını dayandırdığı vakıaların gerçekte meydana gelmediğine yönelik olarak kanunda belirtilen süre içinde olmak şartıyla delil bildirebileceği, aksinin kabulü halinde, bir kez cevap süresini kaçırmış veya davaya cevap vermemiş olan davalının bundan sonra delil bildirmesinin mümkün olmayacağı sonucunu doğuracağı, bu durumun 6100 Sayılı Kanun’un 27. maddesinde yer alan hukuki dinlenilme hakkını zedeleyeceği, tarafların, dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları “belge” niteliğindeki delillerini sunmaları için ön inceleme duruşmasında iki haftalık kesin süre verilmesinin kanuni olarak mümkün iken, anlaştıkları ve anlaşamadıkları konular henüz belirlenmeden taraflardan, ön inceleme duruşmasından önce davanın daha başında ( tensiple ) ” tanık bildirmelerini” beklemenin doğru olmadığı gibi bu yönde tensiple kesin süre verilse bile, hukuki sonuç doğurmayacağı,çünkü delilin çekişmeli vakıalar için gösterileceği, taraflar arasındaki çekişmeli hususların ise ön inceleme duruşmasında belirleneceği, tahkikatın tespit edilen çekişmeli hususların çözümü için yürütüleceği, davalıya tanıklarını göstermesi için süre verilmesi, gösterdiği takdirde, tanıkları savunması çerçevesinde dinlenmesi ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek karar verilmesi gerektiği belirtilerek bozma kararı verilmiştir.
İlk derece mahkemesince, davalının savunmasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri, savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin cevap dilekçesinde yer alması gerektiği, cevap dilekçesinde savunmanın dayanağı bütün vakaları göstermediği gibi bunları hangi delille ( tanık ) ispat edeceğini de yazmadığı, kanunda öngörülen istisnalar dışında, hâkimin, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamayacağı ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamayacağı, kanunla belirtilen durumlar dışında, hâkimin, kendiliğinden delil toplayamayacağı tarafların, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremeyeceği, taraflarca getirilme ilkesi ile 6100 Sayılı Kanun’un 145. maddesi birlikte değerlendirildiğinde davalının 4721 Sayılı Kanun’un 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı içerisinde davranmadığı, cevap dilekçesi ile delil bildirebileceği en azından tanık delilinin mevcut olduğunu belirtip isim yazmaması halinde istenen sürenin verilebileceği, özellikle boşanma davalarında davayı uzatarak boşanmanın ferileri bakımından vazgeçme yolu ile sonuçlanması için usul hükümlerini hiçe sayacak şekilde yargılamayı uzatmaya yönelik istek ve taleplerin savunma hakkı kapsamında değerlendirilemeyeceği, tanık deliline süresi içerisinde dayanılmadığı sonradan getirilen bu savunmanın da davayı uzatmaya yönelik hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olduğu gerekçeleri ile önceki hükümde direnilmesi ve davanın kabulü kararı verilmiştir.
6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Dava dilekçesinin içeriği” başlıklı 119. maddesinin birinci fıkrasının f bendindeki iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği, “Belgelerin birlikte verilmesi” başlıklı 121. maddesindeki dava dilekçesinde gösterilen ve davacının elinde bulunan belgelerin asıllarıyla birlikte harç ve vergiye tabi olmaksızın davalı sayısından bir fazla düzenlenmiş örneklerinin veya sadece örneklerinin dilekçeye eklenerek, mahkemeye verilmesi ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunluluğu, “Cevap dilekçesinin içeriği” başlıklı 129. maddesinin e bendindeki savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği, “Tarafların ikinci dilekçeleri” başlıklı 136. maddesinin 2. fıkrasındaki davacının cevaba cevap, davalının da ikinci cevap dilekçesi hakkında, dava ve cevap dilekçelerine dair hükümler, niteliğine aykırı düşmediği sürece kıyasen uygulanacağına dair hüküm, “Ön incelemenin kapsamı” başlıklı 137. maddesinin 1. fıkrasındaki dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılacağı ön incelemede, dava şartlarını ile ilk itirazların incelenip, uyuşmazlık konularının tam olarak belirlenerek, hazırlık işlemleri ve tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapar, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik eder ve bu hususları tutanağa geçirir, “Ön inceleme duruşması” başlıklı 140. maddesinin 5. fıkrasındaki ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir, bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi hâlinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir, “Sonradan delil gösterilmesi” başlıklı 145. maddesinde taraflar, kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler, ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir, “İspat hakkı ve karşı ispat” başlıklı 189. ve 191. maddelerinde taraflar, kanunda belirtilen süre ve usule uygun olarak ispat hakkına sahiptir, diğer taraf, ispat yükünü taşıyan tarafın iddiasının doğru olmadığı hakkında delil sunabilir, “Somutlaştırma yükü ve delillerin gösterilmesi” başlıklı 194. maddesinde taraflar, dayandıkları vakıaları, ispata elverişli şekilde somutlaştırmalıdırlar, dayandıkları delilleri ve hangi delilin hangi vakıanın ispatı için gösterildiğini açıkça belirtmeleri zorunludur, “Tanık gösterme şekli” başlıklı 240. maddesinin 2. fıkrasındaki ve 243. maddesinin 1. fıkrasındaki tanık gösteren taraf, tanık dinletmek istediği vakıayı ve dinlenilmesi istenen tanıkların adı ve soyadı ile tebliğe elverişli adreslerini içeren listeyi mahkemeye sunar, bu listede gösterilmemiş olan kimseler tanık olarak dinlenemez ve ikinci bir liste verilemez, tanık davetiye ile çağrılır, ancak, davetiye gönderilmeden taraflarca hazır bulundurulan tanık da dinlenir, şu kadar ki, tanık listesi için kesin süre verildiği ve dinlenme gününün belirlendiği hâllerde, liste verilmemiş olsa dahi taraf, o duruşmada hazır bulundurursa tanıklar dinlenir, biçimindeki hükümler dikkate alındığında, dosya kapsamına göre, taraflar arasındaki boşanma davasının yargılaması sırasında davaya cevap veren davalının cevap dilekçesinde yetki itirazında bulunarak davacının iddialarını inkara yönelik açıklamalar yaptığı, ancak dava ile ilgili herhangi bir delil bildirmediği, mahkemece dosya kapsamındaki mevcut delillere göre davacı davasını ispatladığından davanın kabulüne karar verildiği, yukarıda açıklanan 6100 Sayılı Kanun hükümlerinin değerlendirmesinden mahkemece ulaşılan kabul hükmü yerinde olduğundan sayın çoğunluk görüşüne katılmıyorum. İlk derece mahkemesi kararının onanması gerektiği düşüncesindeyim.
T.C.
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
E. 2014/7683
K. 2014/19253
T. 2.10.2014
DAVA : Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı (kadın) tarafından temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : Davacı kadın tarafından 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 166/1. maddesi uyarınca evlilik birliğinin temelinden sarsıldığı hukuki sebebine dayanılarak boşanma davası açılmış, mahkemece 12.9.2013 tarihli ön inceleme duruşmasında dava dilekçesinde yazılı tanıkları hazır etmek üzere davacı tarafa mehil verilmiş, 5.12.2013 tarihli bir sonraki celsede bu kez davacıya tanıklarını hazır etmek üzere kesin süre verilmiştir. Davacı taraf 21.1.2014 tarihli diğer celsede tanıkları hazır edemediğini belirterek tanıkların adreslerini bildirmek üzere süre talep etmiş, mahkemece davacı tarafın kesin sürede delil bildirmediğinden bahisle davanın reddine karar verilmiştir.
Tanıkların dinlenilmesi usulü Hukuk Muhakemeleri Kanununun 240 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. Hukuk Muhakemeleri Kanununun 243. maddesinde “tanık davetiye ile çağrılır. Ancak, davetiye gönderilmeden taraflarca hazır bulundurulan tanık da dinlenir. Şu kadar ki tanık listesi için kesin süre verildiği ve dinlenme gününün belirlendiği hallerde, liste verilmemiş olsa dahi taraf, o duruşmada hazır bulundurursa tanıklar dinlenir” hükmü yer almıştır.
Görüldüğü üzere, kural olan tanığın davetiye ile çağrılmasıdır. Ancak, taraflarca hazır bulundurulan tanıkların da dinlenilmesi mümkündür. Mahkemece, yasal dayanağı bulunmadığı halde, taraflara tanıklarını duruşmada hazır bulundurma yükümlülüğü yüklenemez. Bu konuda süre de verilemez. Verilmiş olsa dahi sonuç doğurmaz. Bu durumda, mahkemece yapılacak iş, davacı tarafa Hukuk Muhakemeleri Kanununun 240/3. maddesi uyarınca tanıklarının adreslerini bildirmek üzere işin niteliğine uygun kesin süre vermek, bu süre içerisinde adres gösterilmemesi halinde vazgeçmiş sayıldığına karar vermek, adres gösterilmesi halinde ise, usulüne uygun celbedilerek hasıl olacak sonuca göre karar vermekten ibarettir. Tanıkların duruşmada hazır edilmesi şeklindeki geçersiz kesin süreye dayanılarak davanın reddi doğru olmamış ve bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ : Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle 02.10.2014 tarihinde karar verildi.
T.C.
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
E. 2012/3724
K. 2012/20653
T. 10.9.2012
• KESİN SÜRE VERİLMESİNE RAĞMEN BİR SONRAKİ CELSEDE DELİL VE TANIK LİSTESİ BİLDİRMEK ( Celse Talikine Neden Olmayacak Şekilde Bildirildiği – Celsede Hazır Edilen Tanıkların Dinlenmesi Gereği )
• DELİL VE TANIK LİSTESİ BİLDİRİLMESİ İÇİN KESİN SÜRE VERİLMESİ ( Kesin Süre Geçtikten Sonra Yapılan Celsede Davalı Vekilinin Delil Listesini Sunduğu/Tanıklarını Hazır Ettiği – Celse Talikine Neden Olmadığından Huzurdaki Tanıkların Dinleneceği )
• KESİN SÜRE GEÇTİKTEN SONRA OTURUM SIRASINDA TANIKLARI HAZIR ETMEK ( Celse Talikine Neden Olmayacak Şekilde Tanıklarını Hazır Eden Davalı Vekilinin Bildirdiği Tanıkların Dinlenmesi Gereği )
• CELSE TALİKİNE NEDEN OLMAYACAK ŞEKİLDE KESİN SÜRE DIŞINDA DELİL VE TANIK LİSTESİ BİLDİRMEK ( Kesin Süre Geçtikten Sonra Yapılan Celsede Davalı Vekilinin Delil Listesini Sunduğu/Tanıklarını Hazır Ettiği – Celse Talikine Neden Olmadığından Huzurdaki Tanıkların Dinleneceği )6100/m. 243-1086/m. 258
ÖZET : Mahkemece, davalı vekiline oturumda delillerini bildirmek, tanık göstermesi halinde hangi hususta dinlenecekleri hususunda açıklamada bulunmak üzere otuz gün kesin mehil verilmiş, duruşma daha sonraki bir tarihe bırakılmıştır. Davalı vekili, tanınan kesin süre dışında oturum sırasında delil listesini sunmuş ve aynı gün, gösterdikleri tanıkların hazır bulunduğunu da ifade etmiştir. Bu durumda celse talikine sebep olunmamıştır. O halde, davalı vekili tanıklarını hazır ettiğini bildirdiğine göre bildirilen bu tanıklar dinlenilerek, tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmesi gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : Mahkemece, davalı vekiline 27.04.2011 tarihli oturumda delillerini bildirmek, tanık göstermesi halinde hangi hususta dinlenecekleri hususunda açıklamada bulunmak üzere otuz gün kesin mehil verilmiş, duruşma 27.06.2011 gününe bırakılmıştır. Davalı vekili, tanınan kesin süre dışında 27.06.2011 günü oturum sırasında delil listesini sunmuş ve aynı gün, gösterdikleri tanıkların hazır bulunduğunu da ifade etmiştir. Bu durumda celse talikine sebep olunmamıştır. O halde, davalı vekili tanıklarını hazır ettiğini bildirdiğine göre bildirilen bu tanıklar dinlenilerek, tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik incelemeyle hüküm tesisi doğru bulunmamıştır.
SONUÇ : Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA, bozma sebebine göre diğer yönlere ilişkin temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 10.09.2012 gününde oybirliğiyle karar verildi.
YARGITAY
21. HUKUK DAİRESİ
E. 2012/16743
K. 2012/22172
T. 5.12.2012
• İDARİ PARA CEZASI VE PRİM BORCUNUN İPTALİ ( Kurumca Tahakkuk Ettirilen – Davacının İddiasının Dayanağı Olan Vakıaları Dava Dilekçesinde Açıkladığı Halde Davanın Açılmamış Sayılmasına Karar Verilmesinin Usul ve Yasaya Aykırı Olduğu )
• VAKIALARIN DAVA DİLEKÇESİNDE YER ALMASI ( Vakıaların Dava Dilekçesinde Tutarlı ve Anlaşılabilir Şekilde Özet Halinde Yer Almasının Yeterli ve Gerekli Olduğu – Bu Eksikliğin Tamamlanması Mümkün Olduğundan Davacıya Bir Haftalık Kesin Süre Verilmesi Gerektiği )
• DAVA DİLEKÇESİNDEKİ EKSİKLİKLER ( Maddi Vakıaların Özetlerinin Tamamlanması Mümkün Olduğundan Davacıya Bir Haftalık Kesin Süre Verilmesi Gerektiği – İdari Para Cezası ve Prim Borcunun İptali )
• DELİLLERİN SONRADAN İLERİ SÜRÜLMESİ ( Yargılamayı Geciktirme Amacı Taşımıyorsa veya Süresinde İleri Sürülmemesi İlgili Tarafın Kusurundan Kaynaklanmıyorsa Mahkeme Delilin Sonradan Gösterilmesine İzin Verebileceği – İdari Para Cezası ve Prim Borcunun İptali )
• DAVANIN AÇILMAMIŞ SAYILMASI ( İdari Para Cezası ve Prim Borcunun İptali – Dava Dilekçesindeki Maddi Vakıaların Eksikliğinin Tamamlanması Mümkün Olduğundan Davacıya Bir Haftalık Kesin Süre Verilmesi Bu Süre İçinde Eksikliğin Tamamlanmaması Halinde Açılmamış Sayılması Gerektiği )
6100/m.119,318,145
ÖZET : Dava, Kurumca tahakkuk ettirilen idari para cezası ve prim borcunun iptali istemine ilişkindir. Taraflar, dilekçeleri ile birlikte, tüm delillerini açıkça ve hangi vakıanın delili olduğunu da belirterek bildirmek; delillerini dilekçelerine eklemek ve başka yerlerden getirilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayan bilgilere dilekçelerinde yer vermek zorunda iseler de, bu eksikliğin tamamlanması mümkün olduğundan davacıya bir haftalık kesin süre verilmeli, bu süre içinde eksikliğin tamamlanmaması halinde dava açılmamış sayılmalıdır. Somut olayda, davacının iddiasının dayanağı olan vakıaları dava dilekçesinde açıkladığı halde yerinde olmayan gerekçe ile yazılı şekilde davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Kural olarak taraflar, kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler, ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülmemesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir. Somut olayda bu hak tanınmadan davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
DAVA : Davacı, sigortasız işçi çalıştırdığı gerekçesiyle prim ve işsizlik primi işleminin iptaline karar verilmesini istemiştir.
Mahkeme ilamında belirtildiği şekilde, davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiştir.
Hükmün davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve tetkik hakimi tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tesbit edildi:
KARAR : Dava, Kurumca tahakkuk ettirilen idari para cezası ve prim borcunun iptali istemine ilişkindir.
Mahkemece, dava dilekçesinin HMK’nın 119. maddesinin 1. fıkrasının ( e ) ve ( f ) bentlerinde yer alan hususları içermediği ve Yasa’nın 318.maddesine göre delillerin ikame edilmediği gerekçesiyle davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiştir.
01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı HMK’nın “Dava Dilekçesinin İçeriği” başlıklı 119. maddesine göre dava dilekçesinde aşağıdaki hususlar bulunur:
a ) Mahkemenin adı.
b ) Davacı ile davalının adı, soyadı ve adresleri.
c ) Davacının Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası.
ç ) Varsa tarafların kanuni temsilcilerinin ve davacı vekilinin adı, soyadı ve adresleri.
ç ) Davanın konusu ve malvarlığı haklarına ilişkin davalarda, dava konusunun değeri.
d ) Davacının iddiasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri.
e ) İddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği.
f ) Dayanılan hukuki sebepler.
ğ ) Açık bir şekilde talep sonucu.
g ) Davacının, varsa kanuni temsilcisinin veya vekilinin imzası.
Birinci fıkranın ( a ), ( d ), ( e ), ( f ) ve ( g ) bentleri dışında kalan hususların eksik olması halinde, hakim davacıya eksikliği tamamlaması için bir haftalık kesin süre verir. Bu süre içinde eksikliğin tamamlanmaması halinde dava açılmamış sayılır.
HMK’nın 318. maddesine göre taraflar dilekçeleri ile birlikte, tüm delillerini açıkça ve hangi vakıanın delili olduğunu da belirterek bildirmek; ellerinde bulunan delillerini dilekçelerine eklemek ve başka yerlerden getirilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunulabilmesini sağlayan bilgilere dilekçelerinde yer vermek zorundadır.
HMK’nın 119/2 maddesinde birinci fıkranın ( a ), ( d ), ( e ), ( f ) ve ( g ) bentlerinde yer alan hususların eksik olması halinde ne şekilde karar verileceğine dair bir düzenleme bulunmadığından bu hallerde mahkemenin ne şekilde karar vermesi gerektiği sorusunun yanıtı Yasa’nın diğer hükümleri de gözönünde tutularak belirlenmelidir.
HMK’nın 119/e bendine göre “Davacının iddiasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri” dava dilekçesinde bulunmalıdır. Somut olayda davacı, iddiasının dayanağı olan vakıaları dava dilekçesinde açıklamıştır. Vakıalar davanın gerçek sebebi ve temeli olup HMK’nın 119. maddenin ( e ) bendine göre vakıaların dava dilekçesinde tutarlı ve anlaşılabilir şekilde özet halinde yer alması yeterli ve gereklidir. Yasa metninde yer alan “vakıaların sıra numarası altında açık özetleri” ile amaçlanan da budur.
Öte yandan, vakıaların dava dilekçesinde bulunmaması halinde dahi bu eksikliğin tamamlanması mümkün olduğundan Yasa’nın 119/2 maddesine kıyasen davacıya bir haftalık kesin süre verilmeli, bu süre içinde eksikliğin tamamlanmaması halinde dava açılmamış sayılmalıdır. HMK’nın 119/e bendinde yer alan hüküm ile davaların usul ekonomisi ilkesine uygun bir biçimde makul bir sürede sonuçlanması amaçlandığından tamamlanması mümkün bir eksiklik bulunması halinde davanın açılmamış sayılması yerine bu eksikliği tamamlaması için davacıya kesin süre verilmesi hukuk devletine ve yasa koyucunun amacına daha uygun olacaktır.
Somut olayda, davacının iddiasının dayanağı olan vakıaları dava dilekçesinde açıkladığı halde yerinde olmayan gerekçe ile yazılı şekilde davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
HMK’nın 119. maddesinin ( f ) bendinde ve 318. maddesinde tarafların dilekçeleri ile birlikte, tüm delillerini açıkça ve hangi vakıanın delili olduğunu da belirterek bildirmek; ellerinde bulunan delillerini dilekçelerine eklemek ve başka yerlerden getirilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayan bilgilere dilekçelerinde yer vermek zorunda oldukları belirtilmiş ise de bu eksikliğin tamamlanması mümkün olduğundan Yasa’nın 119/2 maddesine kıyasen davacıya bir haftalık kesin süre verilmeli, bu süre içinde eksikliğin tamamlanmaması halinde dava açılmamış sayılmalıdır. Öte yandan HMK’nın 322. maddesine göre basit yargılama usulüne tabi davalarda uygulanma yeri bulunan HMK’nın 145. maddesine göre kural olarak taraflar, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.
Somut olayda, davacıya ( f ) bendinde yer alan eksikliği HMK’nın 119/2 maddesine göre kendisine verilecek kesin süre içerisinde tamamlama imkanı tanınmadan ve davacının HMK’nın 145. maddesine göre sonradan delil ileri sürme hakkı bulunduğu da düşünülmeden yerinde olmayan gerekçe ile yazılı şekilde davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
O halde davacının bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.
SONUÇ : Hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 05.12.2012 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
E. 2016/6862
K. 2017/557
T. 17.1.2017
* İKİ HAFTALIK KESİN SÜREDEN SONRA BİLDİRİLEN TANIKLARIN DİNLENMESİ (Davanın Kabulüyle Tarafların Boşanmalarına Karar Verildiği/Davacı Kadın Dava Dilekçesinde Boşanma Sebebi Olarak İleri Sürdüğü Vakıaları Bildirdikten Sonra Bu Vakıaları Hangi Delille İspatlayacağını Belirtmediği Dava Dilekçesinde Tanık Deliline Dayanmadığına Göre Dayanılmayan Delilin Bildirilmesi İçin Ön İnceleme Aşamasında Verilen Sürenin Sonuç Doğurmayacağı)
* DAYANILMAYAN DELİLİN BİLDİRİLMESİ İÇİN ÖN İNCELEME AŞAMASINDA VERİLEN SÜRENİN SONUÇ DOĞURMAYACAĞI (Davacı Kadın Dava Dilekçesinde Boşanma Sebebi Olarak İleri Sürdüğü Vakıaları Bildirdikten Sonra Bu Vakıaları Hangi Delille İspatlayacağını Belirtmemiş Dava Dilekçesinde Tanık Deliline Dayanmadığı/Davacının Süresinde Bildirmediği Tanıklarının Beyanları Kusur Belirlemesinde Dikkate Alınamayacağı – Davalıya Yüklenecek Kusurlu Bir Davranış İspatlanamadığından Davanın Reddedileceği/Boşanma)
* BOŞANMA (Ön İnceleme Duruşmasında Davacı Kadına “Tanık Deliline Dayanmış Olmakla Tanık İsim ve Adreslerini Yazılı Olarak İki Hafta İçerisinde Bildirmesi” Yönünde Süre Verildiği ve Davacının İki Haftalık Kesin Süre Geçtikten Sonra Bildirdiği Tanıklar Dinlenerek Davanın Kabulüyle Tarafların Boşanmalarına Karar Verildiği/Davacı Kadın Dava Dilekçesinde Boşanma Sebebi Olarak İleri Sürdüğü Vakıaları Bildirdikten Sonra Bu Vakıaları Hangi Delille İspatlayacağını Belirtmediği Dava Dilekçesinde Tanık Deliline Dayanmadığına Göre Dayanılmayan Delilin Bildirilmesi İçin Ön İnceleme Aşamasında Verilen Sürenin Sonuç Doğurmayacağı)
6100/m.119/1-f,140/5,141,145
ÖZET : Dava dilekçesi davalı erkeğe 05.03.2015 tarihinde tebliğ edilmiş, davalı cevap dilekçesi sunmamış, tarafların katıldıkları 26.05.2015 tarihli ön inceleme duruşmasında davacı kadına “tanık deliline dayanmış olmakla, tanık isim ve adreslerini yazılı olarak iki hafta içerisinde bildirmesi” yönünde süre verilmiş ve davacının iki haftalık kesin süre geçtikten sonra 20.08.2015 tarihli dilekçesinde bildirdiği tanıklar dinlenerek davanın kabulüyle tarafların boşanmalarına karar verilmiştir. Davacı kadın dava dilekçesinde boşanma sebebi olarak ileri sürdüğü vakıaları bildirdikten sonra bu vakıaları hangi delille ispatlayacağını belirtmemiştir.
Davacı kadın dava dilekçesinde tanık deliline dayanmadığına göre, dayanılmayan delilin bildirilmesi için ön inceleme aşamasında verilen süre sonuç doğurmaz ve davacının süresinde bildirmediği tanıklarının beyanları kusur belirlemesinde dikkate alınamaz. Gerçekleşen bu durum karşısında mahkemece; yukarda açıklanan sebeplerle davalıya yüklenecek kusurlu bir davranış ispatlanamadığından davanın reddine karar verilmesi gerektiği halde, boşanma davasının kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir.
DAVA : Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarda tarihi ve numarası gösterilen hüküm temyiz edilerek; temyiz incelemesinin duruşmalı olarak yapılması istenilmekle; duruşma için belirlenen 17.01.2016 günü duruşma için tayin olunan tebligata rağmen taraflar adına gelen olmadı. İşin incelenerek karara bağlanması için duruşmadan sonraya bırakılması uygun görüldü. Bugün dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : Hukuk Muhakemeleri Kanununun 119/l-(f) hükmü uyarınca, gerek yazılı gerekse basit yargılama usulünde, iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin, dava dilekçesinde belirtilmesi gerekir. Delillerin bildirilmesi hakkındaki bu düzenleme, Hukuk Muhakemeleri Kanunun’da kabul edilen somutlaştırma yükünün de bir gereğidir. Taraflar, cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçeleri ile serbestçe; ön inceleme aşamasında ise ancak karşı tarafın açık muvafakati ile iddia veya savunmalarını genişletebilir yahut değiştirebilirler. Ön inceleme duruşmasına taraflardan biri mazeretsiz olarak gelmezse, gelen taraf onun muvafakati aranmaksızın iddia veya savunamasını genişletebilir yahut değiştirebilir.
Ön inceleme aşamasının tamamlanmasından sonra iddia veya savunma genişletilemez yahut değiştirilemez. İddia ve savunmanın genişletilip değiştirilmesi konusunda ıslah ve karşı tarafın açık muvafakati hükümleri saklıdır (HMK m. 141). Ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir.
Bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi hâlinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir (HMK m. 140/5). Bu madde metninde vurgulanması gereken husus “dilekçelerinde gösterdikleri” ibaresinin kullanılmış olmasıdır. Taraflar, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler (HMK m. 145).
Dava dilekçesi davalı erkeğe 05.03.2015 tarihinde tebliğ edilmiş, davalı cevap dilekçesi sunmamış, tarafların katıldıkları 26.05.2015 tarihli ön inceleme duruşmasında davacı kadına “tanık deliline dayanmış olmakla, tanık isim ve adreslerini yazılı olarak iki hafta içerisinde bildirmesi” yönünde süre verilmiş ve davacının iki haftalık kesin süre geçtikten sonra 20.08.2015 tarihli dilekçesinde bildirdiği tanıklar dinlenerek davanın kabulüyle tarafların boşanmalarına karar verilmiştir.
Davacı kadın dava dilekçesinde boşanma sebebi olarak ileri sürdüğü vakıaları bildirdikten sonra bu vakıaları hangi delille ispatlayacağını belirtmemiştir. Davacı kadın dava dilekçesinde tanık deliline dayanmadığına göre, dayanılmayan delilin bildirilmesi için ön inceleme aşamasında verilen süre sonuç doğurmaz ve davacının süresinde bildirmediği tanıklarının beyanları kusur belirlemesinde dikkate alınamaz (HGK 20.04.2016 tarih 2014/695 ve 2016/522 karar sayılı kararı). Gerçekleşen bu durum karşısında mahkemece; yukarda açıklanan sebeplerle davalıya yüklenecek kusurlu bir davranış ispatlanamadığından davanın reddine karar verilmesi gerektiği halde, boşanma davasının kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ : Temyiz edilen hükmün yukarda gösterilen sebeple BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istenmesi halinde yatırana iadesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
Yargıtay
11. Hukuk Dairesi
K.T.: 14.02.2019
E: 2017/2197
K: 2019/1177
Taraflar arasında görülen davada … 1. Asliye Hukuk Mahkemesince bozmaya uyularak verilen …/03/2016 tarih ve 2015/481-2016/100 sayılı kararın duruşmalı olarak incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenmiş olduğu anlaşılmakla, duruşma için belirlenen …/02/2019 günü tebligata rağmen gelen olmadığı yoklama ile anlaşıldı, duruşmalı işlerin yoğunluğu ve süre darlığından ötürü işin incelenerek karara bağlanması ileriye bırakıldı. Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlenildikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:
Davacı vekili, müvekkilinin….’da ikamet edip, aynı zamanda ticari faaliyette bulunan bir tacir olduğunu,….’da özel bir bankadan kredi talebinde bulunduğunda isminin bankalararası merkezi sistemde borçlarını ödemeyenlerin listesinde bulunduğu bilgisi verilerek kredi talebinin reddedildiğini, yapılan araştırma sonrası müvekkiline davalı bankanın … … Şubesi’nde kredi kullandırıldığını tespit ettiklerini, bu şubede müvekkilinin kesinlikle işlemlerinin bulunmadığını, müvekkilinin adı kullanılarak sahte imza atılmak sureti ile kimliği belirsiz kişilerin kredi kullandıklarını buna rağmen davalı banka tarafından müvekkili hakkında sahte evrak tanzim ederek dolandırıcılık yapma suçu ile … Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunulduğunu, davacının şeref ve haysiyeti ile oynandığını, ayrıca kredi borcunun kendisine ait olmadığını tespit etmek için … 1. Asliye Ticaret Mahkemesinde menfi tespit davası açmak zorunda kaldıklarını, yapılan soruşturma sonrası müvekkilinin sözleşmede imzası bulunmadığının tespit edilip takipsizlik kararı verildiğini, neticede davacının yüz kızartıcı bir suç ile itham edilmesinin kişilik haklarını zedelediğini, aile ve çevresi ile olan ilişkilerinin bozulduğunu, bu dönemde kredi kullanamamaktan dolayı ortağı olduğu iki şirketteki hisselerini devretmek zorunda kalıp zarara uğradığını ileri sürerek, 5.000,00 TL maddi, 40.000,00 TL manevi tazminatın ….02.2005 tarihinden itibaren işleyecek ticari faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, kredi kullandırılırken istenen evrakların bankaya bizzat kredi talep eden tarafından sunulduğunu, sözleşme kurulurken müşterilerin nüfus cüzdan bilgilerinin kendilerinden alındığını, banka çalışanının kriminal uzman gibi imza incelemesi yapamayacağını, bankanın kredi borcu ödenmediği için takip yapmasının ve ilgililer hakkında suç duyurusunda bulunmasının kanuni hakkını kullanmak olduğunu ve bundan dolayı tazminatla sorumlu tutulamayacağını savunarak davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Mahkemece uyulan bozma ilamı doğrultusunda, davacının bankacılık işlemlerinden kaynaklanan maddi ve manevi zararının tazmini amacıyla eldeki davayı açtığı davalı bankanın kurumsal kişiliğe ve araştırma organlarına sahip olmasına rağmen, özen yükümlülüğüne aykırı davranarak sahte evraklarla düzenlenen kredi sözleşmesi çerçevesinde verilen kredinin geri ödenmesi için davacı aleyhine başlattığı icra takibi ve açılan menfi tespit davası nedeniyle davacıyı vekalet ücreti ve yargılama gideri ödemek durumunda bıraktığı davacıyı maddi ve manevi zarara uğrattığı davacı vekilinin …/03/2016 tarihli duruşmadaki beyanına göre davacının 5.000,00 TL maddi tazminat isteminin ….000,00 TL’sinin yargılama gideri ve vekalet ücretine, ….000,00 TL’sinin ise kredi alacağından dolayı kaybedilen kâr mahkumiyetine ilişkin olduğu davacının kâr mahrumiyetine ilişkin maddi zararının varlığını ispatlayamadığı yargılama gideri ve vekalet ücretine ilişkin maddi zararının ise davalı kurum tarafından … …. İcra Müdürlüğünün 2009/9857 Esas sayılı dosyası ile başlatılan takip nedeniyle ödendiği bu talebin konusuz kaldığı gerekçesi ile davacının yargılama gideri ve vekalet ücreti alacağına ilişkin maddi zarar talebi karşılandığından bu talep konusuz kaldığından yargılama gideri ve vekalet ücreti alacağına ilişkin maddi tazminat talebi hakkında karar verilmesine yer olmadığına, davacının kâr mahrumiyetine ilişkin maddi tazminat talebinin ispatlanamadığından reddine, davacının manevi tazminat talebinin kısmen kabul kısmen reddi ile 5.000,00 TL manevi tazminatın dava tarihi olan 16/03/2007 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiştir.
Kararı, taraf vekilleri temyiz etmiştir.
1-Dosyadaki yazılara, mahkemece uyulan bozma kararı gereğince hüküm verilmiş olmasına ve delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, davalı banka vekilinin bütün temyiz itirazları yerinde değildir.
…-Dava, bankacılık işleminden kaynaklanan maddi-manevi zararın tazmini istemine ilişkindir.
Mahkemece davacının yargılama gideri ve vekalet ücreti alacağına ilişkin maddi tazminat taleplerinin, davalı tarafça karşılandığı gerekçesi ile bu zarar kalemleri hakkında dava konusuz kaldığından karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir. Ancak, dosyada mevcut dava dilekçesi, delil listesi, davacı vekili tarafından dosyaya ibraz edilen 09.06.2009 tarihli ”…maddi kayıplarla ilgili beyanlarımız” başlıklı dilekçe kapsamı, davacı vekilinin 01…..2015 tarihli 1. celse, ….03.2016 tarihli 4. celsede alınan beyanları birlikte değerlendirildiğinde, davaya konu yargılama gideri ve vekalet ücretine ilişkin taleplerin, davacı tarafından davalı banka aleyhine açılan menfi tespit davası sonucu mahkemece davacı yararına hükmedilen vekalet ücreti ve davalıdan tahsiline karar verilen yargılama giderlerine ilişkin olmadığı, davacı ile vekili arasında yapılan vekalet sözleşmesi ve yapılan masraflara (yol masrafları vs.) ilişkin olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda, davacının talebine yanlış anlam verilerek, yazılı şekilde hüküm tesisi doğru olmamıştır.
Öte yandan, manevi tazminat zarara uğrayanda manevi huzuru gerçekleştirecek ve tazminata benzer bir fonksiyonu da olan özgün bir nitelik taşımakta olup, bir ceza olmadığı gibi, mamelek hukukuna ilişkin zararın karşılanmasını da amaç edinmemiştir. Zarar görenin zenginleşmemesi, zarar sorumlusunun da fakirleşmemesi gerekmektedir. O halde, bu tazminatın sınırı onun amacına göre belirlenmelidir. Bunlar her olaya göre değişebileceğinden, hakim bu konuda takdir hakkını kullanır iken ona etkili olan nedenleri de karar yerinde objektif ölçülere göre isabetli bir biçimde göstermelidir.
Somut olayda, dosya kapsamından da anlaşıldığı üzere davacının icra takibine, ceza soruşturmasına muhatap olması, bu süreçte kredi notunun olumsuz duruma gelmesi karşısında, mahkemece, hükmedilen 5.000 TL manevi tazminat miktarı, ne somut olayın özelliklerine, ne davacının olaylardan etkileniş derecesine, ne de paranın alım gücüne uygun düşmeyecek şekilde az olup, davacı yararına daha tatminkar ve adalete uygun, makul bir manevi tazminat takdir edilmek üzere, kararın bu sebeple de davacı yararına bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalı banka vekilinin temyiz itirazlarının reddine, (…) nolu bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün temyiz eden davacı yararına BOZULMASINA, aşağıda yazılı bakiye 255,55 TL temyiz ilam harcının temyiz eden davalıdan alınmasına, ödediği peşin temyiz harcının isteği halinde temyiz eden davacıya iadesine, 14/02/2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.,
T.C.
Yargıtay
11. Hukuk Dairesi
K.T.: 14.02.2019
E: 2017/2197
K: 2019/1177
Taraflar arasında görülen davada … 1. Asliye Hukuk Mahkemesince bozmaya uyularak verilen …/03/2016 tarih ve 2015/481-2016/100 sayılı kararın duruşmalı olarak incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenmiş olduğu anlaşılmakla, duruşma için belirlenen …/02/2019 günü tebligata rağmen gelen olmadığı yoklama ile anlaşıldı, duruşmalı işlerin yoğunluğu ve süre darlığından ötürü işin incelenerek karara bağlanması ileriye bırakıldı. Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlenildikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:
Davacı vekili, müvekkilinin….’da ikamet edip, aynı zamanda ticari faaliyette bulunan bir tacir olduğunu,….’da özel bir bankadan kredi talebinde bulunduğunda isminin bankalararası merkezi sistemde borçlarını ödemeyenlerin listesinde bulunduğu bilgisi verilerek kredi talebinin reddedildiğini, yapılan araştırma sonrası müvekkiline davalı bankanın … … Şubesi’nde kredi kullandırıldığını tespit ettiklerini, bu şubede müvekkilinin kesinlikle işlemlerinin bulunmadığını, müvekkilinin adı kullanılarak sahte imza atılmak sureti ile kimliği belirsiz kişilerin kredi kullandıklarını buna rağmen davalı banka tarafından müvekkili hakkında sahte evrak tanzim ederek dolandırıcılık yapma suçu ile … Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunulduğunu, davacının şeref ve haysiyeti ile oynandığını, ayrıca kredi borcunun kendisine ait olmadığını tespit etmek için … 1. Asliye Ticaret Mahkemesinde menfi tespit davası açmak zorunda kaldıklarını, yapılan soruşturma sonrası müvekkilinin sözleşmede imzası bulunmadığının tespit edilip takipsizlik kararı verildiğini, neticede davacının yüz kızartıcı bir suç ile itham edilmesinin kişilik haklarını zedelediğini, aile ve çevresi ile olan ilişkilerinin bozulduğunu, bu dönemde kredi kullanamamaktan dolayı ortağı olduğu iki şirketteki hisselerini devretmek zorunda kalıp zarara uğradığını ileri sürerek, 5.000,00 TL maddi, 40.000,00 TL manevi tazminatın ….02.2005 tarihinden itibaren işleyecek ticari faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, kredi kullandırılırken istenen evrakların bankaya bizzat kredi talep eden tarafından sunulduğunu, sözleşme kurulurken müşterilerin nüfus cüzdan bilgilerinin kendilerinden alındığını, banka çalışanının kriminal uzman gibi imza incelemesi yapamayacağını, bankanın kredi borcu ödenmediği için takip yapmasının ve ilgililer hakkında suç duyurusunda bulunmasının kanuni hakkını kullanmak olduğunu ve bundan dolayı tazminatla sorumlu tutulamayacağını savunarak davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Mahkemece uyulan bozma ilamı doğrultusunda, davacının bankacılık işlemlerinden kaynaklanan maddi ve manevi zararının tazmini amacıyla eldeki davayı açtığı davalı bankanın kurumsal kişiliğe ve araştırma organlarına sahip olmasına rağmen, özen yükümlülüğüne aykırı davranarak sahte evraklarla düzenlenen kredi sözleşmesi çerçevesinde verilen kredinin geri ödenmesi için davacı aleyhine başlattığı icra takibi ve açılan menfi tespit davası nedeniyle davacıyı vekalet ücreti ve yargılama gideri ödemek durumunda bıraktığı davacıyı maddi ve manevi zarara uğrattığı davacı vekilinin …/03/2016 tarihli duruşmadaki beyanına göre davacının 5.000,00 TL maddi tazminat isteminin ….000,00 TL’sinin yargılama gideri ve vekalet ücretine, ….000,00 TL’sinin ise kredi alacağından dolayı kaybedilen kâr mahkumiyetine ilişkin olduğu davacının kâr mahrumiyetine ilişkin maddi zararının varlığını ispatlayamadığı yargılama gideri ve vekalet ücretine ilişkin maddi zararının ise davalı kurum tarafından … …. İcra Müdürlüğünün 2009/9857 Esas sayılı dosyası ile başlatılan takip nedeniyle ödendiği bu talebin konusuz kaldığı gerekçesi ile davacının yargılama gideri ve vekalet ücreti alacağına ilişkin maddi zarar talebi karşılandığından bu talep konusuz kaldığından yargılama gideri ve vekalet ücreti alacağına ilişkin maddi tazminat talebi hakkında karar verilmesine yer olmadığına, davacının kâr mahrumiyetine ilişkin maddi tazminat talebinin ispatlanamadığından reddine, davacının manevi tazminat talebinin kısmen kabul kısmen reddi ile 5.000,00 TL manevi tazminatın dava tarihi olan 16/03/2007 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiştir.
Kararı, taraf vekilleri temyiz etmiştir.
1-Dosyadaki yazılara, mahkemece uyulan bozma kararı gereğince hüküm verilmiş olmasına ve delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, davalı banka vekilinin bütün temyiz itirazları yerinde değildir.
…-Dava, bankacılık işleminden kaynaklanan maddi-manevi zararın tazmini istemine ilişkindir.
Mahkemece davacının yargılama gideri ve vekalet ücreti alacağına ilişkin maddi tazminat taleplerinin, davalı tarafça karşılandığı gerekçesi ile bu zarar kalemleri hakkında dava konusuz kaldığından karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir. Ancak, dosyada mevcut dava dilekçesi, delil listesi, davacı vekili tarafından dosyaya ibraz edilen 09.06.2009 tarihli ”…maddi kayıplarla ilgili beyanlarımız” başlıklı dilekçe kapsamı, davacı vekilinin 01…..2015 tarihli 1. celse, ….03.2016 tarihli 4. celsede alınan beyanları birlikte değerlendirildiğinde, davaya konu yargılama gideri ve vekalet ücretine ilişkin taleplerin, davacı tarafından davalı banka aleyhine açılan menfi tespit davası sonucu mahkemece davacı yararına hükmedilen vekalet ücreti ve davalıdan tahsiline karar verilen yargılama giderlerine ilişkin olmadığı, davacı ile vekili arasında yapılan vekalet sözleşmesi ve yapılan masraflara (yol masrafları vs.) ilişkin olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda, davacının talebine yanlış anlam verilerek, yazılı şekilde hüküm tesisi doğru olmamıştır.
Öte yandan, manevi tazminat zarara uğrayanda manevi huzuru gerçekleştirecek ve tazminata benzer bir fonksiyonu da olan özgün bir nitelik taşımakta olup, bir ceza olmadığı gibi, mamelek hukukuna ilişkin zararın karşılanmasını da amaç edinmemiştir. Zarar görenin zenginleşmemesi, zarar sorumlusunun da fakirleşmemesi gerekmektedir. O halde, bu tazminatın sınırı onun amacına göre belirlenmelidir. Bunlar her olaya göre değişebileceğinden, hakim bu konuda takdir hakkını kullanır iken ona etkili olan nedenleri de karar yerinde objektif ölçülere göre isabetli bir biçimde göstermelidir.
Somut olayda, dosya kapsamından da anlaşıldığı üzere davacının icra takibine, ceza soruşturmasına muhatap olması, bu süreçte kredi notunun olumsuz duruma gelmesi karşısında, mahkemece, hükmedilen 5.000 TL manevi tazminat miktarı, ne somut olayın özelliklerine, ne davacının olaylardan etkileniş derecesine, ne de paranın alım gücüne uygun düşmeyecek şekilde az olup, davacı yararına daha tatminkar ve adalete uygun, makul bir manevi tazminat takdir edilmek üzere, kararın bu sebeple de davacı yararına bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalı banka vekilinin temyiz itirazlarının reddine, (…) nolu bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün temyiz eden davacı yararına BOZULMASINA, aşağıda yazılı bakiye 255,55 TL temyiz ilam harcının temyiz eden davalıdan alınmasına, ödediği peşin temyiz harcının isteği halinde temyiz eden davacıya iadesine, 14/02/2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Esas No:2014/896 Karar No:2016/332
T.C.
Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu
Esas No:2014/896 Karar No:2016/332
Fazlaya ilişkin hakların saklı tutulması – Islaha karşı zamanaşımı defi – maluliyet oranı – zararı öğrendiği tarih
Özet:
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ıslah dilekçesi ile talep edilen tazminata karşı zamanaşımı def’inin ileri sürülmesinin mümkün olup olmadığı, varılacak sonuca göre, davacının ıslah dilekçesi ile talep ettiği maddi tazminat yönünden zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmediği noktasında toplanmaktadır.
Bu ilkeler ve açıklamalar ışığında somut olaya dönüldüğünde; davacının 28.06.2003 tarihinde gerçekleşen haksız eylem nedeniyle davalı aleyhine 09.06.2006 tarihinde fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak maddi ve manevi tazminat davası açtığı, maluliyet oranının tespitine ilişkin Adli Tıp raporunun 07.05.2009 tarihinde tebliğinden sonra 24.08.2012 tarihinde maddi tazminat yönünden davayı kısmen ıslah ettiği,ıslah talebine karşı davalı vekilinin zamanaşımı def’inde bulunduğu görülmektedir. Dava açılmakla fazlaya ilişkin haklar yönünden zamanaşımı kesilmediğinden kısmi ıslaha karşı zamanaşımı def’inin ileri sürülmesinde bir usulsüzlük bulunmadığından yerel mahkemenin bu yöne ilişkin direnme gerekçesi isabetlidir.
Ne var ki mahkemece BK.nun 60. maddesinde düzenlenen 1 yıllık zamanaşımı süresi hesaplanırken zararın öğrenildiği tarih olarak Adli Tıp Kurumunun maluliyete ilişkin raporunun davacıya tebliğ tarihi esas alınarak ıslaha konu talebin zamanaşımına uğradığı sonucuna varıldığı görülmektedir. Adli Tıp Kurumunun sözkonusu raporunda yaralanma nedeniyle oluşan maluliyet oranı belirlenmiş olup zarar miktarına ilişkin bir tespit içermediğinden zararın öğrenilmesi olgusuna esas alınamaz.Davacının zararı maddi tazminat miktarının belirlenmesine ilişkin 07.08.2012 tarihli bilirkişi raporu ile tespit edilmiştir. Sözkonusu bilirkişi raporu 13.08.2012 tarihinde davacı vekiline tebliğ edildiğine göre 1 yıllık zamanaşımı süresinin zararın öğrenildiği 13.08.2012 tarihinden itibaren hesaplanması gerekir. Davacı vekili 24.08.2012 tarihinde davayı ıslah ettiğinden ıslaha konu talebin zamanaşımına uğradığı kabul edilemez.
Karar:
Taraflar arasındaki “maddi ve Manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 02.10.2012 gün ve 2006/265 E-2012/379 K sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4.Hukuk Dairesinin 14.11.2013 gün ve 2012/17640 E-2013/17728 K sayılı ilamı ile;
(…Davacı M. vekili avukat A. tarafından, davalı M. aleyhine 09/06/2006 gününde verilen dilekçe ile haksız fiil nedeniyle maddi ve manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne dair verilen 02/10/2012 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davacı ve davalı vekilleri tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçelerinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.
1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre davalının tüm, davacının asağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları reddedilmelidir.
2-Davacının diğer temyiz itirazına gelince;
Dava, haksız fiilden kaynaklanan maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Yerel mahkemece; davanın kısmen kabulüne karar verilmiş; hüküm, taraflarca temyiz edilmiştir.
Davacı, davalının haksız eylemi nedeni ile malul kaldığını ileri sürerek maddi ve manevi tazminat isteminde bulunmuş, 24/08/2012 tarihli dilekçe ile de maddi tazminat talebini ıslah ederek artırmıştır. Davalı, kusursuz olduğunu beyanla davanın reddini talep etmiş, ıslahla artırılan bölümün de zamanaşımına uğradığını ve reddi gerektiğini savunmuştur.
Mahkemece; davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, maddi tazminat isteminin ıslahla artırılan kısmının zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiştir.
Yürürlükte bulunan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu 176. maddesinde “Taraflardan her biri yapmış olduğu usul işlemlerini kısmen veya tamamen ıslah edebilir. Aynı davada, taraflar ancak bir kez ıslah yoluna başvurabilir” şeklinde yine aynı kanunun 177. maddesinde “Islah, tahkikatın sona ermesine kadar yapılabilir” biçiminde düzenleme getirilmiştir. Dava dilekçesinde belirtilen dava konusunun (müddeabihin) ıslah yoluyla artırılması ek dava niteliğinde olmayıp dava dilekçesinin kısmi ıslahı niteliğindedir. Islah kurumu yasada ayrıca düzenlenmiş olması ve kendine özgü kurallarının olması nedeniyle ek dava niteliğinde kabul edilemeyeceğinden asıl davaya karşı ileri sürülebilecek zamanaşımı defi, ıslah edilen kısma karşı ileri sürülemez. Davacı, süresi içinde tazminat davası açtığından ve sadece miktar yönünden davasını ıslah ettiğinden ıslah ile artırılan miktara ilişkin talebin süresinde olduğunun kabulü gerekir.
Açıklamalar doğrultusunda; mahkemece ıslah ile artırılan maddi tazminat miktarı yönünden zamanaşımına uğradığı gerekçesi ile red kararı verilmesi doğru bulunmamış, bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir….)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN : Davacı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava,haksız eylem nedeniyle maddi ve manevi tazminat isteğine ilişkindir.
Davacı vekili; 28.06.2003 tarihinde davacı konutunda iken davalının kapıyı çaldığını,davacının kapıyı açması üzerine davalının nedensiz bir şekilde davacıya küfür ve hakaret ederek onu darpettiğini, parmağını ısırarak 1/4 ünü kopardığını,ceza yargılaması sonucunda davalı hakkında mahkumiyet kararı verildiğini,meslek lisesinin elektronik bölümünde öğretmen olarak görev yapan davacının parmağında meydana gelen yaralanma nedeniyle verimliliğinin düştüğünü,emekli olmak zorunda kaldığını,olay nedeniyle itibar kaybına uğradığını,evini satarak başka yere taşındığını belirterek haksız fiil nedeni ile fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak şimdilik 1.000 YTL maddi tazminat ile 9.000 YTL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesini istemiş,24.08.2012 harç tarihli ıslah dilekçesi ile de bakiye maddi tazminat miktarı olan 7.913.00TL için davayı ıslah ettiğini bildirmiştir.
Davalı vekili ; olay günü aynı apartmanda davacı ile aynı katta oturan kız arkadaşının evine girerken davacının, davalının kız arkadaşına sözlü tacizde bulunması üzerine tartışma çıktığını, kız arkadaşının evine girerek kapıyı kapatmak istedikleri sırada davacının parmağının kapıya sıkışarak tırnak hizasından koptuğunu, davalının kusurunun bulunmadığını belirterek davanın reddini savunmuş, ıslah talebine karşı ise zamanaşımı def’inde bulunmuştur.
Mahkemece; davacının bilirkişi raporu doğrultusunda ıslah ile arttırdığı miktar yönünden talebinin maluliyetle ilgili adli tıp raporundan 07.05.2009 tarihinde haberdar olduğu halde ıslah dilekçesini 23.08.2012 tarihinde verdiği, zararı öğrenme tarihinden itibaren 1 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu, davalının eylemi nedeni ile davacının parmağının kopması sonucu davacının çekmiş olduğu üzüntü nedeniyle bir miktar manevi tazminata hükmolunması gerektiği belirtilerek davacının ıslah ile arttırdığı miktar yönünden talebinin zamanaşımı nedeni ile reddine, davacının maddi ve manevi tazminat talebinin kısmen kabulü ile, 1.000 TL maddi tazminatın, 3000 TL manevi tazminatın olay tarihi olan 28.06.2003 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile davalıdan alınıp davacıya verilmesine, davacının fazla taleplerinin reddine karar verilmiştir.
Davacı vekili ile davalı vekilinin temyizi üzerine hüküm, Özel Dairece yukarıda yazılı gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece; ”Zamanaşımı alacağın varlığını değil istenebilirliğini ortadan kaldırır. BK. 133. Maddesinde zamanaşımını kesen sebepler arasında dava açılması da sayılmıştır. Kısmi davada zamanaşımını yalnızca dava edilen kısım için kesilir. Henüz açılmayan ve daha sonra ıslahla arttırılan bölüm için zamanaşımı işlemeye devam eder. 6100 sayılı HMK 107. maddesinde düzenleme altına alınan belirsiz alacak davası ve tespit davasında davacının iddianın genişletilmesi yasağı olmadan, karşı tarafın rızasına ve ıslaha gerek kalmaksızın talep sonucunu arttırabileceği kabul edilmiş, gerekçesinde de dava ile ilk dava tarihinde zamanaşımının kesileceği belirtilmiştir. Aynı Kanunun 109. maddesindeki kısmi davada zamanaşımının kesileceği yönünde bir açıklama yoktur. Davamızda davacının maluliyetle ilgili adli tıp raporundan 07.05.2009 tarihinde haberdar olduğu, ıslah dilekçesinin 23.08.2012 tarihinde verildiği, zararı öğrenme tarihinden itibaren BK. 60/1 maddesindeki 1 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu ” gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararını davacı vekili temyiz etmektedir.
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ıslah dilekçesi ile talep edilen tazminata karşı zamanaşımı def’inin ileri sürülmesinin mümkün olup olmadığı, varılacak sonuca göre, davacının ıslah dilekçesi ile talep ettiği maddi tazminat yönünden zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmediği noktasında toplanmaktadır.
Hukuk Genel Kurulunun 06.03.2013 gün ve E:2012/4-824, K:2013/305; 22.10.2014 gün ve E:2014/4-840, K:2014/837 sayılı ilamlarında da belirtildiği üzere, kavram olarak ıslah; taraflardan birinin yapmış olduğu usul işleminin tamamen veya kısmen düzeltilmesine denir (HUMK. m.83); (Baki, Kuru:Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6.Baskı, C.IV, İstanbul 2001, s.3965) Islah müessesesi, dava değiştirme, başka deyişle iddia ve müdafaanın değiştirilmesi veya genişletilmesi yasağını bertaraf eden bir imkandır. Zira bu suretle, aslında yasal itiraz ile karşılaşılabilecek olan herhangi bir taraf muamelesi, ıslah kurumu yardımı ile artık bu itirazı davet etmeksizin yapılabilmektedir (Saim Üstündağ:Medeni Yargılama Hukuk, C.I-II, B.5, İstanbul 1992, s.534).
Islahın konusunun tarafların yapmış oldukları usul işlemleri olduğu için, ıslahla düzeltilecek usul işlemlerinin neler olduğundan da söz etmek gerekir. Gerek öğreti, gerekse Yargıtay uygulaması davanın değiştirebileceğini ve genişletilebileceğini aynı şekilde savunmanın genişletilebileceğini ilke olarak kabul etmektedir. Yine müddeabihin artırılıp artırılmayacağı hususu da bir usul işlemi olup, ıslahın konusudur (Baki, Kuru:age, s.4035).
Islahın amacı, yargılama sürecinde, şekil ve süreye aykırılık sebebiyle ortaya çıkabilecek maddi hak kayıplarını ortadan kaldırmak olduğundan, hak ve alacağı bu sürecin dışında ortadan kaldırmış olan işlemlerin, yani maddi hukuk işlemlerinin ıslah yoluyla düzeltilebilmesi elbette ki mümkün değildir. Bir başka deyişle, maddi hakkı sona erdiren maddi hukuk işlemleri, ıslahla düzeltilemez. Feragat, kabul, sulh gibi işlemler, velev ki dava içinde yapılsın, asıl hakkı ortadan kaldırdıklarından, usul işlemi olduğu kadar (davayı etkilediği için usul işlemidir) maddi hukuk işlemi mahiyetini de taşımaktadır ve bu sebeple, bu işlemlerin ıslah yoluyla düzeltilmesi imkansızdır. Çünkü ıslah, yargılama hukukunun şekle ve süreye bağlılığından kaynaklanan zımni hak kayıplarının telafisi için öngörülmüş bir müessesedir. Açık bir irade beyanı ile terk edilen haklar, maddi gerçeğin şekle feda edilmesi gibi bir sonuç doğurmadığı için, ıslahın konusu olamaz.
Bilindiği gibi, HUMK’nun 87.maddesinin son cümlesindeki “müddei ıslah suretiyle müddeabihi tezyit edemez” hükmü Anayasa Mahkemesinin 20.07.1999 tarih ve E:1999/1, K:1999/33 sayılı kararı ile iptal edilmiştir. Bundan böyle davacı, dava dilekçesinde gösterdiği müddeabihini (davalı muvafakat etmese bile) aynı dava içinde ıslah yolu ile artırabilecektir. Bu düzenleme, davacının ilk dava dilekçesinde saklı tuttuğu fazlaya ilişkin hakkını ek bir dava ile istemesine engel olmayacaktır.
Davanın tamamen ıslahı, dava dilekçesinden itibaren bütün usul işlemlerinin yapılmamış sayılmasını gerektirir (HUMK.m.87). Gerek öğretide, gerekse yerleşik yargısal kararlarda, davanın tamamen ıslahında yeni bir dava açılmamış sayılacak, tamamen ıslah edilen dava ilk açılan davanın devamı niteliğinde olduğundan, bunun doğal sonucu olarak, zamanaşımı, hak düşürücü süre ilk davanın açıldığı tarihteki duruma göre dikkate alınacaktır. Onun için davanın tamamen ıslahında ıslah olunan dava, ilk dava gününde açılmış sayılacaktır (Baki, Kuru:age., s.3998 vd; Sabri Şakir, Ansay; Yargılama Usulleri, 1960 baskı sh:194 vd.; İlhan, Postacıoğlu:Medeni Usul Hukuku Dersleri, 1975 Baskı, s.460 vd,; Saim, Üstündağ:Medeni Yargılama Hukuku Esasları, 1973 Baskı, s.335 vd.; aynı yöndeki HGK’nun 18.12.1957 gün E:2/66, K:64; 30.1.2002 gün E:2002/2-63, K:23;3.7.2002 gün ve E:2002/9-564, K:572; 5.3.2003 gün ve E:2003/9-76, K:126;06.03.2013 gün ve E:2012/4-824, K:2013/305 sayılı ilamları).
Davanın kısmen ıslahı durumunda ise davacı; kısmi davada saklı tuttuğu fazlaya ilişkin haklarını, ek bir dava açarak isteyebileceği gibi, müddeabihin arttırılmasını önleyen yasal düzenlemenin yukarıda belirtilen Anayasa Mahkemesinin kararı ile ortadan kalkmasından yararlanarak müddeabihi aynı davada kısmi ıslah dilekçesi verip harcını yatırmak suretiyle arttırabilecektir.
Bu aşamada açıklanması gereken diğer bir husus zamanaşımının kesilmesi konusudur.
Bir davanın açılması halinde zamanaşımı kesilir (Mülga 818 sayılı BK.m.133/2). Ancak, kesilen zamanaşımı, kesilme tarihinden başlayarak yeniden işler (Mülga 818 sayılı BK.m.135/1). Dava ile kesilmiş zamanaşımı, davanın devamı süresinde taraflardan birinin yargılamaya ilişkin her bir işleminden ve hâkimin her emir ve hükmünden itibaren yeniden cereyana başlar.
Öğretide, kısmi davada dava edilmeyen alacak kesimi için, fazlaya ilişkin hakkın saklı tutulmuş olmasının zamanaşımını kesmeyeceği kabul edilmektedir (Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, Altıncı Baskı, Cilt:II s.1541 vd.; Pekcanıtez Hakan/Atalay Oğuz/Özekes Muhammet, Hukuk Muhakemeleri Kanununa Göre Medeni Usul Hukuku, 12.Bası, s.321). Kısmi dava açılması halinde zamanaşımı yalnız alacağın kısmi dava konusu yapılan miktarı için kesilir (HGK’nun 20.3.1968 gün ve E:1968/9-210, K:151; 3.7.2002 gün ve E:2002/9-564, K:572; 9.10.2002 gün ve E:2002/9-809, K:802; 06.03.2013 gün ve E:2012/4-824, K:2013/305 sayılı ilamları).
Öte yandan olay tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 60. maddesinde “zarar ve ziyan yahut manevi zarar namıyla nakdi bir meblağ tediyesine müteallik dava, mutazarrır olan tarafın zarara ve failine ıttıla tarihinden itibaren bir sene ve her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunmaz. Şu kadar ki zarar ve ziyan davası, ceza kanunları mucibince müddeti, daha uzun müruru zamana tabi cezayı müstelzim bir fiilden neşet etmiş olursa şahsi davaya da o müruruzaman tatbik olunur…” hükmü yer almaktadır.
Buna göre haksız fiillerle ilgili üç tür zamanaşımı öngörülmektedir. Bunlar; bir yıllık kısa zamanaşımı; on yıllık uzun zamanaşımı ile olağanüstü nitelikteki ceza zamanaşımıdır. Haksız fiil nedeniyle tazminat alacakları bir yıllık kısa zamanaşımına tabi tutulmuş olup, anılan maddeye göre bir yıllık süre “mutazarrır olan tarafın zarara ve failine ıttılaı tarihinden itibaren” işlemeye başlayacaktır. Zamanaşımı süresinin başlaması için zarar görenin hem zararı hem de failini öğrenmesi gerekmektedir. Bunlardan sadece birinin öğrenilmesi kısa zamanaşımı süresinin işlemesi için yeterli değildir.
Zarar, zarar verici fiil veya olayın zarar görenin hukuki varlık ve değerleri üzerindeki olumsuz etki ve sonuçları olarak tanımlanabilir. Zamanaşımının işlemeye başlaması için zarar verici olayın değil zararın miktarının öğrenilmesi gerekir. Zarar miktarını bilmeyen davacı rastgele bir miktar üzerinden dava açmak zorunda kalacak ya da zamanaşımı baskısıyla rastgele bir miktar üzerinden davasını ıslah etmek zorunda kalacaktır. Zararından daha yüksek bir miktar için dava açtığında ya da davayı ıslah ettiğinde reddedilen kısım yönünden avukatlık ücreti ve yargılama gideri ödemeye maruz kalacak, zararından daha düşük bir miktar yönünden dava açtığında ya da davayı ıslah ettiğinde ise dava açmakla amaçladığı hakkına tam olarak kavuşamayacaktır. Bu nedenle zarar miktarının öğrenilmiş olması zamanaşımının işlemeye başlaması için zorunludur.
Bu ilkeler ve açıklamalar ışığında somut olaya dönüldüğünde; davacının 28.06.2003 tarihinde gerçekleşen haksız eylem nedeniyle davalı aleyhine 09.06.2006 tarihinde fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak maddi ve manevi tazminat davası açtığı, maluliyet oranının tespitine ilişkin Adli Tıp raporunun 07.05.2009 tarihinde tebliğinden sonra 24.08.2012 tarihinde maddi tazminat yönünden davayı kısmen ıslah ettiği,ıslah talebine karşı davalı vekilinin zamanaşımı def’inde bulunduğu görülmektedir. Dava açılmakla fazlaya ilişkin haklar yönünden zamanaşımı kesilmediğinden kısmi ıslaha karşı zamanaşımı def’inin ileri sürülmesinde bir usulsüzlük bulunmadığından yerel mahkemenin bu yöne ilişkin direnme gerekçesi isabetlidir.
Ne var ki mahkemece BK.nun 60. maddesinde düzenlenen 1 yıllık zamanaşımı süresi hesaplanırken zararın öğrenildiği tarih olarak Adli Tıp Kurumunun maluliyete ilişkin raporunun davacıya tebliğ tarihi esas alınarak ıslaha konu talebin zamanaşımına uğradığı sonucuna varıldığı görülmektedir. Adli Tıp Kurumunun sözkonusu raporunda yaralanma nedeniyle oluşan maluliyet oranı belirlenmiş olup zarar miktarına ilişkin bir tespit içermediğinden zararın öğrenilmesi olgusuna esas alınamaz.Davacının zararı maddi tazminat miktarının belirlenmesine ilişkin 07.08.2012 tarihli bilirkişi raporu ile tespit edilmiştir. Sözkonusu bilirkişi raporu 13.08.2012 tarihinde davacı vekiline tebliğ edildiğine göre 1 yıllık zamanaşımı süresinin zararın öğrenildiği 13.08.2012 tarihinden itibaren hesaplanması gerekir. Davacı vekili 24.08.2012 tarihinde davayı ıslah ettiğinden ıslaha konu talebin zamanaşımına uğradığı kabul edilemez.
Hal böyle olunca; mahkemece, davacının maddi tazminata yönelik ıslahının süresinde yapılmadığı gerekçesiyle ıslah edilen tazminat miktarı bakımından davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiş olması ve bu kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Direnme kararı yukarıda açıklanan bu değişik gerekçe ile bozulmalıdır.
S O N U Ç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen değişik nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 16.03.2016 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
4. HUKUK DAİRESİ
E. 2001/7309
K. 2001/9031
T. 4.10.2001
• MANEVİ TAZMİNATIN BÖLÜNMEZLİĞİ ( Yaralanma Oranının İlk Dava Açıldıktan Sonra Artması Halinde Ek Dava Açılabileceği )
• EK MANEVİ TAZMİNAT DAVASI AÇILABİLMESİ ( Dava Konusu Haksız Fiil Sonucunun Dava Açıldıktan Sonra Ağırlaşması )
• YARALANMA NEDENİYLE MANEVİ TAZMİNAT TALEBİ ( Yaralanma Oranının Dava Açıldıktan Sonra Artması Halinde Ek Dava Açılabileceği )
743/m.47
ÖZET : Medeni Kanunun 47. maddesinde yaralanan kişinin manevi tazminat da isteyebileceği hükme bağlanmıştır. Manevi tazminatın kişinin ruh ve vücut bütünlüğünün bozulması, sosyal kişilik değerlerinin saldırıya uğraması gibi durumlarda istenebileceği yasal ve yerleşmiş yargı kararlarıyla kabul edilmiştir. Manevi tazminatın zararlandırıcı bir olay nedeniyle ancak bir defa istenebileceği, bu tazminat türünün bir gereğidir. Diğer bir anlatımla hukuk sisteminde manevi tazminatın bölünmezliği kabul edilmiş bulunmaktadır. Ancak zararlandırıcı eylem sonunda zararın oluşumunda değişiklikler, bu bağlamda daha ağırlaşmış durumların meydana gelmesi durumunda her olgunun ayrı olması nedeniyle birden fazla dava açılması olanaklıdır.
DAVA : Davacı Roswita J. vekili Avukat Rana Ortan vd. tarafından, davalı Vedat Ö. aleyhine 14/5/1997, 21/1/1998 gününde verilen dilekçeler ile haksız eylem nedeniyle toplam 25.000. DM. manevi tazminatın dava ve birleşen dava ile istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; 250.000.000 lira manevi tazminatın ödettirilmesine dair verilen 8/2/2000 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.
KARAR : Dava haksız eylem nedeniyle uğranılan manevi zararın ödettirilmesi istemine ilişkindir. Yerel mahkemece istem kısmen kabul edilmiş, karar davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı yaralanması nedeniyle 14/05/1997 tarihli dava dilekçesi ile manevi tazminat isteminde bulunmuştur. Daha sonra yaralanma derecesinin değiştiğinden bahsederek 21/01/1998 tarihinde ikinci bir dava daha açarak manevi tazminat istemiş Manavgat 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1998/26 Esas sayılı dava dosyasında yargılama devam ederken eldeki işbu dosya ile birleştirilmesine karar verilmiş böylece iki dava dilekçesi ile miktarlar değişik olmak üzere iki ayrı manevi tazminat isteminde bulunulmuştur. Mahkemece ilk davadaki istem konusunda kısmen kabul kararı verilmekle birlikte, sonradan açılan dava için olumlu veya olumsuz karar verilmemiştir.
Medeni Kanunun 47. maddesinde yaralanan kişinin manevi tazminat da isteyebileceği hükme bağlanmıştır. Manevi tazminatın kişinin ruh ve vücut bütünlüğünün bozulması, sosyal kişilik değerlerinin saldırıya uğraması gibi durumlarda istenebileceği yasal ve yerleşmiş yargı kararlarıyla kabul edilmiştir. Manevi tazminatın zararlandırıcı bir olay nedeniyle ancak bir defa istenebileceği, bu tazminat türünün bir gereğidir. Diğer bir anlatımla hukuk sisteminde manevi tazminatın bölünmezliği kabul edilmiş bulunmaktadır. Ancak zararlandırıcı eylem sonunda zararın oluşumunda değişiklikler, bu bağlamda daha ağırlaşmış durumların meydana gelmesi durumunda her olgunun ayrı olması nedeniyle birden fazla dava açılması olanaklıdır.
Somut olay itibarıyla davacının yaralanmasından sonra alınan 13/10/1995, 2/7/1996, 5/7/1996, 11/9/1996, tarihli raporlara göre uyluk kemiği kırılması, omuz ve kürek kemiği yaralanması tespit edildiği, sağ bacakta iki santimetre kısalma olduğunu, kalça başında kan dolaşımı bozukluğu tespit edildiğini bu yaralanmaları nedeniyle Hamburg Çalışma Sağlık ve Sosyal Hizmetler İdaresi tarafından davacının %30 sakatlık derecesi olduğunun belirlendiğini belirtmiş ikinci davada ise 19/10/1997 tarihli rapora dayanılmış bu raporda sağ uylukta hareket kısıtlılığı belirlenip, ağrının artması durumunda yapay kalça yerleştirilerek takviye düşünüldüğü belirtilmiştir. İkinci raporda zararlandırıcı durumun ağırlaşması durumunda ikinci davanın da kabul edilmesi düşünülebilir.
O halde mahkemece yapılacak iş, birleştirilen dosyayı getirterek, raporları değerlendirmek, iki raporda belirtilen arazların farklı olduğu, ikinci rapordaki belirlemenin daha ağır sonuç doğurduğu anlaşıldığı takdirde yukarıda anılan ilkelere göre karar vermekten ibaret olup, birleşen dosya konusunda olumlu veya olumsuz karar verilmemiş olması usul ve yasaya aykırı bulunduğundan kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ : Temyiz olunan kararın yukarıda gösterilen nedenlerle BOZULMASINA, bozma nedenine göre diğer temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 04/10/2001 gününde oybirliğiyle karar verildi.
YARGITAY 2.HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2012/1678
KARAR: 2012/21498
Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davalı-karşı davacı (koca) tarafından her iki dava yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre, davalı-karşı davacı (koca)’nın aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.
2-Davacı-karşı davalı (kadın) dava dilekçesiyle “fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak” 5.000 TL. maddi ve 10.000 TL. manevi tazminat talep etmiş, sonradan vekili 2.7.2011 tarihli dilekçesiyle 50.000 TL. maddi, 50.000 TL. manevi tazminata hükmedilmesini istemiş, mahkemece; davacı-karşı davalı (kadın) yararına 20.000 TL. maddi, 15.000 TL. manevi tazminata hükmedildiği görülmüştür. Manevi tazminat isteği niteliği itibarıyla tektir ve bölünemez, fazlaya ilişkin talep saklı tutulmak suretiyle bölümler halinde de istenemez. Sonradan gelişen bir olgunun varlığı iddia edilip kanıtlanmadığı sürece başlangıçta talep edilen manevi tazminat miktarı ıslahla da olsa artırılamaz. Maddi tazminatın, fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak talep edilmesi usulen mümkün ise de bu yönde usulen yapılmış bir ıslah bulunmadığına göre, başlangıçtaki talep aşılamaz. Bu yönler gözetilmeden maddi ve manevi tazminatla talebin aşılması suretiyle hüküm kurulması doğru bulunmamıştır.
SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda 2. bentte gösterilen sebeple BOZULMASINA, bozma kapsamı dışında kalan bölümlerinin yukarıda l. bentte gösterilen sebeple ONANMASINA, temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
21. HUKUK DAİRESİ
E. 2006/8550
K. 2006/7387
T. 4.7.2006
• İŞ KAZASI SONUCU MALULİYET ( Usule İlişkin İşlemlerin Tamamen ya da Kısmen Islahı Mümkün Olduğu – Ancak Her İki Durumda da Usulüne Uygun Açılmış Bir Davanın Bulunması Şart Olduğu )
• MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT ( Islah Dilekçesi İle Manevi Tazminat İstemi Dikkate Alınarak Manevi Tazminatın Kısmen Kabulüne Karar Verilemeyeceği )
• MANEVİ TAZMİNATA İLİŞKİN AÇILMIŞ BİR DAVA OLMAMASI ( Islah Dilekçesi İle Manevi Tazminat İstemi Dikkate Alınarak Manevi Tazminatın Kısmen Kabulüne Karar Verilemeyeceği )
• ISLAH ( Açılmış Bir Davada Taraflarca Yapılmış Usule İlişkin İşlemlere Yönelik Olarak Yapılması Gereği )
• ISLAHIN ŞARTLARI ( Taraflarca Yapılmış Usule İlişkin İşlemlere Yönelik Olarak Yapılması Gereği – Bu Bağlamda Yargılaması Devam Eden Bir Dava İçinde Islah İle İkinci Bir Davanın Açılamayacağı )
1086/m.83
ÖZET : Mahkemece, manevi tazminata ilişkin açılmış bir dava olmadığı halde, ıslah dilekçesi ile manevi tazminat istemi dikkate alınarak, manevi tazminatın kısmen kabulüne karar verilmesi yanlıştır. Islah müessesesi, mahkemeye yöneltilmesi gereken tek taraflı ve açık bir irade beyanı ile tarafların dilekçelerinde belirttikleri vakıaları, dava konusunu veya istem sonucunun değiştirebilmesi imkanını sağlamaktadır. Usule ilişkin işlemlerin tamamen ya da kısmen ıslahı mümkündür. Ancak, her iki durumda da usulüne uygun açılmış bir davanın bulunması şarttır. Başka bir anlatımla ıslah, açılmış bir davada taraflarca yapılmış usule ilişkin işlemlere yönelik olarak yapılmalıdır. Bu bağlamda, yargılaması devam eden bir dava içinde ıslah ile ikinci bir davanın açılması olanağı bulunmamaktadır.
Boşanma Davasında Mesaj İçeriği Tespit Edilebilir Mi?
Boşanma davası süresince taraf vekilleri olarak en çok duyulan soruların başında ‘’mesaj içeriğinin tespit ettirilip ettirilemeyeceği’’ gelir. Ceza Muhakemesi Kanununun 135. Maddesi hangi koşullarda mesaj içeriğinin kayıt altına alınabileceği hususunu düzenlemiştir. Bu madde gereğince, mesaj içeriğinin tespit edilebilmesi için öncelikle yapılan bir ceza soruşturma veya kovuşturmasında bir suç işlendiğine dair kuvvetli şüphe olmalıdır. Kuvvetli şüphenin varlığı tek başına yeterli değildir. Bunun yanı sıra yetkili merciin kararı gerekmektedir. Ancak bu şartlarda mesaj içeriğinin tespiti mümkündür. Boşanma davalarında ise mesaj içeriğinin tespiti Aile Mahkemesinden istenemez. Aile Mahkemesi sadece ilgili operatörden isteyeceği bilgilerle mesaj atıldığı saati, numarayı, günü öğrenebilecektir. Ancak tarafların atmış oldukları mesaj, telefonlarının bünyesinde halen durmakta ise saklanıp muhafaza edilmiş ve silinmemişse bu durumda var olan telefondan mesajın içeriği çıkartılabilecektir. Geçmişe yönelik konuşma kayıtlarının içeriğinin operatörden talep edilmesi ise mümkün değildir. Ancak operatörden fatura bilgisi bağlamında aranan aranılan numaralar konuşma saat ve tarihleri ‘ hangi numara ile ne kadar konuşulduğu yönünde bilgiler (HTS) istenerek dosyaya eklenebilir.
Ceza Yargılamasında Gizlice Elde Edilen Ses Kaydının Delil Olarak Kabul Edilmesi
Ortamda karşı tarafın bilgisi olmaksızın alınan ses kaydının delil olarak değerlendirildiği ikinci istisna ise ceza hukukunda mevcuttur. Bu istisnai durum da yine Yargıtay içtihatları ile oluşturulmuştur. Yargıtay Ceza Genel Kurulu vermiş olduğu kararında, “Kişinin kendisine karşı işlenmekte olan bir suçla ilgili olarak, bir daha kanıt elde etme imkânın bulunmadığı ve yetkili makamlara başvurma imkânın olmadığı ani gelişen durumlarda, karşı tarafla yaptığı konuşmaları kayda alması halinin hukuka uygun olduğunun kabulü zorunludur. Aksi takdirde kanıtların kaybolması ve bir daha elde edilememesi söz konusudur” değerlendirmesi yapmış ve istisnai bir düzenlemenin altını çizmiştir. Yargıtay uygulamaları ile gerek ceza yargılaması gerekse hukuk yargılamasında hukuka aykırı delil kavramına istisnalar getirilmiş, ayrıksı durumlar yaratılmıştır.
YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ
2007/17220 E., 2008/13614 K., 20.10.2008 T.
BOŞANMA DAVASI (Eşlerin Sadakat Yükümlülüğü)
EŞLERİN KARŞILIKLI SADAKAT YÜKÜMLÜLÜĞÜ
KANUNA AYKIRI DELİL ( Ses Kaydının Özel Hayatın Mahremiyetini İhlal Edilerek Tutulması)
Evlilikte, evlilik birliğine ilişkin yasal yükümlülükler alanı, eşlerin her birinin özel yaşam alanı olmayıp, aile yaşamı alanıdır. Bu alanla ilgili de eşlerin tek tek özel yaşamlarının değil bütün olarak aile yaşamının gizliliği ve dokunulmazlığı önem ve öncelik taşır. Bu bakımdan evliliğin yasal yükümlülükler alanı, diğer eş için dokunulmaz değildir. Bu nedenle, eşinin sadakatinden kuşkulanan davacı-davalının, birlikte yaşadıkları her ikisinin de ortak mekanı olan konutta, eşinin bilgisi dışında ses kayıt cihazı yerleştirerek, eşinin aleni olmayan konuşmalarını kaydetmesinde bu suretle sadakat yükümlülüğü ile bağdaşmayan davranışlarını tespit etmesinde özel hayatın gizliliğinin ihlalinden söz edilemez ve hukuka aykırılık bulunduğu kabul olunamaz. Bu nedenle davanın kabulü gerekir.
DAVA VE KARAR
Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen ve yukarıda tarih numarası gösterilen hükmün temyizen murafaa icrası suretiyle tetkiki istenilmekle duruşma için tayin olunan 14.10.2008 günü temyiz eden A.D ile vekili Av. G.T geldiler. Karşı taraf tebligata rağmen gelmedi. Gelenin konuşması dinlendikten sonra işin incelenerek karara bağlanması için duruşmadan sonraya bırakılması uygun görüldü. Bugün dosyadaki bütün kâğıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ KARARI
Olayda; davacı-davalı koca tarafından mahkemeye delil olarak sunulan, ses kayıtlarına ilişkin CD.`nin, davalının `özel hayatının gizliliği` ihlal edilmek suretiyle hukuka aykırı yolla elde edildiği, bu nedenle delil olarak kullanılamayacağı ileri sürülmüş; mahkemece de; `davacı eşin delil olarak sunduğu ses kaydının davalının bilgisi dışında özel hayatın gizliliği ihlal edilerek hukuk dışı yollardan oluşturulduğu, bu sebeple itibar edilemeyeceği` kabul edilerek , `davalının sadakat yükümlülüğüne aykırı davranışta bulunduğunu gösteren başkaca bir delil de getirilmediği` gerekçesiyle davacı-davalı kocanın açtığı boşanma davasının reddine karar verilmiştir.
Sunulan delil, eşlerin birlikte yaşadıkları konutta, davalının bilgisi dışında koca tarafından hazırlanan bir sistemle elde edilmiştir. Yapılan bilirkişi incelemesi sonucu, ( CD )`deki ses kayıtlarının, orijinal olduğu, üzerinde ekleme, çıkarma, kesinti ve kopyalama bulunmadığı tespit edilmiştir. Davalı-davacı, kayıt altına alınan konuşmaların kendisine ait olmadığına ilişkin bir iddia ileri sürmemekte, bu delilin özel hayatının gizliliği ihlal edilerek elde edildiğini belirterek karşı çıkmaktadır.
Bir delilin elde edilişi, kişilerin Anayasa ile tanınmış hakların ihlali suretiyle gerçekleşmiş ise, onun hukuka aykırı olarak elde edildiğinin kabulü gerekeceğinde duraksama bulunmamaktadır. Delilin elde edilişinde hukuka uygunluk nedenleri varsa, o zaman kanuna aykırılık ortadan kalkar. Kuşkusuz Anayasaya göre; herkes özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. ( Anayasa m.20/1 ) Ancak, evlilik birliğinde eşlerin, evliliğin devamı süresince birbirlerine sadık kalmaları da yasal bir zorunluluktur. ( TMK.m.185/3 ) Eşlerden birinin, bu alana ilişkin özel yaşamı, evlilikle bir araya geldiği ve birlikte yaşadığı hayat arkadaşı olan diğer eşi de en az kendisininki kadar yakından ilgilendirir. O nedenle, evlilikte, evlilik birliğine ilişkin yasal yükümlülükler alanı, eşlerin her birinin özel yaşam alanı olmayıp, aile yaşamı alanıdır. Bu alanla ilgili de eşlerin tek tek özel yaşamlarının değil bütün olarak aile yaşamının gizliliği ve dokunulmazlığı önem ve öncelik taşır. Bu bakımdan evliliğin yasal yükümlülükler alanı , diğer eş için dokunulmaz değildir. Bu nedenle, eşinin sadakatinden kuşkulanan davacı-davalının, birlikte yaşadıkları her ikisinin de ortak mekanı olan konutta, eşinin bilgisi dışında ses kayıt cihazı yerleştirerek, eşinin aleni olmayan konuşmalarını kaydetmesinde bu suretle sadakat yükümlülüğü ile bağdaşmayan davranışlarını tespit etmesinde özel hayatın gizliliğinin ihlalinden söz edilemez ve hukuka aykırılık bulunduğu kabul olunamaz. Aksine, aile birliğine ilişkin ortak yaşanılan mekana davalının, meşru olmayan bir amaç için arkadaşlarını kabul etmesinde, aile hayatının gizliliğini ihlal söz konusudur. Bu bakımdan sözü edilen delilin elde edilişinde hukuka aykırılık bulunduğundan söz edilemez. O halde yapılan soruşturma ve toplanan delillerle; davalı-davacının; meşru olmayan bir amaç için karşı cins de dahil olmak üzere arkadaşlarını müşterek konuta aldığı ve sadakat yükümlülüğüne aykırı davrandığı gerçekleşmiştir. Bu halde, taraflar arasında ortak hayatı temelinden sarsacak derecede ve birliğin devamına imkan vermeyecek nitelikte bir geçimsizlik mevcut ve sabittir. Gerçekleşen olaylar karşısında davacı dava açmakta haklıdır. Bu koşullar altında eşleri birlikte yaşamaya zorlamanın artık kanunen mümkün görülmemesine göre, davacı-davalı koca tarafından açılan boşanma davasının da kabulüne karar verilmesi gerekirken isteğin reddi doğru bulunmamıştır.
Davacı-davalı kocanın temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün yukarda açıklanan sebeple BOZULMASINA, bozma sebebine göre hükmün diğer yönlerinin incelenmesine yer olmadığına, oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
12. CEZA DAİRESİ
Esas No: 2014/2511
Karar No: 2014/17251
Karar Tarihi: 8.9.2014
* EŞİN KONUŞMALARINI CİHAZ İLE KAYDETMEK VE ARKADAŞLARINA DİNLETMEK (Boşanma Davasındaki İddialarını İspat Amacı ile – Suç İşlenerek Elde Edilen Bilgi Niteliğinde Kabul Edilemeyeceği Kişilerin Arasındaki Konuşmaların Dinlenmesi ve Kayda Alınması Suçunun Oluşmayacağı/Özel Hayatın Gizliliğini İhlal Suçu Kapsamında İfşa Suçu)
* KİŞİLER ARASINDAKİ KONUŞMALARIN DİNLENMESİ VE KAYDA ALINMASI (Sanığın Boşanma Davalarındaki İddialarını İspat Amacı İle Eşinin Konuşmalarını Cihaz İle Kaydederek Arkadaşlarına Dinlettiği – Özel Hayatın Gizliliğini İhlal Suçu Kapsamında İfşa Suçu Oluşturacağı/Kişilerin Arasındaki Konuşmaların Dinlenmesi ve Kayda Alınması Suçunun Oluşmayacağı)
* ÖZEL HAYATIN GİZLİLİĞİNİ İHLAL (Sanığın Boşanma Davalarındaki İddialarını İspat Amacı İle Eşinin Konuşmalarını Cihaz İle Kaydederek Arkadaşlarına Dinlettiği – Özel Hayatın Gizliliğini İhlal Suçu Kapsamında İfşa Suçundan Mahkumiyet Kararı Verileceği)
* SUÇ İŞLEYEREK BİLGİ ELDE ETMEK (Sanığın Boşanma Davalarındaki İddialarını İspat Amacı İle Eşinin Konuşmalarını Cihaz İle Kaydederek Arkadaşlarına Dinletmesinin Bu Nitelikte Kabul Edilemeyeceği – Özel Hayatın Gizliliğini İhlal Suçu Kapsamında İfşa Suçu Oluşturacağı)
* HAKARET (Sanığın Eşine Cep Telefonundan Değişik Zamanlarda Mesajlar Çekerek Şeref Onur ve Saygınlığını Rencide Edecek Nitelikte Sözlerle Hakaret Ettiği – Suçun Sabit Olduğu Gözetilerek Mahkumiyetine Hükmedilmesi Yerine Beraat Kararı Verilmesinin Yasaya Aykırılığı) 5237/m.125,133,135
ÖZET : Sanığın, kendisini aldattığı düşüncesiyle boşanma aşamasına geldiği katılan hakkında açacağı boşanma davasındaki iddiasını ispatlama amacıyla ses kayıt cihazı ile kayıt yaptığı, hukuka aykırı hareket ettiği bilinciyle hareket etmediği, buna göre, ses kayıtlan TCK’nın 133/1. maddesindeki (… Kişiler arasındaki aleni olmayan konuşmaları, taraflardan herhangi birinin rızası olmaksızın bir aletle dinleyen veya bunları bir ses alma cihazı ile kaydeden kişi… ) suç işlenerek elde edilen bilgi niteliğinde kabul edilemeyeceğinden, kişiler arasındaki konuşmaların dinlenmesi ve kayda alınması suçunun oluşmayacağı, eylemin özel hayatın gizliliğini ihlal suçu kapsamında değerlendirilmesi gerektiği anlaşıldığından; katılana ait ses kayıtlarını müşterek arkadaşlarına dinleterek ifşa eden sanık hakkında,ifşa suçundan mahkumiyet kararı verilmesinde isabetsizlik görülmemiştir.
Sanığın, katılana cep telefonundan değişik zamanlarda mesajlar çekerek şeref, onur ve saygınlığını rencide edecek nitelikte sözlerle hakaret ettiğinin anlaşılması karşısında, atılı suçun sabit olduğu gözetilmelidir.
DAVA : Hakaret suçundan sanığın beraatine, özel hayatın gizliliğini ihlal suçundan mahkumiyetine dair hükümler, sanık müdafii ve katılan vekili tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR : 1-) Özel hayatın gizliliğini ihlal suçundan mahkumiyet hükmüne yönelik temyiz itirazlarının incelenmesinde;
İki veya daha fazla kişinin, başkalarının bilmeyeceği ve sınırlı bir dinleyici çevresi dışına çıkmayacağı yönünde haklı bir inanç ve iradeyle hareket ederek, herhangi bir aracı vasıta olarak kullanmadan, yüz yüze gerçekleştirdikleri, ancak özel bir çaba gösterilerek duyulabilecek, aleni olmayan, söze dayalı, sesli düşünce açıklamalarının, konuşmanın tarafı olmayan kişi veya kişilerce, ilgilisinin rızası olmaksızın, elverişli bir aletle (sesli bir açıklamayı kuvvetlendirerek veya naklederek onu ses alanının dışına çıkartıp doğrudan doğruya algılanabilir hale getirmeye yarayan her türlü düzenekle) dinlenmesi veya akustik olarak tekrar dinlenebilmesi imkanını sağlayan bir aletle kaydedilmesinin TCK’nın 133/1. maddesinde; en az üç veya daha fazla kişinin, yüz yüze gerçekleştirdikleri, aleni olmayan, söze dayalı düşünce aktarımlarının, söyleşinin tarafı olan kişi veya kişilerce, ilgililerinin rızası olmaksızın, bir aletle kaydedilmesinin aynı Kanunun 133/2. maddesinde “Kişiler arasındaki konuşmaların dinlenmesi ve kayda alınması” başlığı altında suç olarak tanımlandığı, söyleşiden farklı olarak, iki kişi arasında da gerçekleşebilecek olan konuşmada, konuşan tarafların, aralarında geçen sözleri kaydetmesi, TCK’nın 133/1. maddesi kapsamında suç olarak tanımlanmamış olup, koşulları bulunduğu takdirde eylemin aynı Kanunun 134. maddesinde düzenlenen özel hayatın gizliliğini ihlal suçunu oluşturabileceği; elverişli bir aletle dinlenilen veya kaydedilen konuşma veya söyleşiden elde edilen bilgiler sayesinde kendi veya üçüncü kişi lehine, maddi ya da manevi yarar, yani, fayda veya avantaj sağlanması, bu bilgilerin, menfaat karşılığı olsun ya da olmasın, ilgilisi dışındaki kişi veya kişilere verilmesi ya da diğer kişilerin dolaylı olarak bilgi edinmelerinin temin edilmesinin TCK’nın 133/3. maddesinde ayrıca suç olarak tanımlandığı, hükümden sonra 5.7.2012 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 6352 Sayılı Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla işlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanunun 80. maddesiyle TCK’nın 133/3. maddesinde yapılan değişiklikle kişiler arasındaki aleni olmayan konuşmaların kaydedilmesi suretiyle elde edilen verilerin hukuka aykırı olarak ifşa edilmesi eyleminin suç olarak düzenlendiği;
Bu açıklamalar ışığında, kabule, dosya içeriği, sanığın ikrar beyanı, tanık anlatımları ve bilirkişi raporuna göre; resmi olarak verilmiş bir ayrılık karan bulunmadığı, fiilen de beraber oldukları dönemde, resmi nikahlı eşi katılanın sadakatinden kuşkulanan ve kendisini aldattığını düşünen sanığın, birlikte yaşadıkları evin mutfağına ses kayıt cihazı yerleştirerek katılanın bir kişiyle telefonda yaptığı konuşmalara dair seslerini kaydedip, bu kayıtları katılanın kendisini aldattığını söyleyerek müşterek arkadaşları N. ve D.’a dinletmesi, bilahare bu kayıtları açılan boşanma davasında mahkemeye delil olarak sunması biçiminde gelişen olayda;
6352 Sayılı Kanunun 80. maddesiyle yapılan değişiklikten önceki TCK’nın 133/3. maddesinin, “… Yukarıdaki fıkralarda yazılı fiillerden biri işlenerek elde edildiği bilinen bilgilerden yarar sağlayan veya bunları başkalarına veren veya diğer kişilerin bilgi edinmelerini temin eden kişi… cezalandırılır.”, hükmü, anılan maddenin gerekçesinde yer alan, “… Maddenin 3. fıkrasına göre, bir ve 2. fıkralarda tanımlanan suçların işlenmesi suretiyle elde edildiği bilinen veya böylece elde edildiği kabul edilebilecek olan bilgilerden yarar sağlanması veya bunları başkalarına verilmesi veya bunlardan diğer kişilerin bilgi edinmelerini temin etmek, suç olarak tanımlanmıştır…”, açıklamalarıyla birlikte göz önüne alındığında, sanığın, kendisini aldattığı düşüncesiyle boşanma aşamasına geldiği katılan hakkında açacağı boşanma davasındaki iddiasını ispatlama amacıyla ses kayıt cihazı ile kayıt yaptığı, hukuka aykırı hareket ettiği bilinciyle hareket etmediği, buna göre, ses kayıtlan TCK’nın 133/1. maddesindeki suç işlenerek elde edilen bilgi niteliğinde kabul edilemeyeceğinden, TCK’nın 133/3. maddesindeki kişiler arasındaki konuşmaların dinlenmesi ve kayda alınması suçunun oluşmayacağı, eylemin TCK’nın 133/3-1 maddesi kapsamında olmayıp, TCK’nın 134. maddesinde düzenlenen özel hayatın gizliliğini ihlal suçu kapsamında değerlendirilmesi gerektiği anlaşıldığından; katılana ait ses kayıtlarını müşterek arkadaşlarına dinleterek ifşa eden sanık hakkında, TCK’nın 134/2. maddesi uyarınca ifşa suçundan mahkumiyet kararı verilmesinde isabetsizlik görülmemiştir.
Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, sanık müdafiinin, bir nedene dayanmayan, katılan vekilinin ise, ertelemeye dair temyiz itirazlarının reddiyle, hükmün isteme uygun olarak ONANMASINA,
2-) Hakaret suçundan temyiz itirazlarının incelenmesine gelince,
Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, sanık müdafiinin, bir nedene dayanmayan, katılan vekilinin ise, sair temyiz itirazlarının reddine,
Ancak;
Dosya içeriği, sanık savunmaları, katılanın tutarlı beyanları, tanık anlatımları ve 30.7.2010 tarihli ifade ve mesaj tespit tutanağına göre; sanığın, katılana cep telefonundan değişik zamanlarda mesajlar çekerek şeref, onur ve saygınlığını rencide edecek nitelikte sözlerle hakaret ettiğinin anlaşılması karşısında, atılı suçun sabit olduğu gözetilerek mahkumiyetine hükmedilmesi yerine yazılı düşüncelerle beraat kararı verilmesi,
SONUÇ : Kanuna aykırı olup, katılan vekilinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, hükmün bu sebepten dolayı 5320 Sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 Sayılı CMUK’un 321. maddesi gereğince isteme uygun olarak BOZULMASINA, 08.09.2014 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS NO:2011/2-703
KARAR NO:2012/70
KARAR TARİHİ:15.02.2012
KURGU SONUÇU OLUŞTURULMUŞ “CD” DELİLİ HÜKME ESAS ALINMAZ.
T.C. YARGITAY Hukuk Genel Kurulu ESAS NO : 2011/2-703 KARAR NO : 2012/70 Y A R G I T A Y İ L A M I
İNCELENEN KARARIN MAHKEMESİ : Kadıköy 1. Aile Mahkemesi TARİHİ : 26/07/2011 NUMARASI : 2011/439-2011/653
DAVACI : T… vekilleri Av…
DAVALI : N… vekilleri Av…
Taraflar arasındaki “Boşanma ( Kusur Tespiti)” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kadıköy 1.Aile Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 10.02.2010 gün ve 2009/1074 E., 2010/77 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2.Hukuk Dairesinin 15.12.2010 gün ve 2010/8335 E., 2010/21119 sayılı ilamı ile,
Davacı, boşanma ile ilgili hüküm kesinleşmeden önce 7.7.2009 tarihinde ölmüştür. Davacının mirasçıları Türk Medeni Kanununun 181/2. maddesi gereğince davalının kusurlu olduğunun tespitini istemişlerdir.
Mahkemece dava kabul edilip davalının daha fazla kusurlu olduğunun tespitine karar verilmiştir. Taraflardan ve üçüncü kişilerden aktarılan olaylar hükme esas alınamaz. Davacı tanıklarının sözlerinin bir kısmı davalının kusurlu olduğunu kabule elverişli olmayan beyanlar olup, bir kısmı ise sebep ve saiki açıklanmayan ve inandırıcı olmaktan uzak izahlardan ibarettir. Bu itibarla davanın reddi gerekirken delillerin taktirinde hataya düşülerek yetersiz gerekçe ile davalının kusurlu olduğunun tespitine karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN: Davalı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:Dava, boşanma istemine ilişkin olmakla birlikte, yargılama aşamasında davacı öldüğünden davaya kusur tespiti davası olarak devam olunmuştur. Davacı T…vekili dava dilekçesinde, taraflar arasındaki evlilik birliğinin ortak hayatı sürdürmeleri kendilerinden beklenmeyecek derecede temelinden sarsıldığı iddiasıyla tarafların boşanmalarına, davacı yararına maddi ve manevi tazminata hükmedilmesini istemiştir.Davalı N….vekili, iddiaların asılsız olduğunu taraflar arasında herhangi bir uyuşmazlık bulunmadığını, davacının temyiz kudretine sahip olmadığını belirterek davanın reddini savunmuş; aksi halde maddi manevi tazminata birleşen davada da nafakaya hükmedilmesini istemiştirYargılama sırasında davacıya kızı S…. vasi olarak atanmıştır. Mahkemece davalının daha fazla kusurlu kabul edilerek verilen davanın kabulüne ilişkin ilk karar, davalı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece, dosyaya sunulan nüfus kayıt örneğinden davacı T….’in 07.07.2009 tarihinde öldüğünün anlaşıldığına işaretle evliliğin ölüm ile son bulduğu, davanın konusunun kalmadığı, bu konuda bir karar verilmek üzere hükmün bozulması gerektiği, gerekçesi ile karar bozulmuş; bunun üzerine davacı mirasçıları S…. vs. vekili 4721 sayılı Medeni Kanunu(TMK)’nun 181.maddesi uyarınca inceleme yapılarak davalının kusurlu olduğunun tespitine karar verilmesini istemişler; mahkemece bozma ilamına uyularak davaya kusur tespiti davası olarak devam olunmuş ve davalı Nuray Ö.’in daha fazla kusurlu olduğunun tespitine karar verilmiş;davalı vekilinin temyizi üzerine karar Özel Dairece, yukarıda başlık bölümünde açıklanan nedenlerle ikinci kez bozulmuştur. Mahkeme, tanık anlatımları dışında başka delillere dayanarak kusur tespitine karar verdiğini, savcılık evrakı, icra dosyaları ve CD kayıtlarında taraflar arasında geçen konuşma sonucu davalının davacıya ekonomik şiddet uyguladığı gerekçesiyle önceki kararında direnmiş; hükmü davalı vekili temyize getirmiştir.Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dosyada mevcut delillerin davalının evlilik birliğinin temelinden sarsılmasında kusurlu kabul edilmesine yeterli olup olmadığı, noktasında toplanmaktadır.Öncelikle mahkemece direnme kararında gerekçe olarak dayanılan ses ve görüntü kaydı içeren CD delilinin, hukuken geçerli ve hükme esas alınabilecek bir delil niteliğinde olup olmadığının çözümü gerekmektedir: Hemen belirtilmelidir ki, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe girmesinden önceki dönemde, hukuka aykırı olarak elde edilen delillerin değerlendirilmesi konusunda Medeni Usul Hukukunda açık bir düzenleme bulunmamakta; konu öğretide yer alan bilimsel görüşler ve yargısal uygulama ile şekillenmekteydi. 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “ispat hakkı” başlığını taşıyan 189.maddesinin 2.fıkrasında yer alan; “Hukuka aykırı olarak elde edilmiş olan deliller mahkeme tarafından bir vakıanın ispatında dikkate alınamaz” hükmü ile açıkça hukuka aykırı olarak elde edilmiş delillerin ispat gücü olamayacağı kabul edilmiştir. Böylece ispat hakkının delillere ilişkin yönünün hukuki çerçevesi çizilmiş; bir davada ileri sürülebilecek her türlü delilin mutlaka hukuka uygun yollardan elde edilmiş olması esası getirilmiştir. Anılan düzenlemeye göre, hukuka aykırı olarak elde edildiği anlaşılan delillerin, mahkeme tarafından bir vakıanın ispatında dikkate alınamayacağı düzenlenmek suretiyle, yargılama sırasında taraflarca sunulan delillerin elde ediliş biçiminin mahkeme tarafından re’sen göz önüne alınması ve delilin her ne surette olursa olsun hukuka aykırı olarak elde edildiğinin tespit edilmesi halinde, diğer tarafça bir itiraz ileri sürülmese dahi mahkemece caiz olmadığına karar verilerek, dosya kapsamında değerlendirilmemesi ilkesi benimsenmiştir.Bu yasal düzenleme öncesinde, hukuki nitelendirme açısından, öğretide nasıl bir yaklaşımın benimsendiğinin irdelenmesinde de yarar vardır: Berkin, usulsüz veya kanunsuz yahut hukuka aykırı yoldan elde edilmiş delile dayanılarak hüküm verilemeyeceği; örneğin posta memuru ile anlaşarak ele geçirilmiş ve mahkemeye sunulmuş olan başkalarına yazılmış mektupların veya evli erkeğin ilişki kurduğu ve ileride evlenmek istediği kadına yazdığı mektupların çalınarak boşanma davasında delil olarak kullanılmasının caiz olmadığı, görüşündedir(Bkz.Prof.Dr.Berkin N.Tatbikatçılara Medeni Usul Hukuku Rehberi İst.s.734). Üstündağ, hukuka aykırı yollardan elde edilmiş olan delillerin değerlendirilmesi konusunda usul kanunumuzda bir hüküm bulunmadığını belirtmekte; sesin gizlice banda alınması halinde buna daha sonra bir ispat vasıtası olarak dayanmanın mümkün olduğunu açıklamaktadır. Örnek olarak Alman Mahkemesinin kararı alınarak, bu karara göre, insan seslerinin konuşanın muvafakati olmaksızın tespiti kişilik haklarına bir saldırı olmakla beraber, gizli ses almayı haklı kılan nedenlerin mevcudiyeti halinde bu şekilde bir tecavüze müsaade edilmesi gerektiğinin kabul edildiğini belirtmektedir. Alman Mahkeme kararına esas teşkil eden olayda evli kadın, kocasına defalarca hakaret etmiş ve bütün bunları da mahkemede inkâr edeceğini de ilave etmiştir. Bunun üzerine koca açmayı tasarladığı boşanma davası için bu sahneleri teybe almıştır(Bkz.Prof.Dr.Üstündağ-S.Medeni Yargılama Hukuku C.1-II, İst.2000 S.267 ve 762). Prof.Dr.Pekcanıtez’e göre, kişilik haklarının, özel yaşam alanı ve sır alanının ihlali sonucu elde edilen teyp bandı, fotoğraf, çalınmış veya el konulmuş aşk mektupları delil olarak değerlendirilemez. Hukuka aykırı olarak elde edilen delilin değerlendirilmesi konusunda Medeni Usul Hukukunda da geçerli olan dürüstlük kuralı esas alınarak karar verilmeli ve bu konuda her somut olayda, o olayın özelliğine göre değerlendirme yapılmalıdır.Bu konuda ihlal edilen kanun hükmü ile ispatlanmak istenen menfaat arasında amaca uygunluk hususu da esas alınmalıdır. Diğer taraftan gizli şekilde ele geçirilen tüm deliller hukuka aykırı delil olarak nitelendirilmemelidir. Örneğin bir telefon görüşmesinde, telefondaki ses yükseltici veya ikinci bir dinleme aleti sayesinde tarafların söylediklerinin duyulması sonucu yapılan açıklamalar ve bu konudaki tanıklık geçerli olmalıdır. Kişilik hakkının ihlali sonucu elde edilen delilin kullanılmasına hakkı ihlal edilen kişi izin verirse bu delil mahkemece kullanılabilir (Pekcanıtez/Atalay/Özekes,Medeni Usul Hukuku, 2.Bası,Ankara 2001/s.390 vd.). Diğer taraftan, hukuka aykırı elde edilen delillerin değerlendirilmesi konusunda 01.10.2011 tarihine kadar Medeni Usul Hukukunda açık bir yasa hükmü olmadığı halde, gerek mülga 1412 sayılı Ceza Yargılamaları Usulü Kanunu(CMUK) ’nda gerekse de 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu(CMK)’nda açık düzenleme yapılmıştır. Mülga 1412 s. CMUK’nun 254/2.maddesinde ‘koğuşturma makamlarının hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas alınamaz.’ Denilmiş; 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun “Delillerin Ortaya Konulması Ve Reddi” başlıklı 206.maddesinin 2.fıkrasının (a) bendinde “ortaya konulması istenilen delilin, kanuna aykırı olarak edilmesi halinde reddolunacağı” düzenlenmiştir. Burada sözü geçen hukuka aykırılıklardan birisi de özel hayata yapılan haksız müdahaledir. Ancak özel hayatın gizli alanı dediğimiz ve sadece bireyi ilgilendiren alana hiçbir şekilde müdahale edilemez. Örneğin kişinin cinsel yaşamı böyledir. Hayatın bu gizli alanı ihlal edilerek bir delil elde edilmiş ise, bunu, kim, nasıl ve hangi amaçla elde etmiş olursa olsun söz konusu delil Ceza Mahkemesinde delil olarak kullanılamaz. Zira hayatın gizli alanı bir delil elde etme yasağı teşkil eder(Öztürk, B. Yeni Yargıtay Kararları Işığında Delil Yasakları ,Ank.1995, S.116 vd.). Yargısal uygulamada somut olayın özelliğine göre farklı yaklaşımlar olmakla birlikte temelinde bir delilin hukuka aykırı olarak elde edilmesi ile hukuka aykırı olarak yaratılmasının farklı olarak ele alındığı, hukuka aykırı yaratılan delilin hiçbir şekilde kabul edilmemesine karşın, hukuka aykırı olarak elde edilen delil konusunda olayın özelliğine göre farklı değerlendirmelerde bulunulduğu görülmektedir. Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 25.09.2002 tarih ve 2002/2-617 E. 2002/648 sayılı kararında evlilik birliğinin temelinden sarsılması hukuksal nedenine dayalı boşanma davasında davalı kadına ait günlüğün delil olarak kabul edilip edilemeyeceği tartışılmış ve kararda bu konuya ilişkin olarak aynen;“ ‘Zehirli ağacın meyveleri’ olarak ifade edilen hukuka aykırı olarak elde edilen delillerin değerlendirilmesi konusunda Medeni Usul Hukukunda açık bir düzenleme bulunmamaktadır.” tespiti yapıldıktan sonra yukarıda da işaret olunan öğretideki görüşlere yer verilmiş; ardından tarafların birlikte yaşadığı evde, davalı evi terk ettikten sonra kilitli olmayan yerden elde edilip mahkemeye sunulan zor ve tehdid ile ele geçirildiği savunulmayan ve davalı tarafından tutulduğu tartışmasız olan …defterin yukarıda anılan görüşler doğrultusunda delil olup olmadığı değerlendirilmiştir. Sonuçta: “öncelikli olarak özel hayatın gizliliğinin korunmasının esas olduğu; ancak somut olayın özelliğinin bu genel görüşten ayrılmayı gerektiren istisnalar içerdiği; kullanılan deliller çalınmış, tehdit ya da zorla elde edilmiş ise burada hukuka aykırılığın olacağı, hukuka aykırı yollardan elde edilmemiş delillerin ise yasak bir delil olarak değerlendirilemeyeceği; boşanma davasının zaten kişilerin özel yaşamını ilgilendiren bir dava olduğu ve kocanın eşi ile birlikte yaşadıkları mekanda ele geçirdiği eşine ait fotoğrafları, not defterini veya mektupları mahkemeye delil olarak verilmesi halinde, bu deliller hukuka aykırı yollardan elde edilmediğinden mahkemede delil olarak değerlendirileceği; aynı evde yaşayan kadının, kocanın bu delilleri ele geçirilebileceğini bilebilecek durumda olduğu, kocanın yatak odasındaki bir dolabın içinde yada yatağın altında kadın tarafından saklanan bir not defterini ele geçirmesinin, bu mekan eşlerin müşterek yaşamlarını sürdürdükleri bir yer olduğundan kadın için gizli mekan kabul edilemeyeceği; hiç kimsenin evindeki bir mekanda bulduğu bir delili hukuka aykırı yollardan ele geçirmiş sayılamayacağı, özel hayatın gizli alanlarının, özel hayatın gizli alanını ilgilendiren delillerle ispat edilebileceği” vurgulanarak davalıya ait günlük delil olarak kabul edilmiştir. Kararda üzerinde önemle durulan husus, delilin hukuki yollardan elde edildiğinin kabulüdür. Yine Hukuk Genel Kurulu’nun 28.05.2003 gün ve 2003/1-374 E- 2003/370 K. sayılı ilamında ise: davacı tarafça muvazaanın kanıtı olarak sadece video kaseti deliline dayanılmış; kararda video kasetinin hukuka aykırı delil olmamakla birlikte, murisin ses ve görüntüsünün kaydedildiği ortam, murisin ses ve görüntüsünün alındığı tarih itibariyle yaşlı, hastalıklar içinde kıvranan, hastaneden çıkmak için yardım bekleyen, her türlü etkiye açık bir kişi olması nedeniyle bu delilin başlı başına muvazaaya kanıt olamayacağı kabul edilmiştir.Bir delilin mahkemece kabul edilebilmesi için, gerek öğretide yer alan ağırlıklı görüş, gerekse de Hukuk Genel Kurulu Kararlarında ortaya konulan ölçüt; o delilin usulsüz olarak yaratılmamış olması ve hukuka aykırı biçimde elde edilmemesidir. Vurgulanmalıdır ki, bir delilin usulsüz olarak elde edilmesi ayrı, usulsüz olarak yaratılması ayrı bir olaydır. Usulsüz olarak elde edilen bir delil somut olayın özelliğine göre değerlendirilebilirse de; usulsüz olarak yaratılan bir delilin hiçbir şekilde delil olarak kabulü olanaklı değildir.Somut olaya gelince; Mahkemece, hükme esas alınan CD, davalı kadının rızası dışında kaydedildiği gibi sırf boşanma davasında delil olarak kullanılmak amacıyla bir kurgu sonucu oluşturulmuştur. O halde bu şekilde oluşturulmakla usulsüz olarak yaratılmış bu delilin hükme esas alınması mümkün değildir. Kaldı ki, bir an için delil olarak kabul edilse dahi ne CD içeriği, ne savcılık evrakı ve icra dosyaları ne de tanık beyanları davalının kusurlu olduğunu ispata yeterli bulunmamıştır. O halde, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 15.02.2012 gününde oybirliği ile karar verildi.
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe girmesinden önceki dönemde, hukuka aykırı olarak elde edilen delillerin değerlendirilmesi konusunda Medeni Usul Hukukunda açık bir düzenleme bulunmamakta; konu öğretide yer alan bilimsel görüşler ve yargısal uygulama ile şekillenmekteydi. 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “ispat hakkı” başlığını taşıyan 189.maddesinin 2.fıkrasında yer alan; “Hukuka aykırı olarak elde edilmiş olan deliller mahkeme tarafından bir vakıanın ispatında dikkate alınamaz” hükmü ile açıkça hukuka aykırı olarak elde edilmiş delillerin ispat gücü olamayacağı kabul edilmiştir. Böylece ispat hakkının delillere ilişkin yönünün hukuki çerçevesi çizilmiş; bir davada ileri sürülebilecek her türlü delilin mutlaka hukuka uygun yollardan elde edilmiş olması esası getirilmiştir. Anılan düzenlemeye göre, hukuka aykırı olarak elde edildiği anlaşılan delillerin, mahkeme tarafından bir vakıanın ispatında dikkate alınamayacağı düzenlenmek suretiyle, yargılama sırasında taraflarca sunulan delillerin elde ediliş biçiminin mahkeme tarafından re’sen göz önüne alınması ve delilin her ne surette olursa olsun hukuka aykırı olarak elde edildiğinin tespit edilmesi halinde, diğer tarafça bir itiraz ileri sürülmese dahi mahkemece caiz olmadığına karar verilerek, dosya kapsamında değerlendirilmemesi ilkesi benimsenmiştir. Bu yasal düzenleme öncesinde, hukuki nitelendirme açısından, öğretide nasıl bir yaklaşımın benimsendiğinin irdelenmesinde de yarar vardır: Berkin, usulsüz veya kanunsuz yahut hukuka aykırı yoldan elde edilmiş delile dayanılarak hüküm verilemeyeceği; örneğin posta memuru ile anlaşarak ele geçirilmiş ve mahkemeye sunulmuş olan başkalarına yazılmış mektupların veya evli erkeğin ilişki kurduğu ve ileride evlenmek istediği kadına yazdığı mektupların çalınarak boşanma davasında delil olarak kullanılmasının caiz olmadığı, görüşündedir.(Bkz.Prof.Dr.Berkin N.Tatbikatçılara Medeni Usul Hukuku Rehberi İst.s.734). Üstündağ, hukuka aykırı yollardan elde edilmiş olan delillerin değerlendirilmesi konusunda usul kanunumuzda bir hüküm bulunmadığını belirtmekte; sesin gizlice banda alınması halinde buna daha sonra bir ispat vasıtası olarak dayanmanın mümkün olduğunu açıklamaktadır. Örnek olarak Alman Mahkemesinin kararı alınarak, bu karara göre, insan seslerinin konuşanın muvafakati olmaksızın tespiti kişilik haklarına bir saldırı olmakla beraber, gizli ses almayı haklı kılan nedenlerin mevcudiyeti halinde bu şekilde bir tecavüze müsaade edilmesi gerektiğinin kabul edildiğini belirtmektedir. Alman Mahkeme kararına esas teşkil eden olayda evli kadın, kocasına defalarca hakaret etmiş ve bütün bunları da mahkemede inkâr edeceğini de ilave etmiştir. Bunun üzerine koca açmayı tasarladığı boşanma davası için bu sahneleri teybe almıştır. (Bkz.Prof.Dr.Üstündağ-S.Medeni Yargılama Hukuku C.1-II, İst.2000 S.267 ve 762). Prof.Dr.Pekcanıtez’e göre, kişilik haklarının, özel yaşam alanı ve sır alanının ihlali sonucu elde edilen teyp bandı, fotoğraf, çalınmış veya el konulmuş aşk mektupları delil olarak değerlendirilemez. Hukuka aykırı olarak elde edilen delilin değerlendirilmesi konusunda Medeni Usul Hukukunda da geçerli olan dürüstlük kuralı esas alınarak karar verilmeli ve bu konuda her somut olayda, o olayın özelliğine göre değerlendirme yapılmalıdır. Bu konuda ihlal edilen kanun hükmü ile ispatlanmak istenen menfaat arasında amaca uygunluk hususu da esas alınmalıdır. Diğer taraftan gizli şekilde ele geçirilen tüm deliller hukuka aykırı delil olarak nitelendirilmemelidir. Örneğin bir telefon görüşmesinde, telefondaki ses yükseltici veya ikinci bir dinleme aleti sayesinde tarafların söylediklerinin duyulması sonucu yapılan açıklamalar ve bu konudaki tanıklık geçerli olmalıdır. Kişilik hakkının ihlali sonucu elde edilen delilin kullanılmasına hakkı ihlal edilen kişi izin verirse bu delil mahkemece kullanılabilir. (Pekcanıtez/Atalay/Özekes, Medeni Usul Hukuku, 2.Bası,Ankara 2001/s.390 vd.). Diğer taraftan, hukuka aykırı elde edilen delillerin değerlendirilmesi konusunda 01.10.2011 tarihine kadar Medeni Usul Hukukunda açık bir yasa hükmü olmadığı halde, gerek mülga 1412 sayılı Ceza Yargılamaları Usulü Kanunu(CMUK) ’nda gerekse de 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu(CMK)’nda açık düzenleme yapılmıştır. Mülga 1412 s. CMUK’nun 254/2.maddesinde ‘kovuşturma makamlarının hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas alınamaz.’ Denilmiş; 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun “Delillerin Ortaya Konulması Ve Reddi” başlıklı 206.maddesinin 2.fıkrasının (a) bendinde “ortaya konulması istenilen delilin, kanuna aykırı olarak edilmesi halinde reddolunacağı” düzenlenmiştir. Burada sözü geçen hukuka aykırılıklardan birisi de özel hayata yapılan haksız müdahaledir. Ancak özel hayatın gizli alanı dediğimiz ve sadece bireyi ilgilendiren alana hiçbir şekilde müdahale edilemez. Örneğin kişinin cinsel yaşamı böyledir. Hayatın bu gizli alanı ihlal edilerek bir delil elde edilmiş ise, bunu, kim, nasıl ve hangi amaçla elde etmiş olursa olsun söz konusu delil Ceza Mahkemesinde delil olarak kullanılamaz. Zira hayatın gizli alanı bir delil elde etme yasağı teşkil eder. (Öztürk, B. Yeni Yargıtay Kararları Işığında Delil Yasakları ,Ank.1995, S.116 vd.). Yargısal uygulamada somut olayın özelliğine göre farklı yaklaşımlar olmakla birlikte temelinde bir delilin hukuka aykırı olarak elde edilmesi ile hukuka aykırı olarak yaratılmasının farklı olarak ele alındığı, hukuka aykırı yaratılan delilin hiçbir şekilde kabul edilmemesine karşın, hukuka aykırı olarak elde edilen delil konusunda olayın özelliğine göre farklı değerlendirmelerde bulunulduğu görülmektedir. Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 25.09.2002 tarih ve 2002/2-617 E. 2002/648 sayılı kararında evlilik birliğinin temelinden sarsılması hukuksal nedenine dayalı boşanma davasında davalı kadına ait günlüğün delil olarak kabul edilip edilemeyeceği tartışılmış ve kararda bu konuya ilişkin olarak aynen;“ ‘Zehirli ağacın meyveleri’ olarak ifade edilen hukuka aykırı olarak elde edilen delillerin değerlendirilmesi konusunda Medeni Usul Hukukunda açık bir düzenleme bulunmamaktadır.” tespiti yapıldıktan sonra yukarıda da işaret olunan öğretideki görüşlere yer verilmiş; ardından tarafların birlikte yaşadığı evde, davalı evi terk ettikten sonra kilitli olmayan yerden elde edilip mahkemeye sunulan zor ve tehdid ile ele geçirildiği savunulmayan ve davalı tarafından tutulduğu tartışmasız olan …defterin yukarıda anılan görüşler doğrultusunda delil olup olmadığı değerlendirilmiştir. Sonuçta: “öncelikli olarak özel hayatın gizliliğinin korunmasının esas olduğu; ancak somut olayın özelliğinin bu genel görüşten ayrılmayı gerektiren istisnalar içerdiği; kullanılan deliller çalınmış, tehdit ya da zorla elde edilmiş ise burada hukuka aykırılığın olacağı, hukuka aykırı yollardan elde edilmemiş delillerin ise yasak bir delil olarak değerlendirilemeyeceği; boşanma davasının zaten kişilerin özel yaşamını ilgilendiren bir dava olduğu ve kocanın eşi ile birlikte yaşadıkları mekanda ele geçirdiği eşine ait fotoğrafları, not defterini veya mektupları mahkemeye delil olarak verilmesi halinde, bu deliller hukuka aykırı yollardan elde edilmediğinden mahkemede delil olarak değerlendirileceği; aynı evde yaşayan kadının, kocanın bu delilleri ele geçirilebileceğini bilebilecek durumda olduğu, kocanın yatak odasındaki bir dolabın içinde yada yatağın altında kadın tarafından saklanan bir not defterini ele geçirmesinin, bu mekan eşlerin müşterek yaşamlarını sürdürdükleri bir yer olduğundan kadın için gizli mekan kabul edilemeyeceği; hiç kimsenin evindeki bir mekanda bulduğu bir delili hukuka aykırı yollardan ele geçirmiş sayılamayacağı, özel hayatın gizli alanlarının, özel hayatın gizli alanını ilgilendiren delillerle ispat edilebileceği” vurgulanarak davalıya ait günlük delil olarak kabul edilmiştir. Kararda üzerinde önemle durulan husus, delilin hukuki yollardan elde edildiğinin kabulüdür. Yine Hukuk Genel Kurulu’nun 28.05.2003 gün ve 2003/1-374 E- 2003/370 K. sayılı ilamında ise: davacı tarafça muvazaanın kanıtı olarak sadece video kaseti deliline dayanılmış; kararda video kasetinin hukuka aykırı delil olmamakla birlikte, murisin ses ve görüntüsünün kaydedildiği ortam, murisin ses ve görüntüsünün alındığı tarih itibariyle yaşlı, hastalıklar içinde kıvranan, hastaneden çıkmak için yardım bekleyen, her türlü etkiye açık bir kişi olması nedeniyle bu delilin başlı başına muvazaaya kanıt olamayacağı kabul edilmiştir. Bir delilin mahkemece kabul edilebilmesi için, gerek öğretide yer alan ağırlıklı görüş, gerekse de Hukuk Genel Kurulu Kararlarında ortaya konulan ölçüt; o delilin usulsüz olarak yaratılmamış olması ve hukuka aykırı biçimde elde edilmemesidir. Vurgulanmalıdır ki, bir delilin usulsüz olarak elde edilmesi ayrı, usulsüz olarak yaratılması ayrı bir olaydır. Usulsüz olarak elde edilen bir delil somut olayın özelliğine göre değerlendirilebilirse de; usulsüz olarak yaratılan bir delilin hiçbir şekilde delil olarak kabulü olanaklı değildir. Sırf boşanma davasında delil olarak kullanılmak amacıyla bir kurgu sonucu oluşturulmuş bir delilin, boşanma davasında delil olarak kullanılması da ayrıca mümkün değildir. 2.Hukuk Dairesi, 2007/17220 E. Sayılı kararındaysa, “…Anayasaya göre; herkes özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. (Anayasa m. 20/1) Ancak, evlilik birliğinde eşlerin, evliliğin devamı süresince birbirlerine sadık kalmaları da yasal bir zorunluluktur. (TMK. m. 185/3) Eşlerden birinin, bu alana ilişkin özel yaşamı, evlilikle bir araya geldiği ve birlikte yaşadığı hayat arkadaşı olan diğer eşi de en az kendisinin ki kadar yakından ilgilendirir. O nedenle, evlilikte, evlilik birliğine ilişkin yasal yükümlülükler alanı, eşlerin her birinin özel yaşam alanı olmayıp, aile yaşamı alanıdır. Bu alanla ilgili de eşlerin tek tek özel yaşamlarının değil bütün olarak aile yaşamının gizliliği ve dokunulmazlığı önem ve öncelik taşır. Bu bakımdan evliliğin yasal yükümlülükler alanı, diğer eş için dokunulmaz değildir. Bu nedenle, eşinin sadakatinden kuşkulanan davacı-davalının, birlikte yaşadıkları her ikisinin de ortak mekanı olan konutta, eşinin bilgisi dışında ses kayıt cihazı yerleştirerek, eşinin aleni olmayan konuşmalarını kaydetmesinde bu suretle sadakat yükümlülüğü ile bağdaşmayan davranışlarını tespit etmesinde özel hayatın gizliliğinin ihlalinden söz edilemez ve hukuka aykırılık bulunduğu kabul olunamaz. Aksine, aile birliğine ilişkin ortak yaşanılan mekana davalının, meşru olmayan bir amaç için arkadaşlarını kabul etmesinde, aile hayatının gizliliğini ihlal söz konusudur. Bu bakımdan sözü edilen delilin elde edilişinde hukuka aykırılık bulunduğundan söz edilemez.” Demek suretiyle, eşlerin ortak alanı olan aile konutu için özel hayatın gizliliğinden bahsedilemeyeceğini, aile konutunda elde edilen ses kayıtlarının, diğer eşin rızası bulunmasa da, boşanma davasında delil olarak kullanılabileceğini kabul etmiştir. (Not : Yargıtay bu görüşünden sonraki kararlarında dönmüştür.)
NAFAKA DAVALARI VE ÇEŞİTLERİ
1-Tedbir Nafakası
2-Yoksulluk Nafakası
3-İştirak Nafakası
4-Yardım Nafakası Tedbir Nafakası
A)Boşanma davasından önceki tedbir nafakası:
Eş ve Reşit olmayan çocuklar yararına hükmedilecek tedbir nafakasıdır. Bağımsız bir dava olarak açılır. Başvurma harcı dışında ,yıllık nafaka bedeli(talebi) üzerinde nisbi harç alınır. Esas defterine kaydı yapılır. Nisbi Avukatlık ücretine hükmedilir. Görevli Mahkeme: Asliye Hukuk(Aile) Mahkemesidir. Yetki sınırlaması yoktur,her yerde açılabilir. Reddedilen miktar üzerinden vekalet ücretine hükmedilemez. Tamamen ret halinde ise maktu vekalet ücretine hükmedilebilir. Nafakaya hükmedilebilmesi için kadının ayrı yaşamakta haklı olduğunu her türlü delil ile ispat etmesi gerekir.(kocasının dövdüğü,ağır ihmali,dışarı attığı,başka kadınla ilişkisi olduğu gibi.) Hükmedilecek nafaka tarafların sosyal ve ekonomik şartlarına uygun olmalıdır. Nafaka isteyen üzerinde zenginlik kaynağı oluşturmamalıdır. MK. 4 maddesinde ki Hakkaniyet Kuralları esas alınmalıdır. Nafakanın başlangıç tarihi Dava tarihidir. Tedbir nafakasında faize hükmedilemez. Nafaka Türk Parası üzerinden hükmedilmelidir. Talep yabancı para dahi olsa hüküm TL. üzerinden o günkü kur üzerinden hükmedilmelidir. Ancak tarafların nafakanın yabancı para üzerinden olmasını birlikte istemeleri hariç. Nafakanın bitiş tarihi hüküm fıkrasında gösterilemez. Tedbir nafakasından sonra boşanma davası açılır ise her iki dosya birleştirilebilir. Ancak buna rağmen nafakanın bitiş tarihi gösterilemez. Kocanın bakım borcu mutlak olduğu için işsiz olması nafakaya hükmedilmesine engel değildir. (Çalışamayacak derecede Hasta ve sakat olması, askerlik görevini yapıyor bulunması-hiçbir mal varlığı yok ise-,v.b. istisnalar hariç-ancak bu istisnanın da istisnaları vardır. Bu istisnalar mutlak değildir. Önemli:Nafaka şahsa bağlı bir haktır. Önceden vazgeçilmesi yani feragat edilmesi kesin hüküm oluşturmaz ,sonradan ayrı bir dava ile yeniden istenebilir. Nafaka ölüm ile sona erer. Mirasçılara geçmez. Kadının varlıklı yada maaşlı olması kocayı nafaka borcundan kurtarmaz. Bu tür nafakalarında artırılması yada tenzili mümkündür. Önemli:Koca yurt dışında çalışıyor ve maaşı da belli değil ise “Çalışma bakanlığı Yurt dışı işçi Sorunları Genel Müdürlüğü” ne müzekkere yazılarak ortalama maaş miktarı belirlenmelidir. Çocuklar için verilen tedbir nafakası reşit olana kadar geçerlidir.
B)Boşanma Davası sırasında hükmedilecek olan Tedbir Nafakası:
Ayrılık ve Boşanma davası açıldığı takdirde Hakim MK.137 maddesinin amir hükmü nedeniyle Re’sen (kendiliğinden) çocuklar ve eşin iaşesi,bakımı ve eğitimi için maddi tedbirleri almak zorundadır. Tedbir nafakası Boşanma davası tarihinden başlayıp hükmün kesinleştiği tarihe kadar geçerli olmak üzere hükmedilir. Tedbir nafakası hem hüküm fıkrasında yazılmalı hem de birden fazla oturum var ise ara kararında yazılmalıdır. Bu tür tedbir nafakasında da feragatin önemi yoktur. İlk duruşma nafaka istemeyen eş ileri ki duruşmalarda isteyebilir. Doğmamış nafakadan(haktan) feragat mümkün değildir. Önemli:İlk duruşmada hakim ara kararı ile belli oranda tedbir nafakasına hükmederse ,bu nafaka nasıl tahsil edilir ? Öncelikle nafakayı hak eden eş hemen ara kararının bulunduğu duruşma tutanağının onaylı suretini alarak İcra müdürlüğüne başvurmalı ve Örnek 49′a göre ödeme emri gönderilmelidir. Önemli:Hakim tensip zaptı ile birlikte tarafların ekonomik ve sosyal durumlarını araştırmalıdır. Bu çok önemlidir. Bu araştırma formalite gereği olmamalıdır. Mümkünse müzekkerede mal varlığına ve var ise maaşa ve yan gelirlere ilişkin sorular ayrıntılı olmalıdır. Tedbir nafakasını boşanma davası ile birlikte yada yargılamanın her aşamasında eş kendisi ve çocukları için isteyebilir. ayrı yaşamakta haklı olduğunu ispat etmek zorunda değildir. Çünkü boşanma davasının varlığı ayrı yaşamakta eşlerin haklı olduğunu gösterir.(MK:162/2) Tedbir nafakasında da MK.4 maddesi göz önünde bulundurulmalıdır. Kanımca M.K.dan doğan birçok davalarda en son çözüm hakim bu geniş takdir yetkisine dayanabilir. Önemli:Hakim talep olmasa da mutlaka bu konuda bir karar vermek ve tedbir almak zorundadır. Başvuru ve ilam harcı alınmaz. Çünkü fer’i nitelikte bir taleptir.
YOKSULLUK NAFAKASI
Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek eş, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla, geçimi için diğer eşten mali gücü oranında süresiz nafaka isteyebilir. (YTMK 175. madde) YTMK’da kadın erkek eşitliği gereği, yoksulluk nafakasını kadın da ödeyecektir. Eski Medeni Kanun’da kadının yoksulluk nafakası ödemesi için refah halinde bulunması şartı aranıyordu. Eski kanuna göre, ancak, zengin kadın erkeğe yoksulluk nafakası verirdi. Yeni kanunda bu koşul kaldırıldı. Yoksulluk nafakası ödemede kadın-erkek koşulları eşit kabul edildi. Süresiz olarak ödenmesine karar verilen yoksulluk nafakası; taraflardan birinin evlenmesi ya da taraflardan birinin ölümü halinde kendiliğinden kalkar. Veya, nafaka alacaklısının;
1) Yoksulluğunun ortadan kalkması (işe girmesi, miras kalması gibi)
2) Evlenme olmaksızın fiilen evliymiş gibi yaşaması
3) Haysiyetsiz hayat sürmesi halinde mahkeme kararıyla kaldırılır.
Şartları:
1-Kesinleşmiş bir boşanma kararı olmalıdır.
2- Mutlaka açık bir talep olması gerekir. Yazılı yada Tutanağa geçirilmek şartı ile sözlü olabilir. Eşlerin her ikisi de isteyebilir.
3-Nafaka isteyen eşin kusurunun diğer eşten fazla olmaması gerekir. Yani asli kusurlu olmamalıdır. Eşit kusur halinde de nafakaya hükmedilebilir.
4-Boşanma sonucu eşin yoksulluğa düşmesi gerekir, Hakim tarafından araştırılmalıdır. Yoksulluk nafakası süresiz olarak hükmedilmelidir. “Bir yıl, 5 yıl yada 10 ay süre ile” gibi süre konulamaz. Nafaka talebi ,boşanma ile birlikte istenilmiş ise ayrıca nisbi ve başvuru harcı alınamaz Önemli:Kadının sakat olmaması,eğitim düzeyinin iyi olması ve ileride muhtemelen babasından dolayı maaşa bağlanması yada bir işe-memuriyete girmesi söz konusu ise bu durum doğmamış ve muhtemel bir alacak olduğu için bu savunmaya değer verilemez. Ancak bu olasılık gerçekleşmiş ise o zaman yeniden talep değerlendirilir. Önemli:Başkası ile gayri meşru hayat yaşayan ( örneğin imam nikahlı evlilikler) eşin nafaka isteme hakkı ortadan kalkar. YTMK’nın getirdiği bir başka yenilik de, nafaka alacaklısının her yıl artırım davası açma konusundadır. Eski Medeni Kanun’da nafaka alacaklısı her yıl artırım davası açmak zorundaydı. Bu durum mali durumu iyi olmayan, maddi sıkıntı içinde olan nafaka alacaklısı için bir külfetti. YTMK’nın 176. maddesine 5. fıkra eklenerek her yıl nafaka artırım davası açma mecburiyeti ortadan kaldırılmıştır. Tarafların istemi halinde, nafakanın gelecek yıllarda tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına göre ne miktarda ödenebileceğini hakim karara bağlayabilir. Taraflar isterlerse, hakim gelecek yıllarda TEFE, TÜFE, DİE veya döviz artış oranına göre artırılmasına önceden karar verebilecektir. Böyle bir karar alan nafaka alacaklısı, her yıl avukat ücreti veya mahkeme masrafı ödemekten kurtulacaktır. Yoksulluk nafakasına karar vermeden önce -edinilmiş mallara katılma rejimi gereği- eşe düşecek artık değer payının hesaplanması gerekmektedir. Örnek: Ayşe ile Ferit 10 yıldır evliler. Boşanıyorlar. Ayşe bankada müdür olarak çalışmaktadır. Ferit çalışamıyor. Ayşe geçimini ancak karşılamaktadır, lüks ve refah içinde değildir. Ferit yoksulluk nafakası isterse, YTMK’ya göre Ayşe yoksulluk nafakası ödeyecektir.
İŞTİRAK NAFAKASI
Çocukların geleceğinin korunması , eğitimi-terbiyesi ,iaşesi için, boşanma kararından sonra velayeti kendisine verilmemiş olan eşin (karı-koca) çocukları için vermesi gerekli olan bir nafaka çeşididir. İştirak nafakasının başlangıcı boşanma kararının kesinleşme tarihidir.Bitiş tarihi ise çocuğun reşit olduğu tarihtir. Hakim Resen (kendiliğinden) göz önüne almalıdır ve her bir çocuk için ayrı ayrı ve her çocuğun konumu yine ayrı ayrı değerlendirilerek uygun bir nafakaya karar vermelidir. Çocuğun varlıklı olması anne-babasının bu nafakadan kurtarmaz. Sadece miktarı üzerin de etkisi olabilir. Boşanma kararı ile iştirak nafakasına karar verilmemiş ise daha sonra dava açılabilir. Reşit çocuk için iştirak nafakasına hükmolunamaz. Velayet hakkının nez’i halinde iştirak nafakası istenemez. . Nafaka davaları nerede açılacak? Boşanma davası açılmış, karar kesinleşmiş ve aradan seneler geçmiş yeniden nafaka veya nafaka artırım davası açılacak. Bu yeni dava nerede açılacak? YTMK’ya (177. Madde) göre, boşanma kararından sonra açılacak nafaka davası, nafaka alacaklısının oturduğu yerdeki mahkemedir. (Yasal yerleşim yerindeki mahkeme.) Bu durumda zor şartlarda yaşadığı kabul edilen nafaka alacaklısının diğer tarafın bulunduğu şehre giderek dava açmak için masraf yapması önlenmiş olmaktadır. Bu kolaylık, YTMK’nın getirdiği bir yeniliktir. Dava zamanaşımı Evliliğin boşanmayla sona ermesi halinde, boşanmaya bağlı olarak açılacak maddi ve manevi tazminat ve yoksulluk nafakası davaları, boşanma kararının kesinleşmesinden itibaren bir yıl içinde açılmalıdır. Eski Medeni Kanun’da bu süre 10 yıldı. YTMK (178. madde) boşanma ile ayrılan eşler arasında açılacak davaların uzun zaman devam etmesini istememiş ve bir yıllık süre sınırı getirmiştir. Örnek: Aylin ile Şefik beş yıldır evliler. Aylin ani bir kararla boşanma davası açar. Boşanır. Yoksulluk nafakası istemeyi unutmuştur. Aylin boşanmadan sonra büyük bir maddi sıkıntıya düşer. Geçinmede zorluk yaşar. Boşandığı kocasına yoksulluk nafakası açar. Hakim, boşanma dosyasını inceler. Boşanma kararı dokuz ay önce kesinleşmiştir. Henüz bir yıl geçmediğinden, Aylin’in yoksulluk nafakası istemi incelenecek ve karara bağlanacaktır. Boşanmadan sonra açılacak her türlü maddi, manevi ve yoksulluk nafakası isteme süresi boşanma kararının kesinleşmesinden sonra YTMK’ya göre bir yıldır.
YARGITAY KARARI
T.C. YARGITAY 3.Hukuk Dairesi Esas: 2007/1490 Karar: 2007/1544 Karar Tarihi: 08.02.2007 (4721 S. K. m. 4, 197)
Dava: Taraflar arasında görülen nafaka davasının yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen hüküm davacı tarafından temyiz edilmiştir. Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra, dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Karar: Davacı, eşine karşı gereken saygıyı gösterdiği halde kendisini dövdüğünü ve evden kovduğunu son altı aydır kız kardeşinin yanında kaldığını beyanla 1000. YTL tedbir nafakasına hükmedilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı davanın reddini savunmuştur. Mahkemece; davacının evinden ayrı yaşamasını haklı kılan delil gösterilmediğinden tedbir nafakası talebinin reddine karar verilmiş olup, hüküm davacı tarafça temyiz edilmiştir. TMK 197. maddesine göre; eşlerden biri ortak hayat sebebiyle kişiliği, ekonomik güvenliği veya ailenin kusuru ciddi biçimde tehlikeye düştüğü sürece ayrı yaşama hakkına sahiptir. Birlikte yaşamaya ara verilmesi haklı bir sebebe dayanıyorsa hakim, eşlerden birinin istemi üzerine birinin diğerine yapacağı parasal katkıya, konut ve ev eşyasından yararlanmaya ve eşlerin mallarının yönetimine ilişkin önlemleri alır. Somut olayda, davacı tanığı (davacının kardeşi) ablasının eşinden dayak yediğini ve kendisine sığındığını, 2 yıl önce de eşinden dayak yediği için evden kaçtığını beyan etmiştir. Davalı tanıkları da dövme olayı hakkında açıkça beyanda bulunmamış iseler de davacı tanığın beyanını doğrular nitelikte açıklamada bulunmuşlardır. Bu durumda mahkemece, davacının ayrı yaşamakta haklı olduğu kabul edilmesi gerekirken davacı tanığının beyanına ve bunu destekler mahiyetteki davalı tanıklarının beyanına itibar edilmeksizin davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir. Mahkemece, tarafların gerçekleşen sosyal ve ekonomik durumlarına, nafakanın niteliğine, günün koşullarına ve de TMK’nun 4. maddesinde yer alan ilkesine uygun bir miktar nafakaya hükmedilmelidir. Sonuç: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK’nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 08.02.2007 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
NAFAKA
Türk Medeni Hukukunda nafaka, genel olarak bakım nafakası ve yardım nafakası olarak ikiye ayrılır.[17] Bakım nafakası ise kendi içerisinde tedbir nafakası, yoksulluk nafakası ve iştirak nafakası olmak üzere üçe ayrılır.
A.BAKIM NAFAKASI
- TEDBİR NAFAKASI
- YOKSULLUK NAFAKASI
- İŞTİRAK NAFAKASI
1.TEDBİR NAFAKASI
BOŞANMA VE AYRILIK DAVASINDA HÜKMEDİLECEK TEDBİR NAFAKASI
Türk Medeni Kanunu 169. maddesi ile hüküm altına alınmıştır. Buna göre:
“Boşanma veya ayrılık davası açılınca hâkim, davanın devamı süresince gerekli olan, özellikle eşlerin barınmasına, geçimine, eşlerin mallarının yönetimine ve çocukların bakım ve korunmasına ilişkin geçici önlemleri re’sen alır.”
AÇIKLAMALAR
Boşanma davası sırasında hâkim eşlerin ve çocukların zarar görmelerine engel olacak geçici önlemleri alacaktır. Bunlardan; eşlerin ve çocukların geçim ve bakımları için öngörülen önleme, “tedbir nafakası” denmekte ve bu kavram boşanma davasının açılmasından kararın kesinleşmesine kadar olan yargılama sürecinde hâkim tarafından tayin ve takdir olunan belli miktar geçim parasını ifade etmektedir.“Nafaka, geçinebilmek için zorunlu bir miktar para olduğundan, talep olmasa dahi hâkim re’sen tedbir nafakasına hükmetmekle, gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.”“Tedbir nafakasına dava tarihinden geçerli olmak üzere karar verilmesi gerekir. Ne var ki boşanma davasında açıkça nafaka istemediğini beyan eden eş lehine tedbir nafakasına hükmedilmeyecektir.”Ancak eş, kendisi için tedbir nafakası istemediğini, sadece çocukları için tedbir nafakası istediğini belirtmiş ise, çocukların lehine tedbir nafakasına karar verilebilir. Ayrıca davadan feragat halinde tedbir nafakasına feragat tarihine kadar hükmedilebilinecektir.
İlgili maddede kusurdan bahsedilmemiştir. Nitekim Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarında da belirtildiği üzere boşanma davası devam ederken verilecek tedbir nafakasında kusur önem taşımayacaktır.Tedbir nafakası miktarı belirlenirken, barınma, yiyecek, giyecek, eğitim, öğretim, tedavi, cep harçlığı ve sigorta primleri gibi giderler dikkate alınacak ve eşlerin ekonomik ve sosyal durumları ile hakkaniyet esasları göz önünde bulundurulacaktır. Nafakaya Türk Lirası üzerinden karar verilecektir. Ancak tarafların açıkça anlaşmaları halinde yabancı para üzerinden de karar verilebilecektir. Nafakaya ilişkin ilamlar hukuki bakımdan mutlak anlamda kesin hüküm teşkil etmediğinden tarafların ekonomik ve sosyal durumlarındaki değişime göre nafaka miktarı arttırılabilecek veya azaltılabilecektir. Yine bu artırım veya azaltma kararı dava tarihi itibariyle hüküm ifade edecektir.
Son olarak, çocuk için hükmedilen tedbir nafakası, çocuk ergin oluncaya kadar devam eder. Çocuğun ergin olduğu tarihte tedbir nafakası kendiliğinden ortadan kalkar.
“Ergin olan çocuk lehine ise tedbir nafakasına karar verilmez.”
2. YOKSULLUK NAFAKASI
Türk Medeni Kanunu 169. maddesi ile hüküm altına alınmıştır. Buna göre:
“Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla geçimi için diğer taraftan mali gücü oranında süresiz olarak nafaka isteyebilir. Nafaka yükümlüsünün kusuru aranmaz.”
AÇIKLAMALAR
Yoksulluk nafakası için 3 koşulun bulunması gerekir. Birincisi talep olması, ikincisi talep eden eşin boşanmaya sebep olan olayda diğer eşten daha ağır kusuru olmaması, üçüncüsü nafaka isteyenin boşanma yüzünden yoksulluğa düşmüş veya düşecek olması gerekir.Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek olan eş, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla diğer taraftan mali gücü oranında herhangi bir süre ile sınırlı olmaksızın yoksulluk nafakası isteyebilecektir. Bu durumda nafaka yükümlüsünün kusurlu olmaması nafaka verilmesi açısından önem taşımaz. Önemli olan nokta, kusuru daha ağır olan eş lehine nafakaya hükmedilemeyeceğidir. Tarafların kusurlarını birbirine üstün tutmanın mümkün olmadığı durumlarda ise yoksulluk nafakasına karar verilmesi gerekir. Boşanma davası sırasında karar verilinceye kadar davanın her safhasında yazılı veya sözlü olarak yoksulluk nafakası talebinde bulunulabilinecektir. Dava sırasında istenilen yoksulluk nafakası, boşanmanın feri niteliğinde olduğundan ayrıca harca tabi değildir. Bunun yanında boşanma kararının kesinleşmesinden itibaren 1 yıl içinde de yoksulluk nafakası dava edilebilir.Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarına göre:“Asgari ücretin altında geliri olan kimse yoksul sayılacaktır.”
“Kendisi yoksul olan eş, yoksulluk nafakası ödemekle yükümlü olmayacaktır.”
Kanun 176. maddede “Tazminat ve Nafakanın Ödenme Biçimi” hususunu düzenlemiştir. Buna göre:
“Maddi tazminat ve yoksulluk nafakasının toptan veya durumun gereklerine göre irat biçiminde ödenmesine karar verilebilir.
Manevi tazminatın irat biçiminde ödenmesine karar verilemez.
İrat biçiminde ödenmesine karar verilen maddi tazminat veya nafaka, alacaklı tarafın yeniden evlenmesi ya da taraflardan birinin ölümü halinde kendiliğinden kalkar; alacaklı tarafın evlenme olmaksızın fiilen evliymiş gibi yaşaması, yoksulluğunun ortadan kalkması ya da haysiyetsiz hayat sürmesi halinde mahkeme kararıyla kaldırılır.
Tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hallerde iradın artırılması veya azaltılmasına karar verilebilir.
Hâkim, istem halinde, irat biçiminde ödenmesine karar verilen maddi tazminat veya nafakanın gelecek yıllarda tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına göre ne miktarda ödeneceğini karara bağlayabilir.”
İlgili Kanun hükmünde de belirtildiği üzere yoksulluk nafakasının toptan veya durumun gereklerine göre irat biçiminde ödenmesi kararı hâkimin takdirindedir. Taraflar da yapacakları bir sözleşme ile yoksulluk nafakasının toptan veya bir irat biçiminde ödenmesi yollarından birini seçebilirler. Taraflar arasında yapılan bu sözleşmenin geçerlilik kazanıp, hukuki sonuçlar doğurabilmesi için hâkim tarafından tasdik edilmesi gerekmektedir. Ayrıca taraflar arasında açıkça anlaşma sağlanamadıkça nafakanın yabancı para üzerinden ödenmesine karar verilemeyecektir.
Hâkimin, yoksulluk nafakasının toptan ödenmesine karar vermesi halinde, nafakanın ödenmesi ile nafaka alacağı sona erecektir. Toptan olarak nafakaya karar verilmiş ve karara bağlanan miktar alacaklıya ödenmemişse, alacaklının ölümü halinde bu konuda istemde bulunma hakkı mirasçılara geçecektir.
Yoksulluk nafakasının irat biçiminde ödenmesine karar verilmişse, nafaka alacağı kişiye sıkı sıkıya bağlı bir hak olduğundan mirasçılara geçmez. Nafaka alacaklısının ölümü ile anında kendiliğinden sona erer. Mirasçılar bu tarihe kadar tahsil edilmeyen irat varsa yalnız onu isteyebilir, yoksa ölüm tarihinden sonrası için herhangi bir istemde bulunamazlar.
İrat biçiminde ödenmesine karar verilen yoksulluk nafakası, alacaklı tarafın yeniden evlenmesi ya da taraflardan birinin ölümü halinde kendiliğinden kalkar. Alacaklı tarafın evlenme olmaksızın fiilen evliymiş gibi yaşaması, yoksulluğunun ortadan kalkması, nafaka yükümlüsünün ödeme gücünün ortadan kalkması ya da haysiyetsiz hayat sürmesi halinde ise ancak mahkeme kararı ile kaldırılır. Bununla birlikte lehine yoksulluk nafakası hükmedilen kişi, yoksulluk nafakası almakta iken kendisini yoksulluktan kurtaracak düzeyde gelir getiren bir işe girdikten sonra o işten kendi isteği ile çıkması veya kendi isteği dışında çıkarılması durumunda da artık yoksulluk nafakası isteyemeyecektir.
3. İŞTİRAK NAFAKASI
Türk Medeni Kanunu 182 maddesi 2. ve 3. fıkraları ile hüküm altına alınmıştır. Buna göre:
“Velayetin kullanılması kendisine verilmeyen eşin çocuk ile kişisel ilişkisinin düzenlenmesinde, çocuğun özellikle sağlık, eğitim ve ahlak bakımından yararları esas tutulur. Bu eş, çocuğun bakım ve eğitim giderlerine gücü oranında katılmak zorundadır.
Hâkim, istem halinde irat biçiminde ödenmesine karar verilen bu giderlerin gelecek yıllarda tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına göre ne miktarda ödeneceğini karara bağlayabilir.”
AÇIKLAMALAR
Çocuğun velayeti kendisine verilmiş olan taraf ona bakmak, onu beslemek ve barındırmakla yükümlüdür. Buna karşılık çocuğun velayeti kendisine verilmeyen taraf, mali gücüne göre ve hâkimin belirleyeceği miktarda, çocuğun bakım ve eğitim giderlerine katılmak zorundadır. Hâkim tarafından belirlenen bu nafakaya “iştirak nafakası” denir. İştirak nafakası, barınma, giyinme, eğitim, sağlık ve ulaşım gibi zaruri giderlerden oluşur.
İştirak nafakası boşanma davasının eki niteliğinde olduğundan dava sırasında her zaman istenebileceği gibi nafaka için talep gerekli olmayıp, hâkim tarafından kendiliğinden de karar verilebilecektir. Bununla birlikte Yargıtay’a göre,
HUMK. 74. Maddesi “Hâkim istekten başkasına ve fazlasına hükmedemez.” uyarınca davacının talebinde bildirdiği miktar aşılamayacaktır.
İştirak nafakasının özelliği gereği nafaka irat biçiminde Türk Lirası üzerinden hükme bağlanır. Taraflar arasında anlaşma olmadıkça yabancı para üzerinden nafakaya karar verilemez.
Yargıtay’a göre, çocuğun gelirinin yeterli olması halinde ana veya baba çocuğu iştirak nafakası vermek zorunda değildir. Çocuğun kendi geliri ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde ise veya çocuk daha ergin olmadan bir gelire kavuşmuş veyahut da çocuk hayatını kazanmaya başlamışsa, iştirak nafakasına karar verilemez. Çalışamayacak durumda olan, malı ve geliri bulunmayan anne veya baba iştirak nafakası ile sorumlu tutulamaz.
Kanun 331. maddede “Durumun Değişmesi” hususunu düzenlemiştir: Buna göre:
“Durumun değişmesi halinde hâkim, istem üzerine nafaka miktarını yeniden belirler veya nafakayı kaldırır.”
Buna göre gerek iştirak gerekse yoksulluk nafakasının artırılması veya azaltılması, ödeme gücü, hayat koşullarının değişmesi nedeniyle hâkim tarafından belirlenen nafaka miktarının belirlenmesi veya nafakanın tamamen kaldırılması mümkündür. Yargıtay’a göre:
“Nafakanın artırılması veya azaltılmasına dair tarafların istemlerinin mahkeme tarafından kabulü halinde bu yeni miktar, dava tarihinden geçerli olmak üzere hükme bağlanacaktır.”
Son olarak, iştirak nafakası boşanma hükmünün kesinleşmesi ile başlar, lehine nafaka bağlanan çocuğun ergin olmasına kadar devam eder. Ayrıca diğer bir sona erme nedeni ise, çocuğun vefatıdır.
B. YARDIM NAFAKASI
AÇIKLAMALAR
Kanun koyucu, Türk Medeni Kanunu 2. Bölümünde “AİLE” yi düzenlemiş. Ve Birinci Ayırımda “NAFAKA YÜKÜMLÜLÜĞÜ” nü hüküm altına almıştır ( TMK 364, 365, 366. Maddeleri ). Bu düzenleme ile aile fertlerinin birbirlerine yardım etmelerini, sadece ahlaki bir yükümlülük olarak kalmasına müsaade etmemiş, bunu hukuki bir yükümlülük haline getirmiştir.
Kural olarak, anne ve babanın çocuğa karşı olan borcu çocuğun ergin olmasına kadar devam eder ve çocuğun ergin olması ile sona erer. Ergin olan çocuk kanundaki şartlar varsa, artık yardım nafakası talep edebilecektir.
“Yardım nafakası talebi, kanuni bir hakkın kullanımı niteliğinde olup, aleyhine dava açılan kişi tarafından manevi tazminat istemine konu edilemeyecektir.”
Yardım nafakası, sadece çekirdek aile içerisinde değil üstsoy, altsoy ile kardeşler için de karşılılık esasına dayanabilir. Bununla birlikte nafaka isteminde bulunma hakkına sahip olan kimseye, resmi veya kamuya yararlı bir kurumda bakılmakta ise, bu kurum veya bu kurumun bağlı olduğu idare, nafaka yükümlüsü olan kimseden yardım nafakası isteminde bulunabilir. Yardım nafakası için 2 koşulun bulunması gerekmektedir. Birincisi, istemde bulunulması, ikincisi, yoksulluk hali ki burada kişinin yoksul olmasının yanında yardım almadığı takdirde yoksulluğa düşecek olması hali de dikkate alınacaktır. Bu halin, gerçek ve samimi olması gerekir. Örneğin kişi devam zorunluluğu olmayan bir okulda okuduğu takdirde pekâlâ çalışarak geçimini sağlayabilecektir, böylesi bir durumda yardım nafakasının hakiki olduğu söylenemez.
Mahkeme tarafından karara bağlanan yardım nafakasının başlangıcı, nafakaya ilişkin kararın verildiği tarih değil, nafaka davasının açıldığı tarihtir. Aynı şekilde, nafakanın artırılması veya azaltılması halinde de nafakanın başlangıç anı, arttırma veya azaltma istemleri doğrultusunda davanın açıldığı tarihtir.
Kanunda Yardım Nafakasının eda biçimi ve zamanı hükme bağlanmamış olup, Yargıtay’ın yerleşik kararlarına göre nafaka gerekli koşulların gerçekleşmesi halinde aylık belli bir miktar paranın davalılardan alınarak davacıya verilmesi şeklinde olacak, toptan ödeme mümkün olmayacaktır.
Son olarak Yardım Nafakası, alacaklının ya da borçlunun ölümü ile kendiliğinden sona erecektir. Yardım nafakası almakta olan şahsın evlenmesi halinde de yardım nafakası sona erer. Nafaka alacaklısının herhangi bir şekilde yoksulluğu sona erer veya kendisi çalışabilecek duruma gelirse yine yardım nafakası sona erecektir. Mahkeme tarafından evlatlık ilişkisinin butlan veya iptaline karar verilmesi halinde, bu kararın kesinleştiği tarihten itibaren evlatlık bağlılığının istikbale ait bütün hükümleri sona erecektir. Bu hususta ayrıca bir mahkeme hükmüne gerek olmaksızın kararın icra dairesine ibrazı yeterli olacaktır.
MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT
Türk Medeni Kanunu 174. maddesi ile hüküm altına alınmıştır. Buna göre:“Mevcut veya beklenen menfaatleri boşanma yüzünden zedelenen kusursuz veya daha az kusurlu taraf, kusurlu taraftan uygun bir maddi tazminat isteyebilir.Boşanmaya sebep olan olaylar yüzünden kişilik hakkı saldırıya uğrayan taraf, kusurlu olan diğer taraftan manevi tazminat olarak uygun miktarda bir para ödenmesini isteyebilir.”
AÇIKLAMALAR
Maddi ve manevi tazminat talepleri boşanma davası içerisinde ileri sürülebileceği gibi boşanma kararının kesinleşmesinden sonra bir yıl içinde harç verilmek suretiyle de ileri sürülebileceklerdir. Bununla birlikte tazminat hakkından feragat eden eş, gerek aynı gerekse ayrı bir dava da tazminat talebinde bulunamayacaktır. Boşanmadan sonra açılacak nafaka davalarında ( MK. Md 177 ) ve mal rejimin tavsiyesi ( MK. Md. 214 ) davalarında yetkiyi özel olarak düzenleyen kanun koyucu, maddi ve manevi tazminat davaları için özel bir yetki hükmü vazetmemiştir. Bu nedenle yetki hususunda genel usul hükümlerine ( HUMK. md. 9 ) başvurmak gerekir.
MADDİ TAZMİNATA İLİŞKİN AÇIKLAMALAR
Maddi tazminat boşanmanın fer’i niteliğinde olmasına rağmen “hâkimin taleple bağlılık ilkesi” gereği boşanmaya temel alınan vakıalarda kusurun tümünün davalıda bulunması ve davacı lehine maddi tazminat koşullarının gerçekleşmesi halinde bile, davacının talebi yoksa hâkim maddi tazminata hükmedemeyecektir. Bununla birlikte usul hukuku gereği talebin açık ve belirgin olması gerekmektedir. Miktarın hiç belirtilmemesi veya maddi ve manevi tazminat istekleri için tek bir rakam gösterilmesi halinde hâkim, aydınlatma görevinin ( HUMK. Md 75/2) gereği bu hususları talep sahibine açıklattıracaktır.
Ayrıca maddi tazminat talebinde bulunalabilinmesi için önceki Medeni Kanundaki düzenlemeden farklı olarak kusursuz olma şartı kaldırılmıştır. Buna göre, davacı eşin maddi tazminata hak kazanabilmesi için boşanmaya yol açan olaylarda ya tamamen kusursuz ya da kusuru var ise bunun davalı kusurundan az olması şarttır.
“Eşlerin eşit kusurlu olmaları halinde kanunda belirtilen diğer koşullar olmak kaydıyla yoksulluk nafakası istenebilirken, maddi tazminat istemi söz konusu olmayacaktır.”
Ayrıca eşin talepte bulunması için maddede de belirtildiği üzere beklenen yahut mevcut menfaatlerin zarara uğraması gerekmektedir. Beklenen menfaatten kasıt, evlilik birliğinin devam etmesi halinde büyük olasılıkla doğacak olan maddi menfaatlerden, boşanma nedeniyle yoksun kalınmasıdır.
Maddi tazminatın irat biçiminde ödenmesine karar verilmesi halinde, alacaklı tarafın yeniden evlenmesi ve taraflardan birinin ölümü ile tazminat kendiliğinden kalkacaktır. Alacaklı tarafın evlenme olmaksızın fiilen birlikte yaşaması, alacaklının haysiyetsiz hayat sürmesi halinde ise tazminatın mahkeme kararı ile kaldırılmasına karar verilecektir.
MANEVİ TAZMİNATA İLİŞKİN AÇIKLAMALAR
Tarafların talepleri olmadıkça hâkim maddi tazminatta olduğu gibi manevi tazminata da re’sen hükmedemeyecektir. Talebin şekli, süresi ve harç bakımında manevi tazminat istemleri maddi tazminat istemlerinde olduğu gibidir. Manevi tazminat miktarı belirlenirken hâkim hakkaniyet ilkesine göre fiilin ağırlığı ile neticesini birlikte değerlendirecektir. Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarına göre:
“Manevi tazminat isteyebilmek için her şeyden önce boşanmaya sebep olan olaylarda kişilik hakları zedelenmiş olmalıdır. Kişinin yaşamı, sağlığı, onuru, saygınlık ve özgürlük kişilik hakları zedelenmiş sayılır. Diğer eşin, kusurlu olması gerekir.”
“Manevi tazminat irat olarak istenemez. Toplu olarak istenir. Manevi tazminat istemi ile birlikte faiz isteminin de söz konusu olması halinde, boşanma kararının kesinleştiği tarihten faize karar verilir.”
VELAYET
A. VELAYETİN DÜZENLENMESİ
Türk Medeni Kanunu 182 maddesi 1. fıkrası ile hüküm altına alınmıştır. Buna göre:
“Mahkeme boşanma veya ayrılığa karar verirken, olanak bulundukça ana ve babayı dinledikten ve çocuk vesayet altında ise vasinin ve vesayet makamının düşüncesini aldıktan sonra, ana ve babanın haklarını ve çocuk ile olan kişisel ilişkilerini düzenler.”
Ayrıca Türk Medeni Kanunu Altıncı Ayırımında “Velayet” kapsamlı olarak düzenlenmiştir.
AÇIKLAMALAR
Öğretide yapılan tanıma göre velayet: “Ana ve/ya babanın korunmayı gereksinen küçük ya da kısıtlı, evlilik içi ya da evlilik dışı çocuklarına bakımına, gereksinimlerinin karşılanmasına, çıkarlarının korunmasına, onların mallarının yönetilip değerlendirilmesine ve çocukların temsiline ilişkin hakların ve yükümlülüklerin toplamıdır.” Medeni Hukuk sistemimize göre çocuk ergin oluncaya veya ergin kılınıncaya kadar ana ve babasının vesayeti altındadır. Yasal sebep olmadıkça velayet ana ve babadan alınamaz ve ergin olan çocuk için velayet düzenlenmeyecektir ( MK. md 335/1 ).
Çocuğun kişi varlığının korunması ( MK. md. 339, 340, 341 ), çocuk mallarının korunması ( MK. md. 352 – 363 ), çocuğun teslim edilmesi ( MK. md. 342 ) velayetin kapsamındadır.
Hâkim, velayete ilişkin karar verirken, öncelikli olarak çocuğun yüksek çıkarını gözetecektir. Bu hususta Türk Medeni Kanunu’ndaki düzenlemelerin yanında Milletlerarası Sözleşmeler’ den “Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Avrupa Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Küçüklerin Korunmasına Dair Sözleşme ve Çocukların Velayetine Dair Sözleşme” ler de büyük önem taşımaktadır. Velayetin en üst özelliği, insana özellikle çocuğa, çocuk dünyasına, eğitimine, bakım ve gözetimine yönelik olmasıdır, velayetin bütün ağırlığı bu noktada toplanır.Bu bağlamda, çocuğun yaşı, gelişim durumu, öğrenim durumu ve gereksinimlerine göre anne babadan hangisinin yanında kalmasının daha uygun olacağı; çocuğun boşanma öncesinde ve dava evresinde hangi ebeveyn ile daha tatminkâr duygusal ilişki içinde olduğu; sosyal, ekonomik durumları ve eğitim düzeyleri itibariyle ana babadan hangisinin çocuk yetiştirme konusunda daha yeterli performansa sahip olduğu; velayetin verileceği ana veya babanın yaşadığı sosyal çevrenin, çocuğun ruhsal, bilişsel ve ahlaki gelişimine zarar verecek unsurları taşıyıp taşımadığı, hususlarında gerekli araştırmaları yapacak ve taraflarca sunulacak ve re’sen getirtilecek tüm delilleri toplayarak uzman görüş ve raporlarından yararlanmak suretiyle karar verecektir.
Velayet konusunda hâkim, tarafların iddia ve savunmaları ile bağlı olmayıp re’sen çocuk için en yararlı ve iyi olanı yapmak zorundadır. 1982 Anayasası’nın 41 ve Medeni Kanunun 346, 347, 348 ve 404 maddelerinde yer alan kurallarda açıklandığı üzere çocukların korunması kamu düzenine ilişkin olup, boşanma ve ayrılık vukuunda hâkim müşterek çocukların velayet haklarının kullanılması biçimi ile çocuklarla, ana babanın şahsi ilişkilerine dair gerekli düzenlemeleri, boşanma kararının bir sonucu olarak ve görevi gereği re’sen gözetmek zorundadır. Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarına göre:
“Velayete ilişkin kararlar kamu düzeni ile ilgili olduğundan, tarafların veya çocuğun yaşamlarında meydana gelen önemli değişikliklere göre zaman içinde, farklı çözüm tarzlarına bağlanabilecektir. Bu nedenle; ‘velayet ile ilgili mahkeme kararları’ kesin hüküm teşkil etmez.”
“Velayeti anne ve babası tarafından istenmeyen zekâ özürlü çocuğun koruma altına alınması gerekir.”
“Çocuğun ana sevgi ve şefkatine gereksinim duyduğu bir yaşta velayetin anaya verilmesinde bir sakınca görülmüyorsa, velayet kural olarak anada bırakılmalıdır.”
“Velayet hakkı kendisine verilen eş ölünce, velayet hakkı kendiliğinden sağ kalan eşe geçmez. Bu konuda yeniden karar alınması gerekir.”,
“Küçük kardeşlerin birbirlerinden ayrılmaları onları ruhsal yönden etkileyeceği gibi küçükler anne bakım ve şefkatine muhtaç olduklarından velayet haklarının anneye verilmesi gerekir.”
B. KİŞİSEL İLİŞKİNİN DÜZENLENMESİ
Türk Medeni Kanunu 323. maddesi ile hüküm altına alınmıştır. Buna göre:
“Ana ve babadan her biri, velayeti altında bulunmayan veya kendisine bırakılmayan çocuk ile uygun kişisel ilişki kurulmasını isteme hakkına sahiptir.”
Kanun koyucunun belirttiği bu hakkın kullanımı Türk Medeni Kanunu 182. maddesi ile düzenlenmiştir. Buna göre:
“Mahkeme boşanma veya ayrılığa karar verirken, olanak bulundukça ana ve babayı dinledikten ve çocuk vesayet altında ise vasinin ve vesayet makamının düşüncesini aldıktan sonra, ana ve babanın haklarını ve çocuk ile olan kişisel ilişkilerini düzenler.”
AÇIKLAMALAR
Hâkim kişisel ilişkiyi düzenlerken çocuğun özellikle sağlık, eğitim ve ahlak bakımından yararlarını, tarafların yerleşim yerlerinin birbirine uzaklığını, ziyaretlerin olması gereken süre ve periyodunu göz önünde bulundurmalıdır. Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarına göre:
“Kişisel ilişki amacına uygun, analık, babalık duygularını tatmin eder şekilde düzenlenmelidir.”,
“Kişisel ilişki tayin edilirken, bu ilişkinin başlangıç ve bitiş saatleri gösterilmeli, infazda tereddüt yaratmayacak nitelikte hüküm tesis edilmelidir.”,
“Kişisel ilişki kurulmasına ilişkin olarak yapılacak giderleri kişisel ilişki kurmak isteyen taraf karşılar. Bu giderler karşı tarafa yüklenemez.”,
“İcra müdürü veya polis gözetiminde kişisel ilişki kurulmasına karar verilmez.”
MAL REJİMLERİ
- EDİNİLMİŞ MALLARA KATILMA REJİMİ
- MAL AYRILIĞI REJİMİ
- PAYLAŞMALI MAL AYRILIĞI REJİMİ
- MAL ORTAKLIĞI REJİMİ
Türk Medeni Kanunu 6. kısmında “Mal Rejiminin Tasfiyesi” düzenlemiş olup, 179. maddesinde “Boşanma Halinde Mal Rejimin Tavsiyesi” hüküm altına alınmıştır.Buna göre:
“Mal rejiminin tasfiyesinde eşlerin bağlı olduğu rejime ilişkin hükümler uygulanır.”
Ayrıca Türk Medeni Kanunu Dördüncü Bölümü’nde “Eşler Arasındaki Mal Rejimi” kapsamlı olarak düzenlenmiştir.
AÇIKLAMALAR
Mal rejimi; eşlerin evlenmeden önce ve evlenmeden sonra edindikleri mallarda mülkiyet, tasarruf ve yönetim hakları ile boşanma (veya ölüm) halinde bunların nasıl paylaşılacağı hususlarını düzenleyen normlar bütününü deyimlemektedir.Türk Medeni Kanunu’nun yürürlüğe giriş tarihi olan 01.01.2002 tarihinden önce evlenmiş olan eşler arasında bu tarihe kadar tabi oldukları mal rejimi devam eder. Eşler Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde başka bir mal rejimini seçmedikleri takdirde bu tarihten geçerli olmak yasal mal rejimini seçmiş sayılırlar. TMK’ nun yürürlüğe girmesinden önce açılmış olan boşanma veya iptal davaları sonuçlanıncaya kadar eşler arasında tabii oldukları mal rejimi devam eder. Dava boşanma veya iptal kararıyla sonuçlanırsa, bu mal rejiminin sona ermesine ilişkin hükümler uygulanır. Davanın retle sonuçlanması halinde eşler, kararın kesinleşmesini izleyen bir yıl içinde başka bir mal rejimi seçmedikleri takdirde, Kanunun yürürlük tarihinden geçerli olmak üzere yasal mal rejimini seçmiş sayılırlar. Eşler bir yıllık süre içerisinde mal rejimi sözleşmesiyle yasal mal rejiminin evlenme tarihinden geçerli olacağını kabul edebilirler.
Türk Medeni Kanunu 202. maddesinde “Yasal Mal Rejimi”ni düzenlemiştir. Yasal Mal rejimi olarak edinilmiş mallara katılma rejimi kabul edilmiş olup, akdi mal rejimi olarak mal ayrılığı, paylaşmalı mal ayrılığı, mal ortaklığı rejimlerini öngörmüştür.
Türk Medeni Kanunu 203. maddesinde “Mal Rejimi Sözleşmesi”ni düzenlemiştir. Buna göre:
“Mal rejimi sözleşmesi, evlenmeden önce veya sonra yapılabilir. Taraflar, istedikleri mal rejimini ancak kanunda yazılı sınırlar içinde seçebilir, kaldırabilir veya değiştirebilirler.”
Yasal mal rejimi edinilmiş mallara katılma rejimi olmakla beraber, sözleşme serbestîsi ana kuralı gereğince eşler her zaman notere giderek düzenleme veya onaylama şeklinde yeni bir mal rejimi sözleşmesiyle akdi mal rejimlerinden birini de seçebileceklerdir. Ancak seçecekleri mal rejimlerinden sadece mal ortaklığı rejiminde önceki malları da evlenmenin başından itibaren ortaklık malı sayılabileceklerdir. Mal rejimi sözleşmesi ancak ayırt etme gücüne sahip olanlar tarafından yapılabileceklerdir. Sözleşme, noterde düzenleme veya onaylama şeklinde yapılabileceği gibi taraflar evlenme başvurusu sırasında hangi mal rejimini seçtikleri yazılı olarak bildirme imkânına da sahiptirler. Mal rejimi sözleşmesinin taraflarca ve gerektiğinde yasal temsilcilerince bizzat imzalanması zorunludur. Eşler mal rejimi sözleşmesi yapmadıkları takdirde, tasfiye anında uygulanacak mal rejimi yasal mal rejimi olan edinilmiş mallara katılma rejimidir. Eşler her zaman yeni bir mal rejimi sözleşmesiyle önceki veya başka bir mal rejimini kabul edebilirler ( TMK md. 208).
A. EDİNİLMİŞ MALLARA KATILMA REJİMİ
Türk Medeni Kanunu 4. bölüm, 2. ayırımı, 218 – 241. maddelerinde “Edinilmiş Mallara Katılma” rejimini ayrıntılarıyla düzenlemiştir.
AÇIKLAMALAR
Edinilmiş mal, her eşin bu mal rejiminin devamı süresince karşılığını vererek elde ettiği, ivazlı mal varlığı değerleridir. ( TMK 219., 220. maddeleri ). Edinilmiş mallara katılma rejiminde eşlerden her biri kendi borçlarından dolayı üçüncü kişilere karşı bütün mal varlığı ile sorumludur.
Edinilmiş mallara katılma rejimi eşlerin evlenmesi halinde, mal rejimi sözleşmesiyle başka bir mal rejimini seçmedikleri takdirde yasal mal rejimi olarak evlenme tarihinden itibaren başlar.
Eşlerin akdi mal rejimlerinden, sözleşme ile edinilmiş mallara katılma rejimine geçişleri halinde, ilgili sözleşme tarihinden itibaren başlar.
Eşlerin sözleşme ile seçimlik akdi rejiminden vazgeçmelerine rağmen yeni bir seçimlik rejimle ilgili sözleşme yapmamaları halinde, akdi rejimden vazgeçme ile ilgili sözleşme tarihinden itibaren başlar.
Mal ayrılığına geçişi gerektiren sebebin ortadan kalkması halinde eşlerden birinin istemi halinde hâkim tarafından eski mal rejimi olan edinilmiş mallara katılma rejimine dönülmesine karar verilmesi halinde bu kararın verilme tarihinden itibaren edinilmiş mallara katılma rejimi başlayacaktır ( TMK md. 208 ).
B. MAL AYRILIĞI REJİMİ
Türk Medeni Kanunu 4. bölüm, 3. ayırımı, 242,243. maddelerinde “Mal Ayrılığı” rejimi düzenlemiştir.
AÇIKLAMALAR
Eski Medeni Kanun sisteminde yasal mal rejimi, yeni Medeni Kanun’da ise seçimlik mal rejimi olarak düzenlenmiştir. Buna göre eşlerden her biri, yasal sınırlar içerisinde kendi mal varlığı üzerinde yönetim, yararlanma ve tasarruf hakkına sahiptir. Eşlerden her biri, kendi borçlarından bütün mal varlığıyla sorumludur. Evlilik birliği sona erdiğinde eşler arasında herhangi bir paylaşımın yapılması söz konusu değildir.
C. PAYLAŞMALI MAL AYRILIĞI REJİMİ
Türk Medeni Kanunu 4. bölüm, 4. ayırımı, 244 – 255. maddelerinde “Paylaşmalı Mal Ayrılığı” rejimi ayrıntılarıyla düzenlemiştir.
AÇIKLAMALAR
TMK 244. maddesiyle hüküm altına alındığı üzere
“Eşlerden her biri yasal sınırlar içinde kendi mal varlığı üzerinde yönetim, yararlanma ve tasarruf hakkına sahiptir.”
Paylaşmalı mal ayrılığı ilke olarak mal ayrılığı temeline dayanmaktadır. Paylaşmalı mal ayrılığı rejimi, eşlerden birinin ölümü, başka bir mal rejiminin kabulü, mahkemece evliliğin iptaline, boşanmaya veya mal ayrılığına geçilmesine kara verilmesi hallerinde sona erecektir.
Bu rejimin kurulmasından sonra eşlerden biri tarafından edinilip de ailenin ortak kullanım ve yararlanmasına özgülenmiş olan mallar ile ailenin geleceğini güvence altına alma amacıyla yapılan yatırımlar veya bunların yerine geçen değerler mal rejiminin sona ermesi halinde eşler arasında eşit olarak paylaşılacaktır.
Tasfiye aşamasında öncelikle her eş diğer eşte bulunan mallarının geri alır. Eşlerin paylı mülkiyetindeki bir malın eşlerden biri tarafından talep edilmesi halinde bu eşin, malın kendisine özgülenmesinde üstün yararı olduğunu ispat etmesi ve söz konusu malın ödeme günündeki karşılığının diğer eşe ödenmesine bağlıdır. Eşlerden biri diğerine ait olup paylaştırma dışı kalan bir malın edinilmesine, iyileştirilmesine veya korunmasına hiç ya da uygun bir karşılık almaksızın katkıda bulunmuşsa mal rejiminin sona ermesi halinde katkısı oranında hakkaniyete uygun bir bedel ödenmesini isteyebilecektir. Aynı istem paylaştırma dışı malın yerine geçen değerler içinde geçerlidir ( TMK md. 249 ).
TMK. 245. maddesiyle hüküm altına alındığı üzere “Belirli bir malın eşlerden birine ait olduğunu iddia eden kimse, iddiasını ispat etmekle yükümlüdür.” Bununla birlikte TMK. 245. maddesine göre “Eşlerden hangisine ait olduğu ispat edilemeyen mallar onların paylı mülkiyetinde sayılır.”
Eşler aile konutunda kalma ve ev eşyasını kullanma hususunda anlaşabilirler. Anlaştıkları takdirde aile konutunda kalma hakkını elde eden eş, bu hakkın tapu kütüğüne şerh edilmesini isteyebilecektir. Anlaşamadıkları takdirde, hâkim, olayın özelliklerini, eşlerin ekonomik ve sosyal durumlarını, varsa çocukların menfaatlerini göz önünde bulundurarak, bu hakka hangi eşin sahip olacağına boşanma veya iptal kararı ile birlikte re’sen karar verecektir. Burada şerh sahibi eşin ayrıca bir talepte bulunmasına gerek yoktur. Hâkim şerh kararını re’sen tesis ederek ilgili Tapu Sicil Müdürlüğü’ne bildirecektir. Bu konuda ayrıca, ilgili eşin konutta kalma ve ev eşyasını kullanma süresini de belirtmek gerekecektir ( TMK md. 245/1–2 ).
D. MAL ORTAKLIĞI REJİMİ
Kanun koyucu, Türk Medeni Kanunu 4. bölüm, 5. ayırımı, 256 – 281. maddelerinde “Mal Ortaklığı” rejimi ayrıntılarıyla düzenlenmiştir.
AÇIKLAMALAR
Mal ortaklığı rejimi kanunda yazılı sınırlar içinde seçilebilecek, değiştirilebilecek veya kaldırılabilinecektir. Bu rejim kendi içinde genel mal ortaklığı ve sınırlı mal ortaklığı, diğer mal ortaklıkları olarak üçe ayrılmaktadır. Genel mal ortaklığı, eşlerin yasa gereğince kişisel mal sayılanlar dışındaki malları ile gelirleri ortaklık mallarını oluşturmaktadır ( TMK. md. 257/1 ). Ortaklık malları üzerinde geçerli olan, elbirliği mülkiyetidir ( TMK. md. 257/2 ). Bu nedenle hiçbir eş, ortaklık payı üzerinde tek başına tasarruf hakkına sahip değildir ( TMK. md. 257/3 ). Sınırlı mal ortaklığı, edinilmiş mallardan oluşan bir ortaklığı ifade etmektedir ( TMK. md. 258/1 ). Buradaki “edinilmiş mallardan” maksat, evlilikten itibaren değil, sözleşmenin kurulmasından itibaren edinilmiş mallardır. Diğer mal ortaklıklarında ise eşler kanun koyucunun tanıdığı hakla birlikte belirli mal varlığı değerlerini veya türlerini ortaklık dışında tutabilirler ( TMK. md. 259/1 ).
Bir malın kişisel mal mı yoksa ortaklık malı mı olduğu konusunda çekişme olması halinde ispat yükü, çekişmeli malın kişisel mal olduğunu iddia eden eş veyahut üçüncü kişiye ait olacaktır. Bir eşin kişisel malı olduğu ispatlanmadıkça tüm malvarlığı değerleri ortaklık malı sayılacaktır.
Evliliğin boşanma veya iptal sebebiyle sona ermesi halinde mal ortaklığı rejimi dava tarihinden geçerli olmak üzere sona erer ( TMK. md. 271/2). Kişisel mal ile ortaklık malları ayrıldıktan sonra her eş kendi kişisel malı sayılacak olanları ortaklık mallarından geri alır ( TMK. md. 277/1 ). Böylece, geri kalan ortaklık malları eşler arasında yarı yarıya paylaştırılır ( TMK. md. 277/2 ).
EŞİMDEN AYRI YAŞIYORUM. NAFAKA DAVASI AÇMAK İSTİYORUM. DAVA AÇABİLİR MİYİM?
Cevap : Nafakayla ilgili davası açmak için illaki boşanma davası açma zorunluluğu bulunmamaktadır. Ayrı yaşama olması da gerekmemektedir. Eşiniz ile ayrı yaşamasınız bile eğer eşiniz eviniz ile ilgilenmiyorsa nafakayla ilgili dava açabilirsiniz. Ayrı yaşama durumunda da nafakaya yönelik dava açılabilir.
KAÇ FARKLI NAFAKA DAVASI AÇILABİLİR?
Cevap : Nafakanın 4 farklı türü için dava açılabilir. Bunlar; Yoksulluk Nafakası, Tedbir Nafakası, İştirak Nafakası ve Yardım Nafakasıdır.
Yoksulluk Nafakası: Yoksulluk Nafakası boşanmadan sonra ekonomik olarak daha kötü durumu gelecek yani yoksulluğa düşecek olan ve boşanma daha ağır kusuru bulunmayan eşe, ekonomik durumu daha iyi olan eş tarafından ödenecek nafakanın farklı bir türüdür. Boşanma davası içerisinde talep edilebilir veya boşanma davası sonrasında bu dava açılabilir. Burada nafakaya yönelik talepte bulunacak eş için önemli olan boşanmada kusurunun olması değil kusurun diğer taraftan fazla olmamasıdır. Eğer iki tarafında kusuru yoksa kusurun diğer taraftan fazla olmaması sebebiyle yoksulluk nafakası istenebilir.
Tedbir Nafakası: Tedbir nafakası adı üzerinde olduğu gibi “Tedbir” amaçlı geçici bir nafakadır. Boşanma davalarında boşanma kararı verip karar kesinleşinceye kadar geçen sürede ekonomik durumu kötü olan eşin mağdur olmaması için mahkemeden talep edilmesi halinde verilir. Tedbir nafakası için boşanma davası açılmadan da talep te bulunulabilir. Haklı olarak ayrı yaşayan eş diğer eşten hem kendisi hem de varsa bakmakta olduğu çocukları için tedbir nafakası talebinde bulunabilir. Uygulama da en çok boşanma davası görülürken tedbir nafakasına hükmedilmektedir.
İştirak Nafakası: Eşlerin çocukları için talep edilebilecek nafaka türüdür. İştirak nafakası ortak çocuklar için ödeneceğinden bu tür nafakada tarafların herhangi bir kusuru aranmayacaktır. Velayete haiz eş ekonomik durum olarak diğer eşten her zaman iştirak nafakası isteyebilir.
Yardım Nafakası: Yardım nafakası birbirine bakma zorunluluğu olan birinci derece akrabalar için çıkarılmış bir kavramdır. Bu nafaka türü Medeni Kanun 364 maddesinin 1 fıkrasından doğmuştur. Maddeye göre; “Herkes, yardım etmediği takdirde yoksulluğa düşecek olan üstsoyu ve altsoyu ile kardeşlerine nafaka vermekle yükümlüdür.” Bu madde dolayısıyla verilen nafakaya Yardım Nafakası denmektedir. Kardeşlerin nafaka borcunun doğması için kardeşin refah içerisinde yaşama zorunluluğu bulunmaktadır.
NAFAKA DAVASI AÇMANIN ŞARTLARI NELERDİR?
Cevap : Aile Mahkemelerinde nafaka davası açabilmek için haklı bir neden bulunması gerekmektedir. Haklı nedenlerin en başında eşin evin ekonomik sorumluluklarını yerine getirmemesi ve evine özen göstermemesi söylenebilir. Boşanma aşamasında ise yoksulluğa düşecek eş diğerinden ağır kusurlu olmamak kaydıyla nafaka talep edebilir. Aile Mahkemelerinde Nafaka’nın ana mantığı evlilik içerisinde sorumluluklarını yerine getirmeyen eşlerin sorumluluklarını yerine getirmesini sağlamak, boşanma aşamasında ise evliliğin sona ermesi sebebiyle maddi durumunda kötüleşme olacak eşin evlilik içerisindeki maddi durumuna yakın bir duruma eriştirmektir.
ÇOCUĞUM İÇİN NE KADAR NAFAKA İSTEYEBİLİRİM?
Cevap : Uygulamada çocukların yaşına göre değişmekle birlikte ortalama 200-600 TL arasında bir nafakaya hükmedilmektedir. Eşin ekonomik şartları normal vatandaşların oldukça üzerinde ise bu rakamda doğru orantılı olarak artacaktır. O yüzden Nafaka Miktarı nasıl belirlenir sorusuna verdiğimiz cevaba göre isteyeceğiniz nafaka miktarını belirleyebilirsiniz.
NAFAKA MİKTARI NASIL BELİRLENİR?
Cevap : Nafaka miktarı belirlenirken mahkeme çeşitli kriterleri göz önüne alacaktır. Fakat nafakanın belirlenmesinde hakimin takdir hakkı çok büyüktür. Nafaka belirlenmesinde tarafların ekonomik ve sosyal durumları en belirgin kriterlerdir. Hakim nafaka miktarını belirlerken nafaka ödeyecek eşin iş durumu, çalıştığı pozisyon, ailenin daha önceki yaşam tarzı v.b hususları değerlendirerek hakkaniyete göre bir miktar belirler.
EŞİM NAFAKAYI ÖDEMİYOR. NASIL ALABİLİRİM?
Cevap : Eş mahkeme tarafında n hükmedilmiş nafakayı ödemiyorsa bu durumda icra takibi yapılmalıdır. Nafaka için yapılacak tek bir icra takibi daha sonra doğacak nafakalar içinde geçerli olacaktır.
EŞİM NAFAKAYI ÖDEMİYOR. ŞİKAYET EDERSEM NE OLUR?
Cevap : Ceza kanununda ana hüküm hiç kimse ekonomik sebeplerden dolayı özgürlüğünden mahrum bırakılamazdır. Fakat nafaka borcunu bu kuraldan müstesnadır. Nafaka borçları ödenmediği takdirde nafaka alacağı ödenmeyen eş tarafından şikayet hakkı vardır. Bu şikayet neticesinde mahkeme ödenmeyen her nafaka alacağı için ayrı ayrı cezaya hükmedecektir.
ALDIĞIM NAFAKA ÇOK DÜŞÜK. NE YAPABİLİRİM, NAFAKAYI ARTIRABİLİR MİYİM?
Cevap : Nafaka davalarında mahkemeler sabit bir nafakaya hükmettiği takdirde enflasyon v.b nedenlerle belirli durumlarda nafaka miktarı günün koşullarına göre çok küçük rakamlarda kalmaktadır. Kanunda bu durumu engellemek adına iki çözüm getirilmiştir. Birincisi nafaka kararı alınırken nafakanın artan oranlı olarak belirlenmesidir. Fakat çoğu zaman mahkemeler uygulamada oluşan sorunlar sebebiyle bu şekilde bir karar vermezler. Nafaka alacaklısı eşin nafaka ücretinin günün ekonomik şartlarına göre az kalması sebebiyle açabileceği Nafaka Artırım davası mevcuttur. Nafakanın artırılması davasında hakim nafakayı günün koşullarına göre yeniden değerlendirip bir karar verecektir.
EŞİME ÖDEDİĞİM NAFAKA ÇOK YÜKSEK NAFAKAYI DÜŞÜREBİLİR MİYİM?
Cevap : Nafakanın artırılması gibi düşürülmesi de mümkündür. Bunun için yeni bir dava açmanız gerekmektedir. Açılacak davanın adı nafakanın uyarlanmasıdır. Nafakanın uyarlanması davalarında öncelikli olarak hakimin takdir hakkı mevcuttur. Bu konuda objektif kriterler bulunmamaktadır. Hakim tarafların sosyo-ekonomik durumlarını değerlendirerek bir karar verecektir. Nafaka borçlusu ekonomik şartlarında bozulma olduğunu, nafaka miktarının çok yüksek oluşunu, kişisel ihtiyaçlarını nafaka borcu sebebiyle karşılayamaz hale geldiğini, nafaka alacaklısı eşin ekonomik durumunda ciddi artış olduğunu iddia ederek Nafakanın uyarlanmasını talep etmesi uygun olacaktır.
NAFAKA BORCUM NE ZAMAN BİTECEK?
Cevap : Nafaka her ay doğan bir borçtur. Kendiliğinden sona ermez. Nafakanın sona ermesi için; öncelikle nafaka çocuklara ödeniyorsa çocukların rüşte ermesinden başka bir deyişle 18 yaşını doldurmasından sonra çocuklar yönünden nafaka borcu sona ermektedir. Eş yönünden ise, eşin yeni bir evlilik yapması, ekonomik gelirinin çok iyi seviyeye gelmesi gibi durumlarda talep halinde nafakanın kaldırılması kararı verilebilir.
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2005/17-7
K. 2005/37-T. 19.4.2005
• NAFAKA BORCUNU ÖDEMEMEK SUÇU ( İlamla Hükmedilmiş Nafakanın Tahsili için Konulan İcra Emrine Uymama Nedeniyle )
• SANIĞA TEBLİGAT ( Nafaka Borcunu Ödememek Suçundan Dolayı Ceza Verilebilmesi için Aylık Nafakanın Tahsili için İcra Takibine Başlanılmış ve İcra Emrinin Borçlu-Sanığa Tebliğ Edilmiş Olmasının Gerekmesi )
• TAKİP TALEBİNİN USULÜNE UYGUN OLMASI ( Talebin Türk Lirası Üzerinden Değil Amerikan Doları Üzerinden Yapılmış Olması Karşısında Bu Takip Talebinin Yasaya Uygun Olmaması )
• DÖVİZLE TAKİP ( Takip Talebinin Türk Lirası Üzerinden Değil Amerikan Doları Üzerinden Yapılmış Olması Karşısında Bu Takip Talebinin Yasaya Uygun Olmaması ve Borçlu-Sanık Aleyhine Sonuç Doğurmaması )
• NAFAKA ALACAĞI ( Şikayete Tabil Bulunan Nafaka Hükmüne Uymamak Suçunun Oluşabilmesi için Nafaka Ödenmesinin Kesinleşmiş Bir Mahkeme Kararına Dayanması Aylık Nafakanın Tahsili için İcra Takibine Başlanılmış ve İcra Emrinin Sanığa Tebliğ Edilmiş Olmasının Gerekmesi )
• ŞİKAYET ZAMANAŞIMI ( Şikayet Hakkının Suçun İşlendiğinin Öğrenilmesinden İtibaren Üç Ay ve Her Halde İşlenmesinden İtibaren Bir Yıl İçinde Kullanılmasının Gerekmesi ) 765/m.59-2004/m.58,344
ÖZET : İcra ve İflas Yasasının 344. maddesinde düzenlenen ve şikayete tabi bulunan nafaka hükmüne uymamak suçunun oluşabilmesi için, nafaka ödenmesinin kesinleşmiş bir mahkeme kararına dayanması, aylık nafakanın tahsili için icra takibine başlanılmış ve icra emrinin borçlu-sanığa tebliğ edilmiş olması, borçlunun ilamda yazılı ödeme koşullarına uymaması, aylık nafakaya hükmedilmesi halinde icra emrinin tebliği ile şikayet tarihi arasında işlemiş en az bir aylık cari nafaka borcunun bulunması, borçlu-sanık tarafından nafakanın kaldırılması veya azaltılması hususunda açılmış bir davanın bulunmaması, dava açılmış ise sonuçlanmış olması ve şikayet hakkının suçun işlendiğinin öğrenilmesinden itibaren 3 ay ve her halde işlenmesinden itibaren 1 yıl içinde kullanılması gerekmektedir.2004 sayılı İİY.nın 58/3. maddesi hükmü karşısında ilk takip talebinin, Türk Lirası üzerinden değil Amerikan Doları üzerinden yapılmış olması karşısında, bu takip talebinin de yasaya uymadığı ve borçlu-sanık aleyhine sonuç doğuramayacağı açıktır.DAVA : Sanık Nesim Özromano’nun, nafaka borcunu ödememek suçundan İİY.nın 344. maddesi uyarınca 10 gün hafif hapis cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin Şişli 1. İcra Ceza Mahkemesince 19.03.2003 gün ve 15583-3951 sayı ile verilen kararın sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine, dosyayı inceleyen Yargıtay 17. Hukuk Dairesince 01.03.2004 gün ve 12835-2441 sayı ile;“1- 18.4.2002 tarihli 53 örnek sayılı icra emrini içeren tebligatın sanığa tebliğ edilemediği ve atılı suçun oluşmadığı gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurulması,
2- 18.4.2002 tarihli icra emrinde aylık nafaka alacaklarının talep edilmediği, istenen TL’den ibaret birikmiş nafakanın adi alacak niteliğinde bulunduğu ve bunu ödememenin ise İİK.nun 344. maddesinde yer alan suçu oluşturmadığı gözetilmeyerek mahkûmiyet hükmü kurulması,
3- Kabule göre de;Şikayet tarihinden önce ve sonra sanık tarafından icra dosyasına ödemelerde bulunulduğu anlaşılmakla, sanık hakkında TCK.nun 59/2. maddesinin uygulanıp uygulanmayacağı karar yerinde tartışılmadan hüküm kurulması” isabetsizliğinden hükmün bozulmasına karar verilmiştir.Yerel Mahkeme ise 23.06.2004 gün ve 3952-3945 sayı ile kabule ilişkin bozma nedenine uymuş, ancak diğer bozma nedenleri yönünden;“Şikayete esas Şişli 2. İcra Müdürlüğünün 2000/8784 sayılı takip dosyası incelendiğinde; takibin Şişli 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1.7.1999 tarihi itibariyle kesinleşen, 1.7.1999 tarih ve 1999/598-507 esas ve karar sayılı boşanma ilamında kararlaştırılan, müşterek çocuklar Linda ve Sandra’nın her biri için 1.7.1999 tarihinden başlamak üzere aylık 625’er Amerikan doları iştirak nafakasının tahsili için 15.9.2000 tarihinde 53 nolu icra emri ile başlatılan ilamlı icra takibi olduğu ve 15.9.2000 tarihli takip talebi incelendiğinde, alacaklının birikmiş nafakaların yanı sıra takip tarihinden itibaren işleyecek aylık nafakalarını da talep etmekte olduğu görülmektedir.Takip talebine uygun olarak düzenlenmiş 53 nolu icra emrinin borçlu sanığa 21.9.2000 tarihinde tebliğ edildiği ve borçlu sanığın icra dosyasına 26.9.2000 tarihinde borcu kabul ettiğini bildirerek ödeme taahhüdünde de bulunduğu ve takip dosyasına bu doğrultuda bir kısım ödemeler de yaptığı görülmüştür.İcra takibi bu suretle ve şekilde sürdürülmekte iken borçlu sanığın 18.1.2001 tarihinde Şişli 5. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2001/73 esasında kayıtlı olarak ikame ettiği, nafakanın indirilmesi ve TL olarak tespit edilmesi davası aşamasında, mahkemece dava sonuna kadar olmak üzere tedbiren her bir çocuk için aylık 450.000.000 liradan toplam 900.000.000 lira iştirak nafakasının ödenmesine 8.5.2001 tarihinde tedbiren karar verildiği ve borçlu sanığın da bu tedbir kararına dayalı olarak nafaka ödemelerini aylık 900.000.000 lira olarak icra takip dosyasına ödemeyi sürdürdüğü, ancak görülen dava neticesinde Şişli 5. Asliye Hukuk Mahkemesinin 19.3 2002 tarih, 2001/73 esas ve 2002/297 karar sayılı ilamı ile nafakanın indirilmesi davasının reddine ve bu hususta mahkemelerince evvelce verilmiş bulunan 8.5.2001 tarihli tedbir kararının kaldırılmasına karar verildiği ve bu husustaki ilamın temyiz ve tashihi karar yollarından geçmek suretiyle 9.12.2002 tarihinde kesinleşmiş olduğu görülmüştür.Bu suretle Şişli 5. Asliye Hukuk Mahkemesinin 8.5.2001 tarihli tedbir kararı 19.3.2002 tarihli nihai ilamla kaldırılmakla mürtefi olduğundan, alacaklının 15.9.2000 tarihli ilk takip talebine uygun olarak nafakaları aylık 625’er Amerikan dolarına göre talep etmek ve takibi de bu doğrultuda sürdürmek hakkı vardır. Bunun için de takip borçlusuna yeniden icra emri tebliğe gönderilmesine ve bunun sonucuna göre takibe devam edilmesine gerek bulunmamaktadır. Buna göre alacaklının, borçluya yeni bir icra emri tebliğe göndermeksizin takibe devam etmesi mümkün olduğu halde, 18.4.2002 tarihinde icra dosyasına müracaatla borçluya Mayıs 2001 ila Mart 2002 ayları arası işlemiş nafaka farkları için icra emri gönderilmesini talep etmiş olması gereksiz bir işlem olup, hukuki sonucu da bulunmamaktadır. Zira, alacaklı yanın, takibini dayandırdığı ilam değişmiş değildir. Aylık nafaka alacağı ile ilgili mahkemeden verilmiş bulunan tedbir kararı mahkemece kaldırıldığı için alacaklının icra takibine dayanak aldığı ilam doğrultusunda takibe devam edebilmesi söz konusudur ve ilk takip talebinde de alacaklının cari nafaka talebi bulunmaktadır.Bu nedenlerle alacaklı vekilinin 18.4.2002 tarihli talebi doğrultusunda gönderilen icra emrinin borçluya tebliğ edilmemiş olmasının suçun oluşumu bakımından sonuç doğurucu bir etkisi bulunmamaktadır. Alacaklının ilk takip talebine göre sürdürülmesi gereken icra takibinde cari nafaka alacağı talebi de bulunduğuna göre, şikayet konusu ettiği 9-10 2002 ayları nafakasının süresinde ve eksiksiz olarak ödenmemesi durumunda İİK.nun 344. maddesine göre şikayet hakkı bulunmaktadır.Takip dayanağı mahkeme ilamında kararlaştırılan iştirak nafakalarının birbirini takip eden iki ayın başında iki aylık peşin ödenmesi hükme bağlanmış olup, takip dayanağı ilamın tarihi ve kesinleşme tarihi dikkate alındığında, ilama göre 9 ve 10. ay nafakalarının, 9. ayın başında ödenmesi gerekmekte olup, şikayet tarihi olan 18.9.2002 tarihi itibariyle bu aylar nafakasının ödenme zamanı geçmiş olmasına rağmen borçlu sanığın, bu aylardan 9. ay 2002 nafakası olarak 4.9.2002 tarih ve 2758 nolu tahsilat makbuzu ile 250.000.000 lira, 10. ay 2002 nafakası olarak da 4.10.2002 tarih ve 3099 sayılı tahsilat makbuzu ile 250.000.000 lira ödemelerde bulunmakla yetindiği, bu suretle borçlu sanığın bu aylarla ilgili ödemelerinin zamanında olmadığı gibi, takip dayanağı ilama göre eksik kaldığından dolayı, takip dayanağı ilamda gösterilen ödeme şartlarına riayet etmemesi nedeniyle üzerine atılı bulunan suçu sabit görülmüştür” gerekçesiyle önceki hükümde direnmiştir.Bu hükmün de sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya, 2797 sayılı Yargıtay Yasasının 28. maddesine 5219 sayılı Yasa ile eklenen fıkra gereğince tebliğname düzenlenmeden Birinci Başkanlığa gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca okunup, konu müzakere edilmiş ve açıklanan karara varılmıştır.
KARAR : Sanığın nafaka borcunu ödememek suçundan cezalandırılmasına karar verilen somut olayda, Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, sanığa yüklenen nafaka borcunu ödememek suçunun yasal unsurlarının oluşup oluşmadığının belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.İcra ve İflas Yasasının 344. maddesinde düzenlenen ve şikayete tabi bulunan nafaka hükmüne uymamak suçunun oluşabilmesi için, nafaka ödenmesinin kesinleşmiş bir mahkeme kararına dayanması, aylık nafakanın tahsili için icra takibine başlanılmış ve icra emrinin borçlu-sanığa tebliğ edilmiş olması, borçlunun ilamda yazılı ödeme koşullarına uymaması, aylık nafakaya hükmedilmesi halinde icra emrinin tebliği ile şikayet tarihi arasında işlemiş en az bir aylık cari nafaka borcunun bulunması, borçlu-sanık tarafından nafakanın kaldırılması veya azaltılması hususunda açılmış bir davanın bulunmaması, dava açılmış ise sonuçlanmış olması ve şikayet hakkının suçun işlendiğinin öğrenilmesinden itibaren 3 ay ve her halde işlenmesinden itibaren 1 yıl içinde kullanılması gerekmektedir.Uyuşmazlık konusu somut olayda;Şişli 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 01.07.1999 tarihinde kesinleşen 01.07.1999 gün ve 598-507 sayılı ilamına dayalı olarak, borçlu-sanık aleyhine, Şişli 2. İcra Müdürlüğünün 2000/8784 esas sayılı takip dosyasında, 15.09.2000 tarihinde Kasım ayında 250 dolar, Ocak ayında 250 dolar, Mart ayında 250 dolar, Mayıs ayında 300 dolar, Temmuz ayında 2.500 dolar ve Eylül ayında 2.500 dolar olmak üzere toplam 6.050 dolar ile ayrıca devam eden aylara ait nafaka bedellerinin de tahsili için ilamlı takip başlatıldığı, icra emrinin 21.09.2000 tarihinde borçlu-sanığa tebliğ edilerek takibin kesinleştiği, ancak borçlu-sanık tarafından 18.01.2001 tarihinde nafakanın indirilmesi için tedbir talepli olarak dava açıldığı, Şişli 5. Asliye Hukuk Mahkemesince 08.05.2001 tarihinde tedbir kararı verilerek dava sonuna kadar nafaka miktarının 900.000.000 liraya indirildiği, bilahare 19.03.2002 tarihinde nafakanın indirilmesi davasının reddine ve tedbir kararının kaldırılmasına karar verildiği, aynı gün alacaklı vekili tarafından, Mayıs-Temmuz-Eylül-Kasım 2001 ve Ocak-Mart 2002 tarihleri için, tahsil edilen miktarlar düşüldükten sonra 9.689.000.000 lira için takip talebinde bulunduğu ve 18.04.2002 tarihinde de borçlu-sanığa icra emri gönderilmesinin talep edildiği, ancak tebligat evrakının 03.05.2002 tarihinde tebliğ edilemeden iade edildiği anlaşılmaktadır.Görüldüğü gibi borçlu-sanık tarafından açılmış bulunan bir nafakanın indirilmesi davası nedeniyle alacaklı vekili tarafından yürütülen nafakaya ilişkin icra takibinde, takibe konu miktar değişmiş ve davanın sonuçlanmasını takiben de yeni bir takip talebinde bulunulmuştur. Artık geçerli olan bu yeni takip talebine göre işlem yapılması zorunludur. Yeni takip talebinde cari nafaka alacağı talep edilmeyip, adi alacak niteliğindeki geçmiş dönem nafaka borçlarının tahsilinin talep edilmesi ve bu takip talebi ile ilgili icra emrinin borçlu-sanığa tebliğ edilmemiş olması karşısında, nafaka borcunu ödememek suçunun yasal unsurları oluşmamıştır.Kaldı ki, Yerel Mahkemenin kabulünde belirtildiği üzere, ilk takip talebinin geçerliliğinin kabul edilmesi halinde dahi, 2004 sayılı İİY.nın 58/3. maddesi hükmü karşısında ilk takip talebinin, Türk Lirası üzerinden değil Amerikan Doları üzerinden yapılmış olması karşısında, bu takip talebinin de yasaya uymadığı ve borçlu-sanık aleyhine sonuç doğuramayacağı açıktır.Bu itibarla gerek ilk takip talebi, gerekse ikinci takip talebi esas alınsın, her ikisi de nafaka borcunun ödenmemesi suçunun oluşması bakımından usulüne uygun ve sonuç doğuracak nitelikte bulunmadıklarından, sanığa yüklenen suçun unsurlarının oluşmadığı nazara alınmadan, dosya kapsamına uymayan, yasal ve yeterli olmayan gerekçelerle verilen direnme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir.
SONUÇ :
Açıklanan nedenlerle;
1- Sanığa yüklenen nafaka borcunu ödememek suçunun yasal unsurları oluşmadığından Yerel Mahkeme direnme hükmünün BOZULMASINA,
2- Dosyanın yerine gönderilmek üzere Yargıtay C.Başsavcılığına tevdiine, 19.04.2005 günü oybirliği ile karar verildi.
1. Soru : Boşanma davası devam ederken talep edilen nafaka nedir? Kimler talepte bulunabilir?
Boşanma davası sürerken boşanma davasının taraflarının kendileri için yahut çocukları için talep ettikleri nafakaya tedbir nafakası denir.
Yargılama devam ederken çocuklar için hükmedilen tedbir nafakası iştirak nafakası olarak; eş lehine hükmedilen tedbir nafakası ise yoksulluk nafakası da (şartları varsa) yoksulluk nafakası olarak devam eder.
2. Soru : Hangi durumda ve ne zaman tedbir nafakasına karar verilir?
Tedbir nafakası, boşanma davası içerisinde pek çok taleple birlikte istenebileceği gibi ayrı bir davada yani tedbir nafakası davasında da istenebilir. Harç durumları farklıdır. Ve yetkili mahkeme durumu.
Boşanma davası açıldıktan sonra mahkeme sosyal ekonomik durum araştırmalarına göre ailenin geçimini sağlayan erkeğin hanımı ve ortak çocukları için tedbir nafakası ödemesine karar verir. Hakim tedbir nafakasına karar verirken kusur aramaz. Uygulamada tedbir nafakası talep edildikten sonra Mahkeme hızlı bir şekilde buna karar verir. Tedbir nafakası boşanma davası kararı kesinleşene kadar devam eder. Boşanma davasının kararı kesinleşince tedbir nafakası yoksulluk nafakasına dönüşür. Tedbir nafakası yargılamanın her aşamasında istenebilir.
3. Soru :Yoksulluk nafakası nedir? Hangi durumda ve ne zaman yoksulluk nafakasına karar verilir?
• Yoksulluk nafakası, boşanma sonucunda yoksulluğa düşecek eş lehine hükmedilen nafaka türüdür.
• Eşin lehine yoksulluk nafakasına hükmedilmesi için eşin kusursuz ya da daha az kusurlu olması gerekir.
• Eşlerden ikisi de eşit kusurlu ise yoksulluk nafakasına karar verilmemektedir.
• Her iki taraf da kusursuz ise boşanma sonucunda yoksulluğa düşecek eş lehine yoksulluk nafakasına hükmedilebilir.
4. Soru : Aile Mahkemesi kadına yoksulluk nafakası ödenmesine karar verirse bu nafaka ne zamana kadar devam eder? Nafakayı kaldırma ihtimali var mıdır? Şartları nelerdir ?
İrat biçiminde (örneğin aylık ödeme şeklinde) ödenen nafaka, ,
• alacaklı tarafın başkasıyla evlenmesi
• ya da taraflardan birinin ölümü halinde kendiliğinden kalkar;
• alacaklı tarafın evlenme olmaksızın başkasıyla fiili evliymiş gibi yaşaması hali, yoksulluğunun ortadan kalkması
• ya da haysiyetsiz hayat sürmesi halinde aile mahkemesi kararıyla ortadan kaldırılabilir.
5. Soru :Boşanma davasında nafaka istenmedi ise boşandıktan sonra isteme hakkım var mı?
• Buna hakkınız var. Ancak bu hakkınız boşanma davası kesinleştikten 1 yıl sonra zamanaşımına uğrar. Zira kanun boşanmış kişilerin daha fazla karşı karşıya gelmelerini istememiştir.
6. Soru: Boşanmadan sonra açılacak nafaka davaları nerede açılır?
• Dava nafaka alacaklısının talep eden kişinin yerleşim yerinde açılır.
7. İştirak nafakası nedir? Hangi durumda ve ne zaman iştirak nafakasına karar verilir?
Hakim , velayetlerini kendisine verilmediği ortak çocukların eğitim sağlık bakım ihtiyaçlarının giderilmesi amacıyla , velayet verilmeyen eşin iştirak nafakası ödemesine karar verir. İştirak nafakası yoksulluk nafakası gibi mahkeme kararının kesinleşmesi tarihinden itibaren başlar. Kural olarak çocuklar reşit olunca iştirak nafakası biter. Ancak çocukların eğitimleri devam ediyorsa eğitimleri bitene kadar nafaka devam eder. Kız çocuklarında ise evleninceye kadar iştirak nafakası devam eder.
8. Soru : Hakim , nafakaya hükmederken nafaka miktarını hangi kritere göre belirler ?
Hakim , nafakaya karar verirken tarafların sosyal ve ekonomik durumlarını , gelirlerini , giderlerini , yaşam seviyelerini , bakmakla yükümlü oldukları kişiler olup olmadığını dikkate alır. Bunun sonucunda nafakaya karar verir. Hakim her dosyanın kendi özelliklerine göre nafaka tayin eder.
Eğer çocuk için ise ; Nafaka miktarı, çocuğun ihtiyaçları ile ana ve babanın hayat koşulları ve ödeme güçleri dikkate alınarak belirlenir. Nafaka miktarının belirlenmesinde çocuğun gelirleri de göz önünde bulundurulur.
Nafaka her ay peşin olarak ödenir.
Hâkim istem hâlinde, irat biçiminde ödenmesine karar verilen nafakanın gelecek yıllarda tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına göre ne miktarda ödeneceğini karara bağlayabilir.
9. Soru : Nafaka topluca ödenebilir mi?
Hakimin takdiri nafakanın irat (gelir) şeklinde ödenmesi ise toplu ödeme mümkün değildir. Böyle bir durumda nafaka dönemsel olarak (genelde aylık) ödenir. Ancak bazen hakimin nafakanın toplu ödenmesine karar verdiği durumlarda toplu ödeme yapılabilir.
10. Soru :Nafakanın arttırılması mümkün müdür?
Kendisine nafaka hükmedilen eş boşanma davası kesinleştikten (bittikten) sonra ekonomik durumunun değiştiğini mevcut nafakanın geçimini sağlamaya yetmediğini belirterek nafakanın artırılması davası açabilir. Hakim tarafların her iki davadaki sosyal ekonomik durumlarını değerlendirerek mevcut nafakanın yetersiz olduğu kanaatine varırsa nafakanın arttırılmasına karar verebilir.
11. Soru :Nafaka hangi durumlarda düşürülebilir ?
Nafaka yükümlüsü eş , ekonomik şartlarının değiştiğini ödediği miktarın geçimini ve ihtiyaçlarını zora soktuğunu bununla birlikte karşı tarafın ekonomik şartlarında iyileşme olduğunu ileri sürerek nafakanın kaldırılmasını ya da miktarın indirilmesini talep edebilir. Hakim yine tarafların boşanma anındaki şartları ile artırım davası açıldığı andaki şartlarını değerlendirerek karar verir.
12. Soru :İştirak nafakası , hangi durumda sona erer?
Velayetin bir ebeveynden alınarak diğerine verilmesi halinde yani velayet hakkının sona ermesi halinde sona erer.
13. Soru: Yoksulluk nafakası nedir? Yükümlünün kusuru aranır mı? Koşulları nelerdir? Ne zaman kalkar?
Yoksulluk nafakası
MADDE 175.- Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla geçimi için diğer taraftan malî gücü oranında süresiz olarak nafaka isteyebilir.
Nafaka yükümlüsünün kusuru aranmaz.
Yoksulluk nafakası ise nafaka ödeyen tarafın açtığı nafakanın kaldırılması davası sonucunda Aile Mahkemesi hakiminin kararı ile sona erer.
İrat biçiminde ödenmesine karar verilen maddî tazminat veya nafaka, alacaklı tarafın yeniden evlenmesi ya da taraflardan birinin ölümü hâlinde kendiliğinden kalkar; alacaklı tarafın evlenme olmaksızın fiilen evliymiş gibi yaşaması, yoksulluğunun ortadan kalkması ya da haysiyetsiz hayat sürmesi hâlinde mahkeme kararıyla kaldırılır.
14. Soru: Yoksulluk nafakası arttırılıp azaltılabilir mi? Ve ilk defa verilirken gelecek yıllarda arttırım şartı karara eklenebilir mi?
Tarafların malî durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hâllerde iradın artırılması veya azaltılmasına karar verilebilir.
Hâkim, istem hâlinde, irat biçiminde ödenmesine karar verilen maddî tazminat veya nafakanın gelecek yıllarda tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına göre ne miktarda ödeneceğini karara bağlayabilir.
15. Soru: Tedbir nafakası ne zaman kalkar?
Tedbir nafakasına boşanma davasında karar verilmiş ise hakimin boşanmaya karar vermesi ve bu boşanma kararının kesinleşmesi ile söz konusu nafaka sona erer.
Eğer boşanma davasında boşanmaya karar verilmemişse hakimin takdir edeceği süreye kadar tedbir nafakası devam eder. Eğer tedbir nafakasının devam edeceği süre belirlenmemişse, nafaka red kararının kesinleşmesi ile sona erer.
16. Soru:Evlilik birliği devam ederken yükümlülüklerine uymayan eş için boşanma davası açmaksızın nafaka davası açmak mümkün müdür?
Boşanma davası açılmaksızın tedbir nafakası davası açılmış ise hakimin belirleyeceği süreye kadar süre belirlenmemişse tarafların boşanmasına kadar ya da talep halinde hakim kararı ile kaldırılmasına karar verilinceye kadar devam eder.
Eşler birlikte yaşarken
MADDE 196.- Eşlerden birinin istemi üzerine hâkim, ailenin geçimi için her birinin yapacağı parasal katkıyı belirler.
Eşin ev işlerini görmesi, çocuklara bakması, diğer eşin işinde karşılıksız çalışması, katkı miktarının belirlenmesinde dikkate alınır.
17. Soru: Reşit çocuklar eğitimleri devam ediyorsa nafaka davası açabilir mi bu hangi tür nafakadır?
Yardım nafakasıdır.
18. Mahkeme tarafından lehinize ya da velayeti geçici olarak sizde olduğuna karar verilen çocuklarınız lehine hükmedilen tedbir nafakası, ödemekle yükümlü eş tarafından ödenmezse bu alacağın tahsili ne şekilde yapılır?
Nafakaya ilişkin kararı yerine getirmeyen borçlu aleyhine icra takibi başlatılıp maaş haczi istenebilir, maaşı bulunmuyorsa maddi malvarlığı, menkul gayrimenkul araç kayıtları ve varsa 3. Kişilerdeki alacakları üzerine gidilebilir. Tedbir nafakasına mahkemece ne zaman hükmedilirse hükmedilsin başlangıcı dava tarihi olacaktır yani tedbir nafakası geriye yürüyecek dava tarihinden itibaren icraya konu edilecektir.
19. Mahkeme tarafından lehinize ya da velayeti geçici olarak sizde olduğuna karar verilen çocuklarınız lehine hükmedilen tedbir nafakası, ödemekle yükümlü eş tarafından ödenmezse ödemekle yükümlü eş aleyhine cezai takibat başlatabilir miyiz?
2004 sayılı Kanun md. 344 (Değişik madde: 31/05/2005 – 5358 S.K./15. md.)
Nafakaya ilişkin kararların gereğini yerine getirmeyen borçlunun, alacaklının şikayeti üzerine, üç aya kadar tazyik hapsine karar verilir.
20. Çocuk için nafakada güvence istemek mümkün mü?
VII. Güvence verilmesi MADDE 334.- Ana ve baba nafaka yükümlülüklerini sürekli olarak ve ısrarla yerine getirmezlerse ya da kaçma hazırlığı içinde bulundukları, mallarını gelişigüzel harcadıkları veya heba ettikleri kabul edilebilirse hâkim, gelecekteki nafaka yükümlülüklerine ilişkin olarak uygun bir güvencenin sağlanmasına veya gerektiğinde diğer önlemlerin alınmasına karar verebilir.
21. Soybağı istemi ile birlikte nafaka isteniyorsa nafaka hemen bağlanır mı?
VI. Geçici önlemler
1. Genel olarak
MADDE 332.- Nafaka davası açılınca hâkim, davacının istemi üzerine dava süresince gerekli olan önlemleri alır.
Soybağı tespit edilirse, davalının, uygun nafaka miktarını depo etmesine veya geçici olarak ödemesine karar verilebilir.
2. Babalığın tespitinden önce
MADDE 333.- Babalık davası ile birlikte nafaka istenir ve hâkim, babalık olasılığını kuvvetli bulursa, hükümden önce çocuğun ihtiyaçları için uygun bir nafakaya karar verebilir.
22. Yardım nafakası nedir?
MK md 364/1’ e göre herkes yardım etmediği takdirde yoksulluğa düşecek olan kardeşlerine , üst soyuna (annesine , babasına ve dede ve ninelerine ve bunların anne ve babalarına) ve altsoyuna (çocuklarına, torunlarına ve bunların çocuklarına) nafaka vermekle yükümlüdür.
Yardım Nafakası Davasının Koşulları Şunlardır:
1-Ergin (reşit) olan çocuk dava açarak yardım nafakası talep etmiş olmalıdır.
2-Ergin (reşit) olan çocuk yardım nafakası almadığı takdirde yoksulluğa düşecek olmalıdır.
Ergin olan çocuk eğitimine devam ediyorsa veya yüksek lisans yapıyorsa veya üniversite sınavına hazırlanıyorsa yardım nafakası isteyebilir. Mahkemece verilmiş yardım nafakası talep edilmesi halinde arttırılabilir.
23. Kardeşler alt ve üst soy da nafaka isteyebilir mi?
Nafaka yükümlüleri
MADDE 364.- Herkes, yardım etmediği takdirde yoksulluğa düşecek olan üstsoyu ve altsoyu ile kardeşlerine nafaka vermekle yükümlüdür.
Kardeşlerin nafaka yükümlülükleri, refah içinde bulunmalarına bağlıdır.
Eş ile ana ve babanın bakım borçlarına ilişkin hükümler saklıdır.
B. Dava hakkı
MADDE 365.- Nafaka davası, mirasçılıktaki sıra göz önünde tutularak açılır.
Dava, davacının geçinmesi için gerekli ve karşı tarafın malî gücüne uygun bir yardım isteminden ibarettir.
Nafakanın, yükümlülerin bir veya bir kaçından istenmesi hakkaniyete aykırıysa hâkim, onların nafaka yükümlülüğünü azaltabilir veya kaldırabilir.
Dava, nafaka alacaklısına bakmakta olan resmî veya kamuya yararlı kurumlar tarafından da açılabilir.
Hâkim, istem hâlinde, irat biçiminde ödenmesine karar verilen nafakanın gelecek yıllarda tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına göre ne miktarda ödeneceğini karara bağlayabilir.
Yetkili mahkeme, taraflardan birinin yerleşim yeri mahkemesidir.
C. Korunmaya muhtaç kişiler
MADDE 366.- Korunmaya muhtaç kişilerin bakımı, bununla yükümlü kurumlar tarafından sağlanır. Bu kurumlar, yaptıkları masrafları nafaka yükümlüsünden isteyebilir.
‘Haklı nedeni olmaksızın süresinde CEVAP DİLEKÇESİ VERMEYEN ARTIK DELİL GÖSTEREMEZ’
Taraflar arasındaki “boşanma ve fer’ileri” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Denizli 2. Aile Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 19.12.2012 gün ve 2012/455 E., 2012/1020 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2.Hukuk Dairesinin 27.06.2013 gün ve 2013/5480 E., 2013/18157 K. sayılı ilamı ile;
(…Davalı, davaya cevap vermemiş, ön inceleme duruşmasında “boşanmak istemediğini” ifade etmiştir. Mahkemece, ön inceleme duruşması sonucunda “tahkikata geçilmesine” karar verilip, davacının daha önceden göstermiş olduğu delillerin toplanmasına karar verildiği halde, davalıya delil göstermesi ve delillerini sunması için imkan tanınmamış, tahkikat için belirlenen duruşmada davacının gösterdiği deliller toplanıp, sonuca gidilmiştir.
Davalının, davaya cevap vermemiş olması, ön incelemede uyuşmazlık konularının belirlenmesinden sonra bu konulara ilişkin delil gösterme ve sunma hakkını ortadan kaldırmaz.
Davaya süresinde cevap vermemiş olan davalı, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamını inkar etmiş sayılır. (HMK.md.128) Durum böyle olmakla birlikte, süresinde davaya cevap vermeyen davalı, diğer tarafın kusurlu olduğuna yönelik bir vakıa ileri süremez ise de, kötüye kullanılmadıkça onun ileri sürdüğü vakıaları çürütmeye yönelik delil bildirebilir.
Bu bakımdan davalıya açıklanan çerçevede kanunda belirtilen süre içinde olmak şartıyla delil gösterme hakkı tanınmalıdır. Aksinin kabulü, cevap süresini bir kez kaçırmış veya davaya süresinde cevap vermemiş olan davalıya savunmasını ispat etme hakkını tanımamak olur. Bu ise usul hukukunun vazgeçilmez bir ilkesi olan “hukuki dinlenilme hakkını” (HMK.md.27) ortadan kaldırır.
Öyleyse, davalıya yukarıda belirtilen çerçevede delil göstermesi için süre verilmesi, gösterdiği taktirde delillerin toplanması ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek hasıl olacak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile hüküm kurulması doğru bulunmamıştır…) gerekçesiyle oyçokluğu ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN: Davalı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 166/1. maddesi uyarınca evlilik birliğinin sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat istemlerine ilişkindir. Davacı (kadın) vekili, davalının evlilikleri boyunca müvekkiline hakaret ettiğini, şiddet uyguladığını, yaralama eylemleri nedeniyle iki ayrı ceza davası açıldığını ileri sürerek, tarafların boşanmalarına, çocuğun velayetinin anneye verilmesine, tedbir, iştirak, yoksulluk nafakası ile maddi ve manevi tazminata karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı asil, cevap dilekçesi vermemiştir. Katıldığı ön inceleme duruşmasında, boşanmak istemediğini beyan etmiştir.
Yerel Mahkemece, davalının evlilik birliğinin devamı süresince davacıya şiddet uyguladığı, evinin geçim yükümlülüğünü yerine getirmediği, en son şiddet uygulaması üzerine tarafların ayrı yaşamaya başladıkları, bu haliyle davalının tam kusurlu hareketleri nedeniyle evlilik birliğinin temelinden sarsıldığı gerekçesiyle tarafların boşanmalarına ve fer’ilerine karar verilmiştir.Davalı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde gösterilen nedenlerle bozulmuş, yerel mahkemece, önceki kararda direnilmiştir.
Hükmü temyize davalı vekili getirmiştir.
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; yasal süresinde davaya cevap vermeyen davalının, kötüye kullanılmadıkça davacı tarafın ileri sürdüğü vakıaları çürütmeye yönelik delil bildirip bildiremeyeceği, cevap dilekçesiyle delil bildirmeyen davalıya ön inceleme duruşmasında belirlenen uyuşmazlık konusunda delil bildirmesi için süre verilmesinin gerekip gerekmediği, varılacak sonuca göre somut olayda davalıya delil göstermesi için süre verilerek gösterdiği takdirde delilleri toplanarak hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle, uyuşmazlığa etkili olan hukuk ilkelerinin ve mavzuatın açıklanmasında yarar bulunmaktadır. Anayasanın 90. maddesinin beşinci fıkra hükmü uyarınca, milletlerarası antlaşma hükümlerinin esas alınacak olması nedeniyle ilk olarak belirtilmesi gerekir ki; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının en önemli unsurlarından bir tanesi de yargılamanın “makul bir süre içinde” bitirilmesi ilkesidir.
Bu bağlamda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), devletlerin yargısal sistemlerini AİHS’nin 6. maddesinde yer alan şartlara göre makul bir sürede yargılama dahil olmak üzere uyacak şekilde düzenlemek ile görevli olduğunu belirtmiştir (AİHM, Zimmerman ve Steiner –İsviçre, 13 Temmuz 1983, 29. paragraf).
Bir davaya taraf olan herkesin karşı taraf karşısında kendisini önemli bir dezavantajlı konumda bırakmayacak şartlarda, iddialarını mahkemeye sunabilmesi için makul bir fırsata sahip olabilmelidir (AİHM, De Haes ve Gijsels-Belçika, 24 Şubat 1997).
Aynı şekilde, tarafların gösterilen tüm delillerden haberdar olması ve görüş bildirebilmesi de adil yargılanma hakkı kapsamında gözetilmesi gereken ilke olarak belirtilmiştir (AİHM, Borgers-Belçika, 30 Ekim 1991).
Anayasanın 141. maddesinde de “davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir” denilmek suretiyle davaların makul bir süre içerisinde bitirilmesi gerekliliği açıkça düzenlenmiştir.
Açıklanan bu ilkelere paralel olarak 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)’da yargılamanın makul sürede bitirilmesini sağlamak amacıyla düzenlemeler yapılmış ve bu amaca ulaşılabilmesi için önemli bir katkı sağlayan delillerin bildirilme zamanı özel olarak düzenlenmiştir.
Delillerin belirli bir zaman dilimi içinde gösterilip sunulması yargılamayı çabuklaştıracak olmasının yanı sıra, taraflara da gösterilen delillerden haberdar olarak zamanında bunlara karşı delil veya görüş bildirebilme imkânı tanıyacak, böylece uyuşmazlıklar en kısa sürede adilane çözüme kavuşacaktır.
Bu aşamada, 6100 sayılı HMK’nın delillerin ibrazıyla ilgili hükümlerini değerlendirmek gereklidir. HMK’nın 119/1-(f) hükmü uyarınca, gerek yazılı gerekse basit yargılama usulünde, iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin, dava dilekçesinde belirtilmesi gerekir.
Maddenin gerekçesinde bu gerekliliğin, 6100 sayılı HMK’nda bir yenilik olarak düzenlendiği ifade edilmiştir. Böylece, özellikle ispat konusunda davaların usul ekonomisi ilkesine uygun bir biçimde, makul bir sürede sonuçlanması hedeflenmiştir.
Delillerin bildirilmesi hakkındaki bu düzenleme, Kanunumuzda kabul edilen somutlaştırma yükünün de bir gereğidir (Hakan Pekcanıtez, Oğuz Atalay, Muhammet Özekes, Medeni Usul Hukuku, Ankara 2013, 14. Bası, s. 506).
Dava dilekçesinin davalıya tebliğinde, davalının iki hafta içinde davaya cevap verebileceğinin ihtarının gerektiği HMK’nın 122. maddesinde düzenlendikten sonra aynı süreye “cevap dilekçesini verme süresi” başlıklı 127. maddesinde tekrar yer verilerek “Cevap dilekçesini verme süresi, dava dilekçesinin davalıya tebliğinden itibaren iki haftadır…” şeklinde düzenleme yapılmıştır.
Bu aşamada vurgulamak gerekir ki; HMK’nın 122. maddesinin gerekçesinde de belirtildiği üzere cevap süresi, Kanun tarafından düzenlenmiş kesin bir süre hâline getirilmiştir.
Bu hakkını kullanmayan, yani süresi içinde cevap dilekçesi vermemiş olan davalı, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamını inkâr etmiş sayılacaktır (HMK. m.128).
6100 sayılı HMK’nın “Cevap dilekçesinin içeriği” başlığını taşıyan 129. maddenin 1. fıkrasının (e) bendinde savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin cevap dilekçesinde bulunması gerektiği belirtilmiştir.
Tarafların ikinci dilekçelerini verme usulleri de ayrıntılı olarak düzenlenmiş olup, davacının, cevap dilekçesinin kendisine tebliğinden itibaren iki hafta içinde cevaba cevap dilekçesini; davalının da davacının cevabının kendisine tebliğinden itibaren iki hafta içinde ikinci cevap dilekçesini verebileceği belirlenmiştir (HMK. m. 136).
Hemen belirtilmelidir ki, hem dava dilekçesinde hem de cevap dilekçesinde gösterilen ve tarafın elinde bulunan belgelerin dilekçeye eklenerek mahkemeye sunulması, başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunludur (HMK. m. 121, 129/2).
Ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir. Bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi hâlinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir (HMK. m.140/5).
Bu madde metninde vurgulanması gereken husus “dilekçelerinde gösterdikleri” ibaresinin kullanılmış olmasıdır.
6100 sayılı HMK’nın 140. maddesinin gerekçesinde belirtildiği üzere taraflar, delil olarak dayandıkları belgeleri dilekçelerine ekleyerek vermek ya da başka yerden getirilecekse, bunu belirtmek zorundadırlar. Şayet taraflar, bu konuda yapmaları gereken işlemleri eksik bırakmışlarsa, tahkikata başlamadan önce, taraflara son kez kısa bir süre verilerek bu eksiklikleri tamamlamaları düşünülmüştür. Taraflar bu şanslarını da doğru kullanamazlarsa, artık tahkikat mevcut delillerle yürütülecek ve tarafların o delile dayanmaktan vazgeçtikleri kabul edilecektir.
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun sisteminde, ön inceleme duruşmasında tayin edilen kesin süreye uyulmaması, vazgeçme yaptırımına bağlanarak, davayı uzatıcı bu kötüniyetli davranışlar engellenmeye çalışılmıştır. Zira, dilekçelere eklenip sunulmamış, daha sonra ön incelemede ek olarak bildirilen süre içinde de verilmemiş delillere, tahkikat içinde kural olarak (m. 145, c. 1) dayanılamaz. Tahkikatın amacı, kural olarak delil toplamak değil, delilleri incelemek ve değerlendirmektir; aksi halde tahkikat tamamlanamaz ve yargılama uzar. Bu sebeple, 145. maddede belirtilen ve tarafın etki alanı dışında kalan çok özel durumlar dışında, sonradan delil sunulması halinde bu deliller dikkate alınmamalıdır (Hakan Pekcanıtez, Oğuz Atalay, Muhammet Özekes, Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı, Ankara 2015, 3. Bası, s. 328, 332).
Dilekçelerin teatisi aşamaları bu şekilde net sürelere bağlı olarak düzenlendikten sonra yasa koyucu, “delil” bildirmenin “süreye” bağlı olduğunu tekrar vurgulayan 145. maddeye yer vermiştir. Anılan hüküm aynen; “Taraflar, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler. Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.” şeklindedir.
Yukarıda belirtilen hükümlerden de anlaşılacağı üzere gerek davacı gerekse davalı bakımından delil gösterme ile delil sunma ayrı olarak ele alınmış; dava ve cevap dilekçelerinde iddia edilen vakıaların hangi delillerle ispatlanacağının belirtilmesi zorunluluğundan söz edildikten sonra, eldeki belgelerin dilekçelere eklenmesi, elde bulunmayan belgeler için ise nereden getirtileceği konusunda bilgi verilmesi gerektiği açıkça öngörülmüştür. HMK’nın 140/5. maddesinde de dilekçelerde belirtilen ve fakat henüz sunulmayan belgelerin süresinde sunulmaması halinde uygulanacak yaptırımı açıklamıştır.
Tekrar edilmesinde yarar vardır ki; yasa koyucu, tarafların, kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremeyecek olmalarını emredici bir düzenlemeyle (m.145) benimsedikten sonra, bunun istisnalarını da belirtmiştir. Buna göre, ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilecektir.
Bu aşamada bir diğer istisnai hükmün açıklanması gereklidir. O da “iddia ve savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesi” başlıklı 141. madde hükmü olup, yasa hükmü; “(1) Taraflar, cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçeleri ile serbestçe; ön inceleme aşamasında ise ancak karşı tarafın açık muvafakati ile iddia veya savunmalarını genişletebilir yahut değiştirebilirler. Ön inceleme duruşmasına taraflardan biri mazeretsiz olarak gelmezse, gelen taraf onun muvafakati aranmaksızın iddia veya savunmasını genişletebilir yahut değiştirebilir. Ön inceleme aşamasının tamamlanmasından sonra iddia veya savunma genişletilemez yahut değiştirilemez. (2) İddia ve savunmanın genişletilip değiştirilmesi konusunda ıslah ve karşı tarafın açık muvafakati hükümleri saklıdır.” şeklindedir.
Anılan maddenin gerekçesinde belirtildiği üzere; tarafların karşılıklı dilekçelerini verdikleri aşamada, herhangi bir sınırlamaya bağlı olmadan uyuşmazlığın genel çerçevesi içinde iddia ve savunmalarını değiştirebilecekleri kabul edilmiştir ….şüphesiz bu imkan, sadece cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesi için söz konusudur. İkişer dilekçeden sonra, hangi ad altında olursa olsun verilecek dilekçeler, sınırlama ve yasak kapsamında kabul edilmelidir. Ön inceleme aşamasında, ancak karşı tarafın açık muvafakati (veya ön inceleme duruşmasına taraflardan birisinin mazeretsiz gelmemesi) durumunda iddia veya savunmaların genişletilmesi yahut değiştirilmesi kabul edilmiştir.
Görüldüğü üzere, 6100 sayılı HMK’nın sistematiği içinde; tahkikat aşamasına geçilmezden evvel tarafların uyuşmazlık konularının ve bu uyuşmazlıkların çözümü için ileri sürdükleri delillerin daha işin en başında belirlenerek tahkikatın etkin bir şekilde yapılmasının hedeflendiği anlaşılmaktadır.
Bu itibarla, yukarıda ayrıntılı olarak açıklanan hususların özetlenmesi gerekirse; AİHS’nin 6.maddesinde düzenlenen adil yargılamanın etkin ve makul bir süre içinde bitirilmesi için 6100 sayılı HMK’da düzenlemelere yer verilmiş olup, bu bağlamda delil gösterilmesi dilekçelerin teatisi (dava, cevap, cevaba cevap ve ikinci cevap) aşamasına hasredilmiştir. Tarafların, Kanunda belirtilen bu sürelerden sonra delil gösterebilmeleri ancak iki yasa maddesinde belirtilen hallerle sınırlıdır. Onlar da; iddia ve savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesini düzenleyen 141. madde ile sonradan delil gösterilmesinin hüküm altına alındığı 145. maddedeki durumlardır.
Bu açıklamalar ışında somut olay incelendiğinde; davalının cevap dilekçesi vermediği hususunda bir tartışma bulunmamaktadır. Dava dilekçesinin usule uygun ihtar içerir şekilde tebliğinden sonra iki haftalık süre içerisinde delillerini bildirmeyen davalının sonradan delil gösterebilmesi için HMK’nın 145. maddesinde belirtilen istisnai hallerin mevcudiyeti de somut olayda ileri sürülmüş değildir. İddia ve savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesini düzenleyen 141. madde koşulları da oluşmamıştır. Kaldı ki somut olayda davalı, cevap ve delil bildirmek için mehil talebini 18.09.2012 tarihli ön inceleme duruşmasından sonra tahkikat aşamasında 02.11.2012 tarihli duruşmada ileri sürmüştür.
BU DURUMDA; DAVA DİLEKÇESİNİN DAVALIYA 31.05.2012 TARİHİNDE USULÜNE UYGUN BİR ŞEKİLDE TEBLİĞ EDİLMESİNDEN SONRA SÜRESİ İÇERİSİNDE CEVAP DİLEKÇESİ VERİLMEDİĞİNDEN SAVUNMANIN DAYANAĞI OLARAK SÜRESİNDE İLERİ SÜRÜLEN BİR DELİL (HMK. M. 129/1-E) BULUNMADIĞINDAN YEREL MAHKEMENİN DAVALIYA DELİL GÖSTERMESİ İÇİN SÜRE VERMESİNE YASAL OLARAK İMKÂN BULUNMADIĞININ KABULÜ GEREKİR.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce, dava dilekçesindeki talepler arasında müşterek çocuğun velayetinin anneye verilmesi isteminin de bulunduğu, kamu düzenine ilişkin bu talep nedeniyle davalı delillerinin toplanmasına imkân tanınmasının gerektiği ifade edilmiş, bir kısım üyeler tarafından ise; süresinde davaya cevap vermeyen davalının, diğer tarafın kusurlu olduğuna yönelik bir vakıa ileri süremez ise de, kötüye kullanılmadıkça onun ileri sürdüğü vakıaları çürütmeye yönelik delil bildirebileceği, aksinin kabulünün, cevap süresini kaçırmış veya davaya süresinde cevap vermemiş olan davalıya savunmasını ispat etme hakkını tanımamak olacağı, bunun ise hukuki dinlenilme hakkını ortadan kaldıracağı belirtilmiş, bazı üyelerce de; uyuşmazlık ön inceleme duruşmasında belirlendiği için tarafların delillerini göstermeleri gereken (son) tarihin, dava veya cevap dilekçesi değil, hakimin HMK’nın l40/5. madde hükmü uyarınca taraflara vereceği iki haftalık kesin sürenin son günü olduğu ileri sürülmüş ise de, Kurul çoğunluğunca bu görüşler yukarıda açıklanan gerekçelerle kabul edilmemiştir.
Hal böyle olunca; süresinde cevap dilekçesi vermeyerek delillerini bildirmeyen davalı tarafın yasal süre geçtikten sonra delil bildirme talebinin reddinin gerektiğine ilişkin olarak verilen Yerel Mahkeme direnme kararı yerindedir.
Ne var ki, esasa ilişkin temyiz itirazları Özel Dairece incelenmediğinden, bu konuda inceleme yapılmak üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme uygun bulunduğundan davalı vekilinin işin esasına yönelik diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 2. Hukuk Dairesine GÖNDERİLMESİNE, 20.04.2016 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2013/11-1137
K. 2015/551
T. 21.1.2015
• İTİRAZIN İPTALİ ( Ödenmeyen Limited Şirket Müdürlük Ücretinin Tahsili Amacıyla Yapılan İlamsız İcra Takibine – Davacının Davaya Konu Ücret Alacağına İlişkin Aylarda Fiilen Davalı Şirkette Çalışıp Çalışmadığı Yaptığı Bir Hizmetin Olup Olmadığı Hususları Araştırılarak Sonuca Gidilmesi Gerektiği )
• LİMİTED ŞİRKET MÜDÜRLÜK ÜCRETİ ( İtirazın İptali – Davacının Davaya Konu Ücret Alacağına İlişkin Aylarda Fiilen Davalı Şirkette Çalışıp Çalışmadığı Yaptığı Bir Hizmetin Olup Olmadığı Söz Konusu Dönemde Müdürlük Görevini Yerine Getirip Getirmediği Hususlarının Araştırılması Gerektiği )
• SAVUNMANIN GENİŞLETİLMESİ ( İkinci Cevap Dilekçesinin Davacı Vekiline Tebliğ Edildiğine İlişkin Bilgi Bulunmamakla Birlikte Davalı Vekilince Temyiz Dilekçesinde de İleri Sürülmesine Rağmen Davacı Vekili Dilekçedeki Beyanlara Karşı Süresi İçerisinde Savunmanın Genişletilmesi İtirazında Bulunmamasının Dikkate Alınması Gerektiği )
• FİİLİ ÇALIŞMA ( İtirazın İptali – Davacının Davaya Konu Ücret Alacağına İlişkin Aylarda Fiilen Davalı Şirkette Çalışıp Çalışmadığı Yaptığı Bir Hizmetin Olup Olmadığı Söz Konusu Dönemde Müdürlük Görevini Yerine Getirip Getirmediği Hususları Araştırılarak Kararlaştırılan Ücrete Hak Kazanıp Kazanmadığının Tespiti Gerektiği )1086/m.202-6100/m.141
ÖZET : Dava, ödenmeyen limited şirket müdürlük ücretinin tahsili amacıyla yapılan ilamsız icra takibine itirazın iptali istemine ilişkindir. Somut olayda, davalı vekili ikinci cevap dilekçesi ile davacının şirketle olan çalışmasını sona erdirdiğini, bu tarihten itibaren şirketin yönetimi ile ilgili işlemlerin şirketi temsile yetkili diğer müdür tarafından yerine getirildiğini, ayrıca davacının belirtilen tarihten sonra davalı şirkette fiilen çalıştığına ilişkin herhangi bir delil de sunamadığını ileri sürmüş, ancak bu dilekçenin davacı vekiline tebliğ edildiğine ilişkin bir bilgi bulunmamakla birlikte davalı vekili tarafından bu iddiaların temyiz dilekçesinde de ileri sürülmesine rağmen davacı vekili bu beyanlara karşı süresi içerisinde savunmanın genişletilmesi itirazında bulunmaması dikkate alınarak tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara göre, ‘müdür olarak tayin edilmiş bulunan davacının davaya konu ücret alacağına ilişkin aylarda fiilen davalı şirkette çalışıp çalışmadığı, yaptığı bir hizmetin olup olmadığı, sözkonusu dönemde müdürlük görevini yerine getirip getirmediği hususları araştırılarak sonucuna göre kararlaştırılan ücrete hak kazanıp kazanmadığı tespit edilerek karar verilmesi gerekirken’ önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
DAVA : Taraflar arasındaki “itirazın iptali” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir 5. Asliye Ticaret Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 26.02.2009 gün ve 2008/293 esas, 2009/39 karar sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 05.05.2011 gün ve 2009/6164 esas, 2011/5456 karar sayılı ilamı ile;
( … Davacı vekili, müvekkilinin davalı şirketten l3.07.2007 tarihinde hisselerini devretmek suretiyle ayrıldığını, şirket ortağı ve müdürü sıfatı ile görev ve sorumluluk taşıyan müvekkiline 2006 yılı Kasım ayından itibaren aylık net 3.500 Euro maaş ödenmesi hususunda ortaklar kurulu tarafından l8.l2.2006 tarihinde karar alındığını, bu karara istinaden 2007 yılı nisan ayı dahil olmak üzere ödemelerin gerçekleştirildiğini ancak bu tarihten müvekkilinin şirketten ve müdürlükten ayrıldığı tarih olan l3.07.2007’ye kadar tahakkuk eden alacağının ödenmediğini, davalı aleyhine başlatılan icra takibine karşı davalının itirazda bulunduğunu ileri sürerek, davalının itirazının iptali ile 8.503,43 Euro tutarındaki alacağın % 40 icra inkar tazminatı ve faiziyle birlikte davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, davacının müvekkili şirketteki hisselerinin tamamını bütün hak ve vecibeleri ile birlikte 13.07.2007 tarihinde devretmesi nedeniyle müvekkilinin davacıya herhangi bir borcunun kalmadığını, talep edilen miktarın kabulünün de mümkün olmadığını savunarak, davanın reddine ve % 40’dan aşağı olmamak üzere kötü niyet tazminatına karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece, iddia, savunma, bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamına göre, davacının davalı şirket müdürlüğünden kaynaklanan Mayıs ve Haziran ayları için ayrı ayrı 3.500 Euro ve 13 günlük Temmuz 2007 maaşıyla ilgili olarak da l.467,70 Euro alacağının kaldığı, toplamının 8.467,70 Euro olup, davacının bu miktar üzerinden talepte bulunabileceği gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile davalının takibe vaki itirazının 8.467,70 Euro üzerinden iptaline, takibin devamına, fazlaya ilişkin talebin reddine, asıl alacağa takip tarihinden itibaren kamu bankalarının Euro bazında uyguladığı en yüksek yıllık mevduat faizinin uygulanması ile fiili ödeme günündeki Merkez Bankasının Euro bazındaki satış kuru karşılığı TL olarak tahakkuk ettirilmesine, alacak likit nitelikte olduğundan İİK’nun 67. maddesi uyarınca %40 inkar tazminatı olan 6.035,00 TL’nin davalıdan alınmasına karar verilmiştir.
Kararı, davalı vekili temyiz etmiştir.
1- ) Dava dosyası içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre davalı vekilinin aşağıdaki bentler kapsamı dışında kalan ve yerinde görülmeyen diğer temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.
2- ) Dava, ödenmeyen müdürlük ücretinin tahsili istemine ilişkindir. Davacının davalı şirkette müdür olduğu dönemde şirket ortaklar kurulu tarafından alınan 08.12.2006 tarihli karar ile aylık 3.500 Euro maaş ödenmesine karar verildiği, 2007 yılı Nisan ayı dahil olmak üzere ödemelerin yapıldığı, davacının şirketteki tüm paylarını 13.07.2007 tarihinde devrederek ortaklıktan ayrıldığı anlaşılmış, işbu davada davacı Mayıs, Haziran ayları ile ayrıldığı Temmuz ayının 13 gününe isabet eden ücret ödemelerinin yapılmadığını ileri sürerek, anılan dönemlere ait ödenmeyen ücret tutarlarının tahsilini istemiştir. Davalı şirket ise yaptığı savunmalarda, davacının Nisan ayı sonu itibariyle şirket ile olan çalışmasını sona erdirdiğini, bu nedenle kendisine ödeme yapılmadığını bildirmiştir. Mahkemece, davaya konu Mayıs, Haziran ayları ile 13 günlük Temmuz ayı ücretlerine ilişkin alacağının kabulüne karar verilmiş ise de davalının anılan savunması üzerinde durulmamıştır.
Limited ortaklıklarda da uygulanması mümkün TTK’nun 333. maddesinde aksine esas mukavelede hüküm olmadığı takdirde idare meclisi azalarına her toplantı günü için bir ücret verileceği, ücret miktarının esas mukavelede tayin edilmemiş ise umumi heyetçe tayin olunacağı düzenlenmiştir. Huzur hakkı her toplantı için ayrı ayrı olabileceği gibi aylık olarak belirli bir ücret biçiminde de olabilir. Müdür olan ortak ile şirket arasında bir vekalet akdi meydana gelmekte olup, bu konuda uygulanması gereken Borçlar Kanunu’nun 386. maddesi uyarınca vekalet sözleşmesinin genelde bir hizmet sözleşmesi olduğu da nazara alındığında vekilin ücrete hak kazanması için çalışması gerekmektedir. Bu durumda somut olaya gelindiğinde müdür olarak tayin edilmiş bulunan davacının davaya konu ücret alacağına ilişkin aylarda fiilen davalı şirkette çalışıp çalışmadığı, yaptığı bir hizmetin olup olmadığı, sözkonusu dönemde müdürlük görevini yerine getirip getirmediği hususlarının araştırılarak sonucuna göre kararlaştırılan ücrete hak kazanıp kazanmadığının tespit edilerek buna göre karar verilmesi gerekirken anılan hususlar üzerinde durulmadan eksik incelemeye dayalı olarak hüküm tesis edilmesi doğru görülmemiş, kararın bu nedenle davalı yararına bozulması gerekmiştir.
3- ) Öte yandan, hükme esas alınan bilirkişi raporunda davacıya Ocak, Şubat, Mart ve Nisan aylarına ilişkin olarak yapılan ücret ödemelerinin dışında bir kısım ödemelerde daha bulunulduğu, bu ödemeler ile davacının bağlantısını kurmanın tüm belgeler sunulmadığından mümkün olmadığı belirtilmiş olmasına rağmen bu husus üzerinde de durulmamıştır. Bu durumda anılan dönemlerde şirket müdürlüğü görevini yürüten davacının anılan aylara ait müdürlük ücretlerinin dışında kendisine yapılan ödemelerin niteliğinin, neden yapıldığının açıklığa kavuşturulması, davacının yapılan ödemelerin davaya konu ücret alacağı ile ilgili olmayıp, başka bir alacaktan kaynaklandığını ileri sürmesi halinde bu yöndeki iddianın davacı tarafından ispat edilmesi gerektiği de nazara alınarak bu husus üzerinde durulması gerekirken anılan yönden bir inceleme yapılmaması da doğru görülmemiş, kararın bu nedenle de davalı yararına bozulması gerekmiştir.
SONUÇ : Yukarıda ( 1 ) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davalı vekilinin diğer temyiz itirazlarının reddine; ( 2 ) ve ( 3 ) numaralı bentlerde açıklanan nedenlerle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile kararın davalı yararına bozulmasına… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, ödenmeyen limited şirket müdürlük ücretinin tahsili amacıyla yapılan ilamsız icra takibine itirazın iptali istemine ilişkindir.
Yerel mahkemece, davanın kısmen kabulüne dair verilen karar davalı vekilinin temyizi üzerine, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde yazılı gerekçeyle bozulmuş; mahkemece önceki kararda direnilmiştir. Direnme kararını, davalı vekili temyize getirmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; müdür olarak tayin edilmiş bulunan davacının davaya konu ücret alacağına ilişkin aylarda fiilen davalı şirkette çalışıp çalışmadığı, yaptığı bir hizmetin olup olmadığı, söz konusu dönemde müdürlük görevini yerine getirip getirmediği hususlarının araştırılmasının gerekip gerekmediği, ayrıca, hükme esas alınan bilirkişi raporuna davalı tarafın itirazı olmaması da dikkate alınarak bilirkişi raporunda belirtilen davacıya Ocak, Şubat, Mart ve Nisan aylarına ilişkin olarak yapılan ücret ödemelerinin dışında bir kısım ödemelerde daha bulunulduğu, anılan aylara ait müdürlük ücretlerinin dışında kendisine yapılan ödemelerin niteliğinin, neden yapıldığının açıklığa kavuşturulmasının gerekli olup olmadığı noktalarında toplanmaktadır.
Öncelikle konunun aydınlatılması bakımından ‘savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağı’ ilkesi üzerinde durulmasında yarar bulunmaktadır.
Konuyla ilgisi bakımından 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 202. ( 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 141 ) maddesine değinmek gerekir.
Anılan Kanunun 202. maddesinde;
“Davalı cevap dilekçesinde karşılık dava da dahil olmak üzere bütün iddia ve savunmaları ile sebeplerini birlikte bildirmeye mecburdur.
Müddeaaleyh cevap layihasını hasmına tebliğ ettirdikten sonra onun muvafakatı olmaksızın müdafaa sebeplerini tevsi veya tebdil edemez. Ancak ıslah haliyle 186 ncı madde hükmü müstesnadır.” hükmü yer almaktadır.
Yukarıda belirtilen madde metninden anlaşılacağı üzere, davalı taraf cevap dilekçesinde tüm savunmalarını sebepleriyle bildirmek zorundadır. Cevap dilekçesinin davacıya tebliğinden sonra, savunma sebepleri genişletilemez ve değiştirilemez; eş söyleyişle, cevap dilekçesinde bildirilmeyen def’iler ileri sürülemez; ayrıca, cevap dilekçesindeki savunmanın dayandırıldığı olgular da genişletilemez ve değiştirilemez.
Öğreti ve uygulamada “savunmanın genişletilmesi yasağı” veya “savunmayı genişletme yasağı” olarak adlandırılan bu yasağın istisnaları da aynı maddede gösterilmiştir. Bunlar; davacının muvafakati, ıslah ve müddeabbihin temlikidir.
Somut olayda, davalı vekili ikinci cevap ( düplik ) dilekçesi ile davacının Nisan 2007 tarihi itibariyle şirketle olan çalışmasını sona erdirdiğini, bu tarihten itibaren şirketin yönetimi ile ilgili işlemlerin şirketi temsile yetkili diğer müdür tarafından yerine getirildiğini, ayrıca davacının belirtilen tarihten sonra davalı şirkette fiilen çalıştığına ilişkin herhangi bir delil de sunamadığını ileri sürmüş, ancak bu dilekçenin davacı vekiline tebliğ edildiğine ilişkin bir bilgi bulunmamakla birlikte davalı vekili tarafından bu iddiaların temyiz dilekçesinde de ileri sürülmesine rağmen davacı vekili bu beyanlara karşı süresi içerisinde savunmanın genişletilmesi itirazında bulunmaması dikkate alınarak tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararının 2. nolu bendinde açıklanan gerektirici nedenlere göre, ‘müdür olarak tayin edilmiş bulunan davacının davaya konu ücret alacağına ilişkin aylarda fiilen davalı şirkette çalışıp çalışmadığı, yaptığı bir hizmetin olup olmadığı, sözkonusu dönemde müdürlük görevini yerine getirip getirmediği hususları araştırılarak sonucuna göre kararlaştırılan ücrete hak kazanıp kazanmadığı tespit edilerek karar verilmesi gerekirken’ önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Diğer taraftan mahkemece yaptırılan bilirkişi incelemesinde, davacıya yapılan ücret ödemelerinin dışında bir kısım ödemelerin daha bulunduğu, bu ödemeler ile davacının bağlantısını kurmanın tüm belgeler sunulmadığından mümkün olmadığı bildirilmiştir. Davalı tarafından bilirkişi raporunda belirtilen bu konuda gerek cevap dilekçelerinde, gerekse bilirkişi raporuna karşı beyanında üzerinde durulmamış, bu husus yerel mahkeme kararını temyiz aşamasında ilk kez Özel Daire temyiz incelemesinde ileri sürülmüş ve buna karşı davacı tarafından verilen temyize cevap dilekçesinde bu hususun savunmanın genişletilmesi yasağı kapsamında kaldığı, ilk derece yargılaması aşamasında ileri sürülmeyen bu konunun temyiz incelemesi aşamasında ileri sürülmesinin mümkün olmadığı bildirilmiştir. Bu durumda davacının muvafakat etmediği bir hususun temyiz aşamasında da olsa ileri sürülmesi ve dikkate alınması olanaklı değildir. Bu nedenle Özel Daire bozma ilamının 3 nolu bendi yerinde olmadığından sözkonusu bendin bozma ilamından çıkartılması gerektiği görüşü benimsenmiştir.
O halde, yukarıda açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 21.01.2015 gününde oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2012/15-461
K. 2012/1104
T. 12.12.2012
• ESER SÖZLEŞMESİNDEN KAYNAKLANAN FAZLA ÖDEMENİN İSTİRDATI DAVASI ( Davalının Zamanaşımı Def’i/Davanın Esasına Cevap Verilmek Suretiyle Zamanaşımı Def’ine Zımnen Muvafakat Edildiğinin Kabulü – Savunmanın Genişletilmesi Yasağı Bulunmadığı )
• ZAMANAŞIMI DEF’İ NEDENİYLE GENİŞLETİLEN SAVUNMANIN ESASI HAKKINDA DAVACININ CEVAP VERMESİ ( Savunmanın Genişletilmesi Yasağının İstisnası Mahiyetindeki Zımni Muvafakat Sayılacağının Kabulü – Fazla Ödemenin İstirdatı Davası/Zamanaşımı Def’i )
• SAVUNMANIN GENİŞLETİLMESİ YASAĞININ İSTİSNASI ( Davacının Zımni Muvafakatı Bulunduğunun Kabulü – Yargılamanın Dördüncü Oturumunda Davacının Davanın Esasına İlişkin Cevapları Bulunduğu/Bu Şekilde Zamanaşımı Def’ine Zımnen Muvafakat Edildiği )
• ZAMANAŞIMI DEF’İNE ZIMNİ MUVAFAKAT EDİLMESİ ( Davacının Davanın Esası Hakkındaki Cevaplarının Gözetilmesi Gerektiği )
• DAVA ZAMANAŞIMI NEDENİYLE DAVANIN REDDİ ( İsabetsizlik Bulunmadığından Yerel Mahkemenin Direnme Kararının Onanacağı )1086/m. 195,202,187-818/m. 125,126/4
ÖZET : Dava, eser sözleşmesinden kaynaklanan fazla ödemenin istirdadı istemine ilişkindir.Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davalı tarafın süresinden sonra ileri sürdüğü zamanaşımı def’ine davacı tarafça zımnen onay verilip verilmediği ve yerel mahkemece davanın zamanaşımı nedeniyle reddine ilişkin kararının hukuki olup olmadığı noktasındadır.Öğreti ve uygulamada “savunmanın genişletilmesi yasağı” veya “savunmayı genişletme yasağı” olarak adlandırılan yasağın istisnaları davacının muvafakati, ıslah ve müddeabbihin temlikidir.Zamanaşamı def’inin, yukarıda belirtilen savunma dilekçesi aşaması geçildikten sonra ileri sürülmesi, savunmanın genişletilmesi vedeğiştirilmesi anlamına gelir. Bu durum ise, karşı tarafın izni ( açık veya zımni ) olmaksızın yada ıslah yoluna gidilmeksizin yapılırsa geçerli değildir.Savunmanın genişletilmesine muvafakat açık ( sarih ) olabileceği gibi, zımni de olabilir. Davalının savunmayı genişletmesi durumunda, davacı hemen buna ( yani savunmayı genişletmeye ) itiraz etmezse ve özellikle de genişletilen savunmanın esasına cevap verir ve bu savunmanın belli nedenlerle varit olmadığını ve olayda zamanaşımının dolmadığını bildirirse bu takdirde savunmayı genişletmeye zımnen muvafakat etmiş sayılır. Eldeki davada; davalı tarafından ileri sürülen zamanaşımı savunmasının incelenmesi gerekir. Yargılamanın dördüncü oturumunda yukarıda belirtilen iki ayrı dilekçe davacı vekiline oturum sırasında bir örneği tebliğ edildikten sonra aynen; “davacı vekilinden soruldu: Davalı tarafın delil listesini ve zaman aşımına ilişkin beyanlarını kabu| etmiyoruz, bildirilen deliller mahkemenizin 2002/262 E. sayılı dosyasında incelenmiş ve değerlendirilmiştir. Yüklenici firmanın kötü niyetli yada kusurlu olması halinde zamanaşımının on yıl olduğu yasa hükmüdür, bu nedenle davamızın kabulünü istiyoruz. Beklenen dosya temyiz incelemesinden geçmek suretiyle kesinleşmiştir.” şeklindeki sözlerle zamanaşımı savunmasının esasına ilişkin beyanda bulunulmuştur. Davalının savunmayı genişletmesi üzerine, davacı buna ( yani savunmayı genişletmeye ) karşı hemen itiraz etmez ve özellikle genişletilen savunmanın esasına ilişkin cevap verir ve bu savunmanın belli nedenlerle varit olmadığını ve olayda zamanaşımının dolmadığını bildirirse bu takdirde savunmayı genişletmeye zımnen muvafakat etmiş sayılır. Hal böyle olunca; yerel mahkemenin az yukarıda belirtilen maddi ve hukuki olguları gözeterek, davalının süresinden sonra ileri sürdüğü zamanaşımı def’ine davacı tarafın zımnen onay verdiği ve beş ( 5 ) yıllık dava zamanaşımı süresi dolduğu gerekçesiyle davanın reddine ilişkin karar vermesinde isabetsizlik bulunmadığından, usul ve yasaya uygun direnme kararının onanması gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki “istirdat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Menemen Asliye Hukuk Mahkemesince davanın zamanaşımı nedeniyle reddine dair verilen 10.03.2010 gün ve E:2009/83, K:2010/144 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 15.Hukuk Dairesinin 07.06.2011 gün ve 2011/1794-3339 sayılı ilamı ile;
( … Dava, eser sözleşmesinden kaynaklanan fazla ödemenin istirdadı istemine ilişkindir. Mahkemece davanın zamanaşımı nedeniyle reddine dair verilen karar, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Davalı şirketi temsilen şirket müdürü V. tarafından süresi içinde verilen cevap dilekçesinin birinci paragraf ile ikinci paragraf arasındaki boşluğuna bilgisayardan çıktı alındıktan sonra el yazısıyla “Davanın zamanaşımına uğraması nedeniyle davanın reddi gerekmektedir.” cümlesi yazılmak suretiyle ekleme yapılmıştır. Davacı vekili 10.03.2010 tarihli duruşmadaki beyanında; cevap dilekçesinin kendilerine tebliğ edilen nüshasında zamanaşımı definin yer almadığını, zamanaşımı defiyle ilgili el yazılı kısmın sonradan davalı şirket temsilcisi ya da vekili tarafından eklenmiş olabileceğini belirterek karşı çıkmış, kendilerine tebliğ edilen cevap dilekçesinin fotokopisini de delil olarak dosyaya ibraz etmiştir. Davacı vekilince ibraz olunan cevap dilekçesi incelendiğinde, gerçekten de zamanaşımı defiyle ilgili el yazılı kısmın dilekçede yer almadığı görülmüştür. HUMK.nın 298. maddesine göre çıkıntı, kazıntı ve silintiler ayrıca tasdik edilmemişse inkarı halinde yok sayılır. Dava dosyasındaki cevap dilekçesine el yazısıyla yapılan ekleme, davalı şirket temsilcisince paraf edilmek suretiyle tasdik edilmediğinden ve yapılan ekleme davacı vekilince inkar edildiğinden geçersiz olup yok hükmündedir. Bu durumda süresinde verilen cevap dilekçesi ile zamanaşımı definde bulunulmadığının kabulü gerekir. Davalı vekili bu defa 10 günlük yasal cevap süresi geçtikten sonraverdiği 03.12.2009 ve 03.02.2010 tarihli beyan dilekçeleriyle zamanaşımı definde bulunmuştur. Bu dilekçeler 03.02.2010 tarihli celsede okunup, aynı celsede birer örneği davacı vekiline tebliğ edilmiştir. Davacı vekili 03.02.2010 tarihli celsedeki beyanında “davalı tarafın zamanaşımına ilişkin beyanlarını kabul etmiyoruz” diyerek, takip eden 10.03.2010 tarihli celsedeki beyanında ise “davalı tarafın zamanaşımı defi esasa cevap süresi içinde ileri sürülmemiştir. Bu aşamadan sonra ileri sürülen zamanaşımı defini kabul etmiyoruz. Zamanaşımı defi süresinde değildir” diyerek savunmanın genişletilmesine muvafakat etmediğini bildirmiştir.
Zamanaşımı savunması, HUMK.nın 187. maddesinde yer alan ilk itirazlardan olmayıp, esasa ilişkin defi olduğundan yasal cevap süresi içinde ileri sürülme zorunluluğu yoktur. Ancak yasal sürede ileri sürülmeyen zamanaşımı defi daha sonra ileri sürülürse karşı taraf savunmanın genişletilmesi yasağı nedeniyle karşı koyabilir. Bu durumda zamanaşımı defi incelenemez ( HUMK.md.195, 202 ). Somut olayda, yasal cevap süresi geçtikten sonra bulunulan zamanaşımı define, savunmanın genişletildiği itirazında bulunularak muvafakat edilmemiştir. Bu durumda mahkemece zamanaşımı definin reddedilerek davanın esasının incelenmesi gerekirken, bu yön üzerinde durulmadan davanın zamanaşımı nedeniyle reddi doğru olmamış, kararın bozulması gerekmiştir… ),
Gerekçesiyle oyçokluğuyla bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, eser sözleşmesinden kaynaklanan fazla ödemenin istirdadı istemine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkili kooperatif ile davalı yüklenici arasında davacı kooperatife ait Koyundere, 2094 ve 2095 adada yapılacak inşaatla ilgili olarak tarihsiz I.Kısım ve 30.12.1997 tarihli II.Kısım inşaat sözleşmelerinin yapıldığını, her iki sözleşmenin eser sözleşmesi olduğunu, 10.05.1995 tarihinde yer gösterilmesiyle hukuki ilişkinin başladığını, davalı şirketin sözleşme şartlarına uymaması ve kötü niyetli davranarak kooperatifin mağduriyetine yol açması nedeniyle davacı kooperatifin Karşıyaka 1. Noterliğinin 01.03.2007 tarihli ve 02619 yevmiye sayılı ihbarnamesiyle sözleşmeleri haklı olarak feshettiğini, davacı kooperatifin eksik ve mükerrer gösterilen işler nedeniyle davalı şirket aleyhine alacak davası açtığını ve fazlaya ilişkin haklar saklı kalmak kaydıyla 10.000,00 TL alacağın tahsilinin talep edildiğini, Menemen Asliye Hukuk Mahkemesinin 2002/262 E., 2007/51 K. sayılı kararıyla davanın kabul edildiğini, bu dosyada davacı kooperatifin 140.501,25 TL alacaklı olduğunun tespit edildiğini ve fazlaya ilişkin haklarının saklı tutulmasına karar verildiğini, mahkeme hükmünün temyiz incelemesinden geçerek onandığını belirterek, 130.501,25 TL alacağın yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili ise, davanın reddini dilemiştir.
Mahkemenin, “davacı kooperatifin alacağının sözleşmenin feshedildiği 01.03.2002 tarihinde istenilebilir hale geldiği, bu tarihten itibaren dava konusu yapılmayan alacak için 5 yıllık zamanaşımı süresinin işlemeye devam ettiği ve zamanaşımı süresinin 01.03.2007 tarihinde sona erdiği dikkate alınarak, zamanaşımı nedeniyle” davanın reddine dair verdiği karar, davacı kooperatif vekilinin temyizi üzerine, Özel Dairece yukarıda yazılı gerekçeyle davacı yararına oyçokluğuyla bozulmuştur.
Yerel mahkemece, önceki gerekçesine ilave olarak “davacı vekilinin 03.02.2010 tarihli oturumda tutanağa geçen “yüklenici firmanın kötü niyetli ya da kusurlu olması halinde zamanaşımının 10 yıl olduğu yasa hükmüdür” şeklindeki beyanıyla zamanaşımı def’inin esasına itiraz ettiği, bu durumda zamanaşımı def’i açısından savunmanın genişletilmesine zımnen onay verildiği” gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.
Direnme hükmünü davacı vekili, temyiz etmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davalı tarafın süresinden sonra ileri sürdüğü zamanaşımı def’ine davacı tarafça zımnen onay verilip verilmediği; burada varılacak sonuca göre, yerel mahkemece davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesinin yerinde olup olmadığı, noktasında toplanmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki, özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı, bir hakkın kazanılmasında veya kaybedilmesinde yasanın kabul etmiş olduğu sürenin tükenmesi ile dava edilebilmesinin zaman bakımından sınırlandırılmasıdır.
818 sayılı Borçlar Kanunu ( BK )’nun 125-140’ncı maddeleri arasında düzenlenen zamanaşımı, hakkın ileri sürülmesini engelleyici nitelikte olup, alacak hakkı alacaklı tarafından, yasanın öngördüğü süre ve koşullar içinde talep edilmediğinde etkin bir hukuki himayeden, başka bir deyişle, dava yoluyla elde edilebilme olanağından yoksun bırakılmaktadır. Zamanaşımına uğrayan alacağın tahsili hususunda Devlet kendi gücünü kullanmaktan vazgeçmekte, böylece söz konusu alacağın ödenip ödenmemesi keyfiyeti borçlunun iradesine bırakılmaktadır. Şu halde zamanaşımına uğrayan alacak ortadan kalkmamakla beraber, artık doğal bir borç ( Obligatio naturalis ) haline gelmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, alacağın salt zamanaşımına uğramış olması, onun eksik bir borca dönüşmesi için yeterli değildir; bunun için borçlunun, kendisine karşı açılmış olan alacak davasında alacaklıya yönelik bir def’ide bulunması gerekir ( Hukuk Genel Kurulu’nun 05.05.2010 gün ve E:2010/8-231, K:255 sayılı ilamı ).
İşte, zamanaşımı hukuki niteliği itibariyle, maddi hukuktan kaynaklanan bir def’i olup; usul hukuku anlamında ise, bir savunma aracıdır ( Kuru:Hukuk Muhakemeleri Usulü, Cilt:II, İstanbul 2001, s.1761;Von Tuhr:Borçlar Hukuku ( C.Edege Çevirisi ), Ankara 1983, Cilt:1-2, s.688 vd.;Canbolat, Ferhat:Def’i ve İtiraz Arasındaki Farklar ve İleri Sürülmesinin Hukuki Sonuçları, EÜHF Dergisi, Cilt:III, Sayı:1, Kayseri 2008, s.255 vd. ).
Konuyla ilgisi bakımından mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ( HUMK )’nun 202.maddesine değinmek gerekir.
Anılan Kanunun 202.maddesi; “Davalı cevap dilekçesinde karşılık dava da dahil olmak üzere bütün iddia ve savunmaları ile sebeplerini birlikte bildirmeye mecburdur.
Müddeaaleyh cevap layihasını hasmına tebliğ ettirdikten sonra onun muvafakatı olmaksızın müdafaa sebeplerini tevsi veya tebdil edemez. Ancak ıslah haliyle 186 ncı madde hükmü müstesnadır.” hükmünü içermektedir.
Yukarıda belirtilen madde metninden anlaşılacağı üzere, davalı taraf cevap dilekçesinde tüm savunmalarını sebepleriyle bildirmek zorundadır. Cevap dilekçesinin davacıya tebliğinden sonra, savunma sebepleri genişletilemez ve değiştirilemez; eş söyleyişle, cevap dilekçesinde bildirilmeyen def’iler ileri sürülemez; ayrıca, cevap dilekçesindeki savunmanın dayandırıldığı olgular da genişletilemez ve değiştirilemez. Öğreti ve uygulamada “savunmanın genişletilmesi yasağı” veya “savunmayı genişletme yasağı” olarak adlandırılan bu yasağın istisnaları da aynı maddede gösterilmiştir. Bunlar; davacının muvafakati, ıslah ve müddeabbihin temlikidir.
Yukarıda belirtildiği üzere, zamanaşımı ( HUMK. m.187 kapsamında bir ilk itiraz olmayıp ) maddi hukuktan kaynaklanan bir def’i ve savunma aracı olup, davanın başında, süresinde verilecek cevap dilekçesinde ( veya sözlü yargılama usulünde ilk oturumda esasa girişilmeden önce ) ileri sürülmelidir.
Zamanaşımı def’inin, yukarıda belirtilen aşama geçildikten sonra ileri sürülmesi, savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi anlamına gelir. Bu durum ise, karşı tarafın izni ( açık veya zımni ) olmaksızın yada ıslah yoluna gidilmeksizin yapılırsa geçerli değildir ( Hukuk Genel Kurulu’nun 06.04.2011 gün ve E:2010/9-629, K:2011/70 sayılı ilamı ).
Özetle belirtmek gerekirse, ( savunmanın genişletildiği itirazı ) ile karşılaşılmadığı sürece zamanaşımı savunmasının geç ileri sürülmesi, incelenmesine engel değildir. Zira, zamanaşımı savunması ilk itirazlardan değildir.
Gerek bilimsel görüşlerde ve gerekse uygulamada oybirliği ile kabul edilen görüşe göre; savunmanın genişletilmesine muvafakat açık ( sarih ) olabileceği gibi, zımni de olabilir. Davalının savunmayı genişletmesi üzerine, davacı hemen buna ( yani savunmayı genişletmeye ) itiraz etmezse ve özellikle de genişletilen savunmanın esasına cevap verir ve bu savunmanın belli nedenlerle varit olmadığını ve olayda zamanaşımının dolmadığını bildirirse bu takdirde savunmayı genişletmeye zımnen muvafakat etmiş sayılır. Bu takdirde ise, davalı tarafından dermeyan edilen zamanaşımı savunmasının incelenmesi zorunludur. Çünkü, incelenmesi mümkün bir zamanaşımı savunması mevcut iken işin esasına girilip, uyuşmazlığın çözümlenmesi mümkün değildir ( Baki, Kuru:age., s.1722 vd. ve orada anılan kararlar; HGK’nun 29.2.1984 gün ve E:1981/4-1158, K:1984/168 sayılı ilamı ).
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; davalı vekili, 03.12.2009 ve 03.02.2010 havale tarihli dilekçeleriyle esasa cevap süresi geçtikten sonra zamanaşımı def’ini ileri sürmüştür.
Yargılamanın 03.02.2010 günlü dördüncü oturumunda yukarıda belirtilen iki ayrı dilekçe davacı vekiline oturum sırasında bir örneği tebliğ edildikten sonra aynen; “davacı vekilinden soruldu: Davalı tarafın delil listesini ve zaman aşımına ilişkin beyanlarını kabu| etmiyoruz, bildirilen deliller mahkemenizin 2002/262 E. sayılı dosyasında incelenmiş ve değerlendirilmiştir. Yüklenici firmanın kötü niyetli yada kusurlu olması halinde zamanaşımının on yıl olduğu yasa hükmüdür, bu nedenle davamızın kabulünü istiyoruz. Beklenen dosya temyiz incelemesinden geçmek suretiyle kesinleşmiştir.” şeklindeki sözlerle zamanaşımı savunmasının esasına ilişkin beyanda bulunmuştur.
Yukarıda da vurgulandığı üzere, davalının savunmayı genişletmesi üzerine, davacı buna ( yani savunmayı genişletmeye ) karşı hemen itiraz etmez ve özellikle genişletilen savunmanın esasına ilişkin cevap verir ve bu savunmanın belli nedenlerle varit olmadığını ve olayda zamanaşımının dolmadığını bildirirse bu takdirde savunmayı genişletmeye zımnen muvafakat etmiş sayılır.
Öte yandan, taraflar arasındaki sözleşme, iş sahibi kooperatif tarafından 01.03.2002 tarihinde feshedilmiş; eldeki dava ise, 10.02.2009 tarihinde açılmıştır. 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 126/4.bendinde sayılan istisnalar somut uyuşmazlıkta söz konusu olmadığından eldeki dava, beş ( 5 ) yıllık zamanaşımı süresine tabidir. Davacı tarafça istenen alacak, sözleşmenin feshi tarihi ( 01.03.2002 ) itibariyle muaccel ( istenebilir ) olup, dava tarihi ( 10.02.2009 ) itibariyle beş ( 5 ) yıllık dava zamanaşımı süresi dolmuştur.
Hal böyle olunca; yerel mahkemenin az yukarıda belirtilen maddi ve hukuki olguları gözeterek, davalının süresinden sonra ileri sürdüğü zamanaşımı def’ine davacı tarafın zımnen onay verdiği ve somut olayda beş ( 5 ) yıllık dava zamanaşımı süresi dolduğu gerekçesiyle davanın reddine ilişkin karar vermesinde bir isabetsizlik bulunmadığından, usul ve yasaya uygun direnme kararının onanması gerekir.
SONUÇ : Davacı S… Konut Yapı Kooperatifi vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, gerekli temyiz ilam harcı peşin alındığından başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440/1.maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12.12.2012 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğuyla karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2010/9-629
K. 2011/70
T. 6.4.2011
• İŞÇİLİK ALACAĞI ( Cevap Dilekçesinde İleri Sürülmeyen Zamanaşımı Def’inin Islah Yolu İle İleri Sürülebileceği )
• ISLAH ( İşçilik Alacağı – Davalı Sağlık Bakanlığı Vekilinin Cevap Dilekçesinde İleri Sürmediği Zamanaşımı Def’ini Islah Yolu İle İleri Sürülebileceği )
• ZAMANAŞIMI DEFİ ( İşçilik Alacağı – Davalı Sağlık Bakanlığı Vekilinin Cevap Dilekçesinde İleri Sürmediği Zamanaşımı Def’ini Islah Yolu İle İleri Sürülebileceği )
• SİLAHLARIN EŞİTLİĞİ İLKESİ ( Cevap Dilekçesinde İleri Sürülmeyen Zamanaşımı Def’inin Islah Yolu İle İleri Sürülebileceği )1086/m. 82, 482
ÖZET : İşçilik alacakları davasında; zamanaşımı def’i, unutma veya benzeri nedenlerle, davanın başında ileri sürülmemiş olabilir. Daha sonra bu durumun farkına varılırsa, ıslah yoluyla ileri sürülebilmesi gerekir. Aynı zamanda silahların eşitliği ilkesinin zorunlu bir sonucu olarak; davalının ıslah yolu ile savunmasını genişletebilmesinin mümkün olduğu sonucuna varılmalı; dolayısıyla zamanaşımı def’inin sonradan ıslah yolu ile ileri sürülebileceği kabul edilmelidir. O halde, davalı Sağlık bakanlığı vekilinin yasal süresi içerisinde ibraz edilen cevap dilekçesinde herhangi bir nedenle ileri süremediği zamanaşımı def’ini, sonradan ıslah yoluyla ileri sürmesinde usule aykırı bir yön bulunmayıp; ıslah edilmiş bu yeni savunmaya karşı tarafın ( davacının ) itiraz etmesinin de, sonuca bir etkisi bulunmamaktadır.
DAVA : Taraflar arasında “işçilik alacakları” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kadıköy 1. İş Mahkemesince davanın kısmen kabul ve kısmen reddine dair verilen 07.05.2009 gün ve 2005/59 E., 2009/247 K. sayılı kararın incelenmesi davalılar vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin 15.12.2009 gün ve 2009/27349 E., 35131 K. sayılı ilamı ile;
( … 1- Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalılardan Sosyal Güvenlik Kurumu’nun tüm temyiz itirazları ile diğer davalı Sağlık Bakanlığı’nın aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir. 2- Yargılama sırasında davalı vekili 25.3.2009 tarihli dilekçesi ile savunmasını ıslah ederek dava konusu alacakların bir kısmının zaman aşımına uğradığını belirterek zaman aşımı definin dikkate alınmasını istemiştir. Mahkemece, usulüne uygun olmadığı ve süresi içerisinde yapılmadığı gerekçesi ile davalının zaman aşımı defi nazara alınmamıştır. Islah, taraflardan birinin yapmış olduğu bir usul işleminin karşı tarafın oluruna bağlı olmaksızın tamamen veya kısmen düzeltilmesine denir. Hukuk Usulü HUMK 83 ve ardından gelen maddelerde düzenlenmiş olan ıslah, taraflardan birinin usule ilişkin bir işlemini kısmen veya tamamen düzeltmesine olanak tanıyan bir yöntem olup, iddia ile savunmanın genişletilmesi yasağının da bir istisnasıdır. ( Yargıtay HGK 14.4.2004 gün, 2004/4-200E, 2004/227 K ). Usulünce yapılmış davalı ıslahı da geçerlidir. Esasa cevap süresi içinde ileri sürülmediğinden davacı tarafın savunmanın genişletilmesi yönündeki itirazı ile karşılaşması mümkün olan zaman aşımı defi’nin ıslah yoluyla yapılmasında usule aykırı bir yön bulunmamaktadır. Dairemizin ve Yargıtay’ın diğer dairelerinin kökleşmiş uygulaması bu yöndedir ( Yargıtay 9.HD. 2007/23744 E.2007/31371 K. Ve 02.04.2007 gün, 2006/ 23813 E, 2007/ 8905 K.; Yargıtay 2. HD. 02.03.2004 gün, 2004/ 1098E, 2004/2590 K ). Bu nedenle davalının ıslah yoluyla zaman aşımı defi’nin kabulü gerekirken bu husus gözetilmeden hüküm kurulmuş olması hatalıdır… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, işçilik alacaklarının tahsili istemine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkilinin hizmet sözleşmesiyle 1998/Ağustos ila 2000/ Nisan tarihleri arasında Erenköy Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Hastanesi’nde fizyoterapist olarak çalıştığını belirtip; fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak ücret farkı ek ödeme ( fazla mesai ), ikramiye, bayram ve hafta tatili, giyim yardımı ve kıdem tazminatı toplam 500,00-YTL alacağın tahsilini talep ve dava etmiştir. Davacı vekili, yargılama aşamasında ibraz edilen bilirkişi raporu doğrultusunda istemini ıslah etmiştir.
Davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı ( SGK ) vekili, davanın reddini istemiştir.
Davalı Sağlık Bakanlığı vekili, davanın reddini talep etmiş; daha sonra ise 25.03.2009 havale tarihli ıslah dilekçesiyle, bir kısım işçilik alacaklarının zamanaşımına uğradığını ileri sürmüştür.
Yerel mahkemece; davalı Bakanlığın ıslah dilekçesine konu yaptığı zamanaşımı def’inin esasa cevap süresi içerisinde ileri sürülmediği, sonradan ileri sürülen bu def’in savunmanın değiştirilmesi niteliğinde olduğu, ancak karşı tarafın ( davacının ) muvafakatının bulunması halinde dikkate alınabileceği, değiştirilmiş bu yeni savunmaya ( zamanaşımı def’ine ) davacı vekilinin süresinde karşı çıkması nedeniyle dikkate alınmadığı, gerekçesiyle diğer davalı SGK yönüyle de davanın husumet yönüyle reddine; davacının istemi konusunda da bilirkişi raporu benimsenmek suretiyle hakkaniyet inidirimi de yapılarak davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Davalılar SGK ve Sağlık Bakanlığı vekillerinin temyizleri üzerine Yüksek Özel Dairece; yukarıda açıklanan gerekçelerle SGK vekilinin tüm temyiz itirazlarının reddine, diğer davalı Bakanlık yararına karar oyçokluğuyla bozulmuş; mahkemece, önceki hükümde direnilmiştir.
Direnme hükmünü, davalı SGK ve Sağlık Bakanlığı vekilleri temyize getirmiştir.
I-Davalı SGK vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesinde; Özel Dairece temyiz itirazlarının reddine karar verilerek hakkında hüküm kesinleşmiş olan davalı SGK’nın temyizde hukuki yararı bulunmadığından direnme hükmüyle yönelik temyiz dilekçesinin reddi gerekir. Bu nedenle 09.02.2010 günü yapılan ilk görüşmede davalı SGK vekilinin temyiz dilekçesi reddine oybirliği ile karar verilmiştir.
II-Davalı Sağlık Bakanlığı vekilinin temyiz itirazlarına gelince; Bozma ve direnme kararlarının içerik ve kapsamlarına göre Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; esasa cevap süresi içerisinde ileri görülmeyen zamanaşımı def’inin sonradan ıslah yoluyla ileri sürülüp sürülemeyeceği, noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle belirtilmelidir ki, tarafların sıfatı ve uyuşmazlığın niteliği dikkate alındığında iş mahkemesinin görevli olduğu konusunda duraksama bulunmamaktadır.
Buna göre, anılan mahkemede uygulanacak usul hükümleri, 5521 sayılı iş Mahkemeleri Kanunu’nunda düzenlenmiştir. 5521 Sayılı Kanunun 7/1. Maddesinde iş mahkemelerinde şifahi ( sözlü ) yargılama usulünün uygulanacağı belirtilmekte olup; anılan Kanunun 15. maddesinde ise, bu kanunda açıklık olmayan hallerde, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu hükümlerinin uygulanacağı düzenlenmektedir.
5521 Sayılı Kanun hükümleri arasında uyuşmazlıkla doğrudan ilgili olan “sözlü yargılama usulü” ile “ıslah” kurumuna yer verilmemiştir. Öyleyse, 5521 Sayılı Kanunun 15.maddesinin yaptığı atıf dolayısıyla , 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ( HUMK )’un konumuza ilgilendiren hükümlerine değinmek gerekir.
Buna göre, HUMK’un 473. maddesi, sözlü yargılama usulünün sulh mahkemelerinde uygulanacağını öngörmüş, kanunda açıkça belirtilen hallerde ise, asliye mahkemelerinde de uygulanacağını belirtmektedir. Yine aynı maddenin ( m.473 ) ikinci fıkrasında, sözlü yargılama usulünde açıkça düzenlenmeyen hallerde, HUMK’un ikinci babında ( m. 178 ila m. 426 arası ) bulunan yazılı yargılama usulüne ilişkin hükümlerin uygulanacağını öngörmektedir.
Bu arada sözlü yargılama usulünün uyuşmazlığı ilgilendiren yönüne ilişkin kısa bir açıklama yapılmasında yarar vardır. Sözlü yargılama usulü, yazılı yargılama usulüne benzer ise de, bazı konularda yazılı usulden ayrılmaktadır. İşte HUMK, sözlü usulün yazılı usulden ayrıldığı özelliklerini ayrıca düzenlemiş ( m.473 ila 491 ), Bunun dışındaki konular bakımından yazılı yargılama usulüne ilişkin hükümlere yollama yapmakla yetinmiştir ( HUMK. M473/II ).
Bu usulde, layihalar aşamasının olmaması tarafların iddia ve savunmalarını mahkemeye sözlü olarak bildirebilmeleri ( m.479, m.482 ) ve mahkemenin tarafların sözlü açıklamalarından edineceği sonuca göre hüküm vermesi asıldır.
Sözlü yargılama usulünde yazılı yargılama usulünde olduğu gibi ( on gün ) belirli bir cevap süresi yoktur. Çünkü davalı, belirli bir süre içinde cevap vermek zorunda olmayıp,, ilk itirazlarıda dahil olmak üzere, bütün savunmasını birinci oturumda mahkemeye sözlü olarak bildirebilir ( m.478,m.479 ). Görüldüğü üzere, davalı cevaplarını ilk oturumda sözlü olarak mahkemeye bildirebileceğinden, davalının ayrı bir cevap dilekçesi vermesine gerek yoktur. Fakat davalının, gerek ilk oturumda gerekse daha önce cevaplarını bir cevap dilekçesi ile mahkemeye bildirmesine bir engel de bulunmamaktadır. Davalının sözlü savunması ( davaya cevapları ) birinci oturumda tutanağa yazılır. Bundan sonra, karşı tarafın ( davacının ) rızası ( açık veya zımni ) olmadıkça, davalı ( tutanakta yazılı olan ) savunmasını değiştiremez ve genişletemez. Sözlü yargılama usulündeki savunmayı genişletme yasağı da, yazılı yargılama usulündeki gibidir.
Ne var ki, sözlü yargılama usulünde savunmayı genişletme yasağının başlangıcı değişik olup, davalının savunmasının ilk oturumda tutanağa yazıldığı ( geçirildiği ) andır. Dolayısıyla, sözlü yargılama usulünde davalı, daha önce bir cevap dilekçesi vermiş ise, ilk oturuma kadar ( en geç ilk oturumda ) karşı tarafın iznine gerek olmadan, savunmasını genişletebilir veya değiştirebilir; ilk oturumdan ( Savunmanın tutanağa geçmesinden ) sonra, savunmasını savunmayı genişletme yasağının istisnaları hariç olmak üzere-genişletemez veya değiştiremez ( HUMK. M.482 ).
Bu aşamada “ıslah” kavramı hakkında şu açıklamaların yapılmasında yarar vardır.
HUMK’un 83. ve ardından gelen maddelerinde ıslah kurumu ayrıntılı şekilde düzenlenmiş; 83. maddede, davanın her iki tarafın da, yargılama usulüyle ilgili bir işlemini kısmen veya tamamen ıslah edebileceği, ancak aynı dava içerisinde bu yola sasdece bir kez başvurabileceği; 84. maddede, ıslahın tahkikata tabi olan davalarda tahkikatın, tahkikata tabi olmayan davalarda ise yargılamanın bitimine kadar yapılabileceği belirtilmiştir. Sonraki hükümler, ıslahın şekline ve sonuçlarına ilişkin düzenlemeleri içermektedir.
Bilindiği üzere, ıslah, taraflardan birinin usule ilişkin bir işlemini, bir defaya mahsus olmak üzere kısmen veya tamamen düzeltmesine olanak tanıyan ve karşı tarafın onayını gerektirmeyen bir yoldur.
Eş söyleyişle, ıslah, iyiniyetli tarafın, davayı açtıktan veya kendine karşı bir dava açıldıktan sonra öğrenildiği olgularla ilgili yanlışlıklarını düzeltmesine, eksiklikleri tamamlamasına, bu çerçevede yeni deliller sunabilmesine olanak sağlayan bir kurumdur ( YİBK’nun 04.02.1948 gün ve E.1944/10, K1948/3;HGK’nun 16.03.2005 gün ve E:2005/13-97, K:150 sayılı ilamları ).
Öğretide ise ıslah, yukarıdaki tanıma benzer, tarafların birinin yapmış olduğu usul işleminin tamamen veya kısmen düzeltilmesi olarak tanımlanmıştır ( Kuru:Hukuk Muhakemeleri Usulü, Cilt: IV, İstanbul 2001, s.3965; Benzeri tanımlar için bakınız: Alangoya/Yıldırım/Deren Yıldırım:Medeni Usul İstanbul 2001, s.3965; Benzeri tanımlar için bakınız: Alangoya/Yıldırım/Deren Yıldırım: Medeni Usul Hukuku Esasları, İstanbul 2009, s.266; Pekcanıtez/ Atalay/Özekes: Medeni Usul Hukuku, Ankara 2009, s.361; Üstündağ Medeni Yargılama Hukuku, Cilt: I-II, İstanbul 1997, s.549; Bilgen: Hukuk Yargılamasında Islah, Ankara 2010, s.1’de aktarılan tanımlar ve yazarlar; Yılmaz Medeni Yargılama Hukukunda Islah, Ankara 2010, s.49-50’de aktarılan tanımlar ve yazarlar ).
Öte yandan, öğretide hukuk yargılamasının amacının adaletli karar vermek olduğu belirtildikten sonra, biçimselliğin maddi gerçeğin bir yana bırakılmasına neden olmaması ve ıslahın amacı bakımından “usul ekonomisi” ve “usuli hakkaniyet” ilkelerinden hareket edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Usuli hakkaniyet ilkesinin, biçimselliği hakka varmaya, maddi gerçeği bulmaya, onu adeta yutmasına engel olacak bir anlayış olduğu belirtilmiştir. ( Yılmaz:a.g.e., 30, 74, 81 ).
Islahın konusunun tarafların yapmış oldukları usul işlemleri olduğu gerçek olduğuna göre ıslahla düzeltilecek usul işlemlerinin neler olduğundan söz etmek gerekir. Gerek öğreti, gerekse Yargıtay davanın değiştirebileceğini ve genişletilebileceğini aynı şekilde savunmanın genişletilebileceğini ilke olarak kabul etmektedir. ( Kuru:a.g.e., s.4035;HGK’nun 14.3.2007 gün ve E:2007/2-99, K:141 sayılı ilamı ).
Islahın amacı, yargılama sürecinde şekil ve süreye aykırılık sebebiyle ortaya çıkabilecek maddi hak kayıplarını ortadan kaldırmak olduğundan hak ve alacağı bu sürecin dışında, ortadan kaldırmış olan işlemlerin, yani maddi hukuk işlemlerinin ıslah yoluyla düzeltilebilmesi, elbetteki mümkün değildir. Bir başka deyişle, maddi hakkı sona erdiren maddi hukuk işlemleri, ıslahla düzeltilemez. Feragat, kabul, sulh gibi işlemler, velev ki dava içinde yapılsın, asıl hakkı ortadan kaldırdıklarından, usul işlemi olduğu kadar ( davayı etkilediği için usul işlemidir ) maddi hukuk işlemi mahiyeti taşımaktadır ve bu sebeple, bu işlemlerin de ıslah yoluyla düzeltilmesi imkansızdır. Açık bir irade beyanı ile terk edilen haklar, maddi gerçeğin şekle feda edilmesi gibi bir sonuç doğurmadığı için, ıslahın konusu olamaz ( HGK’un 14.01.1953 gün ve E:1/8, K:3;14.03.2007 gün ve E:2007/2-99,K:141 sayılı ilamları ).
Öte yandan, özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı, bir hakkın kazanılmasında veya kaybedilmesinde yasanın kabul etmiş olduğu sürenin tükenmesi anlamına gelmektedir.
818 sayılı Borçlar Kanunu ( BK )’nın 125-140. maddeleri arasında düzenlenen zamanaşımı hakkın ileri sürülmesi engelleyici nitelikte olup, alacak hakkı alacaklı tarafından , yasanın öngördüğü süre ve koşullar içinde talep edilmediğinde etkin bir hukuki himayeden, başka bir deyişle, dava yoluyla elde edilebilme olanağından yoksun bırakılmaktadır. Zamanaşımına uğrayan alacağın tahsili hususunda Devlet kendi gücünü kullanmaktan vazgeçmekte böylece söz konusu alacağın ödenip ödenmemesi keyfiyeti borçlunun iradesine bırakılmaktadır. Şu halde zamanaşımına uğrayan alacak ortadan kalkmamakla beraber, artık doğal bir borç ( Obligatio naturalis ) haline gelmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, alacağın salt zamanaşımına uğramış olması, onun eksik bir borca dönüşmesi için yeterli değildir; bunun için borçlunun, kendisine karşı açılmış olan alacak davasında alacaklıya yönelik bir def’ide bulunması gerekir ( HGK’nun 05.05.2010 gün ve E:2010 ( 8-231, K:255 sayılı ilamı ).
İşte, zamanaşımı hukuki niteliği itibariyle, maddi hukuktan kaynaklanan bir def’i olup; usul hukuku anlamında ise, bir savunma aracıdır ( Kuru:a.g.e., Cilt2, s.1761;Von Tuhr: Borçlar Hukuku ( C.Edege Çevirisi ), Ankara 1983, Cilt1-2, s.688 vd;Vanbolat:Def’i ve İtiraz Arasındaki Farklar ve İleri Sürülmesinin Hukuki Sonuçları, EÜHFDergisi, Cilt:III, Sayı:1, Kayseri 2008, s.255 vd. ).
Konuyla ilgisi bakımından HUMK’un 202 ve 482 maddelerine de değinmek gerekir.
Anılan Kanun’un 202; maddesi;”Davalı cevap dilekçesinde karşılık dava da dahil olmak üzere bütün iddia ve savunmaları ile sebeplerini birlikte bildirmeye mecburdur.
Müddeaaleyh cevap layihasını hasmına tebliğ ettirdikten sonra onun muvafakatı olmaksınız müdafaa sebeplerini tevsi veya tebdil edemez. Ancak ıslah haliyle 186. madde hükmü müstesnadır.” Hükmünü içermektedir.
Yukarıda belirtilen madde metninden anlaşılacağı üzere, davalı taraf cevap dilekçesinde tüm savunmalarını sebepleriyle bildirmek zorundadır. Cevap dilekçesinin davacıya tebliğinden sonra, savunma sebepleri genişletilemez ve değiştirilemez; eş söyleyişle, cevap dilekçesinde bildirilmeyen def’iler ileri sürülemez; ayrıca, cevap dilekçesindeki savunmanın dayandırıldığı olgular da genişletilemez ve değiştirilemez. Öğreti ve uygulamada “savunmanın genişletilmesi yasağı” veya” savunmayı genişletme yasağı” olarak adlandırılan bu yasağın istisnaları da aynı maddede gösterilmiştir. Bunlar; davacının muvafakati, ıslah ve müddeabbihin temlikidir.
Az yukarıda değinildiği üzere, “savunmanın genişletilmesi yasağı”nı düzenleyen HUMK. 202. maddenin 3. Fıkrasında, ıslahla savunma sebeplerinin genişletilebileceği veya değiştirilebileceği açıkça belirtilmiştir. HUMK’un 202. maddesinin 3. fıkrasında “Ancak ıslah hali…müstesnadır” ifadesini yer aldığına göre, ıslah yolu ile savunmanın genişletilmesinin mümkün olduğu sonucuna varılmalı; dolayısıyla zamanaşımı def’inin sonradan ıslah yolu ile ileri sürülebileceği kabul edilmelidir. Aksi takdirde, m.202/3.fıkrasındaki “ Ancak ıslah hali…müstesnadır” hükmünün hiçbir anlamı kalmayacaktır.
Öte yandan sözlü yargılama usulür.de savunmayı genişletme yasağının düzenlediği HUMK.un 482. Maddesinde ise;”İki tarafın neticei iddiaları zapta kaydolunur. Bundan sonra feragat, ıslah, münazaalı şeyin ahara temliki halleri müstesna olmak üzere, iki taraf ittifak etmedikçe neticei iddialarını tepdil veya tevsi edemezler. Fakat tahkikat bitinceye kadar neticei iddialarını teyiz için yeni delil ibraz ve ikame edebilirler. “hükmüne yer verilmiştir.
Görüldüğü üzere, HUMK’un 482. maddesi yukarıda yazılı yargılama usulünde savunmayı genişletme yasağını düzenleyen 202. maddesi ile paralel bir düzenlemeyi içermekte olup; maddede genişletme yasağını düzenleyen 202. maddesi ile paralel bir düzenlemeyi içermekte olup; maddede ( m.482 ) “…ıslah… müstesna olmak üzere…” ila ilavesine yer verildiğine göre, yukarıda varılan sonuç gibi, sözlü yargılama usulünde de ıslah yolu ile savunmanın genişletilmesinin mümkün olduğu sonucuna varılmalı; dolayısıyla zamanaşımı def’inin sonradan ıslah yolu ile ileri sürülebileceği kabul edilmelidir. Aksi takdirde, 482. maddenin ikinci cümlesinde geçen “…ıslah…müstesna olmak üzere…” ibaresinin de bir anlamı olmayacaktır.
Yukarıda belirtildiği üzere, zamanaşımı ( HUMK. M187 kapsamında bir ilk itiraz olmayıp ) maddi hukuktan kaynaklanan bir def’i ve savunma aracı olup, davanın başında , süresinde verilecek maddi hukuktan kaynaklanan bir def’i vesavunma aracı olup, davanın başında, süresinde verilecek cevap dilekçesinde ( veya sözlü yargılama usulünde ilk oturumda esasa girişilmeden önce ) ileri sürülmelidir.
Zamanaşımı def’inin, yukarıda belirtilen aşama geçildikten sonra ileri sürülmesi, savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi anlamına gelir. Bu durum ise, karşı tarafın izni ( açık veya zımni ) olmaksızın yada ıslah yoluna gidilmeksizin yapılırsa geçerli değildir.
Görüldüğü üzere, zamanaşımı def’i, unutma veya benzeri nedenlerle , davanın başında ileri sürülmemiş olabilir. Daha sonra bu durumun farkına varılırsa, ıslah yoluyla ileri sürülebilmesi gerekir.
Öğretide, yasal süresi içerisinde cevap dilekçesi verilmiş olup olmamasına göre bir ayırıma gidilmiş ise de, genellikle zamanaşımı def’i, unutma veya benzeri nedenlerle, davanın başında ileri sürülmemiş olabilir. Daha sonra bu durumun farkına varılırsa, ıslah yoluyla ileri sürülebilmesi gerekir. Öğretide, yasal süresi içerisinde cevap dilekçesi verilmiş olup olmamasına göre bir ayırıma gidilmiş ise de, genellikle zamanaşımı def’inin ıslah yoluyla sonradan ileri sürülebilmesi olanağının bulunduğu kabul edilmektedir. ( Postacıoğlu:Medeni Usul Hukuku Dersleri, İstanbul 1979, s.177;Ansay:Hukuk Yargılama Usulleri, Ankara 1960, s.192-193;Berkin:Medeni Usul Hukuku Esasları, İstanbul 1969, s.145;Kuru:a.g.e.,s.3970;Yılmaz:a.g.e.,s.402;Pekcanıtez/ Atalay/Özekes:a.g.e,s.362;Alangoya/Yıldırım/Deren Yıldırım:a.g.e., s.262;Tanrıver:Makalelerim II “Yazılı Yargılama Usulü Bağlamında Islaha Başvuru Sureti İle Zamanaşımı Def’inin İleri Sürülüp Sürülemeyeceği Sorunu Üzerine Bazı Düşünceler” adındaki makalesi, Ankara 2011, s.242 ). Nitekim, Hukuk Genel Kurulu’nun 19.02.1958 gün ve E:4-23, K:16;13.02.1963 gün ve E:4-51,K:19 sayılı kararlarında da, sonradan ıslah yoluyla zamanaşımı def’inin ileri sürülebileceği kabul edilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’ndaki görüşmelerde bu konu değişik yönleriyle tartışılmış, azınlıkta kalan görüş sahipleri; “Esasa cevap süresi içerisinde verilen cevap dilekçesinde ileri sürülmeyen zamanaşımı def’inin, sonradan ıslah yoluyla ileri sürülmesine karşı tarafın ( davacının ) hiç veya hemen karşı çıkmaması halindeki bu yeni ve genişletilmiş savunmanın zımnen kabul edilmiş savulacağı ve davalı yararına kazanılmış hak oluşturacağı, davacının daha sonra bu savunmayı genişletmeye itiraz ederek, kazanılmış hakkı ortadan kaldıramayacağı gibi, süresinde ileri sürülmeyen zamanaşımı def’inin karşı taraf ( davacı ) yararına kazanılmış hak oluşturacağı, kazanılmış hakların ise ıslah yolu ile bertaraf edilemeyeceği, aksi halde davacıya tanınmayan bir olanağın davalıya verilmesinin “menfaatler dengesine” ve Anayasanın 10.maddesindeki “eşitlik ilkesine” aykırı oluşturacağı;
Zamanaşımı savunmasının ıslah yolu ile ileri sürülebileceğinin kabulü halinde; süresi içinde zamanaşımı savunması ile karşılaşmayan veya süresinden sonra ileri sürülen zamanaşımı savunmasına karşı çıkarak bu yöndeki savunmanın reddini sağlayan ve davayı yürütmek için masraf ve emek harcayan davacının, davada ıslah yoluna gidilip gidilemeyeceği, harcadığı emek ve masrafların boşa gidip gitmeyeceği endişesine kapılmasına neden olunacağı, ıslahın kabul edilmesi ile de aylarca veya beklide yıllarca süren işlemler yok sayılacak, bu suretle hukuki güvenliğin zedeleneceği, yapılar masraflar ve harcanan emeğin boşa gideceği, bu durumda, zamanaşımına uğramış bir borcun dava edilmesinde davacının kusuru olduğu ve bunun sonuçlarına katlanması gerektiği gibi bir düşünce ileri sürülebilir ise de, zamanaşımına uğrayan borcun sona ermeyip, dava ve takip edilebileceği; ödenmesi halinde, ödenen miktarın sebepsiz zenginleşme kurallarına göre geri istenemeyeceği gözetildiğinde, bu yöndeki düşüncenin doğru olmayacağı; bu durumda, ıslahın geçerli kabul edilmesi, usul kurallarının amacı ile de bağdaşmayacağı;
Zamanaşımı def’inin, hak ve düşürücü nitelikte olan on ( 10 ) günlük esasa cevap süresi içerisinde ileri sürülmesi gerektiği, yasal sürelerin ıslahla etkisiz hale getirilemeyeceği;
Nihayet, zamanaşımı def’inin ıslah yolu ile sonradan ileri sürülebilmesinin kabulü halinde, bunun “ yargılamayı uzatabileceği” gibi, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu ( TMK )’nın 2. maddesindeki “hakkın kötüye kullanılması” olarak bile değerlendirilebileceği,” Gerekçeleriyle, ıslah yolu ile zamanaşımı def’inin sonradan ileri sürülebilmesine karşı çıkmışlar ise de; çoğunluk bu görüşe katılmamıştır.
Yukarıda belirtildiği üzere, ıslah kurumu, gerçekten iyi niyetli ve fakat davayı açarken veya dava sırasında istemeyerek haytalı davranan veya durumu iyi değerlendiremeyen taraflar bakımından yararlı bir yoldur. Ne var ki, ıslah kötüniyetli tarafın amaçları için de “kullanılmaya” açık olup; bu olgu, ıslah kurumuna gölge düşürecek niteliktedir. Buna paralel olarak, ıslah belirtilen yararlarına karşın, davanın uzamasına da neden olabilir. Kanunkoyucu bu gibi sakıncalarıda düşünerek, ıslahı sıkı koşullara bağlamaya çalışmıştır.
İşte, HUMK’un 23.01.2008 tarih ve 5728 Sayılı Kanun’un 11.maddesi ile değişik 90. maddesi, bu sakıncayı gidermeye yönelik bir hükümdür. Alınan 90.madde; “Islahın davayı uzatmak veya karşı tarafı rahatsız etmek gibi kötüniyetli düşüncelerle yapıldığı deliller veya belirtilerle anlaşılırsa, mahkeme, ıslahı dikkate almadan karar verir. Ayrıca, mahkemece kötüniyetle ıslaha başvuran karşı tarafın bu yüzden uğradığı bütün zararlarının tazmininin yanı sıra ikiyiz Türk Lirasından beşyüz Türk Lirasına kadar idarî para cezası verilir.” Hükmünü içermektedir.
Bu madde hükmüne göre, ıslah hakkının salt olarak karşı tarafı rahatsız etmek veya davayı uzatmak gibi kötü bir amaçla kullanıldığı, delillerle veya belirtilerle anlaşılırsa, mahkeme, bu durumda ıslahı hiç yapılmamış gibi kabul edip; ıslah öncesindeki hukuki durumu dikkate alarak bir karar vermelidir. Ayrıca mahkeme, ıslah isteminde bulunan tarafı, diğerinin her türlü zararını ödemeye mahkum ettikten başka, idari para cezası ile de mahkum eder. Bu madde hükmünün uygulanabilmesi için, ıslaha başvuranın davayı uzatmak veya karşı tarafı rahatsız etmek gibi bir amacı bulunmalıdır. Kanun, karşı tarafın kötü amacını “gibi” kelimesini kullanarak geniş bir yorumla ele alınması gerektiğini vurgulamaktadır.
Islah yoluna başvuran tarafın, kötü niyetle davrandığının kesin ispatı gerekmez. Mahkemeye, bu konuda geniş bir takdir hakkı tanınmıştır. Dava dosyasında ıslah yoluna başvuran tarafın, kötü niyetinin bulunduğunu gösteren belirtilerin bulunması, 90. maddenin uygulanması için yeterlidir. Nitekim, anılan madde hükmünde geçen “belirtilerle anlaşılırsa” ibaresi bu durumu teyit etmektedir. Anılan madde hükmü, TMK’nın 2. maddesinde ifadesini bulan “dürüstlük kuralı” nın özel bir düzenlemesi niteliğinde olup; davada dürüstlük kuralı çerçevesinde ele alınmalıdır.
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 04.02.1948 gün ve E:1944/10, K:1948/3 Sayılı kararın gerekçesinde, “iyi niyet sahibi olan taraflar”, “iyiniyetli tarafın” denilmek suretiyle, davada dürüstlük kuralına vurdu yapılır; ıslah kurumunun bu çerçevede değerlendirilmesi halinde amacına ulaşacağı belirtilmektedir.
Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında somut olayın değerlendirilmesinde; davacının hizmet sözleşmesiyle çalıştığı işyerinde bir kısım işçilik alacaklarının tahsili istemiyle 05.01.2005 harç tarihli dava dilekçesiyle davalı SGK aleyhine eldeki davayı açtığı; bu arada 19.01.2005 tarihinde Resmi Gazete yayımlanan 5283 sayılı Bazı Kamu Kurum ve Kuruşlarına Ait Sağlık Birimlerinin Sağlık Bakanlığına Devredilmesine Dair Kanun’un yürürlülüğe girdiği, anılan Kanunun 4/1- ( c ) bendi gereği husumetin Sağlık Bakanlığına yöneltilerek yargılamaya devam edildiği; davalı Bakanlığa dava dilekçesi 22.06.2005 tarihinde yapılan oturumda tebliğ edilmiş ve bir sonraki oturumun 11.10.2005 tarihine ertelendiği; davalı Sağlık Bakanlığı vekili, dava dilekçesinin tebliğ edildiği oturum tarihinden ( 22.06.2005 ) sonra ve fakat bu oturumun ertelendiği tarihin ( 11.10.2005 ) öncesinde cevap dilekçesini 07.07.2005 tarihli hakim havalesi ile dosyaya ibraz ettiği, anlaşılmaktadır.
Bu aşamada, Hukuk Genel Kurulu’ndaki görüşmelerde, dava dilekçesinin tefhim tarihi dikkate alındığında, husumetin yöneltildiği davalı Sağlık Bakanlığının cevap dilekçesinin yasal süresi içerisinde mahkemeye ibraz edildiği oybirliği ile benimsenmiş ve tartışmalar da bu kabul çerçevesinde yapılmış olup; yasal süresinden sonra cevap dilekçesinin ibrazi ile hiç cevap dilekçesi verilmemiş olması hallerinde, ıslah yolu ile sonradan zamanaşımı def’inin ileri sürülüp sürülemeyeceği konusunun tartışma dışında bırakıldığının belirtilmesi gerekir.
Öte yandan, davalı Sağlık Bakanlığı vekili 25.03.2009 havale tarihli ıslah dilekçesiyle; davacının dava dilekçesinde bir kısım işçilik alacaklarını talep etmiş ise de, bu talebinin hangi yıllara ait olduğunu açıkça belirtmediğini, bu nedenle cevap dilekçesinde zamanaşımı def’inin göz önünde bulundurulamadığını kıdem tazminatı dışındaki taleplerin zamanaşımına uğradığı belirterek, davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesini istemiştir.
Davalı Sağlık Bakanlığı vekilinin 25.03.2009 tarihli zamanaşımı def’ini içeren ıslah dilekçesi, davacı vekiline 08.04.2009 tarihinde tebliğ edilmiş; davacı vekili de, 05.05.2009 havale tarihli dilekçesinde ve tebliğ tarihinden sonraki ilk oturumda ( 07.05.2009 tarihinde ) zamanaşımı def’inin yasal süresi içerisinde ileri sürülmediğini belirterek, bu ıslah edilen yeni savunmaya karşı çıktığı belirgindir.
Yukarıda belirtildiği üzere, zamanaşımı maddi hukuktan kaynaklanan bir def’i ve savunma aracı olup, davacının başında, süresinde verilecek cevap dilekçesinde ( veya sözlü yargılama usulünde ilk oturumda esasa girişmeden önce ) ileri sürülmelidir.
Zamanaşımı def’inin, yukarıda belirtilen aşama geçildikten sonra ileri sürülmesi, savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi anlamına gelir. Bu durum ise, karşı tarafın izni ( açık veya zımni ) Olmaksızın yada ıslah yoluna gidilmezse geçerli değildir.
Zamanaşımı def’i, unutma veya benzeri nedenlerle, davanın başında ileri sürülmemiş olabilir. Daha sonra bu durumun farkına varılırsa, ıslah yoluyla ileri sürülebilmesi gerekir.
Aynı zamanda silahların eşitliği ilkesinin zorunlu bir sonucu olarak; davalının ıslah yolu ile savunmasını genişletebilmesinin mümkün olduğu sonucuna varılmalı; dolayısıyla zamanaşımı def’inin sonradan ıslah yolu ile ileri sürülebileceği kabul edilmelidir.
O halde, davalı Sağlık bakanlığı vekilinin yasal süresi içerisinde ibraz edilen cevap dilekçesinde herhangi bir nedenle ileri süremediği zamanaşımı def’ini, sonradan ıslah yoluyla ileri sürmesinde usule aykırı bir yön bulunmayıp; ıslah edilmiş bu yeni savunmaya karşı tarafın ( davacının ) itiraz etmesinin de, sonuca bir etkisi bulunmamaktadır.
Ayrıca eldeki dava dosyasında, davalı tarafın savunmayı genişletmek ve değiştirmek için başvurduğu ıslahın, davayı uzatmak veya karşı tarafı rahatsız etmek gibi bir kötüniyetli düşüncelerle yapıldığına ilişkin delil veya bu yönde herhangi bir belirtiye de rastlanmamıştır.
Hal böyle olunca, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen ve davalı tarafın, esasa cevap süresi içinde ileri sürülemediğinden davacı tarafın savunmanın genişletilmesi yönündeki itirazı ile karşılaşması mümkün olan zamanaşımı defi’ni, sonradan ıslah yoluyla ileri sürebileceğine işaret eden Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : 1 ) Yukarıda ( I ) nolu bentte gösterilen nedenden dolayı davalı SGK vekilinin temyiz dilekçesinin REDDİNE, 09.02.2010 gününde yapılan ilk görüşmede oybirliği ile,
2 ) Yukarıda ( II ) nolu bennte belirtilen nedenlerden dolayı davalı Sağlık Bakanlığı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’un 429 maddesi gereğince BOZULMASINA, 06.04.2011 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğuyla karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2003/9-510
K. 2003/555
T. 8.10.2003
• FAZLAYA İLİŞKİN HAKKIN SAKLI TUTULMASI ( Ek Davada da Fazlaya İlişkin Hak Saklı Tutulmazsa Islah Yoluyla Müddeabihin Artırılamayacağı )
• ISLAH YOLUYLA MÜDDEABİHİN ARTIRILAMAMASI ( Kısmi Davada Fazlaya İlişkin Hakkını Saklı Tutan Davacının Ek Davada Fazlaya İlişkin Hakkını Saklı Tutmaması )
• KISMİ DAVADA FAZLAYA İLİŞKİN HAKKINI SAKLI TUTAN DAVACININ EK DAVADA FAZLAYA AİT HAKKINI SAKLI TUTMAMASI ( Islah Yoluyla Müddeabihin Artırılamaması )
• EK DAVADA FAZLAYA İLİŞKİN HAKKIN SAKLI TUTULMAMASI ( Islah Yoluyla Müddeabihin Artırılamayacağı )
• MÜDDEABİHİN ARTIRILAMAMASI ( Asıl Davada Saklı Tutulmasına Rağmen Ek Davada Fazlaya İlişkin Hakkın Saklı Tutulmaması – Islah Talebinin Reddi Gereği ) 1086/m.83,91,185
ÖZET : Kısmi davada fazlaya ilişkin haklarını saklı tutmuş olsa bile, ek davasında fazla hak bakımından ihtirazi kayıt bildirmemiş olan bir alacaklının, HUMK.nun 185/2. maddesi çerçevesinde davalının muvafakat etmesi hali dışında, bu alacak bölümü yönünden, ıslah veya ek dava yoluyla talepte bulunamayacağının kabulü gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki “”alacak”” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; ( Ankara Onuncu İş Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 8.7.2002 gün ve 2001/821-2002/978 sayılı kararın incelenmesi davalılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 27.3.2003 gün ve 2002/19654-2003/5183 sayılı ilamı ile; ( …1- Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalıların aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.
2- Davacı kısmi alacaklar ile ilgili ek davayı açtığı sırada fazlaya ilişkin haklarını saklı tutmamıştır. Bu nedenle ek davanın yargılaması sırasında dava dilekçesinin kısmen ıslah edilerek fazla talepte bulunulması mümkün değildir. Bu nedenle ıslaha konu alacak isteklerinin reddi gerekirken yazılı şekilde kabulü hatalıdır… ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, işçilik alacaklarının önceki kısmi davada saklı tutulan bölümünün tahsili istemine ilişkindir.
Davacı vekili, davacı tarafından daha önce davalılar aleyhine işçilik alacaklarının tahsili istemiyle dava açıldığını ve fazlaya ilişkin hakların saklı tutulduğunu, o davada bozma doğrultusunda düzenlenen bilirkişi raporundaki hesaplamayla, talep edilen dışında davacının 586.615.600 TL. fazla mesai, 306.632.000 TL. hafta tatili ücreti, 63.324.000 TL. bayram ve genel tatil, 83.311.510 TL. kıdem tazminatı olmak üzere toplam 1.039.883.110 TL. daha alacağı bulunduğunun bellendiğini ileri sürerek, bu davada fazlaya ilişkin haklarını saklı tutmaksızın bu miktarın davalılardan müteselsilen tahsiline, kıdem tazminatı alacağına işten ayrılma tarihi olan 6.3.2000’den itibaren en yüksek banka faizi, diğer alacaklara ise dava tarihinden itibaren temerrüt faizi yürütülmesine karar verilmesini istemiştir.
Davalılar vekili, davacının davalılara ait araçta 8.10.1999 tarihinde arasında şoför olarak çalışmaya başladığını, iş akdinin haklı nedenle 6.3.2000 tarihinde feshedildiğini savunarak davanın reddini istemiştir.
Yerel Mahkemece; daha önceki kısmi davanın bozmaya uyulmak suretiyle kısmen kabulüne karar verilmiş, tarafların iddia ve savunmalarının o davada tartışılıp değerlendirildiği, bunların eldeki davada yeniden tartışma konusu yapılmasına gerek bulunmadığı; dava dilekçesindeki ve davacı vekilince sonradan verilen ıslah dilekçesindeki miktar hatalarının da ara kararı doğrultusunda sunulan dilekçeyle giderildiği gerekçesiyle dayalı, davanın kabulüne dair karar, Özel Dairece yukarıdaki gerekçeyle bozulmuştur.
Davacının davalılar yanında işçi olarak çalışmakta iken iş akdinin feshedildiği; daha önce 9.5.2000 tarihli dilekçeyle açılıp, Ankara Sekizinci İş Mahkemesinin 2000/495 esas ( bozmadan sonra 2001/760 esas ) sayılı dosyasıyla görülen ilk ( kısmi ) davada, 20 günlük ücret alacağı, fazla mesai ücreti, hafta tatili çalışma ücreti ve ihbar tazminatı olarak ayrı ayrı 300.000.000 TL; bayram tatili çalışma ücreti olarak 100.000.000 TL; yıllık ücretli izin alacağı olarak 150.000.000 TL; kıdem tazminatı olarak 450.000.000 TL. ki toplam 1.900.000.000 TL.nin tahsilinin istenildiği ve fazlaya ilişkin talep hakkının saklı tutulduğu; o davada bozmaya uyulmak suretiyle alınan 4.2.2002 günlü bilirkişi raporunda, davacının 20 günlük ücret alacağının 233.320.000 TL; fazla mesai ücretinden doğan alacağının 1.042.247.088 TL; hafta tatili çalışma ücretinden doğan alacağının 558.617.296 TL; bayram tatili çalışma ücretinden doğan alacağının 136.477.892 TL; yıllık ücretli izin alacağının 139.992.000 TL; kıdem tazminatı alacağının 534.661.666 TL. ve ihbar tazminatı alacağının da 386.761.245 TL. olmak üzere toplam alacağının 3.032.077.187 TL. olduğunun belirtildiği; mahkemenin taleple bağlı kalarak verdiği davanın kabulüne yönelik kararın derecattan geçerek kesinleştiği; görülmekte olan ( ek ) davada, davacı vekilinin, söz konusu bilirkişi raporundaki hesaplamaya dayanarak, saklı tutulan hak için alacak talebinde bulunduğu uyuşmazlık konusu değildir.
Yine, görülmekte olan ( ek ) davada, dava dilekçesinde fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmamış olduğu da çekişmesizdir.
Davacı vekili, 17.6.2002 günlü dilekçesinde, görülmekte olan davanın, kısmi davada alınan bilirkişi raporundaki hesaplamaya dayalı olarak ve saklı tutulan haklar için açıldığını, ancak, dava dilekçesinde talep edilen bakiye alacak miktarlarının yanlış gösterildiğini belirterek, bazı alacak kalemlerini azaltıp, bazılarını da yükseltmek suretiyle davayı kısmen ıslah ettiğini bildirmiş; mahkemece bu kısmi ıslaha ilişkin usuli gereklilikler yerine getirilmiş, daha sonra da, kısmi davada alınan bilirkişi raporunda hesaplanan miktarlar ile, eldeki davanın dilekçesinde ve daha sonra verilen ıslah dilekçesinde belirtilen rakamlar itibariyle, davacı vekilinin hesaplama hatası yapmış olduğu gerekçesiyle, bu maddi hataların düzeltilmesi için kendisine 24.6.2002 günlü ara kararıyla süre verilmiş; davacı vekilinin ara kararı doğrultusunda 8.7.2002 günlü dilekçeyi sunarak talep miktarlarını düzeltmesinden sonra da, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Davanın açıklanan bu aşamaları itibariyle uyuşmazlık, açılan ilk kısmi davada fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmasından ve o davada gerçek alacak miktarları bilirkişi incelemesiyle belirlenerek, talepte bağlı kalınmak suretiyle davanın kabulüne karar verilmesinden sonra, anılan bilirkişi raporuna dayalı olarak, saklı tutulan alacak bakiyesi için açılan ek davada, fazlaya ilişkin haklar saklı tutulmadığı takdirde, sonradan ıslah yoluyla talep miktarlarının artırılmasına usulen olanak bulunup, bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
Bu noktada, ıslah kavramı hakkında şu açıklamaların yapılmasına gerek görülmüştür:Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun ( HUMK ) 83. ve ardından gelen maddelerinde düzenlenmiş olan ıslah, taraflardan birinin usule ilişkin bir işlemini kısmen veya tamamen düzeltmesine olanak tanıyan bir yoldur.
HUMK.nun 87. maddesinin “”Müddei ıslah suretiyle müddeabihi tezyit edemez”” şeklindeki son cümlesi, Anayasa Mahkemesi’nin 7.11.2001 günlü Resmi Gazete’de yayımlanan 20.7.1999 tarihli kararıyla iptal edilmiş ve böylece, davadaki talep sonucunun kısmi ıslah yoluyla artırılması usulen olanaklı hale gelmiştir.
Hemen belirtilmelidir ki, mevcut ( Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararından sonraki ) yasal durum itibariyle, kısmi davada fazlaya ilişkin haklarını saklı tutmuş olan davacının, dilerse, ek dava açmak yerine, saklı tuttuğu alacak bölümü için o ( kısmi ) dava içerisinde ıslah yoluyla talepte bulunabilmesi mümkündür.
Yine, somut olayda olduğu gibi, kısmi davada saklı tutulan alacak bölümü için, gerek kısmi dava karara bağlanmadan önce, gerekse daha sonra, ayrı bir dava açılması da usulen olanaklıdır. Uygulamada bu ayrı davaya ek dava denilmektedir. Yine, kısmi davadan sonra açılan ek davada fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmuş olması ve davacının hukuki yararının bulunması koşullarının birlikte varlığı halinde, hukuki yararın bulunması şartıyla birden fazla ek dava açılması da kural olarak mümkündür.
Bu haliyle kısmi ıslah, ek dava yoluyla elde edilebilecek haklara, mevcut dava içerisinde, daha basit, daha az masrafla ve daha kısa süre içerisinde kavuşma olanağı tanıyan ve bu yönüyle adeta ek dava açma yoluna alternatif oluşturan bir yapıdadır. Dolayısıyla, kısmi davanın davacısı, ek dava açmak veya kısmi ıslah yoluna gitmek konusunda seçimlik hakka sahiptir.
Şu da eklenmelidir ki, davacının kısmi dava içerisinde kısmi ıslah yoluyla müddeabihi artırması ve fakat kısmi ıslah işlemi sırasında gerçek bakiye alacak miktarında yanılgıya düşerek, olması gerekenden daha az bir miktarı talep etmiş olması halinde, bir davada birden fazla ıslahın olanaklı bulunmaması ( HUMK. md. 83 ) nedeniyle, yanılgı sonucu talep edilmeyen alacak bölümü için yeni bir ıslah işlemi yapılamayacak ve o dava içerisinde artık bu miktar yönünden herhangi bir talepte bulunulmayacaktır ( Kısmi dava ve ıslah kavramları hakkında Yargıtay uygulamasına örnek olarak: Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 5.3.2003 gün ve Esas: 2003/9-76, Karar: 2003/126 sayılı kararı ).
Yukarıda değinildiği üzere, kısmi ıslah yoluyla müddeabihin artırılabilmesi olanağı, bir anlamda, artırıma konu kısmın ek dava yoluyla istenilmesinin alternatifi niteliğinde bulunduğundan; eş söyleyişle, kısmi davadaki ıslah ile, bu yola gidilmeyip ek dava açılması halleri, davacıya aynı hak ve olanakları tanıyan seçimlik yollar olduğundan, usul hukuku açısından sonuçlarının da aynı olması gerekir ve beklenir.
Verilen örnekte, ikinci ıslah yolunun kapalı bulunması nedeniyle, kısmi davadaki ıslah işlemi sırasında yanılgı sonucu talep dışı bırakılan alacak bölümü için, salt bu usuli engeli aşmak amacıyla davacının ayrı bir dava açma yoluna gitmesi halinde ise, bu kez, davalının usuli itirazları ile karşılaşabileceği de açıktır.
Sorunun çözümü, somut olaydaki gibi, kısmi davada fazlaya ilişkin haklarını saklı tutan davacının, saklı tuttuğu alacağının gerçek miktarı kısmi dava içerisindeki bilirkişi raporuyla kesin olarak belirlenmesine rağmen, sonradan açtığı ek davada bu miktarın altında bir alacak talebinde bulunup, fazlaya ilişkin hakkı saklı tutmamış olmasının, alacağının bu miktarla sınırladığı şeklinde kabul edilip edilmeyeceği, buna bağlı olarak da, fazla alacak miktarı bakımından zımni bir feragatte bulunmuş sayılıp, sayılamayacağı sorusuna doğru cevabın verilmesiyle mümkündür.
Bu sorunun cevaplanabilmesi ise, öncelikle, bir haktan zımni feragatin mümkün bulunup bulunmadığı sorusunun cevaplanmasını gerektirir.
Bir Usul Hukuku kavramı olarak davadan feragatin açık, kesin ve koşulsuz olması, yasa gereğidir ( HUMK. md. 91 ve sonraki maddeler ). Esasen, davadan feragatin kesin hükmün sonuçlarını doğurucu nitelikte olması nedeniyle, bütün bu özellikleri içermesi zorunludur.
Ne var ki, feragat kavramı, sadece, usul hukuku anlamında bir davadan ya da bir dava içerisinde o davaya konu taleplerden bir veya birkaçından feragat edilmesiyle sınırlı bir içerikte değildir: Dava konusu edilmemiş bir haktan, doğal olarak dava dışı bir yolla, açık bir feragat iradesi ortaya konulmaksızın ( zımnen ) feragat edilmesi de mümkündür. Örneğin, miktarı çekişmesiz olan alacağının sadece bir bölümünü tahsil eden bir alacaklının, borçluyu borcun tamamına yönelik olarak ibra etmesinde ( bu yolda ibraname vermesinde ), tahsil edilmeyen alacak bölümü yönünden zımni feragatinden söz edilebilir.Dolayısıyla, bir haktan feragat iradesinin, hak sahibince, hem dava dışı olarak, hem de zımni şekilde ortaya konulması mümkündür ve böyle durumlarda, ortada bir dava bulunmadığı için, sadece davadan feragati düzenleyen HUMK.nun 91. ve ardından gelen maddelerine uygunluk koşulunun aranması söz konusu olamaz.
Feragat iradesi ister zımni, isterse açık şekilde ortaya konulmuş olsun, feragat edilmiş bir hakkın, dava yoluyla tekrar talep edilemeyeceği çok açıktır. Çünkü, dava yoluyla bir hak talebinde bulunulabilmesi için, o hakkın maddi hukuk bakımından mevcut olması gerekir; hiç var olmayan veya başlangıçta var olmakla birlikte zımni de olsa feragat nedeniyle bizzat hak sahibi tarafından ortadan kaldırılan ( böylece, borçlu yönünden söndürülen ) bir hak için, usul hukukunun kurum ve kuralları kullanılarak talepte bulunulması mümkün değildir.
Nitekim, kısmi davada saklı tutulan alacak bölümü için açılan bir ek davada, alacak miktarını gerçekte olduğundan daha az bildiren ve fazlaya ilişkin hakkını da saklı tutmayan alacaklının, bu şekilde, alacağını bu az miktarla sınırladığı, dolayısıyla da, fazla kısım yönünden zımni bir feragatte bulunmuş olduğu, öğretide ve Yargıtay kararlarında kabul edilmektedir ( Bu konuda öğretiye ve Yargıtay uygulamasına örnek olarak: Bkz. Prof. Dr. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. Baskı, C: 2, s. 1530 vd; Prof. Dr. Ejder Yılmaz, Islah Yoluyla Dava Konusunun Arttırılması, ( Anayasa Mahkemesi’nin 20.7.1999 tarihli ve 1/33 sayılı Kararının Değerlendirilmesi”” konulu, 11.5.2001 tarihli toplantıya sunulan bildiri ) Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü sayfa: 105; Prof. Dr. Hakan Pekcanıtez, Medeni Usul Hukuku, Ankara 2000, sayfa 233; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 26.3.1986 gün ve Esas: 1984/4-797, Karar: 1986/299; ayrıca, 15.11.1989 gün ve Esas: 1989/4-415, Karar: 1989/587 sayılı kararı ).
Yine, fazlaya ilişkin haklar saklı tutulmadığı için kısmi dava olarak nitelendirilmesine olanak bulunmayan, o nedenle de tam dava olarak kabulü gereken bir davadan sonra, alacağın kalan bölümü için ayrı ( ek ) bir dava açılması durumunda, önceki ( tam ) davada mahkemenin alacağın tamamı hakkında karar vermiş olması karşısında, kesin hüküm nedeniyle ek davanın reddi gerekeceği, Alman ve İsviçre Federal Mahkemesi Kararlarında ve bir kısım Alman Hukukçuları tarafından benimsendiği anlaşılmaktadır. Alman Federal Mahkemesi BGHZ 34. sh: 337 vd, BGHZ 34 sh. 367-368, İsviçre Federal Mahkemesinin SJZ 28 sh: 325 ( Baki Kuru, age sh: 1538 dip not 255 ve 256 ).
Bazı hallerde, gerek zımni feragat ve gerekse kesin hüküm olgusuna dayalı görüşler aynı sonuca varmaktadır. Nitekim, Yargıtay uygulamasında da, bazen her iki görüşe birden yer verildiği görülmektedir. ( Örneğin: Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 26.3.1986 gün ve Esas: 1986/4-797, Karar: 1986/299 sayılı kararı ). Ancak, kesin hüküm görüşünün, sadece, önceki davada verilen hükmün kesinleşmesinden sonra ek dava açılması ( ya da, ek dava devam ederken ilk davadaki kararın kesinleşmesi ) hali için geçerlilik taşıdığı, buna karşın, önceki dava sürerken açılan ek davanın reddi için yetersiz kaldığı, hatta, ilk davada, alacak miktarının davalının muvafakati ile artırılmasına engel olamadığı kabul edilmektedir ( Kuru, age. s. 1540 ).
Öğretiye ve Yargıtay uygulamasına ilişkin olarak yapılan bu açıklamalar; ister zımni feragat, isterse kesin hüküm görüşüne dayanılsın, hem kısmi dava niteliğinde olduğunun anlaşılmasına olanak bulunmayan, dolayısıyla tam dava olarak kabulü gereken ilk davadan sonra ek dava açılması; hem de, kısmi dava niteliğinde olduğu açık bulunan ilk davadan sonra, fazlaya ilişkin haklar saklı tutulmaksızın bir ek dava açılması hallerinde, alacağın kalan bölümü yönünden alacaklının herhangi bir talepte bulunamayacağını ortaya koymaktadır.
Kısaca, böyle durumlarda, alacaklı ya kalan alacak bölümü yönünden zımni feragatte bulunmuş, ya da kesin hüküm nedeniyle o miktarı artık talep edemez hale gelmiş sayılacak; dolayısıyla, açtığı ek dava her halükarda redde mahkum bulunacaktır.
Hukuk Genel kurulundaki görüşmeler sırasında her iki görüş de dile getirilmiş; varılacak sonuç aynı olmakla birlikte, somut olay bakımından, ek ( görülmekte olan ) davada fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmamasının, davacının bu yönden zımni feragat iradesini ortaya koyduğu şeklinde yorumlanmasının gerekeceği, çoğunlukla benimsenmiştir.
O halde, kısmi davada fazlaya ilişkin haklarını saklı tutmuş olsa bile, ek davasında fazla hak bakımından ihtirazi kayıt bildirmemiş olan bir alacaklının, HUMK.nun 185/2. maddesi çerçevesinde davalının muvafakat etmesi hali dışında, bu alacak bölümü yönünden, ıslah veya ek dava yoluyla talepte bulunamayacağının kabulü gerekir.Somut olayda, kısmi dava sırasında alınan ve o davadaki hükme de esas tutulan 4.2.2002 günlü bilirkişi raporunda, işçilik alacaklarının her bir kalem yönünden gerçek miktarları ve bunların toplamı açıkça saptanmış olmasına rağmen, fazlaya ilişkin hakkın saklı tutulmadığı ek ( görülmekte olan ) davada, bakiye alacak miktarları gerçeğinden daha az gösterilmekle, dava konusu edilmeyen miktar bakımından davacının zımni feragatinin bulunduğu, dolayısıyla, feragate konu bu miktarları ek davada ıslah yoluyla talep edemeyeceği kabul edilmelidir.
Hal böyle olunca, Yerel mahkemece aynı yöne işaret eden bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usule ve yasaya aykırı olup, direnme kararı bu nedenle bozulmalıdır.
SONUÇ : Davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı, HUMK.nun 429. maddesi gereğince ( BOZULMASINA ), istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, ilk görüşmede çoğunluk sağlanamadığından 8.10.2003 günü yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY GEREKÇESİ :
Hukuk Genel Kuruluna gelen uyuşmazlık; fazlası saklı tutulmadan açılmış ek davada davacının müddeabihin ( neticei talebinin ) düzeltilerek arttırılıp arttırılamayacağı noktasında toplanmaktadır.
Islah, Kuru’ya göre; “”taraflardan birinin yapmış olduğu usul işleminin tamamının veya kısmen düzeltilmesine denir ( m. 83.”” ( Kuru, Baki: Hukuk Muhakemeleri Usulü, B. 6. C. IV, İstanbul 2001, s. 3965 ). Üstündağ’a göre ise; “”Islah Müessesesi, dava değiştirme, başka deyişle iddia ve müdafaanın değiştirilmesi veya genişletilmesi yasağını bertaraf eden imkandır. Zira bu suretle, aslında yasal itiraz ile karşılaşılabilecek olan herhangi bir taraf muamelesi, ıslah Kurumu, yardımı ile artık bu itirazı davet etmeksizin yapabilmesidir.”” ( Üstündağ, Saim: Medeni Yargılama Hukuku, C. 1. II. B. 5, İstanbul 1992 s. 534 ).
Islahı bütünsel olarak doçentlik tezinde inceleyen Yılmaz, ıslah kurumunun amacının usulün ana amacına hizmet olduğunu, hukuk yargılamasının amacının ise adaletli karar vermek olduğunu ifade ettikten sonra biçimselliğin maddi gerçeği bir yana bırakılmasına neden olmaması gerektiği; “”usul ekonomisi”” ve “”usuli hakkaniyet”” ilkelerinden hareket edilmesi gereğini vurgulamıştır. Usuli hakkaniyet ilkesinin biçimselliği hakka varmaya maddi gerçeği bulmaya onu adeta yutmasına engel olacak bir anlayış olduğunu ileri sürmüştür ( Yılmaz, Ejder: Islah, 1982, s. 44, 45, 52 ).
Islahın konusunun tarafların yapmış oldukları usul işlemleri olduğu bir gerçek olduğuna göre ıslahla düzeltilebilecek usul işlemlerinden söz etmek gerekir. Gerek öğreti gerek Yargıtay davanın değiştirebileceğini ve davanın genişletilebileceğini yani savunmanın genişletilebileceğini ilke olarak kabul etmektedir. Başka bir anlatımla ıslah yolu ile müddeabihin ( davada talep olunan miktarın ) arttırılıp artırılmayacağı olayı bir usul işlemi olup ıslahın konusudur ( Bkz, Kuru: C. IV, s. 4035 ).
Asıl sorun kısmi dava sonrasında açılan ek davada davacı fazlaya dair hakkını saklı tutmadığında netice-i talebini “”aynı doğrultuda”” arttırıp artıramayacağı noktasındadır.
Kuru, Anayasa Mahkemesince HUMK.nun 87 /son’u iptal edilmesinden önceki düşüncesinde anılan hükmün ıslahın amacına uygun olmadığını özellikle tazminat davalarında dava dilekçesinde müddeabihin miktarının az gösterilmiş ise bir usul işlemi olan bu miktar bildirmeyi onun, yapıldığı dava dilekçesini değiştirebilmen yeni bir dava dilekçesi ile arttırılabilmeli şeklinde ifade etmiştir ( Kuru: C. IV, s. 4035 ).
Kısmi dava – ek dava kavramlarının ıslah kavramı ile bağlantılı değerlendirilmesine gelince:
Davacının şimdilik ve belirli bir bölümü için açılan davaya kısmi dava denilmektedir. Tamamının dava edilmesi durumunda ise “”tam dava””dan söz edilmektedir. Buradaki ön sorun fazlası saklı tutulmadan açılan kısmi davadan sonra ek dava açılıp açılamayacağıdır. Kuru bunu mümkün kılmazken ki, Yargıtay da öyle ( Kuru, C. IV, s. 1529 ve orada gösterilen İçtihatlar ), Üstündağ bu düşünceye “”Kısmi dava açılan hallerde bakiyesinin mahfuz tutulmasına gerek yoktur. Farkına varmaksızın açılan kısmi davalarda olabilir. Bu hal çoğu kere, dava dilekçesinde netice talep olarak muayyen bir paranın gösterilmesi mecburiyetinden ileri gelir. Muhakeme esnasında onun daha fazla alacağı olduğu ortaya çıkabilir. Tatbikatın bunu engelleyen düşüncesi doktrinde tasvip görmemektedir”” düşüncesiyle karşı çıkmaktadır ( Üstündağ, Saim: İddia ve Müdafaanın Değiştirilmesi yasağı, 1967, s. 180 vd. ).
Üstündağ bu düşüncesini doğrulayan Anayasa Mahkemesi’nin 87 /son hükmünün iptal tarihi öncesi görüşünde 87 /son’un netice-i talebin “”aynı çizgi”” üzerinde arttırılmasını engellediği, yeni netice-i talepler başka bir anlatımla “”objektif dava yığılmasını”” engellemediğini ileri sürmektedir ( Üstündağ, Usul, s. 537; benzer görüş bkz. Yılmaz: Islah, s. 175 ). 87 /son AYM’ce iptal edildiğine göre aynı çizgide netice-i talebin arttırılamayacağı konusunda somut bir normdan söz edilemez.Fazlaya ilişkin hakların saklı tutulması durumunda dava tam dava sayılması gerekeceği hakkında iki görüş bulunmaktadır. Bunlardan ilki zımni feragat görüşü, ikincisi kesin hüküm görüşüdür. Yargıtay zımni feragat görüşüne üstünlük tanımaktadır. ( Kuru: C. II, s. 1540 ).
Feragatte açık bir irade olmalıdır. Kural olarak zımni / kapalı feragat söz konusu olmaz. Ancak, yasanın açıkça öngördüğü durumlarda söz konusu olur ( HUMK. m. 89, BK. m. 113, TCK. m. 111 ) HUMK’nun 87. maddesinde böyle bir düzenleme bulunmamaktadır.
Öte yandan ek dava kısmi dava açısından sadece konu bakımından bağlıdır. Ek dava ayrı bir dava türüdür. Islah usul işlemidir. Ayrı kurumlardır. İddia ve savunmanın genişletilmesi yasağı ve ıslah kurumları ise birbirine bağlı kurumlardır. AYM’ce 20.7.1999 tarih 1991/1, 1999/33 sayılı kararı ile HUMK. m. 87 /son’u iptal edilmiştir. Netice-i talebin her türlü genişletilmesine ilişkin bir engel kalmamaktadır. Bu yolla zarar gören zararın miktarını bilmemenin kötü sonuçlarından korunacaktır. Adaletin gerçekleşmesi yönünde esaslı bir engel ortadan kalkacaktır. Batı hukuklarında iddianın ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağının katılığı tamamen terk edilmiştir ( Almanya, İsviçre örneği, bkz. Yılmaz, Ejder: “”Islah Yoluyla Dava Konusunun Arttırılması ( tebliğ ), Bankacılık Enstitüsü, 11 Mayıs 2001 ). Yasanın bu yolla yorumu Avrupa insan Hakları Sözleşmesinin altıncı maddesinde belirtilen “”adil yargılanma hakkına”” uygundur. Aksi düşünce AYM kararının yorum yoluyla daraltılması sonucunu doğurur ki bu düşüncenin Anayasanın 138/4 ve 153/6 maddeleri ile bağdaşması güçtür.
Yukarıda anlatılan tüm bu kurum ve kavramların ışığında yerel mahkemenin ek davada bir kez yapılan ıslaha ilişkin kararın onanması düşüncesiyle Yüce Kurulun bozma kararına katılamıyoruz.Coşkun Koçak M. Ersin Germeç Selamet llday Mustafa Kılıçoğlu-19. HD. Başkanı 18. HD. Üyesi 8. HD. Üyesi 9. HD. Üyesi-Sami Koçak Ahmet Özgan Aytaç Malkoç-10. HD. Üyesi 11. HD. Üyesi 13. HD. Üyesi
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2000/7-1625
K. 2000/1689
T. 15.11.2000
• PARSEL NUMARASININ YANLIŞ GÖSTERİLMESİ ( Davada Yanlışlığın Düzeltilmesinin Davanın Değiştirilmesi veya Genişletilmesi Olup Olmadığı )
• DAVANIN DEĞİŞTİRİLMESİ VE GENİŞLETİLMESİ ( Dava Dilekçesinde Yanlış Gösterilen Parsel Numarasının Düzeltilip Düzeltilemeyeceği )
• KADASTRO TESPİTİNE İTİRAZ ( Parsel Numarasının Dava Dilekçesinde Yanlış Gösterilmesi )
1086/m.83,185
ÖZET : Parsel numarasındaki yanlışlığın düzeltilmesi davanın konusunun değiştirilmesi ya da çoğaltılması olarak kabul edilemez.
DAVA : Taraflar arasındaki “tesbite itiraz” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kayseri Kadastro Mahkemesince görevsizliğe dair verilen 12.3.1999 gün ve 1992/367 E- 1999/57 K.sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 7. Hukuk Dairesinin 1.10.1999 gün ve 1999/3487-4418 sayılı ilamı ile; ( …Kadastro sırasında 3385 parsel sayılı 4198 m2 yüzölçümündeki taşınmaz, tapu kaydına dayanılarak hazine adına tesbit edilmiş, Ahmet oğlu Hulusi Yergin ile Numan oğlu Mehmet Şarlı’nın işgalinde olduğu beyanlar hanesinde gösterilmiştir. Davacılar Mehmet Şarlı ve Hulusi Yergin satın almaya ve zilyetliğe dayanarak hazineyi hasım göstermek suretiyle 3985 sayılı parsel hakkında dava açmışlar, taşınmazın kuzeyde kalan yarısının Hulusi Yergin, güneyde kalan yarısının ise Mehmet Şarlı adına tapuya tesciline karar verilmesini istemişlerdir. Yargılama sırasında parsel numarasını yanlış gösterdiklerini aslında 3385 sayılı parsel hakkında davacı oldukların ) belirtmişlerdir. Mahkemece 3985 sayılı parsel ayrılarak ayrı bir esasa kaydedilmiş olduğundan bu parsel hakkında karar verilmesine yer olmadığına; 3385 sayılı parsel hakkındaki davanın ise görev yönünden reddine karar verilmiş, hüküm davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece davacıların önce 3985 parseli dava konusu olarak gösterdikleri, daha sonra dava konusu 3385 parseli dava ettiklerini ve dilekçelerinde yanlış parsel numarası gösterildiği 3 rakamı yerine 9 rakamının yazıldığı oysa, 3985 parsel sayılı taşınmazın Mehmet Kaytak adına tesbit edildiği, böylece 3385 sayılı parsel hakkındaki tutanağın itiraz ve davadan önce kesinleştiği gerekçe gösterilmek suretiyle hüküm kurulmuştur. Ne var ki, davacı taraf Hazineyi davalı olarak hasım göstermiştir. Gerçekten davacının dava etmek istediği 3385 parsel sayılı taşınmaz hazine adına tesbit edilmiş; şagilinin de davacılar olduğu tutanak içeriğinde açıklanmıştır. Şu hale göre davacı taraf hasmı doğru göstermiştir. Hal böyle olunca davacıların dava konusu ettikleri taşınmazın 3385 parsel olduğunun ve hasmı da doğru gösterdiklerinin kabulü gerekir. Bu durumda somut olayda HUMK.nun 185/2 ve 83 ve devamı maddelerinin uygulanması olanağı bulunmamaktadır. Parsel numarasındaki yanlışlığın düzeltilmesi davanın konusunun değiştirilmesi yada çoğaltılması olarak kabul edilemez. Bu nedenlerle davaya bakılması gerekirken yanılgıya düşülerek davanın reddine karar verilmesi isabetsizdir… ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri, çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine 15.11.2000 gününde, oyçokluğu ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 1981/11-214
K. 1983/1290
T. 9.12.1983
• MENFİ TESPİT VE SENET İPTALİ DAVASI ( Kanıtların İncelenmesi Bitmeden Yani Soruşturma Aşaması Devam Ederken Islah Yoluna Başvurulabilinmesi )
• ISLAH ( Davacı Taraf Henüz Kanıtların İncelenmesi Bitmeden Yani Soruşturma Aşaması Devam Ederken Islah Yoluna Başvurmuşsa Davacının Zamanında Islah İsteğinde Bulunduğunun Kabul Edilmesi )
• USULE İLİŞKİN İŞLEMLERİN DEĞİŞTİRİLMESİ ( Islah Yoluyla Davanın Taraflarından Birinin Usule İlişkin Olarak Yaptığı İşlemi Tamamen veya Kısmen Düzeltmesi )
• DAVANIN VE SAVUNMANIN GENİŞLETİLMESİ YASAĞI ( Islahın İddia ve Savunmanın Genişletilmesi veya Değiştirilmesi Yasağının Bir İstisnası Olması )
• ISLAH İÇİN SÜRE ( Islahın Tahkikata Tabi Olan Davalarda Tahkikat Bitinceye Kadar Tabi Olmayanlarda ise Muhakemenin Hitamına Kadar Yapılabilmesi )
• USUL HUKUKUNDA TAHKİKAT ( Tarafların Karşılıklı İddia ve Savunmaları ile Bunların İspatı için Gösterilen Delillerin Toplanması ve İncelenmesi ) 1086/m.83
ÖZET : Davacı taraf henüz kanıtların incelenmesi bitmeden, yani soruşturma aşaması devam ederken ıslah yoluna başvurmuşsa davacının zamanında ıslah isteğinde bulunduğu kabul edilip, HUMK.nun 83 ve onu izleyen maddeleri gözönünde tutularak sonucuna göre karar verilmesi gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki “”menfi tespit ve senet iptali”” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, ( Konya İkinci Asliye Hukuk Mahkemesi )’nce davanın reddine dair verilen 25.5.1979 gün ve 1978/6 – 1979/400 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzenine, Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 3.12.1979 gün ve 5498 – 5494 sayılı ilamıyla; ( … HUMK.nun 83. maddesi gereğince iki taraftan her biri usule müteallik olan her muameleyi tamamen veya kısmen ıslah edebilir. Islahın kabulü davalının muvafakatine bağlı değildir. Davacı ıslah talebi ile dava sebebini değiştirmek istediğine göre bu talep kısmen ıslah isteğidir. Bu bakımdan davacının dava sebebini değiştirmeye ilişkin olan ıslah talebinin yukarıda sözü edilen Usul Kanununun 83 ve müteakip maddelerinin gözönünde tutularak neticesine süre bir karar verilmesi gerekirken aksine düşünce ile yazılı olduğu şekilde karar verilmesi isabetsizdir… ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz eden : Davacı vekili.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Davacı vekili dava dilekçesinde ; ( … davalının alacaklı olduğunu iddia ettiği 7.5.1976 tanzim ve 8.12.1977 vade tarihli 50.000 liralık senet altındaki imzanın müvekkiline ait olmadığını ve müvekkilinin davalıya herhangi bir borcu bulunmadığını… ) ileri sürerek, “”borçlu olmadığının tespiti ile senedin iptaline”” karar verilmesini istemiştir.
Davalı ise ( … senetteki imzanın davacıya ait olduğunu… ) bildirmiştir.
Mahkemece yaptırılan inceleme sonucunda, dava konusu senet altındaki imzanın davacıya ait bulunduğu Adli Tıp Fizik Tek. Şubesi raporuyla saptanmıştır. Bunun üzerine davacı vekili, verdiği 2.5.1979 günlü dilekçe ile, ( … davayı tamamen ıslah ettiğini; senetteki imzanız müvekkiline ait bulunduğunu, ancak; senedin hileli yollarla imzalatıldığını ve karşılıksız olduğunu… ) bildirmiştir.
Yerel mahkeme, ( … dava konusu senet altındaki imzanın davacıya ait olduğunun Adli Tıp raporu ile saptanmış bulunduğu ve davacı vekilinin 2.5.1979 günlü dilekçesiyle dava dilekçesindeki iddiasını değiştirmek istemesine karşın davalının buna muvafakat etmediği… ) görüşüyle davanın reddine karar vermiş; ancak bu karar, Özel Dairenin yukarıya metni aynen alınan ilamıyla bozulmuştur.
Ne var ki mahkeme bu kez, ( … Usulün 84. maddesi hükmünce, tahkikat bitinceye kadar ıslah yoluna başvurmak mümkün ise de, inkar edilen senetteki imzanın davacıya art olduğu Adli Tıp raporu ile saptandıktan ve böylece tahkikat tamamen ikmal edildikten sonra vaki ıslah talebinin kabul edilemeyeceği… ) gerekçesiyle önceki kararında direnmiştir.
Görülüyor ki uyuşmazlık, ıslahın zamanında yapılmış olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Bilindiği ve Usulün 83. maddesinde de açıkça vurgulandığı veçhile ıslah davanın taraflarından birinin usule ilişkin olarak yaptığı işlemi tamamen veya kısmen düzeltmesidir. Islahın iddia ve savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesi yasağının bir istisnası olduğunda herhangi bir duraksama yoktur ( HUMK. m. 185/2 ve 202/3 ). Bu nedenledir ki, ıslah tek taraflı bir irade açıklaması ile kullanılıp ve karşı tarafın muvafakatine de bağlı değildir.
Az yukarıda da değinildiği üzere, bu davada üzerinde durulması ve çözülmesi gereken sorun, davacının ıslah yoluna başvurduğu tarihte tahkikatın bitmiş olup olmadığı hususudur.
Gerçekten, Usulün 84. maddesi hükmünce, “”Islah, tahkikata tabi olan davalarda tahkikat bitinceye kadar, tabi olmayanlarda ise muhakemenin hitamına kadar yapılabilir.”” Burada, tahkikat deyimi üzerinde kısaca durmak gerekir. Usul hukukunda tahkikat; mahkemenin ‘tarafların karşılıklı iddia ve savunmaları ile, bunların ispatı için gösterilen delilleri toplaması ve incelemesidir. Bu safhada, tarafların ileri sürdükleri vakıaların doğru olup olmadığı, mahkemece tahkik ve tespit olunur. Delillerin incelemesi bitince tahkikat safhası sona ermiş olur ( HUMK. m. 214, 375 ). Bundan sonra sözlü yargılama [muhakeme] safhasına geçilir ve sonradan hüküm verilir.
Temyiz incelemesine konu olan bu davada; mahkemece, dava konusu senet altındaki imzanın davacıya ait olup olmadığı hususu incelenmiş ve bu konuda Adli Tıp’tan bir rapor alınmıştır. Ne var ki, davacı vekili 29.1.1979 tarihli dilekçe ile bu rapora karşı itiraz hakkını kullanmıştır. Ancak, bu itiraz hakkında henüz olumlu olumsuz bir karar verilmeden, hakim dosyayı incelemeye almış ve duruşmayı 8.5.1979 gününe talik etmiştir. İşte bu arada, davacı vekili verdiği 2.5.1979 tarihli dilekçesinde, dava sebebini değiştirmek suretiyle davasını tamamen ıslah ettiğini bildirmiştir.
Bu istek, mahkemenin 8.5.1979 günlü ara kararı ile reddedilmiş ve davacı vekiline, davalıya yemin teklif edip etmeyeceği konusunda beyanda bulunması için önel verilerek duruşma 25.5.1979 gününe ertelenmiştir. Davanın hükme bağlandığı bu son oturumda; davacı vekili, ıslah talebinin kabulü gerektiğini, bu nedenle de davalıya yemin teklif etmeyeceğini bildirmiştir.
Bütün bu açıklamalar gösteriyor ki davacı taraf, henüz delillerin incelenmesi bitmeden yani tahkikat aşaması devam ederken ıslah yoluna başvurmuş bulunmaktadır.
O halde mahkemece yapılacak iş, davacının zamanında ıslah yoluna başvurduğu kabul edilip, Usulün 83 ve onu izleyen maddeleri gözönünde tutularak sonucuna göre bir karar vermekten ibarettir.
İşte bu nedenlerle, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararma uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup hüküm bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen sebeplerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince ( BOZULMASINA ), istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 9.12.1983 gününde, oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 1975/10-381
K. 1976/2542
T. 22.9.1976
• SİGORTALIYA AİT İŞE GİRİŞ BİLDİRGESİNİN SÜRESİNDE VERİLMEMESİ ( İşverenin Sorumluluğu-506 S. Yasanın 10. Maddesine Dayanarak Açılan Davada İşverenin Kusurunun Aranmaması )
• İŞVERENİN SORUMLULUĞU ( Sigortalıya Ait İşe Giriş Bildirgesinin Zamanında Kuruma Verilmemesi )
• KUSUR SORUMLULUĞU ( İşverene Karşı 506 Sayılı Yasanın 26 ve 39. Maddelerine Dayanılarak Açılan Dava )
• İŞVERENDE KUSUR ARANMAMASI ( 506 Sayılı Yasanın 10. Maddesine Dayanılarak Açılan Dava )
• SAVUNMANIN GENİŞLETİLMESİ ( Davalının Rızası Olmadan Mümkün Olmaması )
• YASAL SÜRE İÇİNDE BİLDİRGE VERİLMEMESİ ( Savunmanın Genişletilmesi Yasağı )
1086/m.202,74-506/m.10,26,39
ÖZET : Sigorta olayı, yasal işe giriş bildirgesi verme süresi içinde oluştuğundan davada, 506/10 ncu maddenin uygulama olanağı yoktur. Dava dilekçesinde anılan yasa maddesine dayanıldığından Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu`nun 202 nci maddesi gereğince davalının rızası olmaksızın bu nedenlerin genişletilmesi olanaksızdır. Ayrıca, aynı yasanın 74 ncü maddesinde öngörülmüş bulunan “iddia ile bağlı bulunma” ilkesi buna engeldir. Bu nedenlerle, Kurumca 506/10 ncu maddeye dayanılarak açılan davada karşı tarafın kapalı ya da açık onayı olmadıkça aynı Yasanın 26 ncı maddesi gereğince inceleme yapılması ve karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
DAVA : 15.11.1974 gün ve 5265 – 6639 sayılı ilamiyle ( Davanın 26. maddeye göre açıldığı ve işveren davalının 9. madde uyarınca sigortalı hakkında bildirge vermemesi nedeniyle 10. madde uyarınca işverenin sigorta olayında tüm kusurlu ve sorumlu tutulması istendiği kabul edilmeli ve yapılan yargılama ile işverenin ve zamanında sigortalı çalıştırmaya başladığını kuruma bildirdiği hususunun anlaşılması üzerine de dava reddedilmeyip 26. maddeye göre davalı işverenin sorumluluğu gerektiren haller bulunup bulunmadığı araştırılmalıdır) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
KARAR : İşe giriş bildirgesi süresi içinde olay vuku bulmuş olduğuna göre 506 sayılı Yasanın 10. madesinin uygulama olanağı bulunmaktadır. Dava dilekçesinde maddi olgu olarak, çalıştırılan sigortalıya ait işe giriş bildirgesinin yasal süre içinde verilmemesine dayanılmıştır. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 202. maddesinin 2. fıkrası gereğince davalının rızası olmaksızın bu sebeplerin genişletilmesi ve değiştirilmesi mümkün değildir. 506 sayılı yasanın 26. ve 39. maddelerinin işveren hakkında uygulanabilmesi yasanın belirlediği biçimde kusurlu bulunması esasına dayanır. Anılan yasanın 10. maddesinin uygulanabilmesi için ise, işverenin bildirilen anlamda kusurlu bulunmaması koşulu aranmamıştır. Bu bakımdan 10. maddeye dayanan ödettirme davası ile 26. ve 39. maddelere dayanan ödettirme davaları birbirinden ayrı ve bağımsız niteliğe sahiptirler.
O halde açık olan yön, bu istemlerden biriyle sınırlı olarak açılmış olan bir davanın diğer istemi dahi kapsamadığıdır. Kurumun işverenin bildirme yükümünü yerine getirmediği olgusuna dayanarak yalnız bu yönden anılan yasanın 10. maddesine dayanarak açtığı davada karşı tarafın kapalı veya açık şekilde rızası olmadıkça aynı Yasanın 26. maddesi gereğince inceleme yapılması ve karar verilmesine olanak bulunmamaktadır. Buna herşeyden önce Hukuk Usulü Muhakemeleri kanununun 74. maddesinde öngörülmüş bulunan “iddia ile bağlı bulunma” ilkesi engeldir. burada yasaya aykırı olarak dava ekonomisi düşüncesine de verilemez. Bu nedenlerle direnme kararı esas itibariyle doğrudur. Ancak mahkeme harç alınmasına yer olmadığına da karar vermiş ise de sonradan çıkan Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 3.3.1975 gün ve 2/3 sayılı kararında açıklanan esaslar uyarınca dava harca tabidir. Mahkemece bu nedenle harç alınmamış olması usul ve yasaya aykırıdır. Ancak bu yanlışın düzeltilmesi yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden direnme kararı bu yanlış düzeltilmek suretiyle onanmalıdır.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararına “1500 kuruş red harcının davacı kurumdan alınmasına” sözlerinin eklenmesine ve kararın bu düzeltilmiş şeklinin ONANMASINA, ( 1500) Krş. ilam harcı alınmış olmakla başkaca harç alınmasına yer olmadığına oybirliğiyle karar verildi.
KES-KOPYALA-YAPIŞTIR’ ŞEKLİNDEKİ KARAR, SONUÇ İTİBARİYLE DOĞRU OLSA DAHİ, ADALET DUYGUSUNU ZEDELER
Kararın yazım şeklinden, bozmadan sonra dosyada herhangi bir inceleme yapılmadan, önceki yargılama safhasının “kes, kopyala, yapıştır” tekniğiyle aktarılarak, kararın yazıldığı anlaşılmıştır. Bu durumda sonuç itibariyle karar doğru olsa dahi, yazım şekli taraflardaki adalet duygusunu zedeleyecek niteliktedir.
T.C.
Yargıtay
9. Hukuk Dairesi
2020/337 E., 2020/2528 K.
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ: İŞ MAHKEMESİ
Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle, temyiz taleplerinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:
YARGITAY KARARI
A) Davacı İsteminin Özeti:
Davacı vekili, müvekkilinin 25/08/2004 tarihinde davalı Şirketin Darıca İrtibat Bürosu’nda yönetici yardımcısı olarak çalışmaya başladığını ve iş akdinin işverence haksız feshedildiği 11/2/2006 tarihine kadar çalışmasını büyük bir özenle sürdürdüğünü, Darıca İrtibat Bürosu’nda çalışması devam ederken davalı Şirketin yetkililerinin 2006 yılı Aralık ayında kasa kontrolü yaptıklarını, kasalarda açık olduğunu tutanakla tespit ettiklerini şifahen söylediklerini, kasalarda açık olmamasına rağmen Aras Kargo’nun bilgisayar sistemindeki problem nedeniyle yüzlerce şubesinde aynı durumun yaşandığını, davalı Şirketin kasaların açık verdiği gerekçesiyle müvekkili de dahil diğer şubelerde görev yapan yönetici statüsündeki çalışanlarından teminat amaçlı senet aldığını, müvekkilinden teminat amacıyla alınan bonodan sadece imza kısmının müvekkiline imzalattırıldığını, bononun üzerinde yer alan düzenleme tarihi, ödeme tarihi, ödenecek miktar, ödeyecek kişinin ad-soyad ve adres kısımlarının sonradan davalı Şirket tarafından doldurulduğunu, müvekkilinin iş akdini haksız feshetmesinin ardından müvekkili aleyhine… İcra Müdürlüğü’nün 2006/ 1491 Esas sayılı dosyası ile kasa açığını borcun sebebi olarak göstererek ilamsız takip başlattığını, ödeme emrinin müvekkiline tebliğinin ardından süresi içinde ödeme emrine itiraz ettiklerini, davalı Şirketin söz konusu senedi doldurmak suretiyle 09/07/2007 tarihinde 2007/ 1765 Esas sayılı dosyası ile icraya koyduğunu, senet üzerindeki yazıların müvekkiline ait olmadığını, müvekkilinin davalı şirketten avans olarak herhangi bir nakdi ödeme almadığı gibi almış olduğu herhangi bir hizmetin de mevcut olmadığını, müvekkilinin davalıya borçlu olmadığının tespitine, bu nedenle senedin iptaline ve davalının kötü niyetli olması nedeniyle %40 tazminatın ödetilmesine karar verilmesini talep etmiştir.
B) Davalı Cevabının Özeti:
Davalı vekili, davacının müvekkili şirketin güvenini kötüye kullanarak kendine çıkar sağladığını, davacının da suçunu kabul ile; bankadan kredi çekerek borcunu ödeyeceğini belirttiğini ve iptal edildiği halde gönderimi gerçekleşen kargolara ilişkin fatura bedelleri toplamı olan 12.777.19 TL’sı borcunu ödeyeceğini taahhüt ettiğini, buna ilişkin bono tanzim edildiğini ve davacının da imzaladığını, güveni kötüye kullanma yolu ile kendisine emanet edilmiş işten kazanılan parayı zimmetine geçiren davacının müvekkili şirkete borçlu olduğunu savunarak davanın reddini talep etmiştir.
C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti:
Mahkemece, bozma ilamına uyularak davanın reddine karar verilmiştir.
D) Temyiz:
Kararı davacı vekili temyiz etmiştir.
E) Gerekçe:
Anayasa’nın 138 ve 141. maddeleri uyarınca Hakimler, Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanı kanaatlerine göre hüküm verirler ve bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır. Bu gerekçede hukukî esaslara ve kurallara dayanmalı, nedenleri açıklanmalıdır.
Diğer taraftan 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı HMK.’un 27. maddesinde hukukî dinlenilme hakkı kurala bağlanmıştır. Hukukî dinlenilme hakkı, Anayasanın 36 ncı maddesinde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6 ncı maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının en önemli unsurudur. Hukuki Dinlenilme Hakkı” gereğince davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer ilgilileri, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip olup, bu hakkın yargılama ile ilgili olarak bilgi sahibi olunmasını, açıklama ve ispat hakkını, mahkemenin, açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesini ve kararların somut ve açık olarak gerekçelendirilmesini içermektedir. Mahkemeler, kararlarını somut ve açık bir şekilde gerekçelendirmek zorundadırlar. Eksik, şeklî ve görünüşte gerekçe yazılması adil yargılanma hakkının (hukukî dinlenilme hakkının), ihlâlidir.
HMK.’un 297. maddesinde de, verilecek hükümde tarafların iddia ve savunmalarının özetinin, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususların, çekişmeli vakıalar hakkında toplanan delillerin, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesinin, sabit görülen vakıalarla bunlardan çıkarılan sonuç ve hukukî sebeplerin yer alması gerektiği açıkça vurgulanmıştır. Kararın gerekçesinde maddi olay saptanmalı, hukuki niteliği ve uygulanacak hukuki kurallar belirlenmeli, bu konuda gerekli inceleme ve delillerden söz edilmeli, hukuk kuralları somut olaya uygulanmalı ve sonunda hüküm kurulmalıdır. Maddi olgularla hüküm fıkrası arasındaki hukuki bağlantı da ancak bu şekilde kurulabilecek, ayrıca yasal unsurları taşıyan bu gerekçe sayesinde, kararların doğruluğunun denetlenebilmesi mümkün olacaktır.
Somut uyuşmazlıkta, Mahkemenin davanın kabulüne ilişkin ilk kararın Dairemizce bozulmasının müteakiben Mahkemece bozma ilamına uyularak davanın reddine karar verilmiştir.
Temyize konu bu kararın içeriğinde ise, bozmadan önceki ilk karara aynı şekilde yer verildikten sonra Dairemizin bozma ilamı da aynen (karar başlıkları dahil tamamı) aktarılmış ve hiçbir gerekçe oluşturulmadan ”uyulmasına karar verildiğinden” bahsedildikten sonra hükmün oluşturulduğu görülmüştür.
Kararın yazım şeklinden, bozmadan sonra dosyada herhangi bir inceleme yapılmadan, önceki yargılama safhasının “kes, kopyala, yapıştır” tekniğiyle aktarılarak, kararın yazıldığı anlaşılmıştır. Bu durumda sonuç itibariyle karar doğru olsa dahi, yazım şekli taraflardaki adalet duygusunu zedeleyecek niteliktedir.
Netice itibariyle, Mahkemenin karar yazım şekli ve içeriği hukukî güven ilkesini zedeler ve adil yargılanma hakkını ihlal eder nitelikte olduğundan, kararın salt bu nedenle tekrar bozulması gerekmiştir.
F) Sonuç:
Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebepten dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine 19.02.2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ
Esas Numarası: 2021/8076
Karar Numarası: 2022/1622
Karar Tarihi: 28.02.2022
ÖZETİ: Dava, mehir senedine dayalı altın borcunun yasal faizi ile birlikte tahsili istemine ilişkindir. … tarafından damat sıfatıyla, … tarafından damadın babası sıfatıyla imzalanan dava konusu belgede ”mehir senedi bu mihir senedini eşim olacak olan …’a mihir olarak veriyorum” ibaresi mevcuttur. İşbu belgenin evlilik birliğinin gerçekleşmesi amacıyla düzenlendiği ancak taraflar arasında resmi nikah akdi yapılmadığı, bu itibarla da söz konusu belgenin geçerliliği olmadığı ortadadır. Buna göre ilk derece mahkemesince; davanın reddine karar verilmesi gerekir.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2019/2-524
K. 2022/1272
T. 11.10.2022
BOŞANMA ( Sürekli Alkol Kullanmak Suretiyle Tartışma Çıkaran Böyle Anlarda Evdeki Eşyaları Kırıp Döken Eşine Hakaret Edip Aşağılayan Birlik Görevlerini Yerine Getirmeyen Erkek Karşısında Eşine Hakaret Edip Aşağılayan Kadının Kusur Derecelerinin Yoğunluğu Kıyaslandığında Olayların Oluş Şekilleri Yer Zaman ve Mekânları Dikkate Alındığında Eşlerin Boşanmaya Sebep Olan Olaylarda Eşit Kusurlu Olduklarından Söz Etme İmkânı Bulunmadığı/Boşanmaya Sebep Olan Olaylarda Erkek Eşin Ağır Kusurlu Olduğu )
EŞE HAKARET ( Sürekli Alkol Kullanmak Suretiyle Tartışma Çıkaran Böyle Anlarda Evdeki Eşyaları Kırıp Döken Eşine Hakaret Edip Aşağılayan Birlik Görevlerini Yerine Getirmeyen Erkek Karşısında Eşine Hakaret Edip Aşağılayan Kadının Kusur Derecelerinin Yoğunluğu Kıyaslandığında Eşlerin Boşanmaya Sebep Olan Olaylarda Eşit Kusurlu Olduklarından Söz Etme İmkânı Bulunmadığı/Erkek Eşin Ağır Kusurlu Olduğunun Kabulü Gereği )
SÜREKLİ ALKOL KULLANMAK SURETİYLE TARTIŞMA ÇIKARMA ( Boşanma – Görevlerini Yerine Getirmeyen Erkek Karşısında Eşine Hakaret Edip Aşağılayan Kadının Kusur Derecelerinin Yoğunluğu Kıyaslandığında Olayların Oluş Şekilleri Yer Zaman ve Mekânları Dikkate Alındığında Eşlerin Boşanmaya Sebep Olan Olaylarda Eşit Kusurlu Olduklarından Söz Etme İmkânı Bulunmadığı/Boşanmaya Sebep Olan Olaylarda Erkek Eşin Ağır Kusurlu Olduğu )
4721/m.166,174
ÖZET : Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; boşanmaya sebep olan olaylarda tarafların eşit kusurlu olup olmadıkları, buradan varılacak sonuca göre davacı-karşı davalı eş yararına TMK’nın 174/2. maddesinde yazılı manevi tazminat koşullarının oluşup oluşmadığı noktasında toplanmaktadır.
Sürekli alkol kullanmak suretiyle tartışma çıkaran, böyle anlarda evdeki eşyaları kırıp döken, eşine hakaret edip aşağılayan, birlik görevlerini yerine getirmeyen erkek karşısında, eşine hakaret edip aşağılayan kadının kusur derecelerinin yoğunluğu kıyaslandığında, olayların oluş şekilleri, yer, zaman ve mekânları dikkate alındığında eşlerin boşanmaya sebep olan olaylarda eşit kusurlu olduklarından söz etme imkânı bulunmamaktadır. Dolayısıyla Özel Daire ve Mahkemenin kabulünde olan tüm kusurlu davranışlar ve gerçekleşen olaylara göre, boşanmaya sebep olan olaylarda erkek eşin ağır kusurlu olduğunun kabulü gerekir.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2021/2-57
K. 2022/1721
T. 13.12.2022
BOŞANMA ( Davacının Ön İnceleme Aşamasında Sunduğu Dilekçesinde “Davalı Tarafından Kötü Muamele” Gördüğüne İlişkin Yeni Bir Vakıa İleri Sürdüğü Dayandığı Bu Yeni Vakıaya İlişkin Tanık Deliline Dayandığı ve Ön İnceleme Duruşmasına Katılarak Bildirdiği Tanıkların Dinlenmesini Talep Ettiği Bu Usul İşlemleriyle Somutlaştırma Yükümlülüğüne Uygun Davrandığı Gözetildiğinde Mahkemece Bildirilen Tanıkların Dinlenmesinde ve Dinlenen Tanık Beyanlarının Hükme Esas Alınmasında Usul ve Kanuna Aykırı Bir Yön Bulunmadığı )
DAVALININ MAZERETESİZ KATILMADIĞI DURUŞMADA DAVACI VE VEKİLİNİN HAZIR BULUNARAK GÖSTERDİKLERİ TANIKLARIN DİNLENMESİNİ TALEP ETMESİ( Boşanma – Davalı Tarafın Mazeretsiz Olarak Ön İnceleme Duruşmasına Gelmediği Dolayısıyla Davacının Karşı Tarafın Muvafakati Olmaksızın İddia ve Savunmasını Genişletip Değiştirebilme Hakkı Olduğu )
SAVUNMANIN GENİŞLETİLMESİ( Boşanma – Duruşmaya Davalı Vasisinin Mazeretsiz Olarak Gelmediği Davacı ve Vekilinin İse Hazır Bulunarak Gösterdikleri Tanıkların Dinlenmesini Talep Ettiği/Davalı Tarafın Mazeretsiz Olarak Ön İnceleme Duruşmasına Gelmediği Dolayısıyla Davacının Karşı Tarafın Muvafakati Olmaksızın İddia ve Savunmasını Genişletip Değiştirebilme Hakkı Olduğu )
SOMUTLAŞTIRMA YÜKÜMLÜLÜĞÜ ( Boşanma – Davacının Ön İnceleme Aşamasında Sunduğu Dilekçesinde “Davalı Tarafından Kötü Muamele” Gördüğüne İlişkin Yeni Bir Vakıa İleri Sürdüğü Dayandığı Bu Yeni Vakıaya İlişkin Tanık Deliline Dayandığı ve Ön İnceleme Duruşmasına Katılarak Bildirdiği Tanıkların Dinlenmesini Talep Ettiği Bu Usul İşlemleriyle Somutlaştırma Yükümlülüğüne Uygun Davrandığı Gözetildiğinde Mahkemece Bildirilen Tanıkların Dinlenmesinde ve Dinlenen Tanık Beyanlarının Hükme Esas Alınmasında Usul ve Kanuna Aykırı Bir Yön Bulunmadığı )
TARAFLARDAN BİRİNİN YOKLUĞUNDA TANIK DİNLETİLMESİ ( Boşanma – Duruşmaya Davalı Vasisinin Mazeretsiz Olarak Gelmediği Davacı ve Vekilinin İse Hazır Bulunarak Gösterdikleri Tanıkların Dinlenmesini Talep Ettiği/Davalı Tarafın Mazeretsiz Olarak Ön İnceleme Duruşmasına Gelmediği Dolayısıyla Davacının Karşı Tarafın Muvafakati Olmaksızın İddia ve Savunmasını Genişletip Değiştirebilme Hakkı Olduğu )
6100/m.141,194
ÖZET : Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dilekçelerin karşılıklı verilmesi aşamasında tanık deliline dayanmamış olan davacının, HMK 141 maddesinin 7251 Sayılı Kanun’la değiştirilmesinden önceki düzenlemesine göre, davalı tarafın mazeretsiz olarak ön inceleme duruşmasına gelmemesinden faydalanarak “iddia veya savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesi” başlığı altında tanık deliline dayanıp dayanamayacağı noktasında toplanmaktadır.
Somut olayda; ilk derece mahkemesince yapılan 03.10.2017 tarihli ön inceleme duruşmasına tarafların usule uygun şekilde davet edildiği, yapılan duruşmaya davalı vasisinin mazeretsiz olarak gelmediği, davacı ve vekilinin ise hazır bulunarak gösterdikleri tanıkların dinlenmesini talep ettiği anlaşılmaktadır. Davalı tarafın mazeretsiz olarak ön inceleme duruşmasına gelmediği, dolayısıyla davacının, karşı tarafın muvafakati olmaksızın iddia ve savunmasını genişletip değiştirebilme hakkı olduğu, bu hakkı doğrultusunda ön inceleme aşamasında sunduğu 17.08.2017 tarihli dilekçesinde “davalı tarafından kötü muamele” gördüğüne ilişkin yeni bir vakıa ileri sürdüğü, dayandığı bu yeni vakıaya ilişkin tanık deliline dayandığı ve ön inceleme duruşmasına katılarak bildirdiği tanıkların dinlenmesini talep ettiği, bu usul işlemleriyle HMK ile benimsenen dayanak vakıa ve o vakıanın ispatı için delil gösterme zorunluluğuna işaret eden somutlaştırma yükümlülüğüne uygun davrandığı gözetildiğinde mahkemece bildirilen tanıkların dinlenmesinde ve dinlenen tanık beyanlarının hükme esas alınmasında usul ve kanuna aykırı bir yön bulunmamaktadır.
O hâlde direnme kararının, açıklanan bu değişik gerekçe ve nedenlerle bozulması gerekmiştir.
DAVA :1. Taraflar arasındaki “boşanma” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Bursa Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesince, İlk Derece Mahkemesi’nin davanın kabulüne ilişkin verdiği kararın kaldırılarak yeniden hüküm kurulmak suretiyle davanın reddine dair verilen karar, davacı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 2. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Bölge Adliye Mahkemesince Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:
KARAR : I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı asıl 07.04.2017 tarihli dava dilekçesinde; davalı ile 26.12.1997 tarihinde evlendiklerini, ortak iki çocuklarının olduğunu, evliliğin ilk gününden itibaren eşi ile aralarında şiddetli geçimsizlik bulunduğunu, ruhen ve fikren anlaşamadıklarını, fikir ayrılığı yaşadıklarını, bu nedenlerle evlilik birliğinin temelinden sarsıldığını, davalının üç yıldır cezaevinde hükümlü olduğunu ileri sürerek boşanmaya, velâyetlerin kendisine verilmesine, her bir çocuk yararına ayrı ayrı 600TL tedbir-iştirak nafakası ile kendi yararına 500TL tedbir-yoksulluk nafakası ve 50.000TL tazminat ödenmesine karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı Cevabı:
5. Davalı asıl 24.04.2017 tarihli cevap dilekçesinde; tüm iddiaları inkârla, 28.03.2014 tarihinden beri cezaevinde hükümlü olarak bulunduğunu, eşini hâlen sevdiğini, çocukları ve evinin tüm masraflarını karşıladığını, eşine ev ve araba aldığını, ne var ki davacının evlilik birliğinden kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmediği gibi kendisinin tüm maddi varlıklarından yararlandığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
İlk Derece Mahkemesi Kararı:
6. Bursa 2. Aile Mahkemesi’nin 10.05.2018 tarihli ve 2017/332 E., 2018/508 K. sayılı kararı ile; tarafların 26.12.1997 tarihinde evlendikleri, ortak iki çocuklarının bulunduğu, erkeğin eşine küfrettiği, tokat attığı, ölümle tehdit ettiği, evin giderlerini karşılamadığı, çevreye aşırı borçlandığı, başlatılan icra takipleri nedeniyle haciz işlemi yapılmasına sebep olduğu, davalının açık cezaevinde hükümlü olması nedeniyle eşlerin ayrı yaşadıkları gerekçesiyle tarafların boşanmalarına, velâyetin anneye verilmesine, çocuk yararına 500TL tedbir-iştirak nafakası, kadın yararına 10.000TL manevi tazminat ödenmesine, şartları oluşmayan yoksulluk nafakası talebinin reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi Kararı:
7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içerisinde davalı asıl tarafından istinaf isteminde bulunulmuştur.
8. Bursa Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesinin 13.05.2019 tarihli ve 2018/1611 E., 2019/678 K. sayılı kararı ile; dava dilekçesinin incelenmesinde davacının tanık deliline dayanmadığı, 08.05.2017 tarihli dilekçesinde açıkça “cevaba cevap dilekçesi vermeyeceğini” bildirerek ön inceleme duruşmasının öne alınmasını talep ettiği, dilekçeler aşaması böylece tamamlandıktan sonra ön inceleme duruşması yapılmadan önce 17.08.2017 tarihli dilekçesinde tanık deliline dayandığı, mahkemece dinlenilen bu tanık beyanları esas alınarak kusur belirlemesi yapıldığı, dava dilekçesinde yer alan delillerle davanın ispat edilemediği gerekçesiyle ilk derece mahkemesi kararı kaldırılmış, yeniden hüküm kurularak davanın reddine karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
9. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı yasal süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz isteminde bulunulmuştur.
10. Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 23.12.2019 tarihli ve 2019/6547 E., 2019/12702 K. sayılı kararı ile;
“…İddia ve savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesi başlıklı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 141. maddesi “(1) Taraflar, cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçeleri ile serbestçe; ön inceleme aşamasında ise ancak karşı tarafın açık muvafakati ile iddia ve savunmalarını genişletebilir veya değiştirebilirler. Ön inceleme duruşmasına taraflardan biri mazeretsiz olarak gelmezse, gelen taraf onun muvafakati aranmaksızın iddia veya savunmasını genişletebilir yahut değiştirebilir. Ön inceleme aşamasının tamamlanmasından sonra iddia veya savunma genişletilemez yahut değiştirilemez. (2) İddia ve savunmanın genişletilip değiştirilmesi konusunda ıslah ve karşı tarafın açık muvafakati hükümleri saklıdır,” şeklindedir. Anılan maddenin gerekçesinde belirtildiği üzere; tarafların karşılıklı dilekçelerini verdikleri aşamada, herhangi bir sınırlamaya bağlı olmadan uyuşmazlığın genel çerçevesi içinde iddia ve savunmalarını değiştirebilecekleri kabul edilmiştir. Şüphesiz bu imkân, sadece cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesi için söz konusudur, ikişer dilekçeden sonra, hangi ad altında olursa olsun verilecek dilekçeler, sınırlama ve yasak kapsamında kabul edilmelidir. Ön inceleme aşamasında ancak karşı tarafın açık muvafakati (veya ön inceleme duruşmasına taraflardan birisinin mazeretsiz gelmemesi) durumunda iddia veya savunmaların genişletilmesi yahut değiştirilmesi kabul edilmiştir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 20.04.2016 tarih, 2014/2-695 esas ve 2016/522 karar sayılı ilamı).
Somut olayda; davacı kadın dava dilekçesinde herhangi bir delil bildirmemiş, tanık deliline dayanmamış, davalı erkeğin 22.04.2017 tarihli cevabının usulünce kendisine tebliğinden sonra da 08.05.2017 tarihli dilekçesi ile de cevaba cevap dilekçesi vermeyeceğini bildirmiş ise de; 03.10.2017 tarihli ön inceleme duruşma tarihi davalı erkek vasisine usulüne uygun olarak tebliğ edilmiş ve davalı erkek vasisi herhangi bir mazeret bildirmeksizin ön inceleme duruşmasında hazır bulunmamış, davacı kadın ön inceleme duruşmasında iddialarını ispat etmek üzere tanıklarını bildirmek üzere süre talep etmiş ve yasal süresi içerisinde tanık deliline dayanmıştır. Gerçekleşen bu durum karşısında ilk derece mahkemesince dinlenilen tanıklarının beyanları hükme esas alınabileceğinden, ilgili bölge adliye mahkemesince davacı kadının davasının reddine karar verilmesi usul ve kanuna aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir,….” gerekçesiyle karar bozulmuştur.
Direnme Kararı:
11. Bursa Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesinin 07.07.2020 tarihli ve 2020/268 E., 2020/808 K. sayılı kararı ile; bozma kararına konu 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 141. maddesi uyarınca taraflardan biri ön inceleme duruşmasına gelmediği takdirde diğer tarafın iddia ve savunmasını genişletip değiştirebileceği, bu durumda iddianın genişletilmesine veya değiştirilmesine bağlı olarak HMK’nın 145. maddesi gözetilmeksizin yeni bir delil gösterilebileceği, ne var ki iddia ve savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesi gibi bir durum yok ise herhangi bir delile dayanılmadan ileri sürülen vakıaların ispatına yönelik delil gösterilemeyeceği, delillerin dilekçeler aşamasına hasredildiği ilkesi dikkate alındığında aksi hâl HMK’nın 194/2. maddesine de aykırılık teşkil edeceği, somut olayda davacının dava dilekçesinde herhangi bir delile dayanmadığı, cevaba cevap dilekçesini de sunmayacağını belirttiği, dilekçeler aşaması böylece tamamlandıktan sonra delil listesi verilmesinin ve dilekçeler aşaması bittikten sonra dayanılmayan bir delil toplanmasının sonuca etkili olmayacağı, davacı tarafından süresinde bildirilmeyen tanık beyanlarının kusur belirlemesinde dikkate alınamayacağı, dilekçeler aşaması sırasında gösterilmeyen delilin HMK’nın 141. maddesi kapsamında değerlendirilerek yargılama sırasında toplanmasının yasanın lafzına aykırılık oluşturacağı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
12. Direnme kararı yasal süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
13. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dilekçelerin karşılıklı verilmesi aşamasında tanık deliline dayanmamış olan davacının, HMK’nın 141. maddesinin 7251 Sayılı Kanun’la değiştirilmesinden önceki düzenlemesine göre, davalı tarafın mazeretsiz olarak ön inceleme duruşmasına gelmemesinden faydalanarak “iddia veya savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesi” başlığı altında tanık deliline dayanıp dayanamayacağı noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
14. Uyuşmazlığın çözümü bakımından ilgili yasal düzenleme ve kavramların açıklanmasında yarar vardır.
15. Bilindiği üzere 6100 Sayılı HMK’nın “Tanık gösterme şekli” başlıklı 240. maddesinin 2. fıkrası ile “Tanık gösteren taraf, tanık dinletmek istediği vakıayı ve dinlenilmesi istenen tanıkların adı ve soyadı ile tebliğe elverişli adreslerini içeren listeyi mahkemeye sunar. Bu listede gösterilmemiş olan kimseler tanık olarak dinlenemez ve ikinci bir liste verilemez” hükmü düzenleme altına alınmıştır. Tanık deliline ancak davanın tarafları başvurabilecekleri için, davada tanık gösteren taraf, tanık dinletmek istediği vakıa ile dinlenilmesi istenen tanıkların ad ve soyadları ile tebliğe elverişli adreslerini bir liste hâlinde mahkemeye sunmak zorundadır. Buna tanık listesi denir. Listede gösterilmemiş olan kimseler tanık olarak dinlenemeyecekleri gibi ikinci bir tanık listesi de verilemez. İkinci tanık listesinin verilemeyeceğine ilişkin bu kesin kural, kamu düzeninden olup, hâkim tarafından re’sen nazara alınır. Bu kural, aynı zamanda davaların makul süre içinde bitirilmesi açısından usul ekonomisine hizmet eden bir kuraldır.
16. Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile yapılan düzenlemelerle amaçlanan; yargılamanın makul sürede tamamlanması olup, bu zorunluluk 2709 Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın (Anayasa) 141/son maddesinin bir gereği olmasının yanında, 90/5. maddesine göre “…Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır” hükmü gereğince Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) 6. maddesiyle düzenleme altına alınan adil yargılanma hakkının en önemli unsurlardan olan “makul sürede yargılanma” ilkesine dayanmaktadır. Bu bağlamda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), sözleşmenin tarafı devletlerin yasal sistemlerini, AİHS şartlarına uyacak şekilde düzenlemekle görevli olduğunu belirtmiştir (AİHM, Zimmerman ve Steiner-İsviçre, 13 Temmuz 1983, 29. Paragraf).
17. Kuşkusuz ki; yargılamanın mümkün olan en kısa sürede sonuçlanması için öngörülen hususların en önemlisi, taraflara yapacakları işlemler için belirli bir süre tanınması ve bu sürelerin hak düşürücü nitelik taşımasıdır. Bu yolla amaçlanan usul ekonomisidir. Usul ekonomisi ilkesi, HMK’nın 30. maddesiyle düzenleme altına alınmış olup; uyuşmazlıkların en az giderle, en makul sürede ve en az emekle çözümü ve gereksiz yere dava açılmasının engellenmesi şeklinde açıklanmaktadır.
18. Bir davaya taraf olan herkes, karşı taraf karşısında kendisini dezavantajlı bir konumda bırakmayacak şartlarda, iddialarını mahkemeye sunabilmesi için makul bir fırsata sahip olabilmelidir (AİHM, De Haes ve Gijsels-Belçika, 24 Şubat 1997). Aynı şekilde, tarafların gösterilen tüm delillerden haberdar olması ve görüş bildirebilmesi de adil yargılanma hakkı kapsamında gözetilmesi gereken ilke olarak belirtilmiştir (AİHM, Borgers-Belçika, 30 Ekim 1991). Açıklanan bu ilkelere paralel olarak HMK ile yargılamanın makul sürede bitirilmesini sağlamak amacıyla düzenlemeler yapılmış ve bu amaca ulaşılabilmesi için önemli bir katkı sağlayan delillerin bildirilme zamanı özel olarak düzenlenmiştir. HMK’nın 194. maddesiyle düzenleme altına alınan hüküm gereği, taraflar dayandıkları vakıaları, ispata elverişli şekilde somutlaştırma yükümlülüğü altındadırlar. Bu madde kapsamında taraflar; dayandıkları delilleri ve hangi delilin, hangi vakıanın ispatı için gösterdiklerini açıkça belirtme zorunluluğu altında bırakılmışlardır. Buradan hareketle açıkça söylenmelidir ki; HMK ile benimsenen yargılama usulünde “dayanak vakıa ve o vakıanın ispatı için gösterilecek delil” birbirinden ayrılmaz bir bütünün parçası olarak ele alınmıştır. Delillerin belirli bir zaman dilimi içinde gösterilip sunulması yargılamayı çabuklaştıracak olmasının yanı sıra, taraflara da gösterilen delillerden haberdar olarak zamanında bunlara karşı delil veya görüş bildirebilme imkânı tanıyacak, böylece uyuşmazlıklar en kısa sürede adilane çözüme kavuşacaktır (Hukuk Genel Kurulunun 20.04.2016 tarihli ve 2014/2-695 E., 2016/522 K.; 04.02.2021 tarihli ve 2017/2-2710 E., 2021/34 K. sayılı kararları).
19. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 194. maddesiyle düzenleme altına alınan “somutlaştırma yükü ve delillerin gösterilmesi” zorunluluğu; davacı taraf yönünden “Dava dilekçesinin içeriği” başlıklı 119. maddenin 1-f bendiyle “İddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği” hususunun düzenleme altına alınmasıyla, davalı taraf yönünden ise “Cevap dilekçesinin içeriği” başlıklı 129. maddenin 1-e bendiyle “Savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği” hususunun düzenleme altına alınmasıyla “iddia ve savunmaya yönelik dayanılan vakıa ve o vakıanın hangi delille ispatlanacağı” hususları birbiri ile bir bütün olarak ele alınmış olup, dayanılan vakıa ve o vakıanın ispat vasıtası delilin aynı anda gösterilmesi zorunluluğu tartışmasız olarak açıklanmıştır. Kanunda aksi düzenlenmediği için HMK’nın 119/1-f ve 129/1-e maddeleriyle düzenleme altına alınan hükümde belirtilen “delil” sözcüğünün hem asıl ispat hem de karşı ispatı kapsadığını belirtmek gerekir.
20. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “İddia ve savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesi” başlıklı 141. maddesi 22.07.2020 tarihli ve 7251 Sayılı Kanun’un 15 maddesiyle yapılan değişiklikten önceki hâliyle; “(1) Taraflar, cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçeleri ile serbestçe; ön inceleme aşamasında ise ancak karşı tarafın açık muvafakati ile iddia veya savunmalarını genişletebilir yahut değiştirebilirler. Ön inceleme duruşmasına taraflardan biri mazeretsiz olarak gelmezse, gelen taraf onun muvafakati aranmaksızın iddia veya savunmalarını genişletebilir yahut değiştirebilir. Ön inceleme aşamasının tamamlanmasından sonra iddia veya savunma genişletilemez yahut değiştirilemez. (2) İddia ve savunmanın genişletilip değiştirilmesi konusunda ıslah ve karşı tarafın açık muvafakati hükümleri saklıdır.” hükmünü taşımakta iken değişiklikten sonra “- (1) (Değişik:22/7/2020-7251/15 md.) Taraflar, cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçeleri ile serbestçe iddia veya savunmalarını genişletebilir yahut değiştirebilirler. Dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra iddia veya savunma genişletilemez yahut değiştirilemez. (2) İddia ve savunmanın genişletilip değiştirilmesi konusunda ıslah ve karşı tarafın açık muvafakati hükümleri saklıdır” şeklinde düzenleme altına alınmıştır.
21. Yazılı yargılama usulünde ön inceleme aşaması, tarafların; dava, cevap, cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçelerinin başka bir ifadeyle dilekçelerin karşılıklı verilmesi aşamasının tamamlanması anından başlayarak ön inceleme duruşmasının tamamlandığı ana kadar devam eden süreci ifade etmektedir. Ön inceleme aşamasının başlaması üzerine hâkim; hazırlık işlemlerini yapar, tarafların dilekçelerini ve eklerini inceler, uyuşmazlık konusunu tam olarak belirler.
22. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 137. maddesinde hâkim tarafından ön inceleme aşamasında hangi işlemlerin yapılması gerektiği açıklanmıştır. Bunlar usule ilişkin hususlarla, tahkikata hazırlık işlemleri, tarafların delillerini sunmaları ve toplanması için gerekli işlemlerdir. Bu aşamanın önemli bir amacı da tarafları sulhe ve özünde sulhü hedefleyen bir kurum olan arabuluculuğa gitmeye teşvik etmek, böylelikle taraflar arasında bir anlaşma sağlanmasına uygun ortamı yaratmak suretiyle, uyuşmazlığın daha ileriki aşamalara gitmeden çözüme kavuşturulmasını gerçekleştirmektir.
23. Ön inceleme işlemleri tamamlanmadan ve bu konuda gerekli kararlar verilmeden tahkikata başlanamaz ve tahkikat için duruşma günü tespit edilemez (HMK m. 137/2). HMK’nın en önemli yeniliklerinden birisi olan ön inceleme aşaması ile temelde iki amaç hedeflenmiştir. Bunlardan ilki; davanın esası hakkında yargılama yapılabilmesi ve karar verilebilmesi için usûl hukuku yönünden aranan olumlu (dava şartları) veya olumsuz (ilk itirazlar) hususların olup olmadığı, burada varılan sonuçta hâkime davanın esasına girilmesine engel bir sebebin varlığını tespit ettiği takdirde, usule ilişkin bir kararla davayı sona erdirebilme yetkisi tanınarak yargılamanın en başında usul hukuku yönünden açıklığa kavuşturulmasıdır. İkinci olarak da bu aşama sayesinde tahkikat aşamasının belirli bir düzen ve disiplin içinde yürütülebilmesi için gerekli zemin yaratılmaya çalışılmaktadır.
24. Görüldüğü üzere, HMK’nın sistematiği içinde; tahkikat aşamasına geçilmezden evvel tarafların uyuşmazlık konularının ve bu uyuşmazlıkların çözümü için ileri sürdükleri delillerin daha işin en başında belirlenerek tahkikatın etkin bir şekilde yapılmasının hedeflendiği anlaşılmaktadır. Zira tahkikatın amacı; kural olarak delil toplamak değil, delilleri incelemek ve değerlendirmektir; aksi hâlde tahkikat tamamlanamaz ve yargılama uzar. Tarafların, Kanun’da belirtilen bu sürelerden sonra delil gösterebilmeleri ancak iki yasa maddesinde belirtilen hâllerle sınırlıdır. Onlar da; iddia ve savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesini düzenleyen 141. madde ile istisnai hâllerde sonradan delil gösterilmesine imkân tanıyan 145. maddedeki durumlardır.
25. Eldeki davada; davacı asıl dava dilekçesinde, davalı ile aralarında şiddetli geçimsizlik bulunduğu, ruhen ve fikren anlaşamadıkları, fikir ayrılığı yaşadıkları vakıalarına dayanarak evlilik birliğinin temelinden sarsıldığını ileri sürerek davalı ile boşanmalarına karar verilmesini talep etmiş, davalı ise yasal süresi içerisinde verdiği cevap dilekçesinde boşanmak istemediğini belirterek davanın reddini savunmuştur. Davacının ise 08.05.2017 tarihinde cevaba cevap süresi içerisinde sunduğu için cevaba cevap niteliğine sahip dilekçesinde tahkikat aşamasına geçilmesine karar verilmesini talep ettiği görülmektedir. Durum böyle olunca, dilekçelerin karşılıklı verilmesi aşamasında davacının dava dilekçesinde iddia ettiği vakıaları hangi delille ispat edeceğini belirtmediği anlaşılmaktadır. Ne var ki davacı ön inceleme duruşmasından evvel 17.08.2017 tarihli dilekçesi ile dava dilekçesinde yer vermediği “davalı tarafından kötü muamele” gördüğüne ilişkin yeni bir vakıaya dayanarak evlilik birliğinin temelinden sarsıldığını iddia etmiş, bu yeni iddiasını ispata yönelik tanık deliline dayanmış ve tanıklarını bildirmiştir.
26. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 448. maddesinde bu kanun hükümlerinin tamamlanmış işlemleri etkilememek kaydıyla derhâl uygulanacağı hükmü düzenleme altına alındığına ve eldeki davada ön inceleme duruşmasının 7251 Sayılı Kanun’un 15. maddesiyle yapılan değişiklikten önce yapıldığı gözetildiğinde, HMK’nın 141. maddesinin değişiklik yapılmadan önceki hâliyle uygulanacağı hususunda uyuşmazlık bulunmamaktadır. Yukarıda 21. paragrafta; ön inceleme aşamasının dilekçelerin karşılıklı verilmesi aşamasının tamamlanması anından başlayarak ön inceleme duruşmasının tamamlandığı ana kadar devam eden süreci ifade ettiği açıklanmış olup, davacı ön inceleme duruşması yapılmadan dava dilekçesinde yer vermediği yeni bir vakıa ve tanık deliline 17.08.2017 tarihli dilekçesi ile dayanarak iddia ve savunmasını genişletip değiştirmiştir.
27. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 141. maddesinin 1. fıkrasının değişiklik öncesi hâlinin hükümet gerekçesinde; ön inceleme duruşmasının yargılama bakımından öneminden dolayı, tarafların bu duruşmaya katılımını sağlamak amacıyla “gelen tarafın ödüllendirildiği, mazereti olmadığı hâlde gelmeyen tarafın ise cezalandırıldığı” bir yol izlenmesinin zorunlu olduğu görüşüyle hareket edildiği ve her iki tarafın da ön inceleme duruşmasına gelmesi hâlinde karşı tarafın muvafakati ile genişletme söz konusu iken, taraflardan birinin mazeretsiz olarak gelmediği takdirde, gelen taraf karşı tarafın muvafakatine gerek olmaksızın iddia ve savunmasını genişletip değiştirebileceği kabul edilmiştir. Maddede yapılan değişik sonucunda ise dilekçeler aşaması tamamlandıktan sonra, ıslah ve karşı tarafın açık muvafakati hariç olmak üzere, iddia ve savunma genişletilemeyecek ve değiştirilemeyecektir. Hükümet gerekçesinde de değişikliğin amacı, sırf ön inceleme duruşmasına katılım sağlanmadığı için aleyhte iddia ve savunmanın rahatlıkla genişletilebilmesi veya değiştirilebilmesinin “silahların eşitliği ilkesinin ihlali” olarak açıklanmıştır.
28. Somut olayda; ilk derece mahkemesince yapılan 03.10.2017 tarihli ön inceleme duruşmasına tarafların usule uygun şekilde davet edildiği, yapılan duruşmaya davalı vasisinin mazeretsiz olarak gelmediği, davacı ve vekilinin ise hazır bulunarak gösterdikleri tanıkların dinlenmesini talep ettiği anlaşılmaktadır. Davalı tarafın mazeretsiz olarak ön inceleme duruşmasına gelmediği, dolayısıyla davacının, karşı tarafın muvafakati olmaksızın iddia ve savunmasını genişletip değiştirebilme hakkı olduğu, bu hakkı doğrultusunda ön inceleme aşamasında sunduğu 17.08.2017 tarihli dilekçesinde “davalı tarafından kötü muamele” gördüğüne ilişkin yeni bir vakıa ileri sürdüğü, dayandığı bu yeni vakıaya ilişkin tanık deliline dayandığı ve ön inceleme duruşmasına katılarak bildirdiği tanıkların dinlenmesini talep ettiği, bu usul işlemleriyle HMK ile benimsenen dayanak vakıa ve o vakıanın ispatı için delil gösterme zorunluluğuna işaret eden somutlaştırma yükümlülüğüne uygun davrandığı gözetildiğinde mahkemece bildirilen tanıkların dinlenmesinde ve dinlenen tanık beyanlarının hükme esas alınmasında usul ve kanuna aykırı bir yön bulunmamaktadır.
29. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında; ön inceleme duruşmasına taraflardan birinin mazeretsiz olarak gelmemesi hâlinde gelen tarafın ebetteki karşı tarafın muvafakati aranmaksızın iddia ve savunmasını genişletip değiştirebileceği, ne var ki somut olayda davacının 17.08.2017 tarihli dilekçesinde aynen dava dilekçesinde olduğu gibi evlilik birliğinin temelinden sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma talebini ileri sürdüğü, bu sebeple “davalıdan kötü muamele gördüğüne” ilişkin vakıaya değer verilerek bu yeni vakıaya ilişkin tanık deliline dayanılamayacağı, hâl böyle olunca direnme kararının bu değişik gerekçeyle onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de; bu görüş Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
30. O hâlde direnme kararının, açıklanan bu değişik gerekçe ve nedenlerle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ :Açıklanan nedenlerle;
Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle direnme kararının değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,
6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 373/2. maddesi uyarınca dosyanın Bursa Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesine gönderilmesine, 13.12.2022 tarihinde oy çokluğu ile kesin olarak karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
Esas Numarası: 2022/759
Karar Numarası: 2023/49
Karar Tarihi: 08.02.2023
NAFAKANIN TAHSİLİ İÇİN BAŞLATILAN İLÂMLI İCRA TAKİBİNİN GERİ BIRAKILMASI İSTEMİ
NAFAKA BORÇLUSU, NAFAKA ALACAKLISI İLE OTURUP KENDİSİ TARAFINDAN İNFAK VE İAŞE EDİLDİĞİNİ İLERİ SÜRMEKTE OLUP BU HUKUKİ FİİLÎ DURUMU İCRA VE İFLAS KANUNUNU İLGİLİ MADDESİNDEKİ BELGELERLE BAĞLI OLMAKSIZIN TANIK DELİLİ İLE İSPAT EDEBİLMESİ
BORÇLUNUN İDDİALARINA İLİŞKİN TANIKLARI KENDİSİNDEN SORULARAK BELİRLENİP DİNLENDİKTEN SONRA BİR KARAR VERİLMESİ GEREKMESİ
ÖZETİ: Uyuşmazlık; somut olayda borçlunun, alacaklı ile boşandıktan sonra 11 yıl 10 ay birlikte yaşadıkları ve geçimini kendisinin temin ettiği iddiasını icra mahkemesinde tanık ile ispat edip edemeyeceği noktasında toplanmaktadır. Borçlu, icra mahkemesine başvurusunda alacaklı ile formaliteden boşandıklarını, boşandıktan sonra 11 yıl 10 ay birlikte yaşadıklarını, her gün alacaklının eline 80 TL verdiğini, nafakanın ödendiğini, gerekli delil ve tanıklarını sunacağını ileri sürerek icranın geri bırakılmasını talep etmiştir. Şu hâle göre nafaka borçlusu, nafaka alacaklısı ile oturup kendisi tarafından infak ve iaşe edildiğini ileri sürmekte olup, bu fiilî durumu (hukuki fiili) İcra ve İflas Kanunu’nun ilgili maddesindeki belgelerle bağlı olmaksızın tanık delili ile ispat edebilir. Bu durumda icra mahkemesince borçlunun iddialarına ilişkin tanıkları kendisinden sorularak belirlenip dinlendikten sonra bir karar verilmesi gerekir. Hâl böyle olunca Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekmektedir.
SAYISI : 2016/989 E., 2016/1293 K.
KARAR : Davanın reddine
1. Taraflar arasındaki itfa itirazı isteminden dolayı yapılan inceleme sonunda, … 5. İcra (Hukuk) Mahkemesince verilen şikâyetin reddine ilişkin karar borçlu tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 8. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonucunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı borçlu tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği düşünüldü:
I. İNCELEME SÜRECİ
Borçlu İstemi
4. Borçlu itiraz dilekçesinde; alacaklı vekili tarafından … 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 10.07.2003 tarihli ve 2013/557 Esas, 2013/681 Karar sayılı boşanma kararında hükmedilen nafakanın tahsili için aleyhine ilâmlı icra takibi başlatıldığını, alacaklı ile formaliteden boşandıklarını, boşandıktan sonra 11 yıl 10 ay birlikte yaşadıklarını, her gün alacaklının eline 80 TL verdiğini, nafakanın ödendiğini, gerekli delil ve tanıklarını sunacağını ileri sürerek gereğinin yapılmasını (icranın geri bırakılmasını) talep etmiştir.
Alacaklı Cevabı
5. Alacaklı; davetiye tebliğine rağmen yazılı beyanda bulunmamıştır.
İlk Derece Mahkemesi Kararı
6. … 5. İcra (Hukuk) Mahkemesinin 29.12.2015 tarihli ve 2015/825 Esas, 2015/1244 Karar sayılı kararı ile; borçlu, boşandıktan sonra alacaklı ile birlikte yaşadıklarını ve her gün alacaklıya elden para verdiğini belirtmiş ise de nafaka borcunu ödediğine dair yazılı belge sunmadığı, borçlunun iddialarını ancak genel mahkemede ileri sürebileceği gerekçesi ile şikâyetin reddine karar verilmiştir.
Özel Dairenin Bozma Kararı
7. İlk derece mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde borçlu temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 8. Hukuk Dairesince 26.04.2016 tarihli ve 2016/3291 Esas, 2016/7697 Karar sayılı kararı ile;
“…Kararı temyiz eden borçluya “temyiz harç ve posta giderlerini” yatırması için mahkemece çıkartılan muhtıranın tebliği üzerine, borçlu 13.01.2016 tarihli dilekçesi ile cezaevinde hükümlü olarak bulunduğunu belirterek adli yardım talebinde bulunmuştur. Kanun yollarına başvuru sırasında adli yardım talep edildiğine göre, bu talep hakkında karar verme yetkisi kanun yolu incelemesini yapacak olan Yargıtay’a aittir (HMK. md. 336/3). Borçlunun “kanun yollarına başvuru sırasında” ileri sürdüğü adli yardım talebinin, cezaevinde bulunduğundan temyiz harç ve giderlerini ödeme imkanı bulunmadığını bildirmesi ve … Açık Ceza İnfaz Kurumu’nun üst yazısından borçlunun 2 yıl 11 ay hapis cezasına hükümlü olduğunun anlaşılması karşısında haklı ve yerinde görüldüğünden kabulüne, temyiz harç ve giderlerinden geçici olarak muaf tutulmasına karar verildi.
Temyiz itirazlarının incelenmesine geçildi;
Somut olayda borçlu, İcra Mahkemesi’ne verdiği 25.08.2015 tarihli dilekçesinde, alacaklı ile boşandıktan sonra 11 sene 10 ay birlikte yaşadıklarını ve geçimini kendisinin temin ettiğini iddia etmiştir. Borçlunun, 25.08.2015 tarihli dilekçesindeki bu talebi borca itiraz niteliğinde olup, maddi vakalara ilişkin bu itirazının tanıkla ispatı mümkündür. İcra Mahkemesince, borçluya yazılı delilleri sorulmasına rağmen ibraz edilmediği gerekçesiyle, itiraz reddedilmiş ise de; borçlu, itiraz dilekçesinde tanıklarını duruşmada bildireceğini belirtmiştir. O halde, İcra Mahkemesince borçlunun tanıkları kendisinden sorularak belirlenip, dinlendikten sonra sonuca gidilmesi gerekirken, eksik incelemeyle yazılı şekilde karar verilmesi isabetsizdir…” gerekçesi ile karar bozulmuştur.
Direnme Kararı
9. … 5. İcra (Hukuk) Mahkemesinin 11.10.2016 tarihli ve 2016/989 Esas, 2016/1293 Karar sayılı kararı ile; ilâmlı takiplerde ancak zamanaşımı ve itfanın ileri sürülebileceği, ödeme iddiası varsa buna ilişkin yazılı belge sunulması gerektiği, borçlunun iddialarının genel mahkemelerin konusu olduğu, dar yetkili icra mahkemesinde istihkak ve ihalenin feshi dışındaki davalarda tanık dinlenemeyeceği, tanık dinlenmesinin sonuca bir faydasının da bulunmadığı, tanıkların tarafların birlikte yaşadığını ve borçlunun alacaklıya harçlık verdiğine ilişkin beyanda bulunacakları, tarafların anlaşmalı olarak boşandıkları ve boşandıktan sonra birlikte yaşamış oldukları için borçlu kocanın alacaklı eşinin geçimini sağladığının mahkemenin kabulünde olduğu, ilâmlı takipte ödemeye ilişkin yazılı belge sunulmadığı için şikâyetin reddine karar verildiği, tarafların birlikte yaşadığı ve borçlunun alacaklıya harçlık verdiği mahkemece kabul edilmekle birlikte nafakanın ödenmiş olduğu sınırlı yetkili icra mahkemesince kabul edilerek, şikâyetin kabulü yoluna gidilmesi mümkün görülmediğinden şikâyetin reddine karar verildiği, borçlunun aile mahkemesinden nafakanın kaldırılmasını talep edebileceği ve borçlu olmadığının tespiti için menfi tespit davası açabileceği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi
10. Direnme kararı süresi içinde borçlu tarafından temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda borçlunun, alacaklı ile boşandıktan sonra 11 yıl 10 ay birlikte yaşadıkları ve geçimini kendisinin temin ettiği iddiasını icra mahkemesinde tanık ile ispat edip edemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
12. Uyuşmazlığın çözümü için yasal düzenleme ve kavramların açıklanması gerekmektedir.
13. Davayı kaybettiğini gören borçlu, borcunu rızası ile alacaklıya ödemiş olabilir. Bu hâlde normal olan alacaklının artık ilâmı icraya koymamasıdır. Fakat, alacaklı alacağını almış olmasına rağmen ilâmı icraya koyarsa, böyle kötüniyetli alacaklılar karşısında borçluyu korumak için borçluya icra mahkemesinden icranın geri bırakılmasını isteme hakkı tanınmıştır. İcranın geri bırakılması için icra mahkemesine sadece ödeme (itfa) hâlinde değil, borcun ertelenmiş veya zamanaşımına uğramış olması hâllerinde de başvurulabilir [2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu (İİK) m. 33-33/a].
14. İcra ve İflas Kanunu’nun 33 üncü maddesinin 1. fıkrası “İcra emrinin tebliği üzerine borçlu yedi gün içinde dilekçe ile icra mahkemesine başvurarak borcun zamanaşımına uğradığı veya imhal veya itfa edildiği itirazında bulunabilir. İtfa veya imhal iddiası yetkili mercilerce re’sen yapılmış veya usulüne göre tasdik edilmiş yahut icra dairesinde veya icra mahkemesinde veya mahkeme önünde ikrar olunmuş senetle tevsik edildiği takdirde icra geri bırakılır.” hükmünü içermektedir.
15. Borçlunun icra mahkemesine yaptığı icra emrine itiraz (icranın geri bırakılması talebi) bir dava değildir. Buradaki icra emrine itiraz, ilâm konusu borcun itfa edilmiş, ertelenmiş (imhal edilmiş) veya zamanaşımına uğramış olması sebeplerinden birine dayanarak, icra mahkemesince ilâmın icrasının geri bırakılmasını sağlayan bir yoldur (Kuru, Baki: İcra ve İflas Hukuku El Kitabı, Ankara 2013, s. 942-943).
16. Borçlu, sadece hüküm (ilâm) verildikten sonraki dönemde gerçekleşen itfa, imhal veya zamanaşımı nedeniyle icra mahkemesinden icranın geri bırakılmasını isteyebilir (icra emrine itiraz edebilir). Buna karşılık, borçlu, hükmün verildiği tarihten önceki bir dönemde borcun itfa edilmiş veya ertelenmiş veya zamanaşımına uğramış olduğunu ileri sürerek, icra mahkemesinden icranın geri bırakılmasını isteyemez (icra emrine itiraz edemez). Çünkü borçlunun bu iddialarını dava sırasında ileri sürmesi gerekirdi; aksi hâlin kabulü mahkemenin verdiği hükmü (ilâmı) icra mahkemesinin inceleyip değiştirmesi anlamına gelir ki, bu da maddî anlamda kesin hükme [6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) m. 303] aykırı düşer (Kuru, s. 943).
17. Borçlu, icra emrinin tebliğinden önceki (ve fakat hükmün verildiği tarihten sonraki) dönemde borcun itfa edilmiş veya ertelenmiş veya zamanaşımına uğramış olduğu iddiasında ise, (icra emrinin kendisine tebliğinden itibaren) yedi gün içinde, icra mahkemesinden icranın geri bırakılmasını isteyebilir; yani yedi gün içinde icra emrine itiraz edebilir (İİK m. 33/1).
18. Borçlu, icra emrinin tebliğinden önceki veya sonraki dönemde borcun itfa edilmiş olduğunu bildirerek icra emrine itiraz edebilir (İİK m. 33/1 ve 2). Buradaki itfa deyimi ödeme, bağışlama (6098 sayılı TBK m. 285 vd), ibra (6098 sayılı TBK m. 132), her çeşit af, terkin ve takas gibi borcun son bulması sebeplerini kapsar. Borçlu, icra emrinin tebliğinden önceki bir dönemde borcun itfa edilmiş olduğunu, icra mahkemesinde ancak belli belgeler ile ispat edebilir. Bu belgeler şunlardır: Yetkili mercilerce (meselâ noterlerce) resen düzenlenmiş veya onaylanmış belgeler, imzası icra dairesinde, icra mahkemesinde veya mahkeme önünde alacaklı tarafından ikrar edilmiş olan belgeler (İİK m. 33/1). Borçlu, borcun itfa edildiğini yukarda belirtilen (İİK m. 33/1’de yazılı) belgelerden başka bir delil (meselâ yazılı delil başlangıcı, tanık veya yemin) ile ispat edemez. İcra mahkemesi belirtilen belgeler dışındaki bir belgeye dayanarak icranın geri bırakılmasına (itirazın kabulüne) karar veremez (Kuru, s. 945-946).
19. Konusu nafaka alacağı olan ilâmlarda, nafaka borçlusu tarafından nafaka alacaklısına belli bir miktar paranın ödenmesine hükmedilir. Bu nedenle, ilâma bağlı nafaka borçları da kural olarak nafaka borçlusunun yapacağı nakdi ödemeler neticesinde sona erer.
20. Yoksulluk ve iştirak nafakasına ilişkin ilâmın nafaka borçlusu, ilâma bağlı nafaka borcunu ödediğini İİK’nın 33 üncü maddesinin 1 inci fıkrasında sayılan belgelerden biri ile ispat etmek suretiyle icra mahkemesinden icranın geri bırakılması kararı alabilir. Bunun dışında, nafaka borcunun itfa edildiğinin ispatı bazı özellikler gösterir. Nafaka alacaklısı belli bir süre nafaka borçlusu ile oturup onun tarafından infak ve iaşe edilmişse, nafaka borçlusu bu süre için nafaka ödemekle yükümlü değildir. Meselâ, nafaka alacaklısı kadın, kocasıyla barışarak evine dönmüş ve kocası tarafından infak ve iaşe edilmiştir; veya nafaka alacaklısı çocuk annesinin yanından ayrılarak nafaka borçlusu olan babasının evine gelmiş ve babası tarafından infak ve iaşe edilmiştir. Buradaki nafaka borçlusu koca veya babanın, karısını veya çocuğunu infak ve iaşe ettiği süre için ayrıca nafaka ödeme yükümlülüğü yoktur. Bu hâlde, nafaka borçlusu kendisinden bu süreye ait nafakanın da istenmesi üzerine icra mahkemesinden bu süreye ait nafaka için icranın geri bırakılmasını isteyebilir ve bu fiilî durumu (hukuki fiili) İİK’nın 33 üncü maddesindeki belgelerle bağlı olmaksızın, her türlü delil ile bu arada tanık delili ile ispat edebilir (Kuru, s. 947-948).
21. Ödeme def’îleri konusunda uygulamada özellik gösteren bir varsayım nafaka ilâmlarıdır. Nafaka borçlusu bu yükümlülüğünü ilâm uyarınca para olarak ödemek suretiyle yerine getirecek yerde, borçlusunu bizzat yanına almak suretiyle aynen ifa ederse bu aynen ifa ilişkin bulunduğu dönem için nafakanın ortadan kalkmasına yol açar. İİK’nın 33 üncü maddesi bağlamında söz konusu olabilecek soru aynen ifa hakkındaki iddianın icra mahkemesinde saptanma biçimidir. Nafaka borcunun özelliği burada metnin zorlanmasını zorunlu kılar. Borçlu fiilen bakma ve gereksinimleri karşılama iddialarını icra mahkemesi önünde tanık ile ispat edebilir (Postacıoğlu, İlhan E.: İcra Hukuku Esasları, … 2020, s. 805-806).
22. Somut olayda; alacaklı tarafından borçlu aleyhine başlatılan ilâmlı icra takibine dayanak … 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 10.07.2003 tarihli ve 2003/557 Esas, 2003/681 Karar sayılı kararında “…3- Dava tarihinden geçerli olmak ve hüküm kesinleştikten sonra yoksulluk ve iştirak nafakası olarak devam etmek üzere davalı eş için aylık 100 milyon (eski) TL, çocukların her biri için aylık 75’er milyon (eski) liradan olmak üzere 400 milyon (eski) TL tedbir nafakasının davacıdan alınarak kendisine asaleten çocuklara velayeten davalıya ödenmesine…” karar verilmiştir. Takip talebinde 35.500 TL asıl alacak ve gecikme faizi ile birlikte toplam 40.292,50 TL’nin tahsili talep edilmiştir.
23. Borçlu, icra mahkemesine başvurusunda alacaklı ile formaliteden boşandıklarını, boşandıktan sonra 11 yıl 10 ay birlikte yaşadıklarını, her gün alacaklının eline 80 TL verdiğini, nafakanın ödendiğini, gerekli delil ve tanıklarını sunacağını ileri sürerek icranın geri bırakılmasını talep etmiştir.
24. Şu hâle göre nafaka borçlusu, nafaka alacaklısı ile oturup kendisi tarafından infak ve iaşe edildiğini ileri sürmekte olup, bu fiilî durumu (hukuki fiili) İİK’nın 33 üncü maddesindeki belgelerle bağlı olmaksızın tanık delili ile ispat edebilir. Bu durumda icra mahkemesince borçlunun iddialarına ilişkin tanıkları kendisinden sorularak belirlenip dinlendikten sonra bir karar verilmesi gerekir.
25. Hâl böyle olunca Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup, direnme kararı bozulmalıdır.
IV. SONUÇ
Açıklanan sebeplerle;
Borçlunun temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerle BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,
2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’na 5311 sayılı Kanun’un 29 uncu maddesi ile eklenen Geçici 7 inci maddesinin göndermesi ile uygulanması gereken İİK’nın 366/III üncü maddesi uyarınca kararın tebliğden itibaren on gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 08.02.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
E. 2022/4707
K. 2023/3546
T. 4.7.2023
DEĞER ARTIŞ PAYI VE KATILMA ALACAĞI ( Mahkemece Taşınmazın Edinilmesi İçin Kullanılan Kredinin Evlilik Birliği İçinde Ödenen Taksitleri Yönünden Davacı Erkeğin Katılma Alacağı Hakkı Olduğu Kabul Edilerek Evlilik Birliği İçinde Yapılan Kredi Ödemelerinin Yapılan Ödemelere Oranı Bularak Artık Değere Katılma Alacağının Hesaplanması Gerekirken Hatalı Değerlendirmeyle Karar Verilmesinin Hatalı Olduğu )
EVLENMEDEN ÖNCE DAVALI KADIN ADINA SATIN ALINAN TAŞINMAZIN EDİNİLMESİ İÇİN KULLANILAN KREDİNİN BİR KISMININ EVLİLİK BİRLİĞİ İÇİNDE ÖDENMESİ ( Davalı Kadın Erkeğe Taşınmaz Bedelini Ödemiş İse de Taşınmazın Evlilikten Önce Erkeğin Aldığı Kişisel Malı Olması Evlilik Birliği İçinde Ödenen Kredi Taksit Ödemelerinin İse Aksi İddia ve İspat Edilmediğinden Edinilmiş Maldan Karşılandığının Kabulü Gerekeceğinden Davacının Evlilik Birliği İçinde Ödenen Kredi Taksitleri Yönünden Sebepsiz Zenginleşeceğinden Söz Edilemeyeceği )
SEBEPSİZ ZENGİNLEŞME ( Katılma Alacağı – Davalı Kadın Erkeğe Taşınmaz Bedelini Ödemiş İse de Taşınmazın Evlilikten Önce Erkeğin Aldığı Kişisel Malı Olması Evlilik Birliği İçinde Ödenen Kredi Taksit Ödemelerinin İse Aksi İddia ve İspat Edilmediğinden Edinilmiş Maldan Karşılandığının Kabulü Gerekeceğinden Davacının Evlilik Birliği İçinde Ödenen Kredi Taksitleri Yönünden Sebepsiz Zenginleşeceğinden Söz Edilemeyeceği ) 4721/m.6,134,179,202,219,220,222,225,229,231,235 6098/m.77 , 6100/m.26,33
ÖZET: Dava, değer artış payı alacağı ve katılma alacağı istemine ilişkindir. Uyuşmazlık, taşınmazın yapılan kredi ödemeleri nedeniyle edinilmiş mal olup olmadığı ve sebepsiz zenginleşmenin oluşup oluşmayacağı noktasında toplanmaktadır.
Mahkemece yapılan hukuki nitelendirme ve inceleme hatalıdır. Şöyle ki, öncelikle tasfiye konusu taşınmaz her ne kadar evlenmeden önce davalı kadın adına satın alınmış ise de taşınmazın edinilmesi için kullanılan kredinin bir kısmının evlilik birliği içinde ödendiği, kadının kredi ile karşıladığı taşınmaz bedelini davacı erkeğe ödediği, davalı kadının davacı erkeğe ödediği bedelin bir kısmının boşanma dava tarihinde erkeğin banka hesabında bulunduğu, banka hesabındaki paranın, erkeğin mal rejiminin başlangıcında mevcut ve kişisel malının ikamesi niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır. O halde, davalı kadın, erkeğe taşınmaz bedelini ödemiş ise de taşınmazın evlilikten önce erkeğin aldığı kişisel malı olması, evlilik birliği içinde ödenen kredi taksit ödemelerinin ise aksi iddia ve ispat edilmediğinden edinilmiş maldan karşılandığının kabulü gerekeceğinden davacının evlilik birliği içinde ödenen kredi taksitleri yönünden sebepsiz zenginleşeceğinden söz edilemez. Tüm bu açıklamalara göre, Mahkemece, taşınmazın edinilmesi için kullanılan kredinin evlilik birliği içinde ödenen taksitleri yönünden davacı erkeğin katılma alacağı hakkı olduğu kabul edilerek, evlilik birliği içinde yapılan kredi ödemelerinin yapılan ödemelere oranı bularak artık değere katılma alacağının hesaplanması gerekirken, hatalı değerlendirmeyle karar verilmesi hatalı olmuş, bozmayı gerektirmiştir.
DAVA : Taraflar arasındaki değer artış payı ve katılma alacağı alacağı davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir.
Kararın davacı erkek vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacı erkek vekili tarafından temyiz edilmekle;kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
KARAR : I. DAVA
Davacı erkek vekili dava dilekçesinde; tarafların evlilik öncesi ve sonrası masraflarını ailelerinden yardım almaksızın kendi mali imkanlarıyla karşılamak istediklerini ve bu kapsamda paraya ihtiyaç duyduklarını, müvekilinin evlilik öncesi satın aldığı 4249 ada 6 parsel 2 numaralı bağımsız bölümü evlilik tarihinde davalıya devir olarak göstererek bankadan konut kredisi kullandıklarını, kredinin müvekkilinin hesabına intikal ettiğini, taşınmazın o günkü eksper değerinin 110.000,00 TL olduğunu, çekilen kredinin 7.000,00 TL’sinin davalıya elden verildiğini, 6.000,00 TL’sinin de 25.07.2011 tarihinde aile dostlarının hesabından davalının hesabına havale edildiğini, kredi taksitlerini,n evin vergi vs. yükümlülüklerinin müvekkilince karşılandığını, 110.000,00 TL değerindeki ev için çekilen 82.000,00 TL kredinin dışında kalan 28.000,00 TL miktarın müvekkkilinin kişisel malı olduğunu, bu miktarın edinilmiş mala aktarılmış olduğunu, davalının söz konusu taşınmazı 15.04.2013 tarihinde müvekilinin izin ve onayı olmadan sattığını, ayrıca edinilmiş mal niteliğinde olan ev eşyalarını da davalının Kilis’e gütürdüğünü ileri sürerek; fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla şimdilik 5.000,00 TL değer artış payı ve katılma alacağının dava tarihinde itibaren işleyecek faiziyle birlikte tahsilini talep etmiş; davacı erkek vekili 09.07.2018 tarihli dilekçesiyle talep miktarını yükselterek fazlaya ilişkin her türlü talep ve dava hakları saklı kalmak kaydıyla, müvekkilinin davalıdan olan ve edinilmiş mallara katılma rejminden kaynaklanan alacağı olarak şimdilik 9.823,50 TL alacağının dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsilini talep etmiştir.
II. CEVAP
Davalı kadın vekili cevap dilekçesinde; davacının nişanlılık döneminde müvekkilini arayarak, bir evi olduğunu, çok borcu bulunduğunu evi satacağını, ancak evin başkasına gitmesini istemediğini, kredi çekmesi durumunda evin devrini müvekkilinin üzerine yapacağını söylediğini, müvekkilinin de kendi ailesiyle görüştüğünü, onların da “ev almak kolay değil, kredi çek, ev senin olsun, nişanlın da borçlarını ödesin” dediklerini, müvekkilinin kredi için başvurduğunu, onay tarihi belirlendikten sonra nikah tarihinin alındığını, nikahtan birkaç saat önce tapu işlemlerinin yapıldığını, 82.000,00 TL kredi bedelinin davalının hesabına intikal ettiğini, dava konusu taşınmazın nikah saatinden önce alınmış olması nedeniyle müvekkilinin kişisel malı olduğunu, davacının çekilen krediden müvekkiline 7.000,00 TL verdiği iddiasının doğru olmadığını, aksine işlettiği yerden dolayı kira borcunu ödememesi nedeniyle müvekkilinden nişanlık döneminde 6.000,00 TL borç aldığını, bunu da iade etmediğini, 82.000,00 TL kredi bedelini tamamen davacının alıp borçlarına harcadığını, düğün töreninden önce parayı bitirdiğini, 28.000,00 TL miktarı da edinilmiş mallara aktarıldığı iddiasının da doğru olmadığını, müvekkilinin babasının tır şoförü olduğunu, sık sık …’ya gittiğini, evlilik tarihinden boşanma davasının açıldığı tarihe kadar olan kredi ödemelerinin babası tarafından hibe olarak verilen paralarla ödendiğini, davacının bu ödemelerde bir katkısının olmadığını, evin davacı tarafından kiraya verildiğini, 1 yıllık peşinatın da davacı tarafından alındığını, bu kiranın da davacının alacağını kabul etmemekle birlikte davacının alacaklı çıkması halinde takas, mahsup edilmesini talep ettiklerini, davacının müvekkilini sürekli tehdit etmesinden dolayı, …’da kimsesi olmayan müvekkilinin koruma istediğini, Kilis’e geçici görevlendirilmesi neticesinde; apor topar evi terk etmek durumunda kaldığını, özel eşyaları dışında tüm eşyaları kirada oturdukları evde bıraktığını, davacının da bu eşyaları boşaltarak bilmedikleri bir yere götürdüğünü, müvekkilinin evden kira almadığı halde bir de kira borcunu ödemesi nedeniyle bu evi satmak zorunda kaldığını, satış bedelinin 63.000,00 TL olduğunu ileri sürerek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
İlk Derece Mahkemesi’nin yukarıdaki tarih ve sayısı belirtilen kararı ile, davalının evin bedelini ödediği, ikinci kez taksitlerinin ödendiğinden bahisle mal rejimine ilişkin alacak davası açmasının davanın konusu olmaması ve sebepsiz zenginleşme sonucunu doğuracağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
IV. İSTİNAF
A. İstinaf Yoluna Başvuranlar
İlk Derece Mahkemesi’nin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı erkek vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
B. İstinaf Sebepleri
Davacı erkek vekili istinaf dilekçesinde; açılan davanın evlilik birliği içerisinde konut kredisi taksitleri ödenen, bu nedenle edinilmiş mallara katılma rejimine dahil olan dava konusu taşınmazın tasfiye edilmesi amacıyla açıldığını, evin devredilmeden önce müvekkilinin kişisel malı olduğundan, bedelinin müvekkile ödenmiş olmasının doğal olduğunu, ödenen bu bedelin eldeki davanın konusu olmayıp müvekkilinin kişisel malı olduğunu, esas dava konusunun evlilik birliği öncesinde müvekkilin kişisel malı olmasına rağmen, konut kredisi kullanılmak suretiyle davalıya devredilen ve konut kredisi taksitleri evlilik birliği içerisinde ödendiğinden, edinilmiş mal haline gelen taşınmazın evlilik birliği sona erdiğinden, tasfiye edilmesine ilişkin olduğunu, müvekkilinin sebepsiz yere zenginleşmeyeceğini, zira konut kredisi taksitlerinin evlilik birliği içerisinde müvekkili tarafından ödenmiş veya ödenmesine katkıda bulunmuş olduğunu belirterek istinaf yoluna başvurmuştur.
C. Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesi’nin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile, taşınmazın satışı sebebiyle çekilen kredinin davacıya havale edildiği, davacının vadeli hesabına aktarılmak suretiyle değerlendirildiği, kredinin 7.000,00 TL’sinin davacı tarafından çekildiği, kalan 75.000,00 TL’nin nemalanmış biçimde boşanma dava tarihinden bir gün sonra 08.01.2013 tarihinde 83.074,98 TL olarak hesapta bulunduğu, bu halde davacının iddia ettiği şekilde çekilen kredinin düğün harcamalarında ve diğer borçların ödenmesinde kullanılmadığının anlaşıldığı, 82.000,00 TL olarak davacının hesabına yatırılan krediden 7.000,00 ve 6.000,00 TL miktarlı paraların çekilerek davalıya verildiğinin ispatlanamadığı, bu hususta dinlenen davacı tanık beyanlarının soyut içerikli olduğu ve hükme esas alınmamasının yerinde bulunduğu, ayrıca, taşınmazın bedelinin tümünü peşin olarak alıp uhdesinde değerlendirdiği halde, aynı taşınmaz bakımından tasfiye istenmesinin hem hakkın kötüye kullanımı hem de mükerrer ödemeye sebep olunacağından, davacının taşınmaz bakımından tasfiye alacağı bulunmadığı, taşınmazın devir tarihinde gerçek değeri 110.000,00 TL olup kredi miktarı dışında kalan 28.000,00 TL’nin davacının kişisel malı olarak değerlendirilmesi gerektiği istenilmiş ise de, taraflar arasında bu yönde bir anlaşma ile borç alacak ilişkisi kurulmadığı anlaşıldığından, davacının bu yöndeki denkleştirme isteğinin de yerinde olmadığı anlaşılmakla, Mahkemece yazılı gerekçelerle davanın reddine karar verilmiş olmasında bir isabetsizlik görülmediği gerekçesiyle başvurunun esastan reddine karar verilmiştir.
V. TEMYİZ
A. Temyiz Yoluna Başvuranlar
Bölge Adliye Mahkemesi’nin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı erkek vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
B. Temyiz Sebepleri
Davacı erkek vekili temyiz dilekçesinde; tarafların evlilik öncesi ve sonrası masraflarını ailelerinden yardım almaksızın kendi mali imkanları ile karşılamak istediklerini ve bu paraya ihtiyaç duyduklarını, bunun üzerine tarafların düğünden önce 22.07.2011 tarihinde müvekkilin 14.06.2005 tarihinde edindiği taşınmazı davalıya devrederek konut kredisi kullanmaya karar verdiklerini, taşınmazın nikah ve devir günündeki değerinin yaklaşık 110.000,00 TL olduğunu, davalının yaklaşık 82.000,00 TL konut kredisi kullandığını, boşanmanın gerçekleştiği tarihe kadar bahse konu konut kredisinin taksitlerinin evlilik birliği içerisinde ödendiğini, kredi taksitleri evlilik birliği içerisinde ödenen taşınmazın edinilmiş mal rejimine dahil olup tasfiye edilmesi gerektiğini, davanın evlilik birliği içerisinde konut kredisi taksitleri ödenen bu nedenle edinilmiş mallara katılma rejimine dahil olan taşınmazın tasfiye edilmesi amacıyla açıldığını, taşınmazın devredilmeden önce müvekkilin kişisel malı olduğundan bedelinin müvekkiline ödenmiş olmasının son derece doğal olduğunu ve ödenen bu bedelin davanın konusu olmayıp müvekkilinin kişisel malı olduğunu, müvekkilinin sebepsiz yere zenginleşmeyeceğini, zira konut kredisi taksitlerinin evlilik birliği içerisinde müvekkili tarafından ödendiği veya müvekkilin ödenmesine katkıda bulunduğunu belirterek kararın bozulmasını talep etmiştir.
C. Gerekçe
1. Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme
Uyuşmazlık, taşınmazın yapılan kredi ödemeleri nedeniyle edinilmiş mal olup olmadığı ve sebepsiz zenginleşmenin oluşup oluşmayacağı noktasında toplanmaktadır. Dava, değer artış payı alacağı ve katılma alacağı istemine ilişkindir.
2. İlgili Hukuk
6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 26. maddesi, 33. maddesi, 190. maddesi, 369. maddesinin birinci fıkrası ile 370 ve 371. maddeleri; 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 6. maddesi, 134 ve devamı maddeleri, 179. maddesi, 202. maddesi, 219. maddesi, 220. maddesi, 222. maddesi, 225. maddesinin ikinci fıkrası, 226. maddesi 229. maddesi, 230. maddesi, 231. maddesi, 235. maddesinin birinci fıkrası, 236. maddesinin birinci fıkrası, 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 77. ve devamı maddeleri.
3. Değerlendirme
1. Bölge adliye mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 Sayılı Kanun’un 371. maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
2. 4721 Sayılı Kanun’un 219. maddesinde edinilmiş mallar, her eşin bu mal rejiminin devamı süresince karşılığını vererek elde ettiği malvarlığı değerleri olarak tanımlanmıştır.
3. 4721 Sayılı Kanun’un 220. maddesinde de kişisel mallar sayılmış olup düzenlemeye göre, eşlerden birinin yalnız kişisel kullanımına yarayan eşyalar, mal rejiminin başlangıcında eşlerden birine ait bulunan veya bir eşin sonradan miras yoluyla ya da herhangi bir şekilde karşılıksız kazanma yoluyla elde ettiği malvarlığı değerleri, manevi tazminat alacakları ve kişisel mallar yerine geçen değerler kişisel maldır.
4. 4721 Sayılı Kanun’un 222. maddesinin birinci fıkrası uyarınca, belirli bir malın eşlerden birine ait olduğunu iddia eden kimse, iddiasını ispat etmekle yükümlüdür. 4721 Sayılı Kanun’un 222. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca da, bir eşin bütün malları, aksi ispat edilinceye kadar edinilmiş maldır.
5. Ayrıca, ispat yükü 4721 Sayılı Kanun’un 6. maddesinin birinci fıkrasında “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür” ve 6100 Sayılı Kanun’un 190. maddesinde de, “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir./ Kanuni bir karineye dayanan taraf, sadece karinenin temelini oluşturan vakıaya ilişkin ispat yükü altındadır. Kanunda öngörülen istisnalar dışında, karşı taraf, kanuni karinenin aksini ispat edebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
6. 6098 Sayılı Kanun’un 77 in maddesine göre de sebepsiz zenginleşme haklı bir sebep olmaksızın, bir başkasının malvarlığından veya emeğinden zenginleşme olarak tanımlanabilir.
7. Eşler, 22.07.2011 tarihinde evlenmiş, 07.91.2013 tarihinde açılan boşanma davasının kabulüne ilişkin hükmün, 03.06.2015 tarihinde kesinleşmesiyle boşanmışlardır. Mal rejimi boşanma davasının açıldığı tarih itibarıyla sona ermiştir (4721 Sayılı Kanunu madde 225/2). Sözleşmeyle başka mal rejiminin seçildiği ileri sürülmediğinden evlilik tarihinden mal rejiminin sona erdiği tarihe kadar edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir (4722 Sayılı Kanunu madde 10, 4721 Sayılı Kanun madde 202/1). Tasfiyeye konu 4249 ada 6 parsel 2 numaralı bağımsız bölüm, ilk olarak evlenme tarihinden önce 14.06.2005 tarihinde davacı erkek adına satın alınmış, daha sonra evlenme tarihi ile aynı gün ancak nikahtan önce davacı kadına adına satış yoluyla devredilmiştir. Mal rejiminin tasfiyesinde eşlerin bağlı bulunduğu rejime ilişkin hükümler uygulanır (4721 Sayılı Kanun madde 179).
8. Yukarıda açıklanan yasal düzenleme ve ilkeler uyarınca yapılan incelemede somut olayda; Mahkemece, yazılı şekilde karar verilmiş ise de, yapılan hukuki nitelendirme ve inceleme hatalıdır. Şöyle ki, öncelikle tasfiye konusu taşınmaz her ne kadar evlenmeden önce davalı kadın adına satın alınmış ise de taşınmazın edinilmesi için kullanılan kredinin bir kısmının evlilik birliği içinde ödendiği, kadının kredi ile karşıladığı taşınmaz bedelini davacı erkeğe ödediği, davalı kadının davacı erkeğe ödediği bedelin bir kısmının boşanma dava tarihinde erkeğin banka hesabında bulunduğu, banka hesabındaki paranın, erkeğin mal rejiminin başlangıcında mevcut ve kişisel malının ikamesi niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır. O halde, davalı kadın, erkeğe taşınmaz bedelini ödemiş ise de taşınmazın evlilikten önce erkeğin aldığı kişisel malı olması, evlilik birliği içinde ödenen kredi taksit ödemelerinin ise aksi iddia ve ispat edilmediğinden edinilmiş maldan karşılandığının kabulü gerekeceğinden davacının evlilik birliği içinde ödenen kredi taksitleri yönünden sebepsiz zenginleşeceğinden söz edilemez. Tüm bu açıklamalara göre, Mahkemece, taşınmazın edinilmesi için kullanılan kredinin evlilik birliği içinde ödenen taksitleri yönünden davacı erkeğin katılma alacağı hakkı olduğu kabul edilerek, evlilik birliği içinde yapılan kredi ödemelerinin yapılan ödemelere oranı bularak artık değere katılma alacağının hesaplanması gerekirken, hatalı değerlendirmeyle yazılı şekilde karar verilmesi hatalı olmuş, bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ : 1. Temyiz olunan, İlk Derece Mahkemesi kararına karşı istinaf başvurusunun esastan reddine ilişkin Bölge Adliye Mahkemesi kararının ORTADAN KALDIRILMASINA,
2. İlk Derece Mahkemesi kararının BOZULMASINA,
Peşin alınan temyiz karar harcının istek hâlinde ilgiliye iadesine,
Dosyanın kararı veren İlk Derece Mahkemesine, bozma kararının bir örneğinin kararı veren Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 04.07.2023 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
Yargıtay
8. Hukuk Dairesi
2015/19493 E., 2017/12522 K.
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk (Aile) Mahkemesi
Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiş olup hükmün davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü.
KARAR :
Davacı … vekili, evlilik birliği içinde davalı adına iki adet taşınmaz ve bir adet araç edinildiğini, taşınmazlardan 12 nolu mesken ile aracın davalı tarafından mal kaçırmak amacıyla satıldığını, diğer taşınmaz 4 nolu meskenin ise davacının daha fazla katkısıyla satın alındığı halde taraflar adına tapuda 1/2 hisseli olarak tescil edildiğini, davacının halen 4 nolu meskende ikamet ettiğini ve başkaca malvarlığının bulunmadığını açıklayarak fazlaya lişkin hakları saklı kalmak kaydıyla satılan araç ve 12 nolu mesken yönünden 26.000,00 TL alacağın faiziyle, 4 nolu mesken yönünden ise TMK 226 maddesi hükmü gereği davacının üstün yararı bulunduğundan bedeli ödenmek suretiyle davalı adına olan kaydın iptali ve davacı adına tescili; bu talep yerinde görülmediği takdirde şimdilik 5.000,00 TL’nin faiziyle birlikte tahsilini talep etmiştir.
Davalı … vekili, dava konusu aracın 1999 yılında edinildiğini ve katılma alacağına konu edilemeyeceğini, 12 nolu meskenin davalının ağır rahatsızlığı ve oğlunun harcamaları için satıldığını, 4 nolu mesken yönünden ise davalının %86 malul olup evi barkı olmadığını, evden yararlanan davacının ise kira vermediğini ileri sürerek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kısmen kabul kısmen reddi ile; 12 nolu mesken yönünden 16.289,00 TL katılma alacağının karar tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalı yandan alınarak davacı yana verilmesine, 4 nolu meskendeki davalı adına kayıtlı 1/2 hissenin tapu kaydının iptali ile davacı adına tapuya kayıt ve tesciline, tapu iptal tescil yönünden karar kesinleştiğinde davacı tarafça depo edilen 35.000,00 TL bedelin davalıya talebi halinde ödenmesine karar verilmiştir. Hüküm, süresi içerisinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
1- Dosya muhtevasına, dava evrakı ile yargılama tutanakları münderecatına ve mevcut deliller mahkemece takdir edilerek karar verildiğine, takdirde bir isabetsizlik bulunmadığına göre, davalı vekilinin aşağıdaki bentler kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
2-Davalı vekilinin 4 nolu mesken yönünden temyiz itirazları incelendiğinde;
Mahkemece, yazılı gerekçe ile bu mesken yönünden davacı tarafın terditli isteklerinden ilki tapu iptal ve tescilin kabulüne karar verilmiştir. Mal rejiminin tasfiyesinde eşlerin bağlı olduğu rejime ilişkin hükümler uygulanır (4721 s.lı TMK 179 m). Somut uyuşmazlıkta tasfiyeye konu edilen mesken taraflar arasında mal ayrılığı rejiminin geçerli olduğu 06.01.1992 tarihinde davacı ve davalı adına 1/2 hisse ile tapuda tescil edilmiştir. Bu bağlamda tasfiyeye konu taşınmazın satın alındığı tarihte yürürlükte bulunan 743 sayılı TKM’de, 01.01.2002 tarihinde yürürlüğe giren 4721 sayılı yasanın 226 maddesinin karşılığı bulunmadığından tapu iptal ve tescile karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozma nedeni yapılmıştır.
Mahkemece, tapu iptal ve tescil talebinin reddi ile davacının terditli diğer talebi alacak hakkında değerlendirme yapılmalı, bu hususta evlilik birliği devam ederken tarafların serbest iradeleriyle gerçekleştirdikleri paylaşım olduğunda her bir payın o eşin kişisel mal grubuna terk edildiğinin kabul edilmesi gerektiği yönündeki Dairemiz ilke ve uygulamasıda gözetilerek sonucuna göre bir karar verilmelidir.
3- Davalı vekilinin 12 nolu mesken yönünden temyiz itirazları incelendiğinde;
Kıdem tazminatı, 4857 sayılı İş Kanununun 120.maddesi gereğince yürürlükte bulunan 1475 sayılı İş Kanununun 14.maddesi uyarınca, en az bir yıl süre çalıştıktan sonra ayrılan işçiye, işveren tarafından, çalıştığı her bir tam yıl için ücretinin otuz günlük tutarı kadar ödenen tazminattır. Kıdem tazminatını hak etmek için, en az belirtilen süre kadar çalışmak ve yasada açıklanan koşullarda iş akdinin sona ermesi yeterli olup, prim ödenmesine ihtiyaç duyulmamaktadır. Başka bir anlatımla, geçmişe dönük çalışma karşılığında ve çalışma süresiyle orantılı olarak ödenen primsiz tazminat sistemidir.
743 sayılı TKM’nin 170.maddesi uyarınca, mal ayrılığı rejiminin geçerli olduğu döneme ilişkin çalışmanın karşılığı olarak elde edilen gelir ve dolayısıyla hak edilen kıdem tazminatı kişisel mal(TKM 189), 4721 sayılı TMK’nun yürürlüğe girdiği 01.01.2002 tarihinden sonraki çalışma karşılığında elde edilen gelir ve hak edilen kıdem tazminatı ise edinilmiş mal grubuna girer(TMK 219/1). Eşin çalışma süresinin hem mal ayrılığı hem de edinilmiş mallara katılma rejiminin geçerli olduğu dönemlere yayılması durumunda ise, her bir döneme isabet eden çalışma süresi ve gelir durumu esas alınarak oranlama yapılmak suretiyle, kıdem tazminatının kişisel ve edinilmiş olan miktarları belirlenir. Sözü edilen değer tespiti, belirleme ve hesaplamaların yapılabilmesi için gerek görülmesi durumunda konusunun uzmanı bilirkişi veya bilirkişilerden de yardım alınmalıdır.
Kıdem tazminatının tasfiyeye konu edilmesi için mal rejiminin sona erdiği sırada mevcut olması (TMK’nun 235/1) ya da bu tazminat kullanılarak başka bir malvarlığına sahip olunmalıdır. Söz konusu gelir, kullanılarak satın alınan malvarlıkların tasfiyesinde de aynı kurallar geçerli olacaktır.
Somut uyuşmazlığa gelince; tasfiyeye konu mesken eşler arasında edinilmiş mallara katılma rejiminin geçerli olduğu 12.03.2004 tarihinde satış yolu ile davalı adına tapuda tescil edilmiştir. Dosya kapsamından söz konusu meskenin davalının kıdem tazminatı ile alındığı hususunda uyuşmazlık bulunmadığı anlaşılmaktadır. Mahkeme tarafından davalının kıdem tazminatına ilişkin evraklar da dosya arasına getirtilmiştir. Ne var ki, meskenin bedelinin tamamı davalının kıdem tazminatıyla karşılandığı hususu tarafların kabulünde olmasına rağmen yapılan katılma alacağı hesaplamasında meskenin edinme tarihi itibariyle değeri olarak kıdem tazminatıyla ele geçen para yerine, keşif sonucu bilirkişi tarafından belirlenen değerin esas alınıp hesaplama yapılması hatalıdır.
Mahkemece, tasfiyeye konu 12 nolu meskenin edinme tarihi itibariyle değeri olarak davalının ele geçen kıdem tazminatı esas alınmalı, burdan hareketle yukarıda izah edilen ilke ve esaslar çerçevesinde davalının kıdem tazminatının kişisel mal ve edinilmiş mal olan kısımları tespit edilip meskenin tasfiye tarihi itibariyle (bozma kararı ile güncelliğin yitireceğinden bozmadan sonra verilecek karara en yakın tarih itibariyle) sürüm (rayiç) değeri üzerinden davacının katılma alacağı hesaplanıp sonucuna göre bir karar verilmelidir.
SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda (2) ve (3) nolu bentte gösterilen nedenlerle davalı vekilinin yazılı temyiz itirazları yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollaması ile HUMK’nun 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, diğer temyiz itirazlarının yukarıda (1). bentte gösterilen nedenle reddine, taraflarca HUMK’nun 440/I maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine ve peşin harcın temyiz edene iadesine, 10.10.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.